30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 7

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 7

28 ŞUBAT ASKERİ DARBESİ, Cumhuriyet Tarihi, DEĞERLENDİRME, Demokrasi, Eğitim, ETKİLERİ, İsmail GÜLMEZ, Post Modern Darbe, TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR, 



27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasındaki gelişmeler yakından takip 
edildiğinde, ülkede, askerin kışlasından çıktıktan sonra, yeniden kışlasına dönmesinin ne kadar zorlaştığı görülmektedir (TBMM, 2012, s.381). Cumhuriyet tarihinin ikinci askeri müdahalesi 12 Mart 1971’de gerçekleşmiştir. Özellikle 12 Mart müdahalesi TSK’nın kendi bünyesinde bulunan sol düşünceli subayların bölünmesi sonucunda bir grup subayın sivillerle işbirliği yapmaları, sol düşüncelere karşı bir hareketlilik yaşanmıştır. Öncelikle 12 Mart 1971 Askeri müdahalesini anlayabilmek için o dönemin siyasal ve sosyal olaylarını iyi bilmek gerekmektedir. 1961 anayasası ile sosyal ve siyasal hayatta sağ ve sol grupların oluşması siyasal ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmişti. 12 Mart müdahalesi ülkedeki bir grup aydın, yazar, düşünür, akademisyen komünist olduğu gerekçesiyle tutuklanmış, ordu kendi içindeki subayları tasfiye çalışmalarını sürdürmüş olmakla beraber asıl amaç Süleyman Demirel ve 
partisini iktidardan uzaklaştırmak olmuştur. 12 Mart müdahalesi sadece AP açısından değil, Türk siyaseti açısından da önemli bir olgudur. Çünkü artık bu tarihten sonra 1961 anayasası ile getirilmiş olan çeşitli hak ve özgürlükler artık askeri kadrolar tarafından lağvedilmeye başlanmış ve bu olgu 12 Eylül 1980 Askeri müdahalesi ile de devam etmiştir. 

Cumhuriyet tarihimizin üçüncü askeri müdahalesi olarak bilinen 12 Eylül 1980 
Askeri müdahalesi ise esas olarak 1961 Anayasası’nı tümüyle rafa kaldırmak için yapılmıştır. Soğuk Savaş dönemine uygun olmayan 1961 Anayasası ile ülkenin yönetilemeyeceğini, en başta Türkiye’de 27 Mayıs sonrası döneminin önde gelen ismi Süleyman Demirel belirtmiştir (Özgan, 2008, s.13). 12 Eylül 1980 Askeri darbesi, 

Türkiye’de, yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmektedir. Bir bakıma 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan sürecin derinleştirilmesi, tamamlanması seklinde izah edebiliriz. 

Cumhuriyet tarihimizin dördüncü askeri müdahalesi 28 Şubat 1997 tarihlidir. Bu 
tarihte dönemin Başbakan’ı Necmettin Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-Yol 
Hükümetince irtica ve şeriat tehlikesinin gündemde olması gerekçesiyle 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının kabul edilmesi sonucu, birkaç ay içinde hükümet düşmüştür (Özgan, 2008, s.13). 1990’lı yıllarda vesayetçi anlayış, yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan ve tarihe “post-modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçimle işbaşına gelmiş bir Hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. Bu maksatla, psikolojik harekât faaliyetleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon Hükümetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica ve şeriat korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (TBMM, 2012, s.918). 

Osmanlı Devleti döneminden beri süregelen ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti 
siyasi yaşamında oldukça aşina olduğumuz darbe kavramına baktığımızda üç tane klasik darbe, bir tane post-modern darbe ve bir tane de e-Muhtıra olarak bildiğimiz toplam da beş tane müdahale yaşanmıştır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti siyasi yaşamına baktığımızda 1960 ve sonrası hem Türkiye’de hem de dünya siyasetin de darbeler dönemi olarak bilinmektedir. Demokrasinin askıya alındığı darbeler dönemine baktığımızda, TBMM ve birçok siyasi parti kapatılmış, milli irade baskı altına alınmış, sıkıyönetim ve olağanüstü olaylarla halk sindirilmeye çalışılmış, toplum baskı altında tutulmuş başta yaşam hakkı olmak üzere birçok insani hak çiğnenmiştir. Tüm bu süreçlere beraber özellikle Türkiye’de uzun yıllardan beri asker-sivil ilişkilerine baktığımızda bazı kesimlerin devamlı olarak ülkenin bölünme ve parçalanmanın eşiğine geldiğini iddia ederek çareyi sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan ederek içinde bulundukları durumdan kurtulabileceklerini izah etmişlerdir. 

Sonuç olarak baktığımızda ise Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ve 
Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte tek partili bir dönem başlamış ve bu dönem hariç tutulacak olursa daima TSK, ara ara siyasete karışmış ve çeşitli müdahalelerde bulunmuşlardır. Özellikle ordunun sahip olduğu güç ve konum Cumhuriyeti kuran kadroların asker ya da asker kökenli olmaları Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısında önemli etken oluşturmaları Türk modernleşme sürecinde daima etkin rol oynamaları neticesinde ordunun güç ve konumu daima üst seviyelerde tutulmuştur. Bu güç ve konum itibari ile ordu 1960’lı yıllardan itibaren çeşitli darbe ve müdahalelerde bulunmuş ve sivil yönetimi etkisi altına almıştır. 

Bununla beraber özellikle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi liderler 
başta olmak üzere liderlerin birçoğu aynı zamanda asker kökenlidirler. Bu süreç TSK içerisinde uzun süreden beri süregelmiş olmakla beraber özellikle Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Turgut Özal’a gelinceye kadar bir kişi dışında Cumhurbaşkanlığı makamına asker kökenli kişilerin geldiği bilinmektedir. Askeri kökenden gelmeyen tek Cumhurbaşkanı ise - Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı yaptığı döneme kadar - Celal Bayar’dır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı makamına uzunca bir süre vekâlet etmesi 
nedeniyle, İ. Sabri Çağlayangil’de sivil kökenli Cumhurbaşkanları arasında sayılabilir (Öztürk, 2006, s.103). 

Ülke yönetiminde söz sahibi olmuş ve başkomutan sıfatını temsil eden asker kökenli Cumhurbaşkanları ve görev sürelerine bakacak olursak; 

1. Mustafa Kemal Atatürk ( Görev Süresi: 29 Ekim 1923–10 Kasım 1938) 
2. İsmet İnönü ( Görev Süresi: 11 Kasım 1938- 22 Mayıs 1950) 
3. Cemal Gürsel ( Görev Süresi: 27 Mayıs 1960–28 Mart 1966) 
4. Cevdet Sunay ( Görev Süresi: 28 Mart 1966- 28 Mart 1973) 
5. Fahri Korutürk ( Görev Süresi: 6 Nisan 1973- 6 Nisan 1980) 
6. Kenan Evren (Görev Süresi: 12 Eylül 1980- 8 Kasım 1982 

Devlet Başkanı olarak, 9 Kasım 1982- 9 Kasım 1989 tarihleri arasında ise Cumhurbaşkanı olarak) (Özgan, 2008, s.15). 
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar elbette asker kökenlidir. Kurdukları Cumhuriyet’i elbette koruma ve kollama görevini de yine kendilerinde görmüşlerdir. Bununla beraber nitekim 1950’li yıllara kadar ülkeyi yöneten kesim hep asker ve asker kökenli kişiler olmuştur. 1923 Cumhuriyet’in ilanından 2014 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanlığı yapmış 11 Cumhurbaşkanının 6’sı asker kökenli oldukları yukarıdaki bilgilerden anlaşılmakta dır. Bu durum azımsanmayacak bir rakam olmakla beraber 90 yıllık Cumhuriyetimizin 56 yılına asker kökenli kişiler Cumhurbaşkanlığı yapmıştır. TSK’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine büyük ilgi duyduğu ve bunu 27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesi ile birlikte Çankaya Köşkü’ne çıkışın başladığı da söylenebilir. Cumhuriyet tarihimiz boyunca 5’i sivil 6’sı asker olmak üzere toplamda 11 Cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 

2.3. Türkiye’de Askeri Eğitim 

 “Maarif programlarımızın, maarif siyasetimizin temel taşı, cehlin izalesidir.” 
Mustafa Kemal ATATÜRK 

Eğitim kavramı oldukça zengin bir içeriğe sahip olmasından dolayı çok çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Kısa bir zaman öncesine kadar eğitimin en çok kabul gören tanımlaması, “kişiye istendik davranışlar kazandırılması” idi (Özdemir, 2011, s.41). Bununla beraber eğitimin genel kabul gören iki tanımı vardır; “İnsan davranışlarında bilgi, beceri, anlayış, ilgi, tavır, karakter gibi önemli sayılan kişilik nitelikleri yönünden belli değişmeler sağlamak amacıyla yürütülen düzenli bir etkileşimdir”. Kişinin davranışlarında, kendi yaşantısı yoluyla istenilen yönde ve bir dereceye kadar kalıcı değişmeler meydana getirme sürecidir (TBMM, 2012, s.131). Eğitim kavramı oldukça zengin bir içeriğe sahip olmasından dolayı çok çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Eğitimin bu tanımlarıyla beraber, eğitimde asıl nokta insanın hedef ve konu olmasıdır. 

Orta Asya’da hüküm süren Türk Devletleri’ne kadar geriye gidildiğinde Türklerin düzenli ordulara sahip oldukları görülmektedir. Sırasıyla Büyük Selçuklu 
Devleti, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti de dâhil olmak üzere kurulmuş tüm Türk Devletleri’nde ordunun yeri ve önemi büyük olmuştur. TSK kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve onu önceleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmektedir (TBMM, 2012,s.131). Osmanlı Devleti de kendisinden önce gelen Türk Devletleri’nin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirmiş ve benimsedikleri disiplin, eğitim gibi temel özellikleri almıştır (Özgan, 2008, s.2). 

Askeri okullar ve bu okullara alınan öğrenciler, çok sıkı bir eleme ve kontrol soncundan geçmektedir. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesinde; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitim ve öğretimdeki hedefi; “Her zaman muharebeye ve göreve hazır, kazanmaya azimli, üstün vazife şuuruna, mutlak itaate, üstün fizik ve moral gücüne, çağın gerektirdiği bilgi ve beceriye sahip, çok iyi yetişmiş personele sahip olmaktır.” şeklinde verilirken, TSK Eğitim-Öğretim Sisteminin ana felsefesinde “Her türlü tehdidi önleyecek şekilde harekât icra edebilecek bir eğitim ve öğretim seviyesine ulaşmak ve idame ettirmek” ifadesi de yer almaktadır (Komisyon, 2012, s.34). 

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların asker kökenli olmalarından ötürü rejimin ve Cumhuriyetin asli koruyucu unsuru olarak daima kendilerini 
görmüşlerdir. Bundan ötürü asker ya da asker kökenli kişiler kendilerini bu yola adamışlardır. Özellikle bu anlamda korunması gereken unsurların başında; devlet otoritesi, cumhuriyet, demokrasi, ülkenin bütünlüğü ve laikliktir. 
Özellikle laiklik ilkesi TSK mensupları tarafından daima muhafaza edilmiş ve korunmuştur. 

27 Mayıs’ın etkili isimlerinden Orhan Erkanlı’nın Askeri eğitimle ilgili görüşlerine baktığımızda; “Türk subayının yetişme tarzı diğer ordulara hiç benzemez. 
Diğer ordularda subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise, bir mesleğin çok üstünde millî bir vazifedir. Devlet muhafızlığıdır. Bütün okullarda bu telkinlerle yetişen subaylar, rütbeleri yükseldikçe, yetki ve imkânları arttıkça aynı fikirleri kendi muhitlerine de yayarlar ve böylece okulda başlayan, Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevine bağlılık bütün ordu hayatları boyunca onlar için değişmez bir inanç haline gelir. Şartlar gerektirdiği zaman bu vazifeyi yapmak için ya kendileri harekete geçerler veya verilen müdahale emirlerini normal bir vazife yapmanın rahatlığı içinde yerine getirirler” (TBMM, 2012, s.132) şeklinde ki ifadesi Askeri eğitim sistemi içerisinde ki yetişen bireylerin özelliklerini göstermekle beraber, kendilerini Türk Devleti’nin bekçisi olarak görmüşlerdir. Askeri öğrenciler, diğer öğrencilere göre çok farklı bir eğitimden geçmektedirler. Onlara Atatürk’ün çocukları oldukları ve kötülüklerle dolu dünyada çıkarını düşünmeyen bir kadro oldukları defalarca söylenmektedir. İnsanlığın ve bireyin değerlerinden çok, devlet ve ulus değerlerini öğrenmektedirler. En başarılıları, derin bir görev duygusuyla, sadece askeri yönden değil, siyasi ve manevi yönden de Türkiye’nin kaderinin kendilerine bağlı olduğu inancıyla mezun olmaktadır (TBMM, 2012, s.133). Askeri eğitim alan bu kişiler zaman içerisinde düşünceleri o eğitim etrafında şekillenmesinden ötürü zengin bir ülkü ve görev duygusu ile yetişiyorlardır. Yetişen bu kişiler sadece asker olmakla kalmayıp, siyasi ve manevi yönden de Türkiye’nin geleceğine yön vermişlerdir. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder