ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2017 Cumartesi

ABD’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN ÇIKARLARINA ETKİLERİ



ABD’NİN KUZEY IRAK POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN ÇIKARLARINA ETKİLERİ


Şanlı Bahadır Koç

ASAM ABD Uzmanı
sbkoc@asam.org.tr 

ABD’nin Irak’taki yeni güvenlik planıyla beraber sonbahara kadar anlamlı bir ilerleme elde edilemezse, bazı Cumhuriyetçileri de kapsayabilecek iç muhalefet, Bush yönetimi için dayanılması güç boyutlara ulaşabilir.1. Bu nedenle ABD’nin Irak’a yönelik politikasında sonbahardan sonra bazı temel değişimler beklemek yanlış olmayabilir. Muhtemelen bu politika değişikliğinin K. Irak’la ilgili de önemli yansımaları olacaktır. Bu makale, K. Irak’a yönelik ABD politikalarını ve bunların Türkiye’nin çıkarları üzerindeki etkisini tahlil ve tahmin etmeye çalışacaktır. Bu çerçevede ABD’nin muhtemel bir Kürt devleti, Kerkük, bölgedeki askeri varlığının geleceği, petrol gelirlerinin paylaşımı, olası bir Türk askeri harekatı ve PKK’nın bölgedeki varlığı gibi konulardaki çıkarları, politikaları ve seçenekleri irdelenecektir.
ABD Politikasının Analizinde Dikkate Alınması Gerekenler ABD’nin K. Irak ile ilgili politikasını analiz ederken bu politikanın farklı boyutları olabileceğini düşünmek doğru olabilir: 

a-Yönetimin üst kademelerinde kararlaştırılan politika,
b-İlan edilen politika (declaratory policy),
c-Uygulamada gerçekleşen politika,
d-ABD’de “bazı çevreler”in yürüttüğünden şüphelenilen politika,
e- Diğer tarafların ABD adına rasyonel olduğu düşündüğü politikalar.. 

Gözardı edilmemesi gereken diğer seçenek ise, ABD’nin bölge ile ilgili kapsamlı, rasyonel, tutarlı ve uzun soluklu bir politikası olmaması ihtimalidir. 
ABD dış politikası diğer bir çok ülkede olduğu gibi değişik kurum ve bireylerin katılımı sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kurumlar sorumlulukları, kabiliyetleri ve 
kültürlerindeki farklılıklar nedeniyle aynı konuya oldukça değişik açılardan bakabilmektedir. K. Irak konusunda da durumun böyle olduğunu varsaymak yanlış olmaz. 
Bu nedenle ABD’nin K. Irak’a yönelik politikasında gizli, muğlak, çelişkili, zaman içinde değişen ve uygulamaya tam olarak başarıyla yansıtılamayan boyutlar bulunması şaşırtıcı olmamalıdır. ABD’nin K. Irak’la ilgili çıkarlarının çok çeşitli olması, bunların muğlaklığı, kendi içindeki çelişkileri, diğer birtakım gelişmelere bağlı olması ABD politikası için çok net ifadeler kullanılmasını güçleştirmektedir. Bu nedenle çıkarsama ve spekülasyon yöntemleri ister istemez devreye girmektedir.
ABD’nin Resmi Politikaları, Uygulamaya Geçirilenler ve Düşündürdükleri
ABD’nin K. Irak ile ilgili açıklanan politikası ve amacı bölgenin Irak’ın federal bir parçası olarak kalması şeklindedir. ABD’nin resmi açıklamalarında bu çizginin dışına çıkılmamıştır. Ancak ABD’nin işgalden sonraki uygulamalarının resmi söylemdeki amacın çok dışında sonuçlar verebileceği de görülmüştür. Bu uygulamalar şöyle sıralanabilir: Anayasadaki hükümler yoluyla ve hükümetin yapısı itibarıyla Kürtlere sayısal durumlarının gerektirdiğinden daha fazla güç kazandırılması, Türkmenlerin siyasi süreçten büyük ölçüde dışlanması, Kerkük’ün ağırlıklı olarak Kürtlerin kontrolüne verilmesi, buradaki demografik dengenin Kürtler lehine değişmesine göz yumulması, referandumun tarihi, gerekliliği ve meşruiyetinin sorgulanmasından kaçınılması. 

Washington’un kendisi de ilan edilen hedefler ile gerçekleşenler arasındaki çelişkinin farkında olsa gerektir. Bu çelişki, ABD’nin bölgeyle ilgili gizli bir gündemi olduğunu kanıtlamaya tek başına yetmese ve Irak’ın bölünmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermese bile, Türkiye açısından tedirgin edicidir. Aslında ABD’nin uygulamada yapacağı bazı değişikliklerle K. Iraklı Kürtlerin bağımsızlığına giden yolları tıkaması halen mümkündür. Ancak bu yönde yapılacak bir değişiklik için zamanın sınırlı olduğu görülmektedir. ABD yönetimi dışında prestijli bazı kurum ve kişiler de (Uluslararası Kriz Grubu, Baker-Hamilton Komisyonu) Bush yönetimini bu konuda uyarmışlardır. Ancak Bush yönetiminin içinde ve yakınındaki bazı kişilerin de Irak’ın bölünmesi ihtimali ile bunun risk ve maliyetlerini küçümsediklerinden, hatta belki de böyle bir gelişmeyi arzuladıklarından ve bu amaç için çaba sarf ettiklerinden şüphelenilmektedir. Washington’da Kürt devleti isteyenler, buna aktif 
olarak karşı olanlar ve Kürt devleti istemedikleri halde buna razı olacak kimseler olabilir. Hatta böyle bir devleti istediği halde bu yönde ısrarcı olmayacak değişik 
kişi ve gruplar da varolabilir. 
Diğer taraftan, ABD açıkça ifade etmese de, yeterince güçlü kırmızı çizgiler çizmeyerek, K. Iraklı Kürt liderlere ve Kürt halkına bağımsızlığın ciddi bir ihtimal olduğu hissini vermiştir. Bunun dışında, gizli olarak Kürt liderlere belli şartlarda ve belli bir zaman içinde bağımsızlıklarına destek verileceği sözü verildiği de iddia edilmektedir. 
ABD uyguladığı politikalarla Kürtlerle yakın ilişkisini koruyarak şu amaçları güdüyor olabilir:

1- Kendine yardım edenleri ödüllendirdiğini göstermek,
2- Irak macerasından geriye K. Irak’ta bir “başarı hikayesi” bırakmak ve yapılan      harcama ve fedakarlıkların “tamamen boşa olmadığını” kanıtlamak,
3- Irak’ın geri kalanında kalıcı üslerin varolması şansının giderek azalması       nedeniyle bu iş için Kuzey Irak’ı hazırlamak,
4- Dünyadaki petrolün yüzde 3 ya da 4’üne karşılık geldiği söylenen K. Irak       petrolünü kendi kontrolüne almak2,
5- Kürtler konusunda geçmişte yaptığı hataları bir ölçüde telafi etmek,
6) İsrail’den sonra Orta Doğu’da koşulsuz olarak kendisine dost olacak yeni bir  devlet yaratmak,
7) Türkiye ve bölgeye komşu diğer ülkeleri, Kürt kartı sayesinde ABD politikalarına karşı daha “yapıcı” olmaya sevk etmek.
   

  Pek tabii buradaki amaçlara ulaşmanın bedeli, riskleri ve zorlukları da vardır. Kesin olan şudur ki, Amerikalılar Kuzey Irak’ı, Irak’ta varolabilecek olumlu şeylerin kanıtı ve modeli olarak görmektedir. Kuzey Irak’ın güvenlik, ekonomik faaliyetler, etnik ve dini gruplar arasındaki ilişkiler açısından diğer bölgelere göre daha iyi durumda olması Amerikalıların bu düşüncesini desteklemektedir. Buna karşılık Kürtlerin idaresindeki demokrasi sorunları, yolsuzluğun yaygın olması ve azınlıklara kötü muamele gibi eleştiriler yeterince dikkate alınmamaktadır. Oysa Kuzey Irak’ta Kürtler dışındaki etnik grupların daha fazla problem yaratma malarının nedeni durumdan memnun olmaları değil, Kürt yönetimine direnmek için kendilerini yeterince güçlü hissetmemeleridir. Peşmerge kuvvetlerinin sayı, örgütlenme, eğitim ve moral olarak iyi durumda olmaları bölgedeki direnişin şiddetini sınırlamıştır.
ABD’nin Kuzey Irak politikasında etkisi aranabilecek bir diğer husus, İsrail’in durumudur. Zira, Amerikalı karar alıcılar “İsrail için ne iyidir” sorusunu genel olarak ciddiye almaktadır. Irak’ın bölünmesinin İsrail için de bazı önemli problemler yaratabileceği iddia edilmektedir. Ayrıca, Kürtlerin en azından bir süre daha Irak’ın içinde kalıp burada veto güçlerini kullandıklarında ABD ve İsrail açısından daha “faydalı” olabilecekleri de iddia edilebilir. Ancak yine de, İsrail devletinin ve İsrail’e yakın çevrelerin Irak’ın bölünmesini engellemek için ciddi çaba harcadıkları ve Kürtlere bağımsızlığı yönelmemeleri için telkinde bulunduklarını söylemek kolay değildir.

ABD Açısından Kürt Devleti Kurulmasının Bedelleri ve Mahsurları Irak’ı  bölmek ABD’nin resmen ilan edilmiş bir politikası değildir. Ama bu gerçekten arzu edilmiyor da olsa, uyguladığı politikaların böyle bir sonucu olabilir. 
Ayrıca, yönetimin içindeki ve yakınındaki bazı grupların Irak’ın bölünmesi gibi gizli bir gündemlerinin olması imkânsız değildir. 
Irak’ta bölünme değişik şekillerde gerçekleşebilir. Ülke kesin olarak üçe veya ikiye bölünebileceği gibi, kağıt üzerinde tek ama pratikte birden fazla parçaya da bölünebilir. 

Kürtler ülkeden tamamen koparken, Şii ve Sünniler aynı ülkede kağıt üzerinde birlikte ama uygulamada farklı konumlarda yaşayabilir. Ancak Irak'ın bölünmesi çözümden daha çok, sorun yaratacaktır. Bütün büyük şehirler karışık nüfusa sahiptir. Ülkenin bölünmesi buralarda akan kanın kontrol edilemez hale gelmesi ve milyonlarca insanın etkileneceği çok büyük çaplı etnik temizlikler yaşanması anlamına gelebilir. Ülkenin bölünmesi yine, petrolün paylaşımı ve pazarlara güvenli bir şekilde ulaştırılması sorununu daha da karmaşık hale getirebilir. Bölünmeden sonra ortaya çıkacak yeni devletlerin istikrarlı, barışçı, demokrat ve müreffeh olacaklarına dair umutlar beslemek zor olabilir. Kürt devleti başta Türkiye olmak üzere komşu ülkeler için, Sünni devleti ise başta Ürdün olmak üzere Sünni Arap devletleri için, Şii devleti de Şii nüfus barındıran birçok bölge ülkesi için yeni problemler ortaya çıkarabilir. Bölünmeden sonra ya da bölünme sırasında komşu ülkelerin açık ve gizli müdahalelerini önlemek ABD için daha da zorlaşabilir. 3 Sünni üçgeni tam bir terör üretim merkezi haline gelebilir. Eğer ABD bir Kürt devletine açık ve dolaylı olarak destek verirse bu durumda Şiilerin de kendi devletçiklerini kurma ihtimali oldukça artar. Petrolden pay alamayan bir Sünni devleti Şiilerin suyunu kesebilir. Türkiye kendi iç işlerine karışacak bir Kürt devletinin suyunu, elektriğini ve dış ticaretini kesebilir. 

Bu komplikasyonların yanısıra olası bir Kürt devletinin ABD için şu türden daha ağır bedelleri olabilir: 

- Kürtlerin bağımsızlığı Şiileri de aynı yola girmelerine neden olabilir,
- Şiilerin bağımsızlıklarını elde edememeleri halinde dahi Irak’ın geri kalanında Şii hakimiyeti pekişebilir, buna paralel olarak da Irak’taki İran etkisi artabilir,
- Kürtlerin bağımsızlığı Sünni Arap devletlerinin ABD’ye daha fazla cephe almalarına, Arap halklarının Amerika’ya yönelik “nefret”inin artmasına ve terörün tırmanmasına neden olabilir.
- Derecesinin tam olarak tahmin edilmesi güç olsa da, Türk-ABD ilişkileri önemli şekilde yara alabilir.
  ABD’nin Yakın Gelecekteki Muhtemel Hareket Tarzı  ABD’nin Kuzey Irak’la ilgili olarak aşağıdaki türden ve hepsi birbirini dışlamayan birtakım seçenekleri olduğu düşünülebilir:
- Kürtleri bağımsızlıktan tamamen ya da bir süreliğine vazgeçirmek, 
- Kürtleri çıkışı olmayan bir federasyona” razı etmek,
- Kürtleri tamamen “ortada bırakmak”,
- Askerlerin bir kısmını Kuzey Irak’a taşımak,
- Kürtlere bağımsızlık ilan ettirip sembolik bir kuvvet bırakarak çekilmek,
- Kürtleri Türkiye ile “barıştırarak” çekilmek,
- Kürtleri uzaktan korumak,
- Hiçbir pozisyon almadan beklemek. 

Bir diğer seçenek olarak ABD, Kürt devletinin kurulmasına yeşil ışık yakmasa bile Kürtlerin güvenliğini “yerinden” ya da “uzaktan” garanti edebilir. Ya da Kürtlere, resmi anlamdaki bir bağımsızlıktan vazgeçmeleri ya da bu amacı ertelemeleri karşılığında güvenlik garantisi ve kendilerini yönetme noktasındaki kazanımlarını korumaları vaad edilebilir. 
Pek çok kimse, ABD’nin desteği olmadan K. Irak’ta görülebilir bir gelecekte bir Kürt devleti kurulmasının çok düşük ihtimal olduğunda hemfikirdir. Kürtler bu noktada, ABD’nin mevcut muğlak yaklaşımı sürerken “sahada” geri çevrilemez kazanımlar elde etmeyi ve Washington’un nihai karar vereceği “an” geldiğinde onu kendi saflarında olmaya zorlamayı umuyor olabilir. Kuzey Iraklı Kürtlere karşı sempati, ihtiyaç, suçluluk ve takdir hisleri duyan Amerikalıların onları bir kez daha “ortada bırakmaları” düşük bir ihtimaldir ama tamamen de imkânsız değildir.

Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin bölgedeki diğer Kürtlerin ayrılıkçı taleplerini belki hemen değil ama orta vadede artırması çok muhtemeldir. 
ABD, “Büyük Kürdistan” seçeneğini kullanmasa bile hazırda tutmak isteyebilir. Kuzey Irak’ı bağımsızlığın eşiğine getirip o noktada bırakmak da ABD’ye bölgede stratejik derinlik oluşturan bir seçenek olabilir. ABD bu yolla hem Kürtleri kendisine bağımlı kılabilir hem de Türkiye dahil komşu ülkeleri “diken üstünde tutarak” Amerikan politikalarıyla barışık olmaya zorlayabilir. Bu seçeneğin İsrail için de uygun olduğu düşünülebilir. 

ABD, Irak’tan ya da daha fazla ülkeden toprak alarak kurulacak bir Kürdistan’ı hedefliyor mu bilinmez ama bu seçeneği stratejik bir ihtimal olarak tartıyor ve hazır tutuyor olabilir. ABD şimdilik Kürt sorununun çözülmeden mevcut haliyle kalmasını kendisi için en doğru tercih olarak görüyor olabilir. Bu belirsizlik ABD’ye bölgedeki ülkelere karşı birçok stratejik imkân sunabilir. Ayrıca, şu aşamada bir Kürt devletinin kurulması ya da bu ihtimalin ortadan kalkması ABD’ye değişik sorumluluklar ve bedeller yükleyebilir. İlkinde Kürtleri koruma zorunluluğu, ikincisinde ise onları bir kez daha “ortada bırakmanın” sorumluluğu olacaktır.4
Kuzey Irak’ın geleceğinde köklü etkiler bırakacak gelişmelerden biri de, ABD askerlerinin ülkenin kuzeyine çekilmesi olabilir. Bush’un Irak’ta asker artırma planının başarılı olmadığının yaz sonu ya da sonbaharda açıkça görülmesiyle, Kuzey Irak’a “yarı-kalıcı” bir şekilde çekilme seçeneği çok ciddi biçimde gündeme gelebilir. 
ABD’nin askerlerini daha güvenli olan kuzeye konuşlandırması karşılığında kendini Kürtlere daha fazla destek vermek zorunda hissedip hissetmeyeceği şimdiden merak konusudur. 
Ancak her halukarda kuzeyde kurulacak üsler Kürtleri de koruma altına almış olacaktır. Bu üsler Türkiye’yi bölgeye müdahaleden caydırma işlevi görebilecektir. 

ABD, İran ve Suriye’yi sınırlarının hemen yanı başındaki bir noktadan tedirgin edebilecektir. Kuzey Irak’ta konuşlanacak ABD birlikleri Irak’ın geri kalanına göre çok daha güvende olacaktır. Ama bu süreçte direnişçiler ve teröristler K. Irak’taki faaliyetlerini muhtemelen arttıracaktır. 
Türkiye’de de taraftarı olan bir görüş, ABD’nin Irak’taki askeri varlığını tamamen çekmesinin büyük olumsuzluklara yol açacağı görüşüdür. Ancak böyle bir çekilmenin olumlu yönleri de olabilir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir: 
- Türkiye, PKK'ya yönelik sınır ötesi harekâtlar konusunda rahatlayabilir,
-Kürt liderlerin zihninde Türkiye'nin Kerkük'le ilgili bir oldu-bittiyi kabullenmeyeceği düşüncesi yeniden güç kazanabilir,
- Kürtler, Sünni ve Şii Araplara karşı Türkiye'nin desteğine ihtiyaç duyabilir. Kendilerini korumasız hisseden Kürtler Türkiye'ye karşı yumuşayabilir. 
Kerkük referandumu, ABD’nin K. Irak’ın geleceği konusundaki planının ve niyetinin okunabilmesinde çok önemli bir gösterge olacaktır. ABD’nin Kerkük referandumunda ısrar edip etmeyeceği, ısrar etmeyecekse nasıl bir geri adım atacağı merak edilmektedir. Kerkük’ü alan Kürtlerin Irak’ın geri kalanındaki kaosu da bahane ederek bağımsızlık için harekete geçebileceklerini ABD’li yetkililerin hesaplamış olması gerekiyor. Bu noktada referandumun ertelenmesinin tek başına çok önemli olmadığı hatırlanmalıdır. Çünkü referandum ertelense bile aradaki sürenin Kerkük’e daha fazla Kürt getirilmesi, daha fazla Arap’ın baskı ve teşvikler kendi terk etmesi amacıyla 
değerlendirilmesi söz konusu olabilir. Bu nedenle asıl önemli olan husus, ertelemenin belli bir zaman için mi, yoksa bazı şartlar oluşuncaya kadar ucu açık bir şekilde mi olacağıdır. ABD’li yetkililer Kerkük konusunda Kürtlerle her türlü pazarlığı yapabilecek konumdadır.
Yakın gelecekteki Amerikan politikaları hakkında öngörüde bulunmaya çalışırken, bu ülkedeki iktidar değişikliğinin de dikkate alınması gerekir. “Bush yönetiminin 
Kürtler ile yakın ilişkisi muhtemel bir Demokrat Başkan döneminde de devam eder mi?” sorusunun yanıtı aranırken, Irak’ın üçe bölünmesi (Joe Biden-Leslie Gelb) ve Amerikan askerlerinin K. Irak’ta konuşlanması (Richard Holbrooke5) gibi fikirlerin daha çok Demokrat stratejistlerden gelmesi bir fikir verebilir. Kürtlere açık çek verilmesine nispeten mesafeli bakanlar ise daha çok Cumhuriyetçi Parti’nin realist kanadındadır (Robert Gates, James Baker, Brent Scowcroft, Anthony Cordesman).

Yukarıda ABD için belirtilen politika seçeneklerine karşılık Kürt liderler, genel anlamda ABD’nin kendilerine borçlu ve muhtaç olduğuna ve bu nedenle de yardım edeceğine inanmaktadır. Bunun da etkisiyle, pek çok “genç milliyetçi” harekette görüldüğü üzere nerede durmaları gerektiğini kestiremeyebilirler. Arkalarından esen rüzgarın verdiği gücü sonuna kadar kullanmak isteyebilirler. Ama sağlıklı olan, Kürtlerin federalizm, bağımsızlık, Kerkük, petrol, ABD koruması, güvenlik, dış dünya ile ilişki, milliyetçiliğin duygusal dışa vurumları, pan-Kürdist dayanışma 6, refah ve saygınlık gibi amaçların hepsine aynı anda ulaşmayı ümit etmiyor olmalarıdır. 

Kürtlerin bu değerler arasında zaman, nitelik ve nicelik olarak tercihler yapması gerekmektedir. 

Kuzey Irak Bağlamında Türk-Amerikan İlişkileri ve Yapılması Gerekenler
Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasının Türkiye için ne tür somut ve psikolojik sonuçları olabileceği ne yazık ki yeterince ayrıntılı, çok yönlü, objektif ve titiz şekilde tartışılmamıştır. Bazı sloganlar, klişeler, evhamlar, refleksler ve temenniler politika pozisyonları olarak sunulmuştur. Iraklı Kürtler şu anda ticaret, tüketim malları, dış dünya ile iletişim, elektrik, işlenmiş petrol gibi bir çok konuda Türkiye’nin iyi niyetine ihtiyaç duymaktadır. Buna rağmen zaman zaman izledikleri dostane olmayan politika, Kürtlerin devlet zırhına büründükten sonra daha da pervasız ve talepkâr olacakları endişesini yaratmaktadır. Buna karşılık, Irak Kürtlerinin bir devlete sahip olmaları halinde daha olgun ve ölçülü olacaklarını iddia edenler de vardır. Ancak yine de, Kuzey Irak’taki bağımsız bir yapının PKK’ya yataklık yapmamasının, Türkiye’nin iç siyasetine karışmaya yeltenmemesinin, Türk toprakları üzerinde hak iddia etmemesinin, Türkmen azınlığa baskı uygulamamasının, Kerkük’ü ele geçirmemesinin ve Amerikan askeri varlığına ev sahipliği yapmamasının bir garantisi yoktur. Neticede, kendi ayakları üzerinde duracak bir Kürt devletinin bölgede revizyonist politikalar izlemesi, zayıf bir Kürt devletinin de yabancı güçlerin politikalarına alet olması kuvvetle muhtemeldir. 

Şurası bir gerçek ki, ABD K. Irak’ta Kürtlere bu kadar büyük bir açık çek vermese de bölge Türkiye için her zaman potansiyel bir sorun kaynağıydı. Ancak problem bugünkünden daha kontrol edilebilir boyutlardaydı. Bugün itibarıyla, Türkiye’nin ABD politikaları karşısında izleyebileceği politikalar için şunlar söylenebilir: 

a- Bölgesel Kararlılığı Artırmak

Kuzey Irak, Suriye ve İran için ABD ile ilişkilerindeki en önemli kalem değildir. Suriye ve İran’ın Irak Kürtlerinin bağımsızlığı konusunda Türkiye kadar doğrudan, büyük ve acil bir tehdit algılamadıkları söylenebilir7. İki ülkedeki Kürt nüfusu da Türkiye’dekine göre daha küçüktür. Türkiye bu noktada Kuzey Irak’ın özellikle Suriye ve İran için de öncelikli tehdit olduğuna ikna edebilmelidir. Bunun ardından da Irak’ın tüm komşularının ABD’nin Irak’ın bölünmesini hazırlayan politikalarından vazgeçmemesi halinde ödenecek bedelin ne olduğunu
Washington’a şüpheye yer bırakmayacak kadar net bir şekilde göstermeleri gerekir.Irak’ın içindeki gruplar ise Kürt bağımsızlığına büyük ölçüde karşı olmakla beraber, yaşadıkları iç savaş, Bağdat’taki siyasi manevralarda Kürtlere ihtiyaç duymaları ve Kürtlere karşı askeri güç kullanma kapasiteleri olmaması gibi nedenlerle Türkiye’ye anlamlı destek verecek durumda olmayabilirler. 

b- ABD Kamuoyunu ve Devletini İkna Etmek 

Iraklı Kürtlerin geçmişte yaşadıkları acılar, Washington’un birkaç kez Kürtleri yarı yolda bırakmış olması ve ABD’ye en fazla destek veren grubun Kürtler olması gibi nedenlerle Kürtlere sempati duyan Amerikan kamuoyu, bağımsız Kürt devletinin sonuçları konusunda aydınlatılmalıdır. Olası bir Kürt devletinin ABD için stratejik bir yük ve ayak bağı olmasının kaçınılmaz olduğu her fırsatta vurgulanmalıdır. ABD’nin; denize çıkışı olmayan, izolasyon nedeniyle doğal zenginliklerini bölge dışına çıkaramayan Kürtleri askeri, siyasi, ekonomik ve psikolojik açıdan uzun yıllar desteklemek zorunda kalacağı anlatılmalıdır. Bu şartlarda ABD kamuoyu “Kürt devleti 
projesi”ne çok sıcak bakmayabilir. 

Bu gerçeklik Amerikan devletine de daha sık hatırlatılabilir. Washington gerçekleri ne kadar erken görür ve Kürtlerin maksimalist taleplerini azaltmak için ne kadar erken davranırsa, durum ABD, Türkiye ve bölge için o kadar olumlu olacaktır. Nitekim devletler, hayati derecede önemli olan konular hariç, dış politikalarında genelde esnek olurlar. Kuzey Irak konusunda da ABD’nin nihai hedeflerinden çok eğilimlerinden, umutlarından, endişelerinden ve arzularından bahsetmek daha doğru olacaktır. Bu çerçevede, ABD’nin Kürt devleti kurmayı “tarttığı” varsayımından hareket edilerek, böyle bir şeye tevessül etmesinin kendisi için ciddi bir bedeli olacağı gösterilebilirse, muhtemelen bu hesaplardan vazgeçecektir. 

c- Olası İkna Çabalarına Direnmek 

Bir Kürt devleti kurulmasının önündeki belki de en ciddi engel, ilgili tarafların Türkiye’nin böyle bir gelişmeyi önleme gücüne ve iradesine sahip olduğu olduğuna algılamasıdır. olmasıdır. 
Ancak buna rağmen, ABD’nin Türkiye’ye Kürt devletinin muhtemel ve kaçınılmaz olduğu ya da zararlı olmadığı yönünde telkinleri olabilir. Benzer şekilde Türkiye iç kamuoyunda, Kürt devletinin kurulmasının artık kaçınılmaz olduğu ve ona Türkiye’nin hamilik yapmaması halinde başkalarının yapacağı, iyi ilişkilerin ise Kuzey Iraklı grupların PKK’ya tavır almasını sağlayabileceği ve ABD ile önemli bir pürüzü ortadan kaldırabileceği yönündeki söylem güçlü bir perdeden dillendirilebilir. 

Bu tür girişimlere karşı hazırlıklı ve ihtiyatlı olunması gerekmektedir.
Ankara’ya PKK’ya karşı bazı önlemler alınması karşılığında Türkiye’nin Kürtlere hamilik yapması yönünde telkinlerde bulunulabilir. Ancak, ABD’nin K. Iraklı Kürtlerle Türkiye arasında hakemlik yapmak yönündeki girişimlerinin yaratabileceği bir anlaşma zemininin kalıcı olacağına güvenmek doğru olmayabilir. Çünkü, Iraklı Kürtler olgun ve tamahkar davransalar bile K. Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin yaratacağı emsal ve “enerji”nin kontrol edilebileceğinden emin olunamaz. Türkiye’nin, Kürt devletine olan muhalefeti konusunda ikna edilebileceği havasının oluşmasına izin verilmemelidir. Bu noktada gerekli olan şey “diplomatik caydırıcılık”tır. 

Ama aşırı ön tepkiler vermek de, Türkiye’nin kaybedildiği, artık onun “gönlünü almanın” mümkün ve dolayısıyla gerekli olmadığı şeklinde algılanabilir. 
Waşington yönetimi Türkiye’nin Kürt devletine elinden gelen her zorluğu çıkaracağını bilmeye devam etmelidir. ABD, bir Kürt devletinin Türkiye’yi tehdit etmeyeceği ve hatta yararına olacağı noktasında Türkiye’yi ikna edebileceğine inanırsa Kürt devleti için düğmeye basabilir. Oysa Ankara, ABD’nin Irak’ın bölünmesine giden adımlar atmaya devam etmesi halinde kendisiyle işbirliğini en aza indireceğini şimdiden ABD tarafının zihninde şüphe bırakmayacak şekilde belli etmiş değildir. 
Bu durum Washington bazı çevrelerin, “Türkiye’yi ikna etmenin yolu bir şekilde bulunur” düşüncesine kapılmasına neden olmaktadır.

d- ABD’ye Telkin Edilecek Hareket Tarzı 

Türkiye, ABD’ye Kuzey Irak konusundaki iyi niyetini gösterebileceği bazı davranış kalıpları önerebilir ve bunların ne kadar dikkate alındığını test edebilir. 
Kürtlerin Amerikan tarafını dinlememe gibi bir lüksleri olmadığından hareketle, Türkiye ABD’den Kuzey Iraklı liderleri dikkatini bazı hususlara çekmesini isteyebilir. 
Bunlardan biri, afâki taleplerini yumuşatmalarını istemek olabilir. Diğeri ve daha önemli olanı ise, bağımsızlığa yönelmeleri halinde onları koruyamayacaklarını 
bildirmeleridir.
Kürtler, bağımsızlığa giden yolda kendilerini korumanın en uygun yolunun, bölgelerindeki kalıcı ABD üslerinden geçtiğini düşünebilir. Gerçekten de böyle bir durum bağımsızlık ihtimalini önemli ölçüde güçlendirir. Türkiye bu yöndeki gelişmelerin önünü almak için şimdiden net bir tavır almalıdır. Uyarılarının içinde, kuzeye taşınacak üsler için kendi toprakları üzerinden lojistik akışına izin verilmeyeceği de yer almalıdır. Kuzey Irak’taki Amerikan üslerinin Ankara-Washington ilişkilerindeki en can alıcı konularından biri de PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığıdır. ABD bugüne kadar sembolik ve çok fazla asker gerektirme yen operasyonlarla, PKK’nın lojistik, eğitim, propaganda, finansman, istihbarat, ulaştırma faaliyetlerini önleyebilecek ya da zorlaştırabilecekken bu yola hiç gitmemiştir. ABD’nin bu tepkisizliğinin nedenleri şu ihtimaller ifade edilebilir: 

- Irak’ta yeterince askerinin olmaması,
- 1 Mart olayı nedeniyle Türkiye’yi cezalandırma güdüsü,
- Iraklı Kürt gruplarla arasını bozmaktan kaçınması,
- PKK’yı İran ve belki de Suriye’ye karşı kullanma beklentisi,
- PKK’yı Türkiye ile İran gibi bir konuda daha kârlı bir pazarlık unsuru olarak kullanma beklentisi,
- Ankara’nın uyarılarının Washington’u harekete geçirecek kadar güçlü olmaması. 

PKK konusu gerek kendi özelindeki terör eylemleri, gerek Irak Kürt hareketiyle daha büyük ortak hedeflere hizmet etme bağlamında Türk-Amerikan ilişkilerinin merkezinde yer almaya devam edecektir. ABD, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik ilgisini ve enerjisini azaltmak istiyorsa, PKK konusunda anlamlı adımlar atmak zorundadır. 
Bu çerçevede Ankara’nın PKK’yla ilgili talepleri arasında şunlar da olmalıdır: 

- ABD’li üst düzey liderlerin PKK’nın amaçlarına, K Irak’taki varlığına karşı açık ve güçlü ifadelerde bulunmaları,
- ABD’nin çok fazla asker gerektirmeyen operasyonlarla PKK’nın hareket kabiliyetini zorlaştırması (haberleşme, finans, lojistiğinin kesilmesi, Türk-ABD ortak keşif uçuşları), 
- Iraklı Kürtlere PKK konusunda daha fazla baskı yapılması, Türkiye ile daha yoğun ve etkili istihbarat paylaşımına girmesi, 
- Türkiye’nin PKK hedeflerine karşı, ABD’nin bilgisi ve desteğiyle; coğrafi derinliği, kullanılan şiddetin derecesi ve süresi itibariyle sınırlı olabilecek bir askeri harekatta bulunması. 
Diğer taraftan, ABD Türkiye’yi müdahale etmekten sonsuza dek alıkoyamayacağı düşüncesiyle, Ankara’nın sınırlı ve hatta belki de “kozmetik” bir müdahale yapmasına izin verebilir. Ancak böyle bir müdahaleden sonra ABD’nin bu kez çok net ve aşılmaz “kırmızı çizgiler” koyması söz konusu olabilir. Bir başka ihtimalse, Türkiye’nin harekete geçmeye karar verdiği anda onu eyleminden alıkoymak için, Kuzey Iraklı liderler vasıtası ile bazı üst düzey PKKlıların Türkiye’ye teslim edilmesi olabilir.
Ankara, taleplerinin herhangi şekilde karşılık bulmaması halinde, Kuzey Irak’la ticaret yapılmasını, elektrik verilmesini ve lojistik akışını kesebileceğini göstermeli; 
ABD’nin İncirlik’teki faaliyetlere sınırlama getirme, belli bir süre ya da süresiz olarak üssün faaliyetlerini durdurma gibi yollara gidebileceğini bu ülkeye hissettirmelidir.

e) ABD’yle İlişkilerde Alışılmışın Dışına Çıkabilmek K. Irak ile ilgili olarak durum kritik noktaya geldiğinde ne karar vereceğini ABD’nin kendisi bile daha bilmiyor olabilir. 
Olaylar beklemediği bir noktaya geldiğinde ABD vites ve hatta yön değiştirebilir. Washington’un, Irak’ın genelinde olduğu gibi K. Irak’a yönelik politikasının da, iyi düşünülmüş ve uygulanan bir “master plan”dan çok günübirlik gelişmelerin ve tartışmaların girdabında sürüklenerek oluşuyor olabileceği ihtimali de küçümsenmemelidir. 
Ancak yine de, ABD K. Irak’ta uzun süreli askeri güç bulundurarak çevre ülkelerinin iradelerinin kırılmasını beklemeyi planladığı düşünülebilir. ABD’nin K. Irak’ı “ Nadasa bırakmak ” istediğinden şüphelenmek haksız bir endişe değildir. Washington zamanla çevre ülkelerinin zaten güçlü olmayan ortak iradelerinin çatlayacağını ve aralarında zaten olan güvensizliklerin artacağını umuyor olabilir. Bu ülkeler “sona kalmaları” halinde Kürt yönetimi ve ABD ile işbirliği yapmanın getirilerini diğerlerine kaptıracaklarını düşünebilirler. Kürtler ve ABD bu yönde şüpheler yaratmak için adımlar atabilirler. 
Türkiye, ABD’nin Kuzey Irak politikasını daha köklü biçimde etkileyebilecek bazı adımları henüz atmamıştır. Türkiye, bir Kürt devletinin kurulmasının ABD’ye yarardan çok zarar getireceği konusundaki ikna çabalarını her şartta sürdürmelidir. Ancak bu ikna çabaları, sözlü mesajlarla sınırlı kaldığında yeterli olmayabilir. 

Ankara, Washington’a bölgedeki politikalarının selameti konusunda ödeyeceği bedelin bir kısmını şimdiden gösterebilirse, Washington’un muhayyilesinde mesele doğru yönleriyle görebilir. Bu anlamda Türkiye’nin Kuzey Irak’a büyük çaplı bir müdahalesi ABD’nin bölgedeki stratejik kurgusunu bozabilir8. Nitekim Türk askeri harekatını önlemek ABD için stratejik önemdedir. Türkiye’nin müdahalesi şekli anlamda da, ABD için Irak’taki başarısızlığın yeni bir sembolü olabilir. Hatta Irak ve dünyadaki prestijine ciddi bir darbe vurabilir. 

Türkiye’nin hareket tarzının inandırıcı ve etkili olması için sınır ötesinde askerî güç kullanma iradesini yeniden kazanması gerekir. 

Ankara’nın ABD aleyhine adımlar atma isteğinde olmadığını ama gerektiği zaman bunu yapmaya kapasitesi ve cesareti olduğunu Amerikalı karar alıcılara 
gösterebilmelidir.

Posted by Haber & Fikir / Turkmeneli News 
Saturday, December 23, 2006

http://bahadirkoc.blogspot.com.tr/


***

30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 11

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ,  BÖLÜM 11



3.1.5. 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri 

1995 senesi aslında Türkiye’nin bir eksen değişikliğine girdiğinin en önemli 
işaretini vermiştir (Birand, Yıldız, 2012, s.119). 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ki RP’nin başarısının ardından Türkiye 1995 sonbaharında kendini bir erken seçim atmosferinde bulmuştu. 24 Aralık seçimleri gerçekten ilginç sonuçlar doğuracaktı. 
Özellikle 1990’lı yılların merkez sağ ve sol partilerine baktığımızda sanki seçimlere ilk kez giriyorlarmış, daha dün kurulup siyasi arenada yerlerini almışlar gibi, belli bir siyasi birikim ve tecrübeleri yokmuşçasına davranıyorlardı. Özellikle 1991 genel seçimlerinde merkez sağın başarısı ile sonuçlanmış, sağ partiler bir önce ki seçimlerde küçük oy kayıplarını telafi ederek güçlerini daha da artırmışlardır. Özellikle sağ partiler kaybetmiş olduğu güçlerini büyük ölçüde geri alarak toplam güçlerini % 66.36’dan % 67.92’ye taşımıştır. Sağın oy oranındaki bu kıpırdanma meclis aritmetiğine de yansımış ve siyasi yelpazenin sağı, toplamda 355 milletvekili çıkararak, parlamentoda % 78.89’luk bir temsil gücü elde etmiştir (Özgan, 2008, s.58). 

24 Aralık 1995 seçim öncesi ülkedeki atmosferi Ali Bayramoğlu şöyle izah 
etmekteydi; “ANAP ve DYP’nin aynı cephe içerisinde yer alan, siyasi rakip olarak 
birbirlerini tarif eden, karşı cephenin lideri RP’yi ise kendi aralarındaki çatışmalardan malzeme olarak kullanan iki siyasi parti haline geldiği, arzu edileni talep etmekten çok arzu edilmeyene uzak tutmaya yönelik garip bir demokrasi anlayışının egemen olduğu,” bir siyasi atmosfer içerisindeydi (Bayramoğlu, 2007, s.33). 

Özellikle yapılan seçimlerde seçmen kitlesi önemli rol oynamaktadır. Seçmen 
yapısı, yapılan seçimlerde kime ve neden oy vereceğini iyi bilmesi gerekmektedir. Kürtler, İslami kesimler, bir ölçüde Aleviler, sosyal, ekonomik ve rasyonel bir refleksiyonla ülkenin genel sorunlarından hareket etmemektedirler (Özgan, 2008, s.58). 

Bir grup seçmen ise kime ve neden oy vereceğini tam olarak bilememektedir. Bir başka grup ise eski parametrelerle hareket eden, ekonomik ya da geleneksel kriterlere göre düşünen bir seçmen türüdür (Özgan, 2008, s.59). 

Özellikle ülkede ki seçmen kitlesi ve onun siyasi tercihini yaparken göz önüne 
almış olduğu kriterler yukarıda verilmiş olmakla beraber, Türkiye’de Türklerden 
Kürtlere, Laik kesimden İslami kesime kadar, Alevi kesimden Sünni kesime kadar birçok etnik köken ve mezhebin bulunması toplumsal bütünleşme ve kimlik sorunlarını da ön plana çıkararak farklı bir atmosfer ortamı oluşturmuştur. Bu farklı köken ve mezheplerin hepsi ülkede birlik, beraberlik ve bütünlük içerisinde yaşamaktadırlar. 24 Aralık 1995 seçimleri ve Türkiye’nin bir eksen değişikliği içine girdiği dönem işte böyle bir atmosfer içerisinde gerçekleşmişti. 

24 Aralık 1995 genel seçimleri ardından Meclis'teki milletvekili dağılımı şu 
şekilde olmuştur: RP: 158, DYP: 135, ANAP: 132, DSP: 76, CHP: 49. Seçim 
sonuçlarına göre RP % 21,38 ile birinci, % 19,6 oy oranıyla ANAP ikinci ve %19,2 oy oranıyla da DYP üçüncü sırada gelerek 24 Aralık 1995 seçimleri bu şekilde sonuçlanmıştır. Bu seçim sonuçları ardından ise ilk ayrılma müdahalesi, ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın iyi bir fikir olacağı düşüncesiyle seçime birlikte girdiği BBP (Büyük Birlik Partisi) lideri Muhsin Yazıcıoğlu ve altı milletvekilinin yollarını daha işin başında, 28 Şubat 1996’da ayırmasıyla gelmiştir (Özgan, 2008, s.60).Bu seçim ile beraber artık Türkiye’de yeni bir dönem başlamış ve bu seçim sonuçları Türkiye Cumhuriyet’i siyasi tarihinin en önemli dönüm noktaları arasında yerini almıştır. Özellikle 1990’lı yıllara damgasını vuracak koalisyon hükümetlerinin bir yenisi daha bu seçim sonuçları ile gelecekti (Birand, Yıldız, 2012, s.115). 

24 Aralık 1995 genel seçimleri sonucunda ortaya çıkan parlamento tablosu ise 
gerilim ve krizlerin çözümsüz bırakılması, toplumun kendisini yeniden üretme 
kanallarının tıkanmasının, toplum ile siyaset arasında ki ilişkilerin kopmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. 1995 genel seçimlere katılım çok partili dönem içerisinde Türkiye ortalaması olan % 80,8’den daha yüksek bir seviyede ve % 85.20 olarak gerçekleşmiştir. Böylece, alınan oy oranı ile birlikte ilk üç sırayı da sağ partilerin paylaştığı bu seçimlerde, Türk siyaseti ve toplum hayatında çok büyük bir önem taşıdığı anlaşılmıştır (Arslan, 2003,s.30). 

Kimilerinin post modern darbe olarak da nitelendirdiği 28 Şubat sürecini büyük 
ölçüde, seçim sonuçları ile ortaya çıkan bu siyasi tablo ile hazırlamıştır. 13 siyasi parti ve bağımsız adayların belirli oranlarda oy desteği elde ettiği bu genel seçimlerde, 5 

siyasi parti yüzde % 10’luk genel oy barajını aşmış ve meclis çatısı altında temsil edilme hakkını kazanmıştır (Özgan, 2008, s.60). Özellikle bu seçimlerde umduğu başarıyı elde edemeyen CHP seçim barajını zor aşarak sol partiler içerisinde tek partili resmi ideolojiyi temsil ederek meclise girmiştir. Bununla beraber özellikle SHP 1991 seçimlerinden sonra DYP ile girmiş olduğu muhalefet sonrası siyasi kimliğini bir nebze de olsa yitirmiş ve belirsiz bir muhalefet yoluna girmiştir. Bu belirsiz muhalefet sonucunda ise SHP-CHP’den uzaklaşmasına sebebiyet vermiştir. Böylece tek partili dönemden beri süregelen temel ilkeler sarsılmış ve altı oku o dönemlerden beri tutucu bir sembolizmle bu partiye bağlı kalan yaşlanmış neslin özlemli oylarını çeken bir mıknatıs konumuna düşürmüştür (Özgan, 2008, s.61). 

24 Aralık 1995 genel seçimlere katılım oranı çok yüksek olması ile beraber 
özellikle RP’nin seçimlerden büyük bir başarı ile çıkmasının yanında birçok kesimden de oy almayı başarabilmişti. RP bu seçimlerde özellikle dışlanmışlardan da destek almakla beraber İslami kimliğinin daha ön plana çıktığı ve bu imajın siyasi bir partiye dönüştüğü bir konuma gelmiştir. RP’nin bu siyasi anlamda ki büyüme potansiyeli sadece diğer merkez sağ partilerinin zayıflaması sonucu değil birçok kesimden oy alabilme potansiyelini de beraberinde getirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Necati Çelik’e göre; “Türkiye’de ezen ezilen ikilemi, emek kesimini önce sola, daha sonra da 
büyük ölçüde Siyasal İslam diye nitelenen siyasal akıma yönlendirmiştir” (Çelik, 2004, s.98). Bu seçim sonuçları artık toplumda bulunan tıkanıklığı açmakla kalmamış, merkez sağ ve sol partiler artık küçülürken bu küçülmeye nazaran kimlikleri ön planda olan siyasi partiler ise büyüme yoluna girmeye başlamışlardı. Daha doğrusu 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde kimlik ve köken sorunları toplumsal yaşamı etkisi altına aldığı gibi şimdilerde ise siyasi yaşamı etkisi altına almıştır. 

Ancak 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak RP’nin çıkmasına 
rağmen hükümeti kurma işinin ikinci parti olarak sandıktan çıkan ANAP’a verilmesi, 28 Şubat sürecinin Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasından önce oluşmaya başladığı anlamına geldiği görüşünü hâkim kılmaktadır (Özgan, 2008, s.61). 

3.1.6. ANA-YOL Hükümeti’nin Kuruluşu 

 24 Aralık 1995 tarihinde gerçekleştirilen erken genel seçimler, Türkiye siyasi 
tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi olmuştur (TBMM, 2012, s.945). Bu seçimler sonrasında da siyasetin dalgalı atmosferi bir kez daha görülmüş olmakla beraber siyasi yaşamın parçalı seyri hala devam etmekte idi. Şöyle ki; Hürriyet Gazetesi 24 Aralık genel seçimlerini, “En Kritik Seçim” olarak vurgulamış, “Türk halkı, Cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak” şeklinde ifade etmiştir. 

Özellikle 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Aralık 1995 genel 
seçimleri sonrasında RP: 158, DYP: 135, ANAP: 132, DSP: 76, CHP: 49 milletvekili çıkarmış olmakla beraber, ANAP saflarında seçime katılan BBP, toplamda 8 milletvekili çıkararak meclise sokmuş, %10’luk seçim barajını geçemeyen MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ise meclise girememiştir. 

Yapılan bu seçimlerde RP’nin birinci parti olarak çıkması ve iktidara emin 
adımlarla yürüme politikası medyada “Rejim Sorunu” olarak ifade edilmiştir. Meclis Başkanlığı seçiminde ANAP ve DYP ile sol partiler tarafından RP’ye karşı ortak blok oluşturulmuş, neticede RP’nin adayı Aydın Menderes’in yerine, üçüncü parti olan ANAP’ın adayı olan Dr. Mustafa Kalemli Meclis Başkanlığına getirilmiştir. Bu sonuç, RP açısından ilk yenilgi olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.946). 

1996 yılının Mart ayına gelindiğinde hala hükümet kurulamamıştı. Cumhuriyetçi 
ve laik çevreler tarafından daima korkulu ve endişeli gözlerle bakılan Necmettin 
Erbakan, RP’nin Genel Başkanıydı. Gözler RP lideri Necmettin Erbakan’ın 
üzerindeydi. Çünkü ilk ve tek başbakan adayı oydu (Birand, Yıldız, 2012, s.134). Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den görevi alınca ilk yaptığı iş ANAP’ın kapısını çalmak ve koalisyona ikna etmek olmuştur. Nitekim 1995 genel seçimlerinden ikinci olarak çıkan parti DYP’si olmuştur. Temayüller gereği, Necmettin Erbakan’ın ilk önce DYP lideri Tansu Çiller ile görüşmesi gerekirken iki liderin seçim öncesi tartışmalarından ötürü iki lider arasında soğuk rüzgârlar esiyordu. Bu atmosfer ortamında Çiller’in, Erbakan’ı uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlamasına kadar gitmiştir. 

Bu sebeplerden ötürü ilk olarak RP lideri Necmettin Erbakan, ANAP’ın kapısını çalma gerekliliğini hissetmiş olmakla beraber görüşme gizlice Abdulkadir Aksu’nun evinde olmuştur. Bir müddet sonra ise iki siyasi parti arasında resmi boyutta görüşmeler başlamış idi. Ancak yapılan bu görüşmeler sonucunda Necmettin Erbakan ve ANAP lideri Mesut Yılmaz koalisyon konusunda anlaşamadılar. 

RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan çareyi diğer parti liderleriyle 
görüşmekte aradıysa da kimse Erbakan ile görüşmek istemiyor hatta Erbakan ile görülmek bile istemiyordu. Bütün bu kötü gidişat gizli bir el tarafından 
yönlendirircesine bir atmosfer oluşturulmuş ve Erbakan çareyi görevi devretmekte buldu. Yaşanan bu olaylar üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1995 genel seçimlerinde en çok oy alan ve mecliste en çok sayıda ikinci milletvekili bulunduran Tansu Çiller’e hükümeti kuma görevini vermiştir. Bunun üzerine siyaset atmosferi tam tersi bir havaya bürünmüş ve hemen herkes ANAP ve DYP koalisyonunu bekler olmuştur. Toplumsal çevreler, iş dünyası, medya başta olmak üzere hemen herkes bu koalisyonu bekliyor ve destekliyorlardı. Ancak bu samimi siyaset atmosferi uzun soluklu olmamış ve iki lider arasında “Kimin Başbakan Olacağı” tartışması patlak vermiş ve koalisyon gerçekleşe memişti. Erbakan’dan sonra Çiller’de hükümeti kurma 
görevini yerine getirememişti. Tansu Çiller, hiçbir parti liderini ikna edememiş ve çabaları boşa çıkmıştı. 

RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile başlayan hükümeti kurma görevi 
Tansu Çiller ile devam ettirmek isteyen Cumhurbaşkanı Demirel, Çiller’in de başarısız olması ile hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. Siyaset asla boşluk kaldırmazdı. Günler haftalar geçiyor Türkiye hükümetsiz yaşıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.138). 
Sorun yine aynı sorundu. Refah Partisiz bir koalisyon ve hükümet kurulması idi. ANAP lideri ikinci kez RP’nin kapısını çalmaya hazırlanırken beklenmedik bir sürpriz gerçekleşmiş ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 
Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi arayarak “DYP ve ANAP Koalisyonunun 
Kurulmasını” istemişti, bunun üzerine Kalemli, ANAP lideri Mesut Yılmaz’ı aradı ve olanları anlattı artık ağır güçler Yılmaz’ı, Tansu Çiller’le Ana-Yol Koalisyonuna 
itiyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.139). 

RP ise bu koalisyonu istemiyor ve ilk amaç bu koalisyonun önlenmesiydi. 
Sonunda siyasi atmosfer bir nebzede olsa durulmaya başlamış ve Çiller-Yılmaz 
önderliğimde “Ana-Yol Hükümeti” kurulmuştu. Bu koalisyon sonucunda bir de siyasi kavram ortaya çıktı ki “Dönüşümlü Başkanlık” sistemi idi. Kurulan koalisyon ittifakında ilk önce Mesut Yılmaz Başbakan olacak, sonra başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devredecekti. 
Dönüşümlü Başbakanlık esasına dayalı hükümet protokolü 3 Mart 1996 günü 
imzalanmış, Ana-Yol Hükümeti Cumhurbaşkanı tarafından 6 Mart günü onaylanmıştır. 
Hürriyet Gazetesi’nde Ana-Yol Hükümeti, “Umut Hükümeti” olarak tanımlanırken, Milliyet Gazetesinde “Tarihi Uzlaşma” manşeti atılmış; Akit Gazetesinde ise “Zoraki İzdivaç” tanımı kullanılmıştır (TBMM, 2012, s.947). 

Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ANAP Genel Başkanı Mesut 
Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan ANAP-DYP Koalisyon Hükümeti 6 Mart 1996 - 28 Haziran 1996 tarihleri arasında görev yapmıştır. Seçimlerden sonra, koltuk sayısı bakımından 2. parti olan DYP ile kurduğu Ana-Yol Hükümeti ancak 3 ay kadar sürmüş, Başbakan Yılmaz’ın 4 Haziran’da Cumhurbaşkanı Demirel’e istifasını sunmasıyla Ana-Yol Hükümeti 6 Haziran 1996 tarihinde sona ermiştir. Böylece bu koalisyonun siyasi ömrü yaklaşık 3 ay sürebilmiş, ülke yeniden hükümet kurma tartışmaları içine sürüklenmiştir (TBMM, 2012, s.948). RP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru sonucunda Ana-Yol Hükümeti’nin güven oylaması iptal edilmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 7 Haziran’da kabineyi kurma görevini RP lideri Necmettin Erbakan’a vermiştir. Süleyman Demirel’in hükümeti kurma görevini, Meclis’teki en büyük grup olması nedeniyle 28 Haziran 1996’da Erbakan’a vermesi, “Erbakan’ın da DYP lideri Tansu Çiller'le anlaşacağının belli olmasına bağlı bir olaydı” şeklinde yorumlanmıştır (Özgan, 2008, s.61). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 10


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 10



3.1.3. Sivas Olayları 

Tansu Çiller tarafından kurulan 50.Hükümet daha güvenoyu almadan (TBMM, 2012, s.942) Türkiye’nin siyasi yaşamına ve o döneme damgasını vuran öyle bir 
olay meydana geldi ki, Cumhuriyet tarihinin en kötü olayları arasında yerini aldı. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Olayları meydana geldi. Sivas Olayları, 
kimler tarafından ve nasıl planlanmıştı hala tam olarak anlaşılamamıştır. Dönemin en önemli olayları arasında yerinin alan, 2 Temmuz 1993 Sivas ve Madımak 
Oteli… 

Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri için, aydınlar, sanatçılar, dönemin kanaat önderleri, yazalar ve Alevi önderleri bir araya gelmişti. Paneller, konferanslar, 
konserler ve çeşitli yazarlar tarafından imza günleri düzenlenip, 400 yıl önceki Hızır Paşa’nın düzenini eleştiren Pir Sultan Abdal’ı anıyorlardı. 
Pir Sultan Abdal’ın düşüncelerinin, değerlerinin mirasçısı konumunda olan yazar Aziz Nesin’de Sivas’a gelmişti. Aziz Nesin, Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” 
kitabını Türk okuyucularla buluşmasını sağlamıştı. Bu nedenle yazarın Sivas’a gelişi büyük bir tepkiyle karşılanmış ve özellikle radikal İslamcıları bu geliş 
yeterince rahatsız etmişti. 

Sivas’ın Banaz Köyü’nde düzenlenen bu şenlikler ilk defa yaşanan bu olaylar ile beraber gergin olarak başlamış ve şehirde soğuk rüzgârların esmesine sebebiyet vermiştir. Bu olayların yaşanması gölgesinde ziyaretçilerin Sivas’a gelmeden önce radikal dinci ve İslami grupların provokatör eylemleri başlamış ve şehirde marjinal gösteriler düzenlenmiştir. 

Pir Sultan Abdal şenliklerinin onur konuğu olan Aziz Nesin’in kitaplarının imza gününde, yazar hem kitaplarını imzalıyor, hem de sevdikleri ile buluşmanın 
sevinç ve heyecanını yaşıyordu. Ancak aynı ortamda bulunan gazetecilerin sıkıştırmaları ile de baş başa kalmıştı. Ortamın atmosferi iyice gerilmiş, çevrede 
toplananlar yazar hakkında hakaret dolu sözler söylemeye başlamışlardı. Bu olayların yaşanması ile beraber Aziz Nesin’in korumaları, yazarı konukların 
kalmakta olduğu Madımak Oteli’ne götürmüşlerdi. Olaylar iyice çığırından çıkmış ve 10-15 kişilik gruplar sloganlar atarak gösteri yürüyüşlerini sürdürüyorlardı 
(Birand, Yıldız, 2012, s.31). Ancak asıl protestocu grup tam olarak toplan mamıştı. Bununla beraber Kültür Merkezi’nde Arif Sağ’ın dinletisi dinlemek için yaklaşık 1500 kişi salonda toplanmıştı. Ancak dışardan bir grup gösterici salonu taşlamaya başlamış ve Kültür Merkezi’nin içerisine girmeye başlamış lardı. Madımak Oteli çevresinde toplanan göstericiler ile beraber yaşanan olaylar iyice büyümüş, Cuma namazından çıkan gruplarında desteği ile artık olayların önü alınamaz olmuştu. Protestocuların gösterileri iyice artmış Pir Sultan Abdal heykeli parçalanmış ve daha birçok gelişmeler sonrasında otel ateşe verilmişti. 

Genel olarak yaşanan bu olaylara baktığımızda; Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını Türkiye’de yayımlayan Aziz Nesin’in Sivas’ta Pir Sultan Abdal 
Kültür Derneği tarafından 1-4 Temmuz 1993 tarihleri arasında düzenlenen 4. Pir Sultan Abdal Kültür Şenlikleri’ne davet edilmesi ve Kültür Merkezinde yaptığı 
konuşma sonrasında Aziz Nesin’i protesto gösterileriyle başlayan olaylarda, şenlikler için Sivas’a gelen şair ve yazarların kaldığı Madımak Oteli önünde sloganlar atılmış, Cuma namazından çıkan cemaatin de tahrik edilmesiyle kalabalık tarafından Otel ateşe verilmiş, çıkan yangında, otelde kalan toplam 35 sanatçı ve gazeteci ölmüş, 40 kişi de yaralanmıştır. Ölenler üzerinde yapılan otopside, bazı kimselerin dumandan zehirlenerek, bazılarının da ateşli silahlarla vurularak öldürüldüğü tespit edilmiştir. 2 Temmuz 1993 Cuma günü cereyan eden Sivas hadiselerinin bu boyuta ulaşmasında, idarenin yönetim zafiyeti ve devletin Ankara’ya bu kadar yakın mesafedeki bir ilde, takviye kuvvet noktasında yetersiz kalması, polis ve jandarma tarafından gerekli önleyici tedbirlerin alınamamış olması, devletin ihmali, gafleti ve vahim bir hatası olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.942-943). 

Yaşanan bu olaylar; kamuoyunda şeriatçı grupların organize ettiği, gerici bir ayaklanma olarak sunulmaya çalışılmış. Sünni-Alevi ayrışmasını körükleyen Sivas Olayları, kimilerine göre 28 Şubat sürecine gidişin bir kilometre taşı olarak görülmüştür. 

3.1.3. Başbağlar Olayı 

1993 yılı Türkiye ve Cumhuriyet Tarihi için bir dönüm noktası olması ile beraber kara bir leke olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. Terör, Türkiye’nin en 
önemli sorunu ve neredeyse tek gündemi olmuştu. PKK terör örgütü köyleri basıyor, masum insanları öldürüyordu. Türkiye 1993 yazında Madımak Olayı’ndan 3 gün sonra, 5 Temmuz 1993 tarihinde Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 vatandaşımızın katledilmesi, Türkiye’de “Sünni-Alevi” çatışması yaratmaya yönelik planlı bir eylem olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.943). 

Akşamüzeri gerçekleşen bu acı olayda 100'e yakın PKK mensubu köyü basmış ve ezanın okunduğu sırada camiye giren örgüt mensupları cemaati zorla dışarı 
çıkarmışlardı. Yaklaşık 1,5 saate aşkın bir süre örgüt propagandası yaptıktan sonra tüm erkekleri kurşuna dizmiş, burada 29 kişi hayatını kaybetmiştir. Daha sonrasın da ise köy ateşe verilmiş ve 214 ev, köy okulu, köy camii, halkevi yakılmıştır. PKK terör örgütü tarafından acımasızca gerçekleştirilen bu olay neticesinde 33 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 3 vatandaşımız ise ağır yaralanmıştı. Bununla beraber köyde bulunun vatandaşlara ait ev ve araçlar da yakılmıştı. Bununla beraber yakılan evlerde de saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak hayatını kaybetmiştir. 

Başbağlar Olayı tarihin karanlık sayfalarında yerini almakla beraber, 5 Temmuz 1993'de, Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar Köyü'nde PKK terör örgütü tarafından 33 sivilin öldürülüp sonrasında köyünde ateşe verildiği acı bir olay olarak hala hafızalarda ki yerini korumaktadır. PKK lideri Abdullah Öcalan olaydan habersiz olduğunu ve olayın sorumlusunun Dr. Baran kod adlı bir PKK sorumlusu olduğunu ifade etse de, yaşanan bu acı olayı terör örgütü PKK düzenlediğini kabul etmiştir. Yaşanan bu olay sonrasında olayla ilgisi olduğu düşünülen 20 kişi gözaltına alınmış ve haklarında idam ile çeşitli sürelerde hapis cezası istemiyle dava açılmıştır. Açılan dava da sanıkların 18'i beraat etmekle beraber, 2 kişi mahkûm edilmiştir. 

3.1.4. 1994 Yılındaki Önemli Gelişmeler ve 27 Mart 1994 Yerel Seçimleri 

1994 yerel seçimleri, 27 Mart 1994 tarihinde yapılmış ve seçimlere 13 parti katılmıştır. Ancak seçimlere katılan bu 13 partinin sadece 4’ü ulusal barajı 
geçebilmiştir. Bu partiler; DYP, ANAP, SHP ve RP’dir. Yapılan bu yerel seçimlerde DYP ve ANAP oy oranı bakımından ilk iki sırayı paylaşsa da asıl seçim zaferini % 19,1 oy oranı ile 22 il ve 329 belediyede seçimleri kazanan RP elde etmiştir (TBMM, 2012, s.944). Bu başarının en önemlisi ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını RP’nin kazanmasıydı. 

Seçim öncesinde ki gelişmelere baktığımızda ise yerel seçimlerin genel seçimler gibi algılanmasını beraberinde getirmiş ve yapılan hazırlıklar bu bağlamda ele 
alınmıştır. Seçim öncesine ve seçim propagandalarına baktığımızda; Güneydoğu Anadolu Bölgesi, şeriat ve laiklik olmak üzere üç temel üzerine çalışmalar yapılmış olmakla beraber, Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz seçim malzemesi olarak pek fazla kullanılmamıştır ancak seçimlerin hemen ardından 5 Nisan Kararları alınmıştır. Bununla beraber seçim sandıklarının ve oyların çalınması yerel seçimlere gölge düşürmüş olsa da RP’nin özellikle Büyükşehir Belediye leri’nin çoğunu alması zafer olarak nitelendirilmiştir. 

Özellikle 1994 yılının en önemli olayları içerisinde belki de Türkiye’nin büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalması ve bu darboğazdan çıkabilmek için 5 Nisan kararlarını alınmasında etkisi olmuştur. Bu dönem içersin de hükümet daha ucuz borç bulabilmek için faizleri düşürmek istemiş, ancak parası olanlar hükümete güvenmediğinden sistem işlememişti. Kimse düşük faizle devlete borç vermek istemediği için ihaleler art arda iptal oldu ve sonunda Türkiye kendini kriz içerisinde buldu (Birand, Yıldız, 2012, s.51). Ekonomik sıkıntılar iyice artmış, Türk lirası dolar karşısında iyice gerilemeye başlamıştı. Ancak bütün bu yaşanan olaylar karşısında herkes, bu kötü atmosferden çıkışın ekonomi profesörü Tansu Çiller’i bir umut olarak görmesi, kötü giden ekonomiyi düzelteceği ve gerekli hamleleri yapacağı inancındaydı. 

Ancak beklenenin aksine olayların gelişmesi ile beraber kriz artık kaçılmazdı. Ekonomi piyasaları alt üst olmuş ve bu durum sokağa, halka yansımıştı. Devletin elinde ki en önemli para rezervi olan Merkez Bankası faizleri düşürmüş olmakla beraber, döviz satışına başlamış idi. Yerel seçimlerin yaklaşması ile beraber artık ekonomik sorunlarda iyice artmış, cari açık büyümüş, Türkiye’nin kredi notu ise aşağılara çekilmeye başlamış idi. Bu kötü atmosfer içerisinde bankalar kredi verimlerini kesmiş, büyük şirketler neredeyse iflasa sürüklenmekle beraber işten çıkarmalar had safhalara yükselmiş idi. Yapılması gereken artık tek çare kalmıştı o da hükümetin acilen ekonomiye müdahale etmesi idi. Ancak bu müdahale ve alınan kararlar koalisyon hükümetinin (Çiller ve Karayalçın) oy oranını düşürmekle beraber sandıktan çıkarmayabilirdi. Bu olaylar çerçevesinde alınan tedbirlerin 27 Mart yerel seçimlerden sonra açıklanması uygun görüldü. 

Başta Tansu Çiller olmak üzere bürokratları ile yapılan çalışmalar sonrasında “
Nisan Kararları” olarak bilinen bir ekonomi tasarruf paketi hazırlandı. Alınan bu 5 Nisan Karaları düzenlenen basın toplantısı ile kamuoyuna duyuruldu. Genel olarak; 5 

Nisan 1994 tarihli istikrar tedbirleri ekonomideki sıkıntıları artırmış, 9 Nisan günü Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den Anayasa’nın 119’uncu maddesine istinaden “Olağanüstü hal ilan ederek ekonomiye el koymasını”  istemiştir (Birand, Yıldız, 2012, s.54). 

1994 seçimlerinde, DYP birinci parti olarak çıkarken asıl başarıyı RP yakalamış ve oy oranını artırmıştı. ANAP ise beklediği başarıyı yakalayamamış ve büyük bir oy kaybına uğramış olmakla beraber oyları sol parti ile bölünmüştü. Seçim ayının yapılacağı Mart ayı içerisinde Türkiye gündemi iyiden iyiye ısınmakla beraber yurtdışından da Türkiye gündemi hakkında haberler yapılmaya başlanmış idi. 

2 Mart’ta DEP'li milletvekillerinin polis tarafından meclisin kapısından alınıp götürülmeleri, gündemi uzun bir süre meşgul etmiştir. 6 DEP'li ve 2 Bağımsız 
milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması ve gözaltına alınması, yurtdışında geniş yankılar uyandırmıştır. Batılı ülkelerde bu durum siyasi darbe olarak n
itelendirilmiştir. Avrupa Parlamentosu, bu olayı kınayan ve özerklik de dâhil Kürt Sorununa siyasi bir çözüm isteyen bir karar tasarısını kabul etmiş ve olayı 
incelemek üzere Türkiye'ye Marc Galle adlı bir gözlemci göndermiştir. Marc Galle, gözlemlerini ifade ettiği raporunda, “Türkiye'de seçilmemişlerin daha etkili olduğunu, dokunulmazlıkların kaldırılmasının siyasi olduğuna hiç şüphe olmadığını belirtmiştir”1 (Özgan, 2008, s.56). 


1 Nokta, 27 Mart 1994, Yıl.2012, sayı.14, s.26–27, Galle, “Türkiye”de Gizli Diktatörlük Olduğunu” bu raporda belirtir. 


27 Mart 1994 yerel seçimleri yaklaşırken 26 Şubat tarihinde DEP, seçimlerden çekildiğini ilan etmiştir. Bu açıklamanın ardından özellikle Güneydoğu Anadolu 
Bölgesindeki DEP’in oylarının ne olacağı ve bu bölgede yaşayan insanların oylarını hangi partiye kayacağı tartışma konusu olmuş, PKK terör örgütü halkın seçimleri boykot etmesini istemiştir. 

DEP’in seçimlerden çekildiğini ilan etmesi üzerine Diyarbakır’da CHP’li başkan adayının öldürülmesi (18 Mart 1994, Hürriyet) hemen ardından Diyarbakır SHP seçim bürosunun bombalanması (19 Mart1994, Hürriyet) seçime birkaç gün kala Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 14 adayın seçimden çekildiklerini açıklaması 
(26 Mart 1994, Hürriyet) bölgede seçim öncesi tedirginliği ve korkuyu gösteren olaylar olarak gündemdedir (Özgan, 2008, s.56). 

27 Mart 1994 yerel seçimleri, katılım oranı yüksek bir yerel seçim olmuştur. Bu seçimden ANAP’ın % 25’lik bir pay ile birinci parti olarak çıkması beklenirken, DYP birinci parti olarak çıkmıştır. ANAP açısından % 21'lik oy oranı başarısızlık olarak değerlendirilmiştir. Herkesin çok telaffuz etmediği ancak beklenen sonuç her şeye rağmen herkesi şaşırtmıştır. RP 3. parti olmuş ancak daha önemli olan Büyükşehirlerde gösterdiği başarı olarak belirmiştir. 15 Büyükşehirden 6’sında belediye başkanlığını RP almıştır. SHP büyük illerde başarılı olmasına rağmen, il genel seçimlerinde başarılı olamamıştır. Refah Partisi il genel meclisi seçimlerin de 5,4 milyon oy alarak, toplam oyların %19,1’ini almıştır. En fazla belediye başkanlığı kazanan üçüncü parti olarak 329 belediye başkanlığını almıştır. Ancak büyükşehir belediye başkanlıklarında sağladığı başarı daha çarpıcı olmuştur. Bu grupta 6 büyükşehir belediye başkanlığını alarak, birinci sıraya yerleşmiştir. Bu başarı, il merkezi belediye başkanlıkları için de geçerlidir. 
22 belediye başkanlığı alarak ilk sıraya yerleşmiştir. İlçe merkezi belediyeleri ile kasaba belediyelerinde ise ancak dördüncü sıraya yerleşebilmiştir. 

(www.yerelnet.org.tr.secimler/secimanalizleri1989.php Erişim tarihi:19.11.2013) 

Seçim sonrası atmosfere baktığımızda ise; RP’nin hem oy oranının yükselişi hem de 6 Büyükşehir Belediye Başkanlığını almış olması ve RP’nin yükselişi ile 
ilgilidir. Basın ve medya organları RP’nin başarısını manşetlere taşımış olmakla beraber DEP’in seçimlerden çekilmesinin ardından, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ki boşluğu RP’nin doldurması ayrıca 6 Büyükşehir Belediye Başkanlığını almış olması da ülke gündeminde olay yaratmıştır. Bununla beraber asıl olay ise 6 Büyükşehir Belediye Başkanlığını almış olması ve bunlar arasında Ankara ve İstanbul’unda bulunması ve Milli Görüşün artık iktidara yürüyüşün başlamış olması idi. 

RP’nin bu başarısı sonrasında özellikle laik çevrelerden ses çıkmıyor, adeta ağızlarını bıçak açmıyordu. RP’nin bu başarısının ardından özellikle partinin imajı iyice değişmiş olmakla beraber parti özellikle sakallı ve cübbelilerin toplandığı yer olduğu düşüncesini tamamen yıkmıştır. Bununla beraber RP’ne oy verenlerin sadece dinci kökenli olmadığı ortaya çıkmış, her kesimden oy alarak iktidara yürümüştür. 

Refah-Yol Hükümeti’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’de; “Alınan oyların büyük bölümünün tepki oyları olduğunu dile getirmiş ve RP lideri 
Necmettin Erbakan’ın çekirdek oyunun % 5 ile 7’yi geçmediğini, tepki oylarının tamamen mevcut siyasi hareketleri ret anlamında olduğunu, seçmenlerin RP’yi mutlak benimseyerek oy vermiş bir kitle biçiminde değerlendirmenin mümkün olmadığını” ifade etmiştir (Çelik, 2004, s.88). 

27 Mart 1994 yerel seçimleri RP’nin mutlak zaferi şeklinde yorumlanmış ve RP iktidara gelmiştir. Bununla beraber Tansu Çiller Başbakanlığında ki DYP ve SHP 
koalisyon hükümeti döneminde özellikle Sivas Madımak Olayı, yaşanan ekonomik kriz ve 5 Nisan Kararları, İSKİ skandalı vb. olumsuz olayların yaşanması yerel seçimlerde büyük oy kayıplarını da beraberinde getirmiş idi (Birand, Yıldız, 2012, s.66). 

Sistem içi ve sistem dışı parti tartışmalarının yapıldığı, laik düzenin düşmanı olarak gösterilen ve de lanse edilen RP’nin yükselişi yerel seçimlerde, yerel vurgusunu önemsizleştirmiştir. Seçimlerin yerel seçimler olduğunu vurgulayan bir iki köşe yazarına rağmen, herkesin bu seçimi, bir genel seçim provası olarak gördüğü kesin bir kanaat olmuştur (Özgan, 2008, s.58). 

Genel olarak baktığımızda 27 Mart 1994 yerel seçimleri RP’nin adeta bir gövde gösterisi şeklinde olmuş ve büyük bir başarı ile seçimlerden çıkmıştır. 1994 yılı önemli olayları içersin de sadece RP’nin seçim başarısı değil aynı zamanda medya ve siyaset yaşamında uzun süre etkili olacak olayların yaşandığı bir dönem olması açısında da önemli bir yıldır. 

13 Nisan 1994 tarihinde RP lideri Necmettin Erbakan’ın “Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak, Sorun ne; geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak? Bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum ama bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu tabirleri kullanmaya mecburiyet hissediyorum” şeklindeki konuşması üzerine, 14 Nisan 1994 günü, DGM ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Belediye Meclisi toplantısını “Fatiha” ile açması; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Altınpark’taki bir heykel için sarf ettiği “Böyle sanatın içine tükürürüm” sözleri merkez medyada tepkiyle karşılanmıştır (TBMM, 2012, s.944). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


**