28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 5
TEZİN İKİNCİ BÖLÜMÜ
2. TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNDEN ORDUNUN ÖZELLİKLERİ
2.1. Türkiye’de Ordunun Özellikleri
Tarihsel olarak bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan modernleşme hareketleri ilk olarak ordu da başlamıştır. Özellikle Osmanlı Devlet’i içerisinde
ordunun önemli bir yer tutması, merkezi bürokrasi içerisinde daima etkin konumda olması ordunun daima el üstünde tutulmasına sebep olmuştur.
Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine doğru ekonomik ve toplumsal sorunların ortaya çıkması, devletin bu sorunlar karşısında yeterli önlem alamaması ve en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin çağın gerisinde kalması ve askeri güç bakımından Avrupalı Devletlerin gerisinde kalması vb. gibi nedenler Osmanlı Devleti’nde yenilik hareketlerini beraberinde getirmiştir. Osmanlı Devleti’nde değişiklik ilk önce orduda başlamış olmakla beraber zamanla diğer kurumlarda da etkili olmuştur. Bu gibi gelişmelerin sonucu olarak Batılılaşma hareketlerinin önderliği siyasal bir anlayışla askeri bürokrasi tarafından üstlenilmiştir (Hongur, 2006, s.19). William Hale’ye göre; “Türkiye’de askerlerin ülkenin önde gelen modernleştiricileri ve yenilik önderleri arasında oldukları görüşü çevresinde modernleşme çalışmaları başlatılmış olmakla beraber özellikle 19. ve 20. yüzyıl başlarının deneyimlerinin bu inanca geçerlilik kazandırdığını
belirtmektedir” (Hale, 1996, s.277). Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma sürecine girmesiyle beraber özellikle ordunun devletin sınırlarını, topraklarını ve
padişahın bu topraklar üzerindeki egemenlik haklarını koruma vazifesi oldukça güçleşmiştir. Zayıflayan bu devlet otoritesi karşısında orduda zaman içerisinde
siyasallaşmanın başladığı, padişahın mutlak otoritesine tabi olan ordunun bu otoriteden zamanla sıyrıldığı bilinmektedir. Bu dönem içerisinde özellikle
Yeniçerilerin isyan ve faaliyetleri ordu-siyaset ilişkisi bakımından oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Özellikle bu dönem içerisinde devlet yönetimine ve
mutlak otoriteye karşı isyan ve muhalefet hareketlerinin yoğunlaştığı, Yeniçeri isyanları sonucunda padişahların tahtan indirilmesi ve hatta öldürülmesi
olaylarına yol açmıştır.
Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle gelmiş, ilk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün
orduya sirayet etmiş ve neticede Babıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep olmuştur (Özdağ, 1991, s.88).
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e devreden en örgütlü ve güçlü kurumun ordu olduğunu söyleyebiliriz (Hongur, 2006, s.19). Özellikle Kurtuluş
Savaşı’nı örgütleyen, Cumhuriyeti ilan eden ve Türk Devletini kendileri tarafından belirlenen ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandıran kadrolarının asker ya da asker kökenli (Demirel, 2004, s.360) olması, TSK’nın Cumhuriyetin ilan edilmesinde etkin bir konumda bulunması, rejimi koruma ve kollama görevini daima kendisinde görmesi, modernleşme çalışmalarının başladığı ilk kurumun ordu olması, ordunun sahip olduğu tarihi ve kültürel miras ordunun siyasi özerkliğini beraberinde getirmiş olmakla beraber Cumhuriyet’in ve Osmanlı mirası üzerine kurulan yeni Türk Devleti’nin siyasi boşlukları daima ordu mensupları tarafından doldurulmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra çıkarılan yasa ile ordu mensuplarına siyasetin yasaklanması, ordunun siyasetteki etkililiğini sınırlamak ya da sona erdirmek
amacını taşımaktan uzaktır (Hongur, 2006, s.19). Kurtuluş Kayalı’nın, “Atatürk’ün padişahlığın kaldırılmasını öneren ve sonra tadil edilerek kanunlaşan tasarının meclis komisyonun da görüşülmesi sırasında söylediği, “Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir” (Kayalı, 2012, s.40-41) şeklindeki açıklaması yine güvenilen gücün ordu olduğunu göstermektedir. Bunun yanında ordunun kendi içindeki gücünden almış olduğu özerklik sayesinde sivil hükümet içerisindeki boşluklara yine kendi adamlarını yerleştirme politikası, önemli makamlarda bulunan kişileri istifa ettirme ve o makamlara kendi adamlarını atama politikası ordunun Cumhuriyet sonrası ordu-siyaset ilişkisi açışından oldukça önemlidir.
Emre Kongar, “Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin siyasal sürece karıştıkları eylemlerin özelliklerini anayasacılık, batılılaşma, laiklik, tepeden inmeci olarak
nitelendirmektedir”. Batılılaşma çabaları anayasal eylem çerçevesinde ortaya çıktığından meşruiyet kavramının gelişmesine yol açmıştır. Padişahın baskısı
karşısında anayasacılık adına siyasete karışan askerler, bu davranışlarının gerekçesi olarak da “Meşruiyet” kavramını geliştirmişlerdir. Askeri bürokrasinin
“Batılılaşma” ya inanması nedeniyle Batı tipi bir toplum yaratma amacı ordu için siyasete karışmanın başka bir gerekçesi olmuştur. Askeri bürokrasi,
anayasacılık, batıcılık ve laiklik gibi kavramlar halk desteğinden yoksun olduğu için siyasal olarak “tepeden inmeci” bir yaklaşım uygulamıştır. Bu yaklaşım halkın devletten daha da fazla uzaklaşmasına neden olduğundan, halk desteğinden yoksun ve baskıcı uygulamalar biçiminde ortaya çıkmıştır (Kongar, 2004, s.650).
Ordunun siyasal-toplumsal ağırlığının zaman zaman derecesi değişse de sürekli hissedildiği bilinmektedir. Bu etki ve ağırlık ise Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi
Cumhuriyet döneminde de yaşanan Askeri darbe ve müdahalelerle kendini her on yılı aşkın bir zaman diliminde göstermiştir.
Ordunun siyasi yaşama karıştıkları eylemlerin niteliklerinden biri de “laiklik” tir (Hongur,2006, s.21). Laiklik terimi Grekçe orjinli olup, laos ismi üzerinden laikos sıfatı şeklinde üretilmiştir. Laos; “halk, kalabalık, kitle, yığın” anlamındadır (Özdemir, 2011, s.97). Laikliğin felsefi, sosyolojik, hukuki, lügat ve siyasi bakımdan birçok tanımı yapılmıştır. Özellikle siyasi bakımdan laiklik; “devlet otoritesinin veya siyasi iktidarın meşruluğunun ilahi değil, dünyevi bir kaynağa (halka, ulusa) dayanmasıdır” (Özdemir, 2011, s.98) şeklinde tanımlanabilir. Türk inkılabının büyük lideri Atatürk ise laikliği şöyle tanımlamıştır: “Laiklik sadece din ve dünya işlerin ayrılması demek değil, bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetlerini tekeffül etmek demektir” (Özdemir, 2011, s.99) şeklinde izah etmiştir.
Ordunun siyasi yaşama karıştıkları savı doğru olmakla beraber, özellikle laiklik alanında oldukça etkili gelişmeler yaşanmıştır. Ordu, laiklik alanında siyasete
müdahil olmuş ve dinsel ve geleneksel nitelikli Osmanlı toplum yapısını değiştirmek isteğinde bulunmuştur. Özellikle bu siyasi gücünü, Cumhuriyeti kuran kadroların asker kökenli olması ve laiklik ilkesinin Cumhuriyet ve rejimin önemli bir parçası olması açısından asker her dönemde laiklik konusu ile kendilerine sivil bir destek aracı bulmuşlardır. Cumhuriyet’in kuruluşunu sağlayan ordu, bu noktadan sonra devrimcilik, laiklik, batıcılık ve meşruiyetçilik ilkeleriyle Cumhuriyet ve modernleşmeci değerlerin korunması görevini üstlenmiştir (Hongur, 2006, s.21).
Yakın tarihteki Osmanlı Devlet yapısı, göz önünde tutulacak olursa Cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanma hareketinin özünde büyük bir değişimin
olmadığı görülmektedir. Değişmesi gereken Askeri yapı özü itibariyle kurumsallığını muhafaza etmiştir (Tunç, 1996, s.61). Ordu içinde 1950 döneminde de iktidar lehine ve aleyhine örgütlenmeler olması gerçeği de, ordunun politika dışı olmadığının göstergelerindendir (Hongur, 2006, s.21). Ordu tarih boyunca daima siyasete müdahil olmuştur. Bu tavrı ile hem sivil hükümetler üzerinde dönem dönem etkili olmuş hem de çeşitli Askeri darbe ve müdahalelerle etkinliğini göstermiştir. Nitekim Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ordu, Cumhuriyet’i kuran kadronun kendi bünyesinden yetişmiş kişiler olması saiki ile rejimin kurucusu olduğu kadar koruyucusu olma rolünü de üstlenmiş ve bu yüzden rejimi tehlikede gördüğü her durumda duruma müdahale ederek sistemin koruyucuları oldukları mesajını vermiştir (Özgan, 2008, s.2).
Özellikle TSK 1950’li yıllara kadar siyaset yaşamında etkin güç ve konumda olmuş ve Cumhuriyet’in getirmiş olduğu unsurların koruma ve geliştirme işlevini
yüklenmiştir. Ordunun bu durumu II. Dünya savaşı yıllarında kanunla özerkliği kaldırılmış ve Genel Kurmay Başkanlığa bağlanmış ve 1949’da da Milli Savunma
Bakanlığı içindeki yerini almıştır.
Ordunun politika ile ilişkilerini artıran olaylardan biri de Fevzi Çakmak’ın emekliye sevkedilişidir. Çakmak’ın emekliye sevkedilişi ve Atatürk sonrası durum, orduyu bütünüyle belli bir politikanın destekçisi olmaktan çıkarıp çelişik eğilimlere destek yapmıştır. Ordu, geçmiş dönemdeki ölçüde, fakat daha farklı bir biçimde etkileyicilik işlevini sürdürmüştür (Kayalı, 2012, s.59).
Ordunun Anayasada belirtilen vazifeleri bulunmakla beraber bu vazifelerin en önemlisi ise yine rejim ve Cumhuriyet kavramaları ile olmuştur. 1935 yılında
çıkarılan TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesinde yer alan “Silahlı Kuvvetlerin görevi Anayasa’da belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk Anayurdunu korumak ve kollamaktır” (Çelen, 2002, s.57), ifadesi ile TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 85’inci maddesinde yer alan “Vazifesi Türk yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak olan silahlı kuvvetlerde her asker kendi üzerinde düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarfederek yapmaya mecburdur” (Çelen, 2002, s.172) ifadeleri rejim ve Cumhuriyetin güvenliğini muhafaza ve müdafaası eğer sivil hükümetler tarafından icra edilemezse bu görevi ordu yerine getirir şeklinde yorumlanmıştır.
27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, DP’nin modernleşme yaklaşımından uzaklaşma anlamına gelebilecek politikaları sonucunda doğan hoşnutsuzluğun ifadesi olarak ortaya çıktığı iddia edilmektedir (Hongur, 2006, s.23). Kurtuluş Kayalı; “27 Mayıs 1960 Askeri darbesi arkasında ki yatan nedenler arasında özellikle laiklik ve demokrasi dışı yönelimler başta olmak üzere ekonomik durumun iyi olmaması durumuna bağlamıştır” (Kayalı, 2005, s.64). Bunun yanında TSK subayların ekonomik durumlarını da nedenler arasında göstermiş olmakla beraber laiklik konusu oldukça gündemde tutulmuş ve CHP’de bu konuda orduya destek vermiştir.
Serdar Şen; “27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesinin sadece siyasal alanı düzenlemeye yönelik bir eylem olarak değil, aynı zamanda resmi ideolojinin özellikle resmi milliyetçiliğin temellerini de korumaya yönelik” olduğunu söylemektedir (Şen, 2000, s.90). Ferroz Ahmad’a göre “TSK’nın emir komuta zinciri içinde gerçekleştirmediği bir müdahale olan 27 Mayıs’tan sonra ordunun liberal kapitalist ekonomiyle bağlantısını sağlayan OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) ile ordu, girişimci olarak sahneye çıkmış ve sistem içinde ekonomik bir çıkar grubu olarak hareket etmeye başlamıştır. Ahmad, ekonomide bu kadar büyük bir payı olan ordunun, artık tarafsız ve politika üstü olamayacağını ve OYAK’ın yabancı şirketlerle bağlantılarının onu sanayileşmenin doğal müttefiki haline getirmekte olduğu” ifade etmiştir (Ahmad, 1996, s.273). Emre Kongar; “devletçi-seçkinci yaklaşımın temsilcisi olan CHP’nin daha solcu ve halkçı bir tutum benimsemesiyle silahlı kuvvetlerin de bir parçasını oluşturduğu bu cephenin çözüldüğünü ve 12 Mart 1971 Muhtırasının da cephe içinde eski yerini
bulamadığından kapitalist sınıfın çıkarlarını savunur duruma düştüğünü” söylemektedir (Kongar, 2004, s.652). Özellikle bu dönem sonrasında oluşan sol
düşünce hareketleri, yayın hayatına çeşitli dergiler ve gazeteler sokmaları 12 Mart müdahalesinin oluşumunda da önemli etkileri olacaktır.
Özellikle kamuoyunda büyük bir kitle oluşturulmak için ordu, darbe öncesi basın ve medyayı bizatihi-i kullanılmış ve başarıda sağlamıştır.
Özellikle 12 Mart 1971 müdahalesi ile büyük sermaye grupları oluşmuş ve bu sermaye grupları da 12 Eylül 1980 Askeri darbesine zemin oluşturmuşlardır.
12 Eylül 1980 Askeri darbesinin önceki darbelerden farkı ise, önceki darbelerde var olan ama açığa çıkmamış olan, dinsel bir söylem kullanması, açık
bir biçimde büyük sermaye grupları ile işbirliği halinde oluşu ve önceki darbelerin geleneğini sürdürerek ABD ile uyum içinde davranmasıdır (Kongar,2004, s.653).
Özellikle Devlet 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde ulus-devlet modelini koruma politikası içerisinde olmuştur. Darbe sonrasında ordu yeni bir siyasal yapı
oluşturmak istemiştir. Özellikle bu dönemde MGK’nın yetkileri genişletilmiş ve 1982 Anayasası daha da genişletilmiştir ve yaşamın her alanında etkinliğini
sürdürür hale getirilmiştir.
12 Eylül Askeri darbesine giden sürecin toplumsal çözümlemesi ve 12 Eylül Askeri darbesinin etkisiyle yaşanan toplumsal değişim ve gelişmelerin birbiriyle
bağlantılı ve bütünsel değerlendirilmesi ve darbenin neden olduğu toplumsal maliyetler bu döneme etki eden tüm toplumsal dinamiklerin analiziyle daha da
belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır, bu anlamda 12 Eylül Askeri darbesi gerçek yüzüyle bir maliyetler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’de ordunun siyasete müdahale ederken kendisini destekleyecek kurum ve kuruluşlarla ittifak yapabileceğini dile getiren Süleyman Demirel;
“ordunun askeri müdahaleler öncesinde müdahaleyi arayan ve onu destekleyecek bir toplumsal grubun var olmasına dikkat ettiğini, kurumsal veya kişisel çıkarlar uğruna müdahale ediliyor görüntüsünden uzak kalınmaya çalıştığını” belirtmektedir (Demirel, 2004, s.367).
1990’lı yıllarda vesayetçi anlayış, yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la adeta işaret fişeği atılmış ve
tarihe “post-modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçimle işbaşına gelmiş bir Hükümeti iş yapamaz hale
getirerek istifaya zorlamışlardır.
Bu maksatla, psikolojik harekât faaliyetleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon Hükümetini
oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (TBMM, 2012, s.918). Ümit Cizre’ye göre; “1997
sonrası ordu-toplum ilişkisi modelini geçmişten farklı kılan, TSK’nın yükselen siyasal özerkliğinin gerçek sırrı kontrol merkezli stratejisinde değil, “hegemonyaya rıza gösteren vatandaş üretme” projesine medya ve sivil toplum kuruluşlarını katarak eğilmesinde yatmaktadır” şeklinde ifade etmiştir (Hongur, 2006, s.29).
Tüm bu süreçlere beraber özellikle Türkiye’de uzun yıllardan beri asker-sivil ilişkilerine baktığımızda bazı kesimlerin devamlı olarak ülkenin bölünme ve
parçalanmanın eşiğine geldiğini iddia ederek çareyi sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan ederek içinde bulundukları durumdan kurtulabileceklerini izah etmişlerdir.
KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;
http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1
6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder