TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 14

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 14

3.2.1.3. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Nedenleri 

“28 Şubat bir süreç midir, darbe midir” sorusu son birkaç yıla kadar tam olarak cevaplanabilmiş değildi, zira etkisi ne kadar yoğun hissedilse de askeri müdahale öncekilerden farklı bir biçimde gerçekleşmiş ve yaşananların bir darbe olarak algılanması zaman almıştır. Nitekim 1 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Muhtıra Gibi Tavsiye” başlığı ile MGK toplantısı sonucu verilmiştir (Erdin, 2010, s.187). 
28 Şubat 1997 tarihinde muhtıra yayınlanmasına rağmen aynı yılın yazında darbe beklentileri olduğuna dair haberler gündeme gelmiştir. 
28 Şubat nedir sorusunu sorduğumuzda 28 Şubat 1997 tarihinde yayınlanan askeri muhtıra ile başlayan süreç cevabını verebiliriz. Elbette bu yeterli bir 
açıklama değildir, zira öncesinde ve sonrasında yaşananlar bu süreci anlamlı ve anlaşılır kılacaktır. 
Söz konusu süreci anlamak için bazı yazarlar, Cumhuriyet’in kuruluşu ve çok partili döneme geçişe kadar gitmektedirler, çünkü Cumhuriyet tarihimizde defalarca darbe deneyimi yaşanmış ve bu deneyimler çok partili döneme geçtikten sonra meydana gelmiştir (Akın, 2011, Bu dönemi hazırlayan koşullar başta olmak üzere, 28 Şubat’ın ne zaman ve nasıl başladığı incelenecek ve sürecin gelişim safhaları ele alınıp anlatılacaktır. 

3.2.1.4. Refah-Yol Hükümeti döneminde ki önemli siyasi ve sosyal olaylar 

Ana-Yol Hükümeti’nin sona ermesi üzerine, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, hükümeti kurma görevini seçimlerde en yüksek oyu alan RP lideri 
Necmettin Erbakan’a vermesiyle Türkiye siyasi tansiyonu yüksek yeni bir döneme girmiştir (TBMM, 2012, s.949). Erbakan’ın temaslarında RP ve DYP arasındaki görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine zaman içersin de nihayet 28 Haziran 1996 tarihinde iki lider iki yıl Erbakan’ın iki yılda Çiller’in Başbakanlık yapacağı “Dönüşümlü Başbakanlık” sistemi üzerinde anlaşılması ve seçime Çiller’in Başbakanlığında gidilmesi koşuluyla, öncelik Erbakan’a verilmiştir. Erbakan Başbakan, Çiller’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olacaktır (Gürses, 2009, s.115). 

Refah-Yol Hükümeti bu anlaşma neticesinde kurulmuş olmakla beraber, Türkiye siyaseti yeni bir döneme yelken açmış ve derin sularda yüzme zamanı gelmiştir. 
Özellikle bu koalisyon, Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğini göstermekle beraber, ülkenin siyasi tansiyonunun çok yüksek olacağı yılları da beraberinde getirecektir. 

3.2.1.5. Toplumda hassasiyet yaratan olaylar 

Hürriyet gazetesi 9 Temmuz 1996 günkü sayısında “Refah İktidarda” manşetinin altında, “74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ilk kez genel seçimde % 21 oy alabilen  “İslamcı” bir partinin yönetimine geldi” yorumunda bulunması (9 Temmuz 1996, Hürriyet) Refah-Yol döneminin nasıl geçeceğini göstermekle beraber özellikle toplumsal olayları da akabinde getirecektir. Refah-Yol iktidarı ile birlikte Türkiye’de laiklik tartışmalarının başlaması, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık görevini almasının ardından tebrik için ziyarete gelenlerin önceki dönemlerde başbakanları ziyarete gelenlerden farklı bir görünüm arz etmeleri bu tartışmalara zemin hazırlarmıştır (Gürses, 2012, s.116). Çünkü RP’li iktidar bu gidişle sistemin tüm kilit noktalarına çomak sokarak, bütün dengeleri alt üst edecek gibi görünmekteydi (Bayramoğlu, 2007, s.70). Refah-Yol Hükümeti iktidara gelir gelmez, bazı camilerin önünde özellikle Cuma günlerinde bazı aşırı uç gruplar tarafından çeşitli eylemler düzenlenmeye başlamıştır. 6 Ekim 1996 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde zikir çekerek “Şeriat İsteriz” şeklinde bağıran sakallı, cüppeli ve asalı Acz-i Mendi görüntüleri, günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlanmıştır (Komisyon, 2012, s.50). 

Bunlardan en dikkat çekici olanı, Acz-i Mendiler olmuştur. Özellikle Türkiye kamuoyu Acz-i Mendileri o zamanlarda tanıdı. Toplumsal anlamda büyük bir grup olmayan Aczi Mendiler ellerindeki asalar ve garip giyimleri ile hemen dikkat çekmekteydiler. Özellikle 1996 yılının sonlarına doğru bu marjinal gruplara düzenlenen polis baskını bütün olanları ve yaşananları gözler önüne sermiş ve Türkiye 1997 yılına Acz-i Mendilerin seks skandalı ile girmişti. Polisin 28 Aralık1996 günü gazeteciler ve kameralar ile beraber bir eve düzenlemiş olduğu baskın sonrasında Acz-i Mendilerin şeyhi ve lideri konumunda bulunan Müslüm Gündüz isimli bir şahsı, Fadime Şahin isimli bir genç kız ile beraber yakalanması sonucu toplumda büyük bir endişe ve korku hâsıl olmuştu. Fadime Şahin hakkında, imam nikâhlı eşim diyen Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm Gündüz din istismarı başta olmak üzere, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek suçlarından kesinleşmiş 2 yıl hapis cezası bulunuyordu. Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm Gündüz “Kemalizm’in ve Laikliğin” mutlak düşmanıydı (Birand, Yıldız, 2012, s.187). 


Yaşanan bu baskın olayından sonra Acz-i Mendilerin lideri konumunda bulunan Müslüm Gündüz tutuklanıp cezaevine gönderilirken onun kurbanı olan Fadime Şahin ise TV (Televizyon) kanallarını dolaşıyor ve tarikat şeyhlerinin tuzağına nasıl düştüğünü anlatıyordu. Fadime Şahin, İslam dinini öğrenmek için gittiği şeyh Ali Kalkancı tarafından istismara uğramış ve Kalkancı, kendisine sahte dini nikâh kıymış ve bir müddet sonra “Boş ol”! demişti, sonrasında ise içine düştüğü bu durumdan kurtulmak için Acz-i Mendilerin lideri olan Müslüm Gündüz’e gitmiş ve yine onunda kötü tuzağına düşmüştü. İstediği ise kendisine bu kötülükleri yapan din istismarcılarının bir an önce yargılanmaları ve cezalarını çekmeleriydi. 

Türk kamuoyu ise olanları ekranlardan seyrederken Fadime Şahin’i anlamaya çalışıyordu. CHP’li kadın milletvekilleri Fadime Şahin’e sahip çıkmıştı. Özellikle 
tarikat şeyhlerinin isimlerinin seks skandalı ile anılmaya başlaması ve toplumda oluşturulmak istenen tarikat zihniyetinin boşa çıkmasını sağlamış ve bu yaşanan 
olaylardan dolaylı Refah Partisi dolaylı bir şekilde etkilenmiştir. 

Fadime Şahin, iki tarikat liderinden de şikâyetçi olmuş ve suç duyurusunda bulunmuştur. Yapılan bu şikâyet ardından iki şeyh de yargılanıp mahkûm olmuştur. 
Yaşanan bu olay kısa zaman da Türk kamuoyunu etkisi altına aldığı gibi siyaset yaşamını da etkisi altına almıştır. 

Bu gösterilerin zamanlama olarak Başbakan’ın Libya gezisine denk gelmesi bu yayınların etkisinin artmasına yol açmıştır. 20 Ekim tarihinde yine aynı yerde gösteri yaparak, Atatürk’e hakaret eden yüz civarındaki Acz-i Mendi gözaltına alınmıştır. Bu olayların 28 Şubat sürecini tetikleyen kurgulanmış olaylar olduğu, Acz-i Mendiler, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi isimlerin provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür (TBMM, 2012, s.950). 

3.2.1.6. Susurluk Olayı ve “ Aydınlık için bir Dakika karanlık ” eylemleri 

Türkiye 28 Şubat süreci içerisine girerken, ülkede karanlık güçler iş başındaydı. Ülke adeta içten içe kaynıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.165). Özellikle ülkenin siyaset gündeminde yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti, Başbakan Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşları ile olan ilişkileri ve toplumda irtica ve hassasiyet yaratan olaylar tartışılırken, tüm dikkatler hep bu yönde toplanmış iken, siyaset ve devletteki bu çıkmaz ilişki sarmalı Susurluk Olayı ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış idi. 

Susurluk ilçesi, 3 Kasım 1996'dan sonra Türk siyaset tarihine mal olmuştur. 3 Kasım 1996 akşamı saat 19.25'te 06 AC 600 plakalı Mercedes marka bir otomobil, 20 RC 721 plakalı bir kamyonla çarpışmış, aracı kullanan eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ'la birlikte, kırmızı İnterpol bülteniyle aranan ülkücü kökenli Abdullah Çatlı ve onun sevgilisi olduğu söylenen Gonca Us olay yerinde ölmüşlerdir. 

Mercedes'in plakasının (06 AC 600) Abdullah Çatlı'ya tahsis edildiğini çağrıştırmaktadır. Abdullah Çatlı ve sevgilisi Mehmet ve Melahat Özbay sahte 
kimliğiyle seyahat etmektedirler. Olay duyulunca Ankara'da çok sayıda işadamı, ara sıra görüştükleri Özbay'ın aslında Çatlı olduğunu öğrenmişlerdir. Dönemin İçişleri Bakanı ise Mehmet Ağar’dır. Mehmet Ağar'ın adı Susurluk Olayında kazadan sağ kurtulan kişi aracılığıyla karışmıştır. DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak, yaralı kurtulmuştur. 
Bucak aşireti Güneydoğu'da PKK'ya karşı devlet güvenlik güçlerinden yana saf tutmuş bir aşirettir. Mehmet Ağar'ın bu birlikteliği, suçluları güvenlik kuvvetlerine teslim etmeye götürüyorlardı diye açıklaması kamuoyunu tatmin etmemiş, daha da kızdırmıştır (Özgan, 2008, s.65). 

O dönem yaşanan pek çok olay koalisyonun RP’si kanadını, Susurluk Skandalı da DYP kanadını yıpratmış, üzerlerinde kamuoyu baskısı oluşturmuştur. Medyanın 
olaydan haberi olduğu andan itibaren bir Susurluk algısı yaratılmış, kaza sonrasının gerçek görüntüleri ile canlandırmalar birleştirilmiş ve ortaya çıkan mizansenler ekrandan yayınlanmaya başlanmıştır. Medyanın her geçen gün güçlendiği bu çağda, olaylar medyanın ona atfettiği kadar önemli sayılmakta ve onun verdiği isimlerle anılmaktadır. “Susurluk Skandalı’na” ismini veren medya, “polis-mafya-siyaset üçgeni” tabirini de kullanıma sokmuştur (Arikan, 2010, s.92-93). 

Bu olayın ardından, basın organlarında, “derin devlet” ve “devlet-mafya-siyaset 
üçgeni” iddiaları tartışılmaya başlanmıştır. Bu olayın içinde DYP’li bir vekilin olması, Tansu Çiller’in kazadan yaralı olarak kurtulan Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, ölen Abdullah Çatlı için TBMM Genel Kurulu’nda “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için şereflidir” şeklindeki sözleri, basın yayın organlarında eleştirilmiştir 

(TBMM, 2012, s.950-51). Bu gelişmeler ile beraber Türkiye “polis-mafya-siyaset” gündemleri ile açığa çıkan olaylarla beraber siyaset tansiyonu daha da yükselmiş, TBMM’ de ki muhalefet grupları Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in devlet içerisinde ki kirli işleri açıklamaya çağırmışlardı. 

DYP ile bağlantılı kişilerin Susurluk Skandalı’nda isimlerinin geçmesi nedeniyle 
partinin bu konuyu savunarak sahiplenmesi; Parti Genel Başkanı ve Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in kazada yaralanmış olan milletvekili Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, kazada ölen Abdullah Çatlı için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için şereflidir” (Akpınar, 2001, s.128) demesi koalisyonun bu kanadını yıpratmıştır. RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan da olaya “fasa fiso” diyerek yaklaşmıştır (Donat, 1999, s.339). Kendi partisi ile doğrudan ilgisi neredeyse hiç olmayan bu olay Necmettin Erbakan’ın bu şekilde müdahil olması koalisyonu korumak amaçlı olarak algılanabilir. Erbakan ve kurduğu hükümetin çeşitli nedenlerle ters düştüğü büyük medya yapılanmaları hükümetle aralarındaki problemler nedeniyle bu ifadeleri kullanmışlar ve halkta tepki oluşturmaya çalışmışlardır (Arikan, 2010, s.93). 

Necmettin Erbakan’ın, bu gelişmeler karşısında, basında çıkan haberler için 
“fasa fiso” diyerek, olayı “medyanın abarttığını” öne sürmesi bu kez RP’nin 
eleştirilmesine neden olmuştur. Erbakan’ın koalisyon ortağını korumak için bu sözleri sarf ettiği öne sürülmüştür. 

Bu gelişmeler üzerine Tansu Çiller, skandala adı karışan İçişleri Bakanı ve eski 
Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın istifasını istemiştir. ANAP lideri Mesut 
Yılmaz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den DDK’ın (Devlet Denetleme Kurulu) görevlendirilmesini istemiş; ancak Demirel “sistemin işletilmesi” gerektiğini söyleyerek, talebi geri çevirmiştir. Müteakip günlerde, Mesut Yılmaz, Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğramıştır. Neticede, daha önce, Necmettin Erbakan’ın Libya gezisine ilişkin kararnameyi imzalamamasından dolayı parti içinde gerginliğe yol açan Mehmet Ağar, 8 Kasım 2006’da “Herhalde Kaddafi memnun olmuştur” diyerek istifasını sunmuş ve yerine Meral Akşener getirilmiştir. Akşener’in ilk işinin Ağar’ın imzalamadığı Erbakan’ın Libya gezisi kararnamesinin imzalanması olduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.951). 

Susurluk Olayını araştırmak için 13 Kasım 1996’da üç ay görev yapacak olan 
“Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonun başkanı 
Mehmet Elkatmış; “Susurluk Olayının arkasında JİTEM’in olabileceğini işaret etmiş ve Başbakanlık Teftiş Kurulu bu konu ile hazırlanan raporunun bir bölümünü devlet sırrı olduğunu” iddia etmiş ve yayımlamamıştır. 

9 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Çankaya 
Köşkü'nde bir görüşme yapan Başbakan Necmettin Erbakan, Susurluk kazasıyla ilgili olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu'nca hazırlanan raporun Süleyman Demirel’e sunulduğunu söylemiştir. Susurluk konusunda orduya yönelik açıklamalar yapan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Vekili Hanefi Avcı mahkeme kararıyla tutuklanmıştır (TBMM, 2012, s.951). Yaşanan bu gelişmeler üzerine Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'yı ziyaret etmiştir. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın 10 Ocak 1997’de düzenlemiş olduğu basın toplantısında Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırlamış olduğu Susurluk Raporu hakkında bilgi vermiştir. Başbakan Necmettin Erbakan ayrıca Susurluk Dosyasını araştırmak üzere MİT’e bir rapor hazırlatmış ve bu rapor sadece mecliste grubu bulunan parti başkanlarına verilmiştir. 

Bu konuyla ilgili araştırma ve soruşturmaların ağır yürümesinden dolayı o 
döneme kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en pasif ama en etkili protestosu gerçekleşti. “Yurttaş Girişimi” tarafından organize edilen “ 1 dakika karanlık eylemi” hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, zulme karşı mücadele söylemleriyle iktidara gelen RP’ne daha doğrusu bu kirli ilişkileri açığa çıkaramayan sisteme karşı düzenlenmişti (Aksoy, 2000, s.185). Bu eylemler İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmişti, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Başbakan Erbakan bu eylemi “çocukça bir davranış” olarak nitelemiştir. Böylece devletin içine sinmiş bu çetelerle uğraşılmayacağının ilk sinyallerini vermiştir. O dönemdeki konuşması şöyledir; “Denizde damla bile değiller. Aklı başında insanlar böyle şeyler 
yapmaz. Bir insan hasetten yapacak bir şey bulamazsa elektriği kapatır. Birkaç nasipsiz insanın yapacağı bu tür şeylerden etkilenmeyiz. Etkilenenler zayıf insanlardır. Bunun etkisinde kalıp farfarayla bunu yaymak, aynı şekilde hata ve suçtur. 70 milyonluk Türkiye böyle fesatlarla yerinden oynamaz” (Özer, 2011, s.56). 

Bu süreçte Susurluk Skandalı ile ilişkilendirilerek ve büyük bir medya desteğini 
de arkasına alarak gerçekleştirilen eylemler düzenlenmiştir. Bunlardan en dikkat çekeni her akşam saat 21.00’de yapılmakta olan ışık açma ve kapama eylemleri olmuştur (Arıkan, 2010, s.93). Susurluk Olayı ile toplum ilk defa ciddi olarak harekete geçmiş olmakla beraber, Susurluk skandalı toplumda yaygın bir infiale sebep olmuş; skandalın üzerinin örtüldüğünü düşünen “Yurttaş Girişimi” adı verilen bir grup aydın tarafından 1-29 Şubat 1997 tarihlerinde yürütülen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adlı kampanyalarla, Susurluk’ta açığa çıktığı öne sürülen “derin devlet” hedef alınmıştır. Ancak, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın bu eylemi “mum söndü” ’ye benzetmesi, başta Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinde infiale sebep olmuş; böylece protestolar özellikle Refah Partisi’nin aleyhine dönük kampanyaya  dönüş türülmüştür (Komisyon, 2012, s.52). 

“Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” olarak tanıtılan bu eylemle hem 
Susurluk’la açığa çıkmış gibi gösterilen “derin devlete” karşı durulmakta hem de - açıkça ifade edilmemekle birlikte - “siyasal İslam = karanlık” önermesi vatandaşın zihinlerine kodlanmaktadır. O dönem İstanbul merkezli büyük medyanın - özellikle de televizyon kanallarının ana haber bültenlerinin eylem saatinde canlı yayınla - verdiği destekle bu eylem yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Susurluk Skandalı o dönemin konjonktürüne uymamakla birlikte medya tarafından, hükümetin yanlış adımlarının da verdiği fırsatlarla, iyi şekilde kullanılmış ve kamuoyu oluşturulmasına yardımcı olmuştur (Arikan, 2010, s.93). 

İstanbullu avukat Ergin Cinmen önderliğinde başlayan bağımsız yurttaşlar 
girişiminin çağrısıyla, “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri Susurluk 
kazasıyla aydınlanan devlet içindeki çeteleşmenin ortaya çıkarılıp cezalandır ılmasını isteyenleri, Şubat ayı boyunca her akşam saat 21.00'da bir dakika boyunca evlerinin ışıklarını kapatarak pasif protestoya çağırmıştır. Eylem, daha başladığı gün yalnızca Susurluk'un açığa çıkarılması değil, Refah-Yol dönemindeki tüm uygulamaları protestoya dönüşmüştür (Özgan, 2008, s.66). Yapılan bu eylem ve protestoların RP ile bir ilgisi yoktur. Ancak Erbakan’ın ortağı Çiller’i koruyabilmek için eylemleri eleştirmesi askeri lojmanları da eylemlere müdahil eden ve bir anda eylemin mecrasını değiştirip tepkileri RP’ne döndüren bir gelişme halini almıştır (Opçin, 2004, s. 82). 


Özellikle Susurluk Olayı ile başlayan bu süreç “Aydınlık İçin Bir Dakika 
Karanlık” eylem ve protestoları ile devam etmiştir. Bu dönem içerisinde ki Refah-Yol Hükümeti’nin icraat ve faaliyetlerine bakacak olursak; toplumda hâsıl olan ve uzun süredir devam eden istikrarsız yönetim biçimi ve toplumsal bütünleşmenin 
sağlanamaması ve bu olumsuzlukların siyasi yaşama taşınmasını beraberinde 
getirmiştir. Bu ışıkları söndürme eylemi hiç şüphesiz ki Türkiye tarihinin ilk ve en büyük sivil toplum olayı olmakla birlikte tüm Türkiye’ye yayılamamıştır, genellikle büyük şehirlerde destek bulmuştur. Fakat bu hareketin tüm Türkiye’ye yayılmaması hareketin fazla abartıldığı izlenimini vermekteydi. Beklide Refah-Yol’ un bu eylemi pek hesaba katmamalarının nedeni de budur (Bölügiray, 1999, s.25). Bununla beraber ülkede ki siyasi istikrarsızlık ve yönetim boşluğu diğer partiler tarafından da tepkiyle karşılanmış ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Böyle bir toplumsal gerilim ve kutuplaşmanın olması, başta Refah-Yol Hükümeti olmak üzere diğer partiler tarafından da acilen çözüm bekleyen konular arasında yerini almıştır. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 13

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 13

28 ŞUBAT ASKERİ DARBESİ, Cumhuriyet Tarihi, ANAYOL HÜKÜMETİ, Demokrasi, Eğitim, İsmail GÜLMEZ, Post Modern Darbe, TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR, 



3.2.1. Refah-Yol Hükümeti Dönemi 

3.2.1.1. Refah-Yol Hükümeti’nin kuruluşu 

Ana-Yol Hükümeti dönemi, 6 Mart 1996 - 28 Haziran 1996 tarihleri arasında görev yapmış ve seçimlerden sonra, koltuk sayısı bakımından 2. parti olan DYP ile kurulan ortak koalisyon Ana-Yol Hükümeti ancak 3 ay kadar kısa bir zaman dilimi içerisinde görev yapmış olması ve Başbakan Mesut Yılmaz’ın 4 Haziran’da 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e istifasını sunmasıyla Ana-Yol Hükümeti 6 Haziran 1996 tarihinde sona ermiştir. Ana-Yol Hükümeti 6 Haziran 1996 tarihinde sona ermesiyle beraber, ANAP-DYP arasında kurulan ortak koalisyonu hükümeti de sona ermiştir. 

Siyaset asla boşluk kaldırmazdı. Türkiye siyaseti Haziran 1996’da yeni bir yol ayrımına girmiş ve ANAP lideri Mesut Yılmaz tekrardan güven oylamasına gitmek yerine 4 Haziran 1996 günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e istifasını sunmuştur. Türkiye tekrardan hükümetsiz kalmış ve siyasi boşluk tekrardan oluşmuştur. Yaşanan bu gelişmeler RP cephesinden olumlu karşılanmış olmakla beraber, RP sonunda istediğini elde etmiş ve Ana-Yol Hükümeti’nin almış olduğu güven oyununun iptalini sağlayarak hükümetin düşmesini sağlamış olmakla beraber, Çiller’in DYP’sini kendisi ile koalisyon yapmaya bir bakıma mecbur bırakmıştır. 

Ana-Yol Hükümeti’nin sona ermesi üzerine, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, hükümeti kurma görevini seçimlerde en yüksek oyu alan RP lideri 
Necmettin Erbakan’a vermesiyle Türkiye siyasi tansiyonu yüksek yeni bir döneme girmiştir (Komisyon, 2012, s.46). 7 Haziran 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümeti kurma görevini tekrardan RP lideri Necmettin Erbakan’a vermesi Türkiye için tarihi bir dönüm noktasını da beraberinde getirmiştir. Böylece Erbakan’ın 30 yıllık rüyası gerçek olmak üzereydi (Birand, Yıldız, 2012, s.146). 

Bu siyasi atmosferde RP liderinin yapacağı ilk iş, diğer siyasi parti yetkilileri ile ilk görüşmelerini yapması idi. Ancak yapılan ilk görüşmelerden olumlu bir sonuç 
alınamamış olmakla beraber 22 Haziran 1996 tarihli Hürriyet Gazetesi Ana-Yol Hükümeti koalisyonunun yeniden kurulacağı haberlerini gündeme getirmiştir. 

Türkiye’nin siyaset yaşamında bu gelişmeler yaşanırken özellikle RP lideri Necmettin Erbakan’ın hükümeti kurma görevini ikinci kez Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den alması ve DYP lideri Tansu Çiller ile tekrardan masaya oturması bazı çevreler tarafından “laik-dindar bir uzlaşı ve koalisyon” olacağı görüşünü ortaya atmışlardır. Bu çevreler arasında Türkiye’yi eski karanlık dönemlere götürüleceği inancını taşıyanlarda bulunmakla beraber başta TSK, basın-yayın kuruluşları, medya ve üniversiteler adeta diken üzerindeydi (Birand, Yıldız, 2012, s.147). Çünkü bu dönem içerisinde Çiller ve Erbakan arasında karşılıklı suçlamalar bulunmakla beraber, Çiller; “Erbakan’ı eroin kaçakçılığı” ile itham ederken Erbakan ise “Çiller ve ailesi hakkında yolsuzluk iddialarını” gündeme getirmiştir. Özellikle o dönemlerde Tansu Çiller ve ailesi hakkında toplumda yolsuzluk iddiaları hakkında yaygın bir görüş hâkimdi. RP de konularla ilgili olarak seri dosyalar hazırlamıştır. Mevcut koz, hükümeti düşürmek için 
kullanılmıştır. Amaçsa yolsuzlukların üzerine gitmektir (Çelik, 2004, s.49). Ancak bir başka kanıda Tansu Çiller’i hükümet kurmaya mecbur etme noktasına bu dosyaların hazırlandığıdır. 

Bununla beraber RP lideri Necmettin Erbakan daha sonraları Tansu Çiller’in bütün dosyaları için, “bizimle hükümet kuran, sütten çıkmış ak kaşık gibi olur” 
beyanında bulunarak bir başka sıcak mesaj göndermiştir (Çelik, 2004: 59) 

Necmettin Erbakan’ın temaslarında RP’si ve DYP arasındaki görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine (TBMM, 2012,s.949) Refah-Yol 
koalisyonunun adımlarının yavaş yavaş atılmasını ile beraber iki lider arasında geçen kavgalar ve soğuk rüzgârlar da unutulmuştur. Bu koalisyon ortaklığının ilk ışıklarının yanmaya başlaması ile beraber bazı DYP milletvekilleri partilerinden istifa edip ANAP’a geçmişlerdir. Gelişen olaylarla beraber iki lider 28 Haziran 1996’da el sıkıştı ve RP lideri Necmettin Erbakan, DYP lideri Tansu Çiller ile ikişer yıl sürecek “Dönüşümlü Başbakanlık” önerisi temelinde bir koalisyon hükümeti kurulması konusunda anlaşma sağlamıştır. RP’si ile koalisyon kurulmasına da DYP içinde Doğan Güreş ve Köksal Toptan hariç itiraz gelmemiştir. Böylece Ana-Yol modeli esas alınarak, yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. Protokole göre ilk iki yıl için Erbakan’ın Başbakan olması, Çiller’in ise Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olması öngörülmüştür (TBMM, 2012, s.949). Yaşanan bu ortak koalisyon ile Türkiye yeni bir döneme girmiş bulunmakla beraber 28 Şubat süreci de başlamış oluyordu. 

Kamuoyunda Refah-Yol Hükümeti olarak bilinen RP - DYP koalisyonu, TBMM’nin 8 Temmuz 1996 tarihli birleşiminde yapılan güven oylaması sonucunda, 54. 
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olarak kurulmuştur. RP lideri Necmettin Erbakan 29 Haziran 1996 günü Başbakanlık koltuğuna oturmuş, Refah-Yol Hükümeti 8 Temmuz 1996 günü güvenoyu almıştır. Kavgalı geçen güven oylamasında 265 ret, 1 çekimsere karşı, 278 kabul oyu çıkmış ve yalnızca 13 oy farkla alınan güven oylamasında DYP’den 10 milletvekili hükümete ret oyu vermiştir. Bu milletvekilleri daha sonra Hüsamettin Cindoruk’un Genel Başkanlığı’nda DTP (Demokrat Türkiye Partisi) adıyla yeni bir parti kurmuşlardır (Kongar, 1999, s.275). 

RP’nin, DYP ile işbirliği yaparak Türkiye siyasi tarihinde ilk kez iktidara gelmesi, RP dışında kalan toplum kesimlerinde, “Siyasal İslam’ın yükseliş”i olarak 
görülmüş ve Laik Cumhuriyet rejiminin, “Şeriat” ya da “askeri yönetim” ikilemiyle karşı karşıya kaldığı şeklinde değerlendirilmiştir. Nitekim Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması merkez medya organlarında şaşkınlık ve tepkiye yol açmış; hükümet aleyhinde kampanya yürütülmeye başlanmış, hükümeti yıpratma faaliyetleri hızlandırılmıştır (Komisyon, 2012, s.46-47). 

Birçok sıkıntının sonrasında Refah-Yol koalisyon hükümetinin kurulmasının hemen ardından Çiller grubundan ilk istifa sesleri gelmeye başlamış idi. DYP’den ilk istifa1Temmuz’da Edip Safder Gaydalı'dan gelmiş olmakla beraber, 54.Hükümetin 8 Temmuz’da mecliste güven oylaması sonucunda red oyu verenler içersin de ki 8 kişi ise 16 Temmuz’da DYP’den istifa etmişlerdir. Çiller ve DYP’si grubundan ayrılan bu isimlere baktığımızda; başta Tansu Çiller’in çok yakınında bulunan İsmet Sezgin ve Köksal Toptan başta olmak üzere, Mehmet Batallı, Mehmet Köstepen, Rıfat Serdaroğlu, Cavit Çağlar, Emre Gönensay ve Refaiddin Şahin’dir. Bu isimlerde dikkat çeken nokta ise hepsinin Süleyman Demirel’e yakın isimler olmalarıdır. Özellikle yine bu atmosfer içerisinde gerçekleşen önemli bir olay ise Abdulkadir Aksu’nun ANAP’tan ayrılıp 
RP’ne geçmesi ve DYP'li Gencay Gürün ve Ayseli Göksoy'un istifaları vardır. DYP'den ayrılanların Hüsamettin Cindoruk başkanlığındaki DTP’ye yönelişleri de o günlerde başlamıştır (Çelik, 2004, s. 46). 

24 Aralık 1995 genel seçimlerinde birinci parti olarak ipi göğüsleyen RP lideri Necmettin Erbakan, partisi hakkındaki önyargıları ve olumsuz tutumlar aşabilmek için bütün siyasi partiler başta olmak üzere, sivil toplum kuruluşları, basın-yayın kurumları, medya organları ve üniversitelerle sıkı diyalog ilişkileri kurma yoluna gitmiştir. 
Özellikle RP lideri Necmettin Erbakan ve parti temsilcilerinin katıldığı ilk toplantılarda (MGK, YAŞ) Türkiye’nin iç ve dış ilişkilerini, ülkenin güvenliğini ele almış olmakla beraber, ABD, AB ve Türkiye-İsrail ilişkileri ele alınmıştır. Yine bu gelişmelerle beraber ekonomik alanda büyük yatırımlar yapılmıştır. Enflasyon %70 seviyelerinde seyrederken, asgari ücret %100’ün üzerinde arttırılmıştır, memur ve emekli zamları ile ilgili olarak bir yıllık resmi kayıtlardaki enflasyon % 75’tir. Memur emeklilerine verilen %110, işçi emeklilerine verilen % 125, Bağ-Kur emeklilerine verilen % 210’dur (Çelik, 2004, s.47). 

Refah-Yol Hükümeti’nin güven oylamasının ardından daha bir ay geçmeden dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın bir resepsiyon da meyve suyu değil de alkollü içki servisi istemesi (Öztürk, 2006, s.78) üzerine dönemin ilk asker-sivil ilişkisinin bir krize dönüşeceği ve bu krizin ciddi sonuçlar doğuracağı anlaşılmıştı. 

3.2.1.2. Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşlarıyla olan ilişkileri 

24 Aralık 1995 genel seçimlerinde birinci parti olarak çıkan RP’nin lideri Necmeddin Erbakan, partisinin iktidar ortağı olacağını düşünerek, asker, sivil 
bürokrasisi, sermaye çevresi, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve merkez medya ile iyi diyalog kurmak için gayret göstermiştir (Komisyon, 2012, s.47). Özellikle RP lideri Necmeddin Erbakan, başbakanlığının ilk günlerinde başta asker ve sivil bürokrasi olmak üzere bütün kurum ve kuruluşlarla olan ilişkilerini sağlam tutma yoluna gitmiş, mevcut yerel iktidar başta olmak üzere diğer unsurlar ile de sağlam ilişkiler çerçevesinde temayüller dışına çıkmamaya özen göstermiştir. 

Özellikle anayasal bir kurum olan MGK, başta olmak üzere, Türkiye’nin iç ve dış politikaları hakkında gelişmeleri yakından takip etmekle beraber başta ABD, AB, 
İsrail, İran ve Libya ile olan ilişkileri hakkında bilgiler almıştır. Nitekim Başbakan Erbakan, bu bilgilendirmenin yapıldığı MGK toplantısının hemen sonrasında, Türkiye ve İsrail Genelkurmay Başkanlıkları tarafından müzakere edilen, “Gizli” gizlilik dereceli “Türkiye-İsrail Askeri Eğitim ve Savunma Sanayii Anlaşması’nı “kamuoyuna açıklanmamak kaydıyla” imzalamış (Komisyon, 2012, s.47) ve öncesinde Yüksek Askeri Şura (YAŞ), toplantıları sonucunda ele alınan irtica faaliyetleri ve ihraç dosyalarının bulunduğu konular hakkında görüşmeler yapılmış ve toplantı sonrasında 13 subay ve 16 astsubayın TSK’dan bağlarının kesilmesi kararlarını imzalamışlardır. 

Gelişen bu önemli olaylarla beraber 1977 yılında Süleyman Demirel liderliğindeki Milliyetçi Cephe Hükümeti’nden bu yana, Türkiye’de “muhafazakâr” partilerin her iktidara geldiğinde gündeme getirilen, Taksim’e Cami inşa etme projesi için gerekli izin, Kültür Bakanlığına bağlı Eski Eserler ve Anıtlar Genel  Müdürlüğü’ nden çıkmasına rağmen, kamuoyundaki tepkiler üzerine (Komisyon, 2012, s.47), özellikle bu proje 28 Şubat döneminin baskıcı rejimi yüzünden 
uygulamaya konulamamıştır. 

31 Ağustos 1996 tarihinde RP’li Van milletvekili Fethullah Erbaş’ın, kaçırılan Türk askerlerinin serbest bırakılması, PKK’nın ve terör örgütü lideri Abdullah Öcalan 
silah bırakmaya ikna etmek için İHD (İnsan Hakları Derneği) Başkanı Akın Birdal ile birlikte Kuzey Irak’taki PKK kaplarından birine ziyaret düzenlemeleri ve bu süreçte kapta PKK terör örgütü bayrakları altında resim çekilmeleri ve bu resimlerin yayınlanması ülkede büyük yankıları da beraberinde getirmiş idi. Gelişen olaylar çerçevesinde Cumhurbaşkanlığından gelen açıklama, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in RP’nin bu tutumunu, PKK ile olan ilişkilerini, af ve uzlaşma içerisinde olma sürecini sert bir dille eleştirmiştir şeklinde açıklama yapılmıştır. 

Başbakan Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının da katıldığı, 6 Eylül 1996’da gerçekleştirilen “Adli Yıl” açılış töreninde resmi konuşma yapan Yargıtay Başkanı Müfit Utku “Türkiye’ye şeriat getirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini” dile getirmiştir; Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen ise “Ülkemiz trafik kazalarını mevlit okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada bulan, bütçe açığını karşılamak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir” şeklinde olan açıklamaları daha sonraları çok konuşulacak bir atmosferi meydana getirmiştir (Yüksel, 2004, s.30-31). Yargıtay Başkanı Müfit Utku ve Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen’in Komutanlar tarafından tebrik ve takdir edilmesi üzerine, düzenlenen resepsiyona Başbakan Necmettin Erbakan ve Bakanlarının katılmadığı basına yansımıştır. 

24 Aralık 1995 genel seçimleri her ne kadar RP ve Necmettin Erbakan’ın büyük zaferi ile sonuçlanmış olsa da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir dönem başlamış olmakla beraber Türkiye siyaset yaşamı ve atmosferi, yeni bir misyon yüklenmiş ve asker-sivil ilişkileri açısından yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. 

12 Eylül 1996 tarihinde DYP Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener’in büyük medya ve basın kuruluşlarına yapmış olduğu “Çiller fanatiği gençleri tutmakta zorluk yaşayacaklar” şeklinde açıklama yapması ülke gündemi tamamen değiştirmiş olmakla beraber, ilk tepki DSP lideri Bülent Ecevit’ten gelmiş ve Meral Akşener’i sert bir dille meclis kürsüsünden eleştirmiştir. Bu açıklama basın ve medyada da büyük bir etki yaratmış ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli, Meral Akşener hakkında savcılığa suç durusunda bulunmuştur. 

Yine bu dönemde iktidarda bulunan RP’nin “Zorunlu Tasarruf Yasası” ve “Bedelsiz Otomobil İthalatı Kararnamesi” işçi sendikaları tarafından büyük bir tepki ile karşılanmış olmakla beraber, 15 Eylül 1996 tarihinde, Bursa’da düzenlenen “yerli üretime saygı” mitinginde, hükümet protesto edilmiştir. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral’in Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i ziyaret ettiğinde “tasarruf teşvik fonlarının geri ödenmesinin bir takvime bağlanması” ve “Bedelsiz Oto Kararnamesi’nin durdurulması” önerilerinin yer aldığı basına yansımıştır. TÜRK-İŞ Bayram Meral’in ayıca, “devletteki kadrolaşma’ya” dikkat çektiği de öne sürülmüştür (Komisyon, 2012, s.48). 

27 Eylül 1996 günü Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın Türkiye’yi Afganistan’a benzettiği konuşmasının basında yer alması üzerine, Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in, “Afganistan’la Türkiye’yi kıyaslayanlar Atatürk’ü anlamamışlardır” şeklindeki sözleri basına yansımış ve büyük yankı uyandırmıştır (Yüksel, 2004, s.35). Yaşanan bu gelişmelerin hemen ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise “Laikliğin kıymetini bilin” şeklindeki açıklaması oldukça manidar ve dikkat çekicidir (30 Eylül 1996, Hürriyet ). Ülke genelinde büyük söz sahibi olan üniversiteler başta olmak üzere YÖK Başkanı ve Rektörler “Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin yakın izleyicisi olacaklarını” ifade etmişlerdir. 

RP lideri ve Başbakan Necmettin Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşları ile olan ilişkileri genel anlamda olumsuz olmakla beraber, özellikle 27 Eylül 1996 
tarihli MGK toplantısında Genelkurmay ve MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı) vermiş olduğu bilgiler içerisinde İran’ın PKK ya destek vermesi gündeme gelmiş ve bu bilgi karşısında Başbakan Erbakan sessiz kalmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1 Ekim 1996 tarihinde TBMM açılışında yaptığı konuşmada, “Cumhuriyetin temel nitelikleri değiştirilemez” şeklindeki ifadesi başta Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları tarafından özveri ile karşılanmış ve Mesut Yılmaz’ın yine meclis kürsüsünden Erbakan ve Hükümet aleyhinde konuşması konuyu farklı boyutlara taşımıştır. 

Başbakan Erbakan ve Hükümetin bu politikaları içerisinde seyri devam ederken özellikle çok tartışılacak bir konu gündeme gelmiştir. Başbakan Erbakan, 3 Kasım 1996’da gerçekleştirilen ara yerel seçimlerde, “İlk defa halkın inancının iktidara geldiğini” ifade etmiş, partinin seçim propagandası çalışmalarında, “üniversitelerde başörtüsü nedeniyle mağdur olan öğrencilerin mağduriyetlerinin sona ereceğini” ve “karayoluyla haccın mümkün olacağını” taahhütlerinde bulunulmuştur. Bu gelişmelerin ardından toplana YAŞ (Yüksek Askeri Şura) ile beraber toplantıda, Genelkurmay Başkanlığı tarafından Başbakan Erbakan’a verilen brifingde “iç ve dış tehditler kapsamında irticanın/şeriatın PKK’dan daha öncelikli bir tehdit olduğu” vurgulanmış; toplantı sonucunda, 58 subay/astsubay ile 11 personelin irticacı oldukları gerekçesiyle Ordu’dan uzaklaştırılması kararlaştırılmıştır. Başbakan Erbakan, bu dayatma karşısında sessiz kalarak kararları imzalamıştır (Komisyon, 2012, s.49). 

Başbakan Erbakan ve partisinin bu gibi gelişmeler karşısında artık kendini savunamaz hale gelmesi, başta meclis olmak üzere muhalefet seslerinin yükselmesi ve bununla beraber gelişen olaylar karşısında Genelkurmay Başkanlığının ve Kuvvet Komutanlarının bildirileri oldukça dikkat çekici bir dönemde gelmiş olmakla beraber döneme damgasını vuran medya ise yapmış olduğu açıklamalar ve manşetleriyle dikkat çekmekteydi. Özellikle, 20 Aralık 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinin manşetinde; “Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin” manşeti atılmış olmakla beraber, Ertuğrul Özkök’ün köşesinde yer alan röportajdan alınarak haberde konu edilen bu sözün Dz. K.K.Ora. Güven Erkaya’ya ait olduğunu gazeteci Sedat Ergin tarafından daha sonra açıklanmıştır, bununla beraber özellikle 9 Ocak 1997 tarihinde Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir 
(Komisyon, 2012, s.49). 

27 Ocak 1997 tarihli MGK Toplantısında, irtica konusunun gündeme gelmesi, aşırı dinci akımların yarattığı tehlikenin PKK tarafından kullanılması vb. önemli 
gelişmelerin yaşanması ile beraber MGK gündemi artan terör ve PKK olaylarına değil ülkeyi etkisi altına almakta olan aşırı dinci akımlar, şeriat ve irtica konusuna kilitlenmiştir. 

Gelişen bu olaylar ile beraber 3 Şubat 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan, partisinin MKYK (Merkez Karar Yürütme Kurulu) Toplantısı’nda yaptığı 
konuşmada, “Hükümet programında “din-vicdan özgürlüğü” konusundaki düzenlemenin kamuda türban serbestisini de kapsadığını ve bu konuda DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ile anlaşma sağladıklarını” söylemiştir (Komisyon, 2012, s.49). 

Necmettin Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşlarıyla olan ilişkileri bu bağlamda ele alınmakla beraber özellikle başta Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanları olmak üzere büyük medya ve basın kuruluşları, üniversiteler, YÖK ve rektörler, bununla beraber muhalefet partileri, Cumhurbaşkanlığı makamı ve sivil toplum kuruluşları vb. olmak üzere genel olarak ilişkiler ele alınmıştır. Başbakan Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşlarıyla olan ilişkileri bizatihi-i 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler gibi görünmekle beraber, süreci hızlandırır nitelikte olmuştur. Özellikle irtica, şeriat ve aşırı dinci kurumların faaliyetleri başta olmak üzere, din ve vicdan özgürlüğü konusundaki düzenlemenin kamuda türban serbest isi gibi düzenlemelerin gündeme gelmesi başta Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanları  tarafından tepkiyle karşılanmış olmakla beraber bunu başta Cumhurbaşkanlığı makamı, YÖK, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenme si neticesinde bu süreç daha da etkin hale gelmiş ve hızlanmıştır. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 12

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 12


3.1.6. ANA-YOL Hükümeti’nin Kuruluşu 

 24 Aralık 1995 tarihinde gerçekleştirilen erken genel seçimler, Türkiye siyasi tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi olmuştur (TBMM, 2012, 
Bu seçimler sonrasında da siyasetin dalgalı atmosferi bir kez daha görülmüş olmakla beraber siyasi yaşamın parçalı seyri hala devam etmekte idi. Şöyle ki; Hürriyet Gazetesi 24 Aralık genel seçimlerini, “En Kritik Seçim” olarak vurgulamış, “Türk halkı, Cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak” şeklinde ifade etmiştir. 

Özellikle 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Aralık 1995 genel seçimleri sonrasında RP: 158, DYP: 135, ANAP: 132, DSP: 76, CHP: 49 milletvekili çıkarmış olmakla beraber, ANAP saflarında seçime katılan BBP, toplamda 8 milletvekili çıkararak meclise sokmuş, %10’luk seçim barajını geçemeyen MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ise meclise girememiştir. 

Yapılan bu seçimlerde RP’nin birinci parti olarak çıkması ve iktidara emin adımlarla yürüme politikası medyada “Rejim Sorunu” olarak ifade edilmiştir. Meclis Başkanlığı seçiminde ANAP ve DYP ile sol partiler tarafından RP’ye karşı ortak blok oluşturulmuş, neticede RP’nin adayı Aydın Menderes’in yerine, üçüncü parti olan ANAP’ın adayı olan Dr. Mustafa Kalemli Meclis Başkanlığına getirilmiş tir. Bu sonuç, RP açısından ilk yenilgi olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.946). 

1996 yılının Mart ayına gelindiğinde hala hükümet kurulamamıştı. Cumhuriyetçi ve laik çevreler tarafından daima korkulu ve endişeli gözlerle bakılan Necmettin 
Erbakan, RP’nin Genel Başkanıydı. Gözler RP lideri Necmettin Erbakan’ın üzerindeydi. Çünkü ilk ve tek başbakan adayı oydu (Birand, Yıldız, 2012, s.134). 
Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den görevi alınca ilk yaptığı iş ANAP’ın kapısını çalmak ve koalisyona ikna etmek olmuştur. Nitekim 1995 genel seçimlerinden ikinci olarak çıkan parti DYP’si olmuştur. Temayüller gereği, Necmettin Erbakan’ın ilk önce DYP lideri Tansu Çiller ile görüşmesi gerekirken iki liderin seçim öncesi tartışmalarından ötürü iki lider arasında soğuk rüzgârlar esiyordu. Bu atmosfer ortamında Çiller’in, Erbakan’ı uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlamasına kadar gitmiştir. 
Bu sebeplerden ötürü ilk olarak RP lideri Necmettin Erbakan, ANAP’ın kapısını çalma gerekliliğini hissetmiş olmakla beraber görüşme gizlice Abdulkadir Aksu’nun evinde olmuştur. Bir müddet sonra ise iki siyasi parti arasında resmi boyutta görüşmeler başlamış idi. Ancak yapılan bu görüşmeler sonucunda Necmettin Erbakan ve ANAP lideri Mesut Yılmaz koalisyon konusunda anlaşamadılar. 

RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan çareyi diğer parti liderleriyle görüşmekte aradıysa da kimse Erbakan ile görüşmek istemiyor hatta Erbakan ile görülmek bile istemiyordu. Bütün bu kötü gidişat gizli bir el tarafından yönlendirircesine bir atmosfer oluşturulmuş ve Erbakan çareyi görevi devretmekte buldu. Yaşanan bu olaylar üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1995 genel seçimlerinde en çok oy alan ve mecliste en çok sayıda ikinci milletvekili bulunduran Tansu Çiller’e hükümeti kuma görevini vermiştir. Bunun üzerine siyaset atmosferi tam tersi bir havaya bürünmüş ve hemen herkes ANAP ve DYP koalisyonunu bekler olmuştur. Toplumsal çevreler, iş dünyası, medya başta olmak üzere hemen herkes bu koalisyonu bekliyor ve destekliyorlardı. Ancak bu samimi siyaset atmosferi uzun soluklu olmamış ve iki lider arasında “Kimin Başbakan Olacağı” tartışması patlak vermiş ve koalisyon gerçekleşememişti. Erbakan’dan sonra Çiller’de hükümeti kurma görevini yerine getirememişti. Tansu Çiller, hiçbir parti liderini ikna edememiş ve çabaları boşa çıkmıştı. 

RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile başlayan hükümeti kurma görevi Tansu Çiller ile devam ettirmek isteyen Cumhurbaşkanı Demirel, Çiller’in de başarısız olması ile hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. Siyaset asla boşluk kaldırmazdı. Günler haftalar geçiyor Türkiye hükümetsiz yaşıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.138). Sorun yine aynı sorundu. Refah Partisiz bir koalisyon ve hükümet kurulması idi. ANAP lideri ikinci kez RP’nin kapısını çalmaya hazırlanırken beklenmedik bir sürpriz gerçekleşmiş ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi arayarak “DYP ve ANAP Koalisyonunun Kurulmasını” istemişti, bunun üzerine Kalemli, ANAP lideri Mesut Yılmaz’ı aradı ve olanları anlattı artık ağır güçler Yılmaz’ı, Tansu Çiller’le Ana-Yol Koalisyonuna itiyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.139). 

RP ise bu koalisyonu istemiyor ve ilk amaç bu koalisyonun önlenmesiydi. Sonunda siyasi atmosfer bir nebzede olsa durulmaya başlamış ve Çiller-Yılmaz 
önderliğimde “Ana-Yol Hükümeti” kurulmuştu. Bu koalisyon sonucunda bir de siyasi kavram ortaya çıktı ki “Dönüşümlü Başkanlık” sistemi idi. Kurulan koalisyon ittifakında ilk önce Mesut Yılmaz Başbakan olacak, sonra başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devredecekti. 

Dönüşümlü Başbakanlık esasına dayalı hükümet protokolü 3 Mart 1996 günü imzalanmış, Ana-Yol Hükümeti Cumhurbaşkanı tarafından 6 Mart günü onaylanmıştır. 
Hürriyet Gazetesi’nde Ana-Yol Hükümeti, “Umut Hükümeti” olarak tanımlanırken, Milliyet Gazetesinde “Tarihi Uzlaşma” manşeti atılmış; Akit Gazetesinde ise “Zoraki İzdivaç” tanımı kullanılmıştır (TBMM, 2012, s.947). 

Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan ANAP-DYP Koalisyon Hükümeti 6 Mart 1996 - 28 
Haziran 1996 tarihleri arasında görev yapmıştır. Seçimlerden sonra, koltuk sayısı bakımından 2. parti olan DYP ile kurduğu Ana-Yol Hükümeti ancak 3 ay kadar sürmüş, Başbakan Yılmaz’ın 4 Haziran’da Cumhurbaşkanı Demirel’e istifasını sunmasıyla Ana-Yol Hükümeti 6 Haziran 1996 tarihinde sona ermiştir. Böylece bu koalisyonun siyasi ömrü yaklaşık 3 ay sürebilmiş, ülke yeniden hükümet kurma tartışmaları içine sürüklenmiştir (TBMM, 2012, s.948). RP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru sonucunda Ana-Yol Hükümeti’nin güven oylaması iptal edilmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 7 Haziran’da kabineyi kurma görevini RP lideri Necmettin Erbakan’a vermiştir. Süleyman Demirel’in hükümeti kurma görevini, Meclis’teki en büyük grup olması nedeniyle 28 Haziran 1996’da Erbakan’a vermesi, “Erbakan’ın da DYP lideri Tansu Çiller'le anlaşacağının belli olmasına bağlı bir olaydı” şeklinde yorumlanmıştır (Özgan, 2008, s.61). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


 ************************

28 ŞUBAT ASKERİ DARBESİ, Cumhuriyet Tarihi, ANAYOL HÜKÜMETİ, Demokrasi, Eğitim, İsmail GÜLMEZ, Post Modern Darbe, TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR, 



28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 13

3.2. 28 Şubat Süreci ve Refah-Yol Hükümeti Döneminde ki Gelişmeler 


28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleştirilen MGK’da alınan kararların uygulama sürecine konulmasıyla başlayan dönemi ifade etmekle beraber, söz konusu sürecin öncesine DYP ve RP arasında 8 Temmuz 1996 yılında kurulan koalisyon hükümetiyle beraber adım adım yaklaşılan bir süreç olarak düşünülebilir. Refah-Yol koalisyon hükümetinin kuruluşunu takip eden zaman diliminde hükümetin, özellikle RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın bir takım tercihleri, 28 Şubat sürecinin başlamasının nedenleri olarak ortaya konmaktadır (Dilaveroğlu, 2011, s.78). 

Adını 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısından alan ve Cumhuriyet tarihine “post-modern” darbe diye geçen bu süreç (Erdoğan, 1999, s.5) Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli dönemlerden biri olarak değerlendirilmek tedir. Sistematik olarak 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 tarihlerinde yapılan ve klasik darbeler olarak bilinen “askeri müdahaleler” olarak da nitelenen olayların amaç olarak bir benzeri, nitelik olarak ise ötesi olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle hem 28 Şubat’ı destekleyen hem de süreci eleştirenler bu dönemle ilgili olarak “post-modern” tanımını kullanmakta bir engel görmemektedirler. Neden bu tanımın kullanıldığıysa, medyanın bu dönemde almış olduğu tavır ve medya organlarının süreçte yüklendiği görevle doğrudan bağlantılıdır. Buradaki “post-modern” ibaresi daha çok, yapılan 
askeri müdahale sürecinde medyanın üstlendiği ve oynadığı rol ve yaptığı katkıya binaen kullanılmıştır. Bu dönem; siyasi partiler, Cumhurbaşkanı, TSK ve MGK, Anayasa Mahkemesi, üniversiteler, meslek teşekkülleri, sivil toplum kuruluşları ve medyanın hem sistem içindeki gerçek rollerini hem de daha özel olarak ülkeyi olağan dışı bir rejime sürüklemedeki katkılarının anlaşılması açısından bir tür laboratuvar olarak da yorumlanmaktadır. Bu dönemin yaşanmasında özellikle medyanın oynadığı ve üstlendiği “rol” özel olarak değerlendirilmektedir (Erdoğan, 1999, s.5). 

Her şeyden önce “28 Şubat süreci nedir?” sorusunun tek bir cevabı yoktur; aksine pek çok cevabı vardır. 28 Şubat sürecine ve yaşanan olaylara nereden 
baktığımıza, aktörleri arasında yer alıp almadığımıza, sürecin maliyetlerinden ne kadar etkilendiğimize, daha genelde de demokratik sürece dışarıdan müdahaleye ilke olarak sıcak bakıp bakmadığımıza bağlı olarak vereceğimiz cevabın değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu süreç aktörlerinden bazılarına göre “Demokrasiye balans ayarı yapmaktır” 

(Öcal, 2009, s.15). Böylece ülkede şeriat ve irticanın etkisi altına girmiş olan demokrasi, 28 Şubat süreci ile tekrar olması gereken yere çekilmiştir. 

28 Şubat süreci uzun yıllar devam etmiş ve hala devam etmekle beraber bu süreç kimilerine göre “post-modern” darbe olarak nitelendirilmiştir. Kimilerine göre ise herhangi bir güç unsuru olmadan silahlar konuşmadan askerler siyasete müdahale etmiş ve iktidarı değiştirmiş olmakla beraber geleneksel ve klasik darbe araçlarını kullanılmadan aynı sonuçları elde edilmiştir. Yine 28 Şubat’ın mimarlarına göre 28 Şubat 1997 MGK Kararları bir askeri darbeyi önleme hareketi olarak ifade edilmiş ve Hükümet politikaları, dış ilişkiler, sosyal ve siyasal olaylar, irtica ve şeriat söylemleri vb. gibi olaylarla gelmekte olan askeri darbe alınan önlemler sayesinde engellenmiştir. Bazılarına göre ise 28 Şubat süreci sivil bir darbe olarak nitelendirilmiştir. Askeri-sivil bürokrasi, medya ve iş dünyası irtica tehdidi ve laikliğin elden gitmesine karşı el ele vermiş, mevcut iktidara karşı direnişe geçmiş ve yönetimi değiştirmeyi başarmıştır. Yine bir başka görüşe göre ise 28 Şubat bir darbe değildir; zira Meclis kapatılmamış, 
partiler (bir-ikisi dışında) yerinde kalmış, anayasa lağvedilmemiş ve dolayısıyla darbenin tipik şartları gerçekleşmemişti (Kongar, 2000, s. 89-112). 

28 Şubat süreci hem o dönem iktidardaki Refah-Yol Hükümeti için hem de Türk demokrasisi için bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu yeni dönemde ordu aktif bir şekilde siyasete ve sivil hayata karışmaya başlamıştı. Bunu irtica brifingleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla yaptıkları görüşmelerle ve gizli bir şekilde yürüttükleri politikalarla gerçekleştirmekte idiler. Ordudaki Tuğ generaller, Generaller, Komutanlar, Refah-Yol Hükümetine özelliklede RP’ye ateş püskürmek teydi. Bunu kimi zaman kapalı kapılar ardında yapmaktaydılar, kimi zamanda medyaya açık bir şekilde verdikleri demeçlerle gerçekleştirmek teydiler (Özer, 2011, s.89). 

28 Şubat süreci her ne kadar 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK kararlarıyla fiilen başlamış görünse de gerçekte başlangıç tarihi olarak, 1950'de DP’nin iktidara gelişine kadar geriye götürülebilir. TSK, irtica ve şeriat tehdidini her zaman göz önünde bulundurmuş, tüm iktidarlara bunu özenle aktarmayı sürdürmüştür. Ancak 28 Şubat 1997’de bu ilgi ilk kez bir yaptırım şeklinde ortaya çıkmıştır. 28 Şubat Kararları her ne kadar bölücülüğü, ırkçılığı, organize suçları içeriyorsa da, medyanın yönlendirmesi ve kamuoyu dikkatinin özellikle bu konu üzerinde odaklanması ağırlıklı olarak irticayı hedef alan, hatta sürecin sırf irticaya yönelik başlatıldığı izlenimini uyandıran bir süreç gözlenmektedir (Bölügiray, 1999, s. 30-33). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDCKTİR

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 11

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ,  BÖLÜM 11



3.1.5. 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri 

1995 senesi aslında Türkiye’nin bir eksen değişikliğine girdiğinin en önemli 
işaretini vermiştir (Birand, Yıldız, 2012, s.119). 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ki RP’nin başarısının ardından Türkiye 1995 sonbaharında kendini bir erken seçim atmosferinde bulmuştu. 24 Aralık seçimleri gerçekten ilginç sonuçlar doğuracaktı. 
Özellikle 1990’lı yılların merkez sağ ve sol partilerine baktığımızda sanki seçimlere ilk kez giriyorlarmış, daha dün kurulup siyasi arenada yerlerini almışlar gibi, belli bir siyasi birikim ve tecrübeleri yokmuşçasına davranıyorlardı. Özellikle 1991 genel seçimlerinde merkez sağın başarısı ile sonuçlanmış, sağ partiler bir önce ki seçimlerde küçük oy kayıplarını telafi ederek güçlerini daha da artırmışlardır. Özellikle sağ partiler kaybetmiş olduğu güçlerini büyük ölçüde geri alarak toplam güçlerini % 66.36’dan % 67.92’ye taşımıştır. Sağın oy oranındaki bu kıpırdanma meclis aritmetiğine de yansımış ve siyasi yelpazenin sağı, toplamda 355 milletvekili çıkararak, parlamentoda % 78.89’luk bir temsil gücü elde etmiştir (Özgan, 2008, s.58). 

24 Aralık 1995 seçim öncesi ülkedeki atmosferi Ali Bayramoğlu şöyle izah 
etmekteydi; “ANAP ve DYP’nin aynı cephe içerisinde yer alan, siyasi rakip olarak 
birbirlerini tarif eden, karşı cephenin lideri RP’yi ise kendi aralarındaki çatışmalardan malzeme olarak kullanan iki siyasi parti haline geldiği, arzu edileni talep etmekten çok arzu edilmeyene uzak tutmaya yönelik garip bir demokrasi anlayışının egemen olduğu,” bir siyasi atmosfer içerisindeydi (Bayramoğlu, 2007, s.33). 

Özellikle yapılan seçimlerde seçmen kitlesi önemli rol oynamaktadır. Seçmen 
yapısı, yapılan seçimlerde kime ve neden oy vereceğini iyi bilmesi gerekmektedir. Kürtler, İslami kesimler, bir ölçüde Aleviler, sosyal, ekonomik ve rasyonel bir refleksiyonla ülkenin genel sorunlarından hareket etmemektedirler (Özgan, 2008, s.58). 

Bir grup seçmen ise kime ve neden oy vereceğini tam olarak bilememektedir. Bir başka grup ise eski parametrelerle hareket eden, ekonomik ya da geleneksel kriterlere göre düşünen bir seçmen türüdür (Özgan, 2008, s.59). 

Özellikle ülkede ki seçmen kitlesi ve onun siyasi tercihini yaparken göz önüne 
almış olduğu kriterler yukarıda verilmiş olmakla beraber, Türkiye’de Türklerden 
Kürtlere, Laik kesimden İslami kesime kadar, Alevi kesimden Sünni kesime kadar birçok etnik köken ve mezhebin bulunması toplumsal bütünleşme ve kimlik sorunlarını da ön plana çıkararak farklı bir atmosfer ortamı oluşturmuştur. Bu farklı köken ve mezheplerin hepsi ülkede birlik, beraberlik ve bütünlük içerisinde yaşamaktadırlar. 24 Aralık 1995 seçimleri ve Türkiye’nin bir eksen değişikliği içine girdiği dönem işte böyle bir atmosfer içerisinde gerçekleşmişti. 

24 Aralık 1995 genel seçimleri ardından Meclis'teki milletvekili dağılımı şu 
şekilde olmuştur: RP: 158, DYP: 135, ANAP: 132, DSP: 76, CHP: 49. Seçim 
sonuçlarına göre RP % 21,38 ile birinci, % 19,6 oy oranıyla ANAP ikinci ve %19,2 oy oranıyla da DYP üçüncü sırada gelerek 24 Aralık 1995 seçimleri bu şekilde sonuçlanmıştır. Bu seçim sonuçları ardından ise ilk ayrılma müdahalesi, ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın iyi bir fikir olacağı düşüncesiyle seçime birlikte girdiği BBP (Büyük Birlik Partisi) lideri Muhsin Yazıcıoğlu ve altı milletvekilinin yollarını daha işin başında, 28 Şubat 1996’da ayırmasıyla gelmiştir (Özgan, 2008, s.60).Bu seçim ile beraber artık Türkiye’de yeni bir dönem başlamış ve bu seçim sonuçları Türkiye Cumhuriyet’i siyasi tarihinin en önemli dönüm noktaları arasında yerini almıştır. Özellikle 1990’lı yıllara damgasını vuracak koalisyon hükümetlerinin bir yenisi daha bu seçim sonuçları ile gelecekti (Birand, Yıldız, 2012, s.115). 

24 Aralık 1995 genel seçimleri sonucunda ortaya çıkan parlamento tablosu ise 
gerilim ve krizlerin çözümsüz bırakılması, toplumun kendisini yeniden üretme 
kanallarının tıkanmasının, toplum ile siyaset arasında ki ilişkilerin kopmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. 1995 genel seçimlere katılım çok partili dönem içerisinde Türkiye ortalaması olan % 80,8’den daha yüksek bir seviyede ve % 85.20 olarak gerçekleşmiştir. Böylece, alınan oy oranı ile birlikte ilk üç sırayı da sağ partilerin paylaştığı bu seçimlerde, Türk siyaseti ve toplum hayatında çok büyük bir önem taşıdığı anlaşılmıştır (Arslan, 2003,s.30). 

Kimilerinin post modern darbe olarak da nitelendirdiği 28 Şubat sürecini büyük 
ölçüde, seçim sonuçları ile ortaya çıkan bu siyasi tablo ile hazırlamıştır. 13 siyasi parti ve bağımsız adayların belirli oranlarda oy desteği elde ettiği bu genel seçimlerde, 5 

siyasi parti yüzde % 10’luk genel oy barajını aşmış ve meclis çatısı altında temsil edilme hakkını kazanmıştır (Özgan, 2008, s.60). Özellikle bu seçimlerde umduğu başarıyı elde edemeyen CHP seçim barajını zor aşarak sol partiler içerisinde tek partili resmi ideolojiyi temsil ederek meclise girmiştir. Bununla beraber özellikle SHP 1991 seçimlerinden sonra DYP ile girmiş olduğu muhalefet sonrası siyasi kimliğini bir nebze de olsa yitirmiş ve belirsiz bir muhalefet yoluna girmiştir. Bu belirsiz muhalefet sonucunda ise SHP-CHP’den uzaklaşmasına sebebiyet vermiştir. Böylece tek partili dönemden beri süregelen temel ilkeler sarsılmış ve altı oku o dönemlerden beri tutucu bir sembolizmle bu partiye bağlı kalan yaşlanmış neslin özlemli oylarını çeken bir mıknatıs konumuna düşürmüştür (Özgan, 2008, s.61). 

24 Aralık 1995 genel seçimlere katılım oranı çok yüksek olması ile beraber 
özellikle RP’nin seçimlerden büyük bir başarı ile çıkmasının yanında birçok kesimden de oy almayı başarabilmişti. RP bu seçimlerde özellikle dışlanmışlardan da destek almakla beraber İslami kimliğinin daha ön plana çıktığı ve bu imajın siyasi bir partiye dönüştüğü bir konuma gelmiştir. RP’nin bu siyasi anlamda ki büyüme potansiyeli sadece diğer merkez sağ partilerinin zayıflaması sonucu değil birçok kesimden oy alabilme potansiyelini de beraberinde getirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Necati Çelik’e göre; “Türkiye’de ezen ezilen ikilemi, emek kesimini önce sola, daha sonra da 
büyük ölçüde Siyasal İslam diye nitelenen siyasal akıma yönlendirmiştir” (Çelik, 2004, s.98). Bu seçim sonuçları artık toplumda bulunan tıkanıklığı açmakla kalmamış, merkez sağ ve sol partiler artık küçülürken bu küçülmeye nazaran kimlikleri ön planda olan siyasi partiler ise büyüme yoluna girmeye başlamışlardı. Daha doğrusu 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde kimlik ve köken sorunları toplumsal yaşamı etkisi altına aldığı gibi şimdilerde ise siyasi yaşamı etkisi altına almıştır. 

Ancak 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak RP’nin çıkmasına 
rağmen hükümeti kurma işinin ikinci parti olarak sandıktan çıkan ANAP’a verilmesi, 28 Şubat sürecinin Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasından önce oluşmaya başladığı anlamına geldiği görüşünü hâkim kılmaktadır (Özgan, 2008, s.61). 

3.1.6. ANA-YOL Hükümeti’nin Kuruluşu 

 24 Aralık 1995 tarihinde gerçekleştirilen erken genel seçimler, Türkiye siyasi 
tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi olmuştur (TBMM, 2012, s.945). Bu seçimler sonrasında da siyasetin dalgalı atmosferi bir kez daha görülmüş olmakla beraber siyasi yaşamın parçalı seyri hala devam etmekte idi. Şöyle ki; Hürriyet Gazetesi 24 Aralık genel seçimlerini, “En Kritik Seçim” olarak vurgulamış, “Türk halkı, Cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak” şeklinde ifade etmiştir. 

Özellikle 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Aralık 1995 genel 
seçimleri sonrasında RP: 158, DYP: 135, ANAP: 132, DSP: 76, CHP: 49 milletvekili çıkarmış olmakla beraber, ANAP saflarında seçime katılan BBP, toplamda 8 milletvekili çıkararak meclise sokmuş, %10’luk seçim barajını geçemeyen MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ise meclise girememiştir. 

Yapılan bu seçimlerde RP’nin birinci parti olarak çıkması ve iktidara emin 
adımlarla yürüme politikası medyada “Rejim Sorunu” olarak ifade edilmiştir. Meclis Başkanlığı seçiminde ANAP ve DYP ile sol partiler tarafından RP’ye karşı ortak blok oluşturulmuş, neticede RP’nin adayı Aydın Menderes’in yerine, üçüncü parti olan ANAP’ın adayı olan Dr. Mustafa Kalemli Meclis Başkanlığına getirilmiştir. Bu sonuç, RP açısından ilk yenilgi olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.946). 

1996 yılının Mart ayına gelindiğinde hala hükümet kurulamamıştı. Cumhuriyetçi 
ve laik çevreler tarafından daima korkulu ve endişeli gözlerle bakılan Necmettin 
Erbakan, RP’nin Genel Başkanıydı. Gözler RP lideri Necmettin Erbakan’ın 
üzerindeydi. Çünkü ilk ve tek başbakan adayı oydu (Birand, Yıldız, 2012, s.134). Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den görevi alınca ilk yaptığı iş ANAP’ın kapısını çalmak ve koalisyona ikna etmek olmuştur. Nitekim 1995 genel seçimlerinden ikinci olarak çıkan parti DYP’si olmuştur. Temayüller gereği, Necmettin Erbakan’ın ilk önce DYP lideri Tansu Çiller ile görüşmesi gerekirken iki liderin seçim öncesi tartışmalarından ötürü iki lider arasında soğuk rüzgârlar esiyordu. Bu atmosfer ortamında Çiller’in, Erbakan’ı uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlamasına kadar gitmiştir. 

Bu sebeplerden ötürü ilk olarak RP lideri Necmettin Erbakan, ANAP’ın kapısını çalma gerekliliğini hissetmiş olmakla beraber görüşme gizlice Abdulkadir Aksu’nun evinde olmuştur. Bir müddet sonra ise iki siyasi parti arasında resmi boyutta görüşmeler başlamış idi. Ancak yapılan bu görüşmeler sonucunda Necmettin Erbakan ve ANAP lideri Mesut Yılmaz koalisyon konusunda anlaşamadılar. 

RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan çareyi diğer parti liderleriyle 
görüşmekte aradıysa da kimse Erbakan ile görüşmek istemiyor hatta Erbakan ile görülmek bile istemiyordu. Bütün bu kötü gidişat gizli bir el tarafından 
yönlendirircesine bir atmosfer oluşturulmuş ve Erbakan çareyi görevi devretmekte buldu. Yaşanan bu olaylar üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1995 genel seçimlerinde en çok oy alan ve mecliste en çok sayıda ikinci milletvekili bulunduran Tansu Çiller’e hükümeti kuma görevini vermiştir. Bunun üzerine siyaset atmosferi tam tersi bir havaya bürünmüş ve hemen herkes ANAP ve DYP koalisyonunu bekler olmuştur. Toplumsal çevreler, iş dünyası, medya başta olmak üzere hemen herkes bu koalisyonu bekliyor ve destekliyorlardı. Ancak bu samimi siyaset atmosferi uzun soluklu olmamış ve iki lider arasında “Kimin Başbakan Olacağı” tartışması patlak vermiş ve koalisyon gerçekleşe memişti. Erbakan’dan sonra Çiller’de hükümeti kurma 
görevini yerine getirememişti. Tansu Çiller, hiçbir parti liderini ikna edememiş ve çabaları boşa çıkmıştı. 

RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile başlayan hükümeti kurma görevi 
Tansu Çiller ile devam ettirmek isteyen Cumhurbaşkanı Demirel, Çiller’in de başarısız olması ile hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. Siyaset asla boşluk kaldırmazdı. Günler haftalar geçiyor Türkiye hükümetsiz yaşıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.138). 
Sorun yine aynı sorundu. Refah Partisiz bir koalisyon ve hükümet kurulması idi. ANAP lideri ikinci kez RP’nin kapısını çalmaya hazırlanırken beklenmedik bir sürpriz gerçekleşmiş ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 
Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi arayarak “DYP ve ANAP Koalisyonunun 
Kurulmasını” istemişti, bunun üzerine Kalemli, ANAP lideri Mesut Yılmaz’ı aradı ve olanları anlattı artık ağır güçler Yılmaz’ı, Tansu Çiller’le Ana-Yol Koalisyonuna 
itiyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.139). 

RP ise bu koalisyonu istemiyor ve ilk amaç bu koalisyonun önlenmesiydi. 
Sonunda siyasi atmosfer bir nebzede olsa durulmaya başlamış ve Çiller-Yılmaz 
önderliğimde “Ana-Yol Hükümeti” kurulmuştu. Bu koalisyon sonucunda bir de siyasi kavram ortaya çıktı ki “Dönüşümlü Başkanlık” sistemi idi. Kurulan koalisyon ittifakında ilk önce Mesut Yılmaz Başbakan olacak, sonra başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devredecekti. 
Dönüşümlü Başbakanlık esasına dayalı hükümet protokolü 3 Mart 1996 günü 
imzalanmış, Ana-Yol Hükümeti Cumhurbaşkanı tarafından 6 Mart günü onaylanmıştır. 
Hürriyet Gazetesi’nde Ana-Yol Hükümeti, “Umut Hükümeti” olarak tanımlanırken, Milliyet Gazetesinde “Tarihi Uzlaşma” manşeti atılmış; Akit Gazetesinde ise “Zoraki İzdivaç” tanımı kullanılmıştır (TBMM, 2012, s.947). 

Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ANAP Genel Başkanı Mesut 
Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan ANAP-DYP Koalisyon Hükümeti 6 Mart 1996 - 28 Haziran 1996 tarihleri arasında görev yapmıştır. Seçimlerden sonra, koltuk sayısı bakımından 2. parti olan DYP ile kurduğu Ana-Yol Hükümeti ancak 3 ay kadar sürmüş, Başbakan Yılmaz’ın 4 Haziran’da Cumhurbaşkanı Demirel’e istifasını sunmasıyla Ana-Yol Hükümeti 6 Haziran 1996 tarihinde sona ermiştir. Böylece bu koalisyonun siyasi ömrü yaklaşık 3 ay sürebilmiş, ülke yeniden hükümet kurma tartışmaları içine sürüklenmiştir (TBMM, 2012, s.948). RP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru sonucunda Ana-Yol Hükümeti’nin güven oylaması iptal edilmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 7 Haziran’da kabineyi kurma görevini RP lideri Necmettin Erbakan’a vermiştir. Süleyman Demirel’in hükümeti kurma görevini, Meclis’teki en büyük grup olması nedeniyle 28 Haziran 1996’da Erbakan’a vermesi, “Erbakan’ın da DYP lideri Tansu Çiller'le anlaşacağının belli olmasına bağlı bir olaydı” şeklinde yorumlanmıştır (Özgan, 2008, s.61). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***