DİSK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİSK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2018 Perşembe

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 2

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 2


I-12 EYLÜL’ E GİDEN SÜREÇTE GENÇLİK HAREKETLERİ VE SİYASAL ORTAM 

A-68 KUŞAĞI 

‘’Türkiye’ nin 68 kuşağı, 6. filoyu protesto olayları ile başlar, 12 Mart 1971’ de sona erer’’ diyor Mümtaz’ er Türköne. 68 kuşağına bu kadar büyük merceklerle bakmamızın sebebi sonuçlarının bu topraklarda yadsınamaz gerçeklerden oluşan bir kıskaca çıkmasındandır. Zira 68’ liler 27 Mayısçılar’ ın emanetçisi ve sonucu, 12 Eylülcüler’ in mirasçısı ve sebebidir. En kısa tabirle ülkemizdeki kuşak betimlenecek olursa, dünyanın her tarafında esen özgürlük rüzgarına kapılmış, savaş karşıtlığını temel ilke benimsemiş, sol görüşlü öğrencilerin muhtelif konularda muhalif düşünme ve davranma biçimidir. Daha radikal çevrelerce ise komünist hareketin adı olarak betimlenmektedir. Peki dünyada 68 
kuşağını nasıl açıklayabiliriz? 

1968 yılının Mayıs ayı başında, Paris’ te Sorbonne Üniversitesi’ nin işgaliyle 
başlayan gençlik olayları, tarihe özel bir anlamda ‘’68 Baharı’’ olarak geçti. Uyuşturucunun ve cinsellikte sınırsızlığın ön plana çıktığı ‘’Çiçek Çocuklar’’, yani Hippiler’ den, her türlü otoriteye başkaldıran anarşistlere, solun her türünü içeren geniş bir yelpazeye kadar statükoya muhalif her eğilim, 68’ in rengârenk dünyası içinde yer almıştır13. 

68 kuşağı hiç kuşkusuz bir aydınlanma dönemine imza atmış ve aynı zamanda insan hak ve hürriyetleri bakımından da çığır açmıştır. Özgürlüğün bayraktarı olup idealizm peşinde koşmuş ve sürekli kişilik-kimlik bulma arayışında olmuş gençler Marksist teori ve öğretilerle sorunlara çözüm arama uğraşılarına müdahil olmaya çalışıp, seslerini en yüksek perdeden duyurmayı kendilerine hedef edinmişlerdir. Aslında anti-militarizm savı ile ortaya çıkılmıştır ama nesil 2. Dünya Savaşı sonrası savaş görmemiş bir nesildir ve birlik olmuş, hep bir 
ağızdan bağırmaktadır: ‘’Gerçekçi ol, imkânsızı iste!’’ Anti-kapitalist muhalefet bu sayede, emekçi sınıfların isyanını ve mücadelesini gençliğin heyecanıyla soslayarak aydınlara sunmuş ve elbette gördüğü marjinal destek ile yığınları arkasına almayı başarabilmiştir. 

Dünyada 68 kuşağına ilham veren en önemli karakter “devrimci” ve “antiemperyalist” kelimelerinin altında duran ‘’Ernesto Che Guevera’’ portresidir. Che gerçekte bir tıp öğrencisiyken 60’ lı yılların ortasında kendini bir anda devrimcilik, özgürlük ve Marksizm üçgeni içerisinde bulur. Latin Amerika’ yı en uç noktasına kadar dolaşıp yoksulluk ile yüzleşince dünyanın dönüş rotasını değiştirmeye kendini muktedir görür. Kendini Marksizm’ e adar, gerilla savaş teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler, kitaplar yazar ve akabinde dünyanın diğer ülkelerindeki devrimci hareketlere katılır. 

Arjantinli doktor elbette esas sempatiyi ölümünden sonra kazanır ki 1967 yılında Bolivya dağlarında yakalanarak öldürülmesi de 68 kuşağı olaylarının başlangıcına neden olarak gösterilebilir. Yaptıkları, yaşadıkları, bıraktıkları dünya çapında bir ‘’Che kültürü’’ nün doğmasına ve hızla yayılmasına sebep olur. ABD Dışişleri Bakanlığı’ nın Latin Amerika uzmanları, “gelmiş geçmiş en çekici ve en başarılı devrimcinin” ölümünün öneminin hemen farkına vararak Guevara’ nın komünistler ve diğer sol eğilimliler tarafından “kahramanca ölen örnek devrimci” olarak idolleştirileceğini belirtmesi14 de dolayısıyla hayli önem taşır. Zaten 1968 öğrenci hareketlerine bakıldığında Che’ nin artık son derece etkili, güçlü bir başkaldırı ve devrimcilik sembolü olduğu açıkça gözlemlenmiştir. Nitekim sol kanattan eylemciler Guevara’ nın şan, şeref ve ödüllere karşı olan belirgin kayıtsızlığını belirttikten sonra sosyalist idealleri aşılamak için şiddetin gerekli olduğu fikrinde anlaşmışlardır.15 Che Guevera (belki de hiç düşlemediği şekilde) artık efsanedir. Akabinde son 40 yılın da en önemli popüler kültür figürlerinden biri olarak tarihte önemli yer sahibi olacaktır. 

Che Guevera gerçekte, devrimci şiddetin teorisyeni ve kendi hayat pratiği ile somut bir modelidir. ‘’Gerilla Savaşı’’ isimli kitabında ‘’Sosyalist Devrim’’ in, silahlı-dar bir öncü grubun eylemleri ile başarılacağını savunur. Silahlı, küçük bir gerilla grubunun uyguladığı şiddetin öncülüğünde (foco), halk ayaklanması gerçekleştirilecek, iktidar devrilecektir. Bu model Türkiye’ de 1960’ ların sonlarında başlayan ve 1970’ ler boyunca devam eden siyasal şiddetin ilham kaynağıdır…Che efsanesi aynı zamanda hem silahın ve şiddetin tek çözüm 
olduğu fikrinin ve bu şiddeti içselleştiren ‘’ gerilla romantizmi’’ nin de temelidir 16Che’ den sonra tekrar Türkiye’ deki 68 kuşağına dönecek olursak karşımıza çıkan ilk isimler Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil gibi devrimci gençlerdir ki onlar da kendi aralarında solu fraksiyonlara ayırmışlardır. 

Şüphesiz bu devrimci ve eylemci gençlerin içinde de en önemlisi, idol olarak bugün dahi gençliğin bağrına bastığı Che gibi Türkiye’ de kült haline gelmiş olan Deniz Gezmiş’ ten başkası değildir. Can Yücel dahi ‘’Mare Nostrum’’ adlı şiirinde Deniz Gezmiş’ e ithafen duygularını dizelere akıtarak anlatmıştır ki bu da dönemin gençlik ateşinin ve Deniz hayranlığının nasıl en derinden tüm toplumu, her kesimiyle heyecanlandırıp, sıkıca kucakladığının bir başka delilidir. 

En uzun koşuysa elbet Türkiye' de de Devrim 
O, onun en güzel yüz metresini koştu 
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... 
En hızlısıydı hepimizin, 
En önce göğüsledi ipi... 
Acıyorsam sana anam avratım olsun 
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun… 

Psikolog Jülide Aral, '68 hareketinin önemli kadın figürlerinden biri. 20 yaşında 
idamla yargılandı, gazetelerde 'Telefoncu Kız' diye afişe edildi. O yıllarda evlendiği eşiyle tam 40 yıldır birlikte. Şimdi ise kadın hareketinde gönüllü çalışmalarıyla yer alan bir aktivist. "41 kere maşallah!" dediği 68'i, 41 yıl sonra bu kez kadın gözüyle, biraz da eleştirerek değerlendiriyor: ‘’Bizim kuşağın en temel özelliği çok fazla okumasıydı. Çıkan her yeni kitabı alır, çılgın bir aşkla okurduk. Çok şiir okurduk, bizim kadar şiir okuyan bir kuşak olmadı sonra. Romanlarla, edebiyatla iç içeydik. Tiyatro, sinema bizim için önemliydi. Tabii en 
büyük zenginliğimiz dostlarımız ve arkadaşlarımız. Her kuşak için bu söz konusudur ama 40 sene sonra bile çok sıcak, çok yakın, çok dolaysız kendimizi ifade edebileceğimiz, yanlarında yer bulacağımız dostluklarımız var17

Toplumun, karlara inat kardelen misali hızla başlarını göğe kavuşturmaya niyetli 
coşkulu gençleri kucaklaması ne ilginçtir ki beklenilenin aksine uzun ömürlü olamadı. Bir telaş yakılan ateş devasa kıvılcımlar eşliğinde büyük bir yangına dönüşme modundayken yukarıdan helikopterlerle püskürtülen soğuk sularla küllendirildi. Zaten müdahale ancak en tepeden yapılabilirdi, halk ilk şokun ardından devam eden kıvılcımları da kendi bildik yöntemleriyle çözdü, yangını hiç tutuşmamış varsaydı. 
Oysa niyetler temizdi, her şey halk içindi, ülke yararınaydı ama halk kendine yararı olana, dayatmalar sonucunda, bağrına taş basarak susma pahasına sırtını döndü. Nihayetinde Deniz Gezmiş ve arkadaşları ne yazık ki çıktıkları dikenli, meşakkatli ve amansız yolda sahip oldukları idealler, toplumsal dinamizmle bütünleşmeyi sağlama arzusu, mücadele azmi ve takındıkları direnişçil üslupla sistemle ters düşerek sonu ölümcül hatayı yapmışlardır. Bu uğurda idam cezası gibi utanç verici, kabul edilemez bir sonla hayatlarının nihayete ermesi  kendilerine reva görülmüştür. 

Nitekim düzensizliğe, haksızlığa, emperyalizme, ekonomik sıkıntıya, IMF’ ye inat baş kaldırış boyun eğme ile cezalandırılmıştı. Bu cezalandırma ile birlikte Türkiye artık Cumhuriyet tarihindeki karanlık sayfaları aralayıp, ışıksız tünellere doğru ilerlemeye başlıyordu. Suskunluk ve acının ardı arkasının kesilmeyeceği katran karası günler birer birer ülkeyi karşılamaya hazırlanıyordu. 68 kuşağı ile başlayan coşku, sonrasında derin denizlere atılarak boğulacak, yok edilecekti ama elbette bir şartla: Yeniden, en cesaretli olan, o derinliğe dalıp onu çıkarana kadar. Türkiye asıl acıları, yaşadıklarından ders çıkartmayan 68 kuşağının açtığı kapıdan yola devam eden bir sonraki kuşakla yaşamıştır. Ne 68 kuşağının, ne de 70’ li yılların bir cinnete dönüşen kitlesel şiddetinin 1968 yılının 3 Mayıs’ ında Paris’ te başlayan eylemlerle ilişkisi yoktur18

1-1971 Yılına Girerken.,

1960’ ı takip eden yıllarda, ülkede dünya konjonktürüne bağlı olarak sol akım zirve yapmıştı. Toplum bu yeni akımdan etkilenmiş, her şeyi sorgular duruma gelmişti. Yenilik insanlara iyi gelmişti gelmesine ama ters giden bir şeyler de vardı. Gençlik bilgiye susamışçasına okuyor, okuyor açlığını gidermeye çalışıyordu ama okuduklarını pratiğe aktarmak esas hedefleriydi. Hedeflerine ulaşana kadar ara vermeden icraat gerekliydi. Lastikleri inmiş araba yoldan çıkarılmalı; bozuk olana, arıza verene daha fazla yer verilmemeli, eskiler yenileri ile değiştirilmeliydi. 
Zira teorilerin pratikle buluştuğu yıl oldu 1969 yılı. Dehşet bir süreç başladı o yıl; şiddet başladı, her şey kontrolden çıktı. Gençler galeyana geldi, getirildi, devlet çaresiz kaldı. 
Tüm dengeler sarsıldı, siyaset aciz kaldı. Sol akım ile birlikte Türkiye’ de siyasal işçi hareketi de oluşmaya başlamıştı ki TİP bu süreçte baş aktördü. Ordu ise bambaşka bir boyuta atladı, her kıdemden asker kendini önemli ve vazgeçilmez sayarak cuntacılığa soyundu. Üstelik öğrenci hareketlerindeki çarpıklık, bilinçsizlik ve düzene karşı durma arzusu kan dökülmesini de hızlandırmış oldu. 

12 Mart 1971 Muhtırası’ na doğru toplum bir sel misali kapılmış giderken 
yapılabilecekler siyasiler açısından da sınırlıydı. Gruplar arası aşırı politikleşme, politik partiler arası kutuplaşma ve birbirine tahammül edemememe; bunun yanı sıra ekonomik uçurumlar içeren finansal kriz ve elbette terör sahnenin hazırlığı için el birliğiyle dekor yetiştiriyordu. 

2-Tip Ve Milli Demokratik Devrim 

1961 Anayasası parti kurulabilmesi için siyasilere belirli bir süre tanımıştı ve bu sürenin son günü bir devin doğuşu sahnelenmişti. Son gün kurulan Türkiye İşçi Partisi hiç umulmadık bir ilgi görmüştü. Üstelik kurucuları da 12 sendikacıydı ki kendileri de aslında burjuva aydınları olarak dikkat çekmekteydi. TİP’ in bir başka çarpıcı özelliği de anayasaya sahip çıkan bir parti unvanını almasıydı. Ardından 1965 seçimlerinde 15 milletvekili TBMM’ye girdi, üstelik sosyalist bir parti olmasına rağmen. Ne var ki 68 ruhu onu da sona götürdü. 

   Yapılan 2. kongrede ‘’ Milli Demokratik Devrim ’’ adı altında bir muhalif hareket baş gösterdi. Muhalefet ‘’Yön’’ ve ‘’Devrim’’ dergilerinden ilham alıyor ve bu yeni oluşumun başını da‘’Mihri Belli’’ çekiyordu. Felsefe aslında çok netti: Burjuvaziye sadık kalarak sınıf işbirliği yapabilmek. Bu bağlamda Mihri Belli sosyalizm mücadelesi için şartların uygun olmadığının da altını çiziyor ve devrimin hangi sınıflar etrafında şekilleneceğini sorguluyordu. Tünelin sonunda ülke mutlaka sosyalizmle buluşmalıydı. Yalnız bu idea Mihri Belli’ ye yetmeyecekti çünkü MDD’ de kendi içerisinde bir yap –bozun parçalarından ibaretti. 

Bir yanda Aydınlık Sosyalist Dergisi ile radikal ve demokratik devrim peşinde koşan‘’ Mahir Çayan ’’, öte yandan bilimsel sosyalizmi benimseyen, kitlesel gençlik eylemlerinin önderlerinden ‘’Doğu Perinçek.’’ Fikir ayrılığı yeni örgütlenmeleri belirledi, Mihri Belli yalnız kaldı. Herkes ince çizgilerle ayrışarak kendi yolunu seçti. Bu yeni bölünmelerin, özgün hareketlerin adları da THKO, THKP-C VE TİKKO olarak belirlendi. ‘’Devrimci gençler’’ daha sol görüşler etrafında kümelenmeye bu şekilde başlıyorlardı. 

İşte bu sayede, dönem içi çeşitli çevrelerde vuku bulan sosyalistler arası dayanışma polemiği 1969 seçimlerine TİP’ in bölünerek girmesiyle sonuçlandı. TİP gücünü artık yitirmişti. 

12 Mart' ın önemli sonuçlarından birinin de TİP' in kapatılması olduğunu söylüyor Kürt siyasetçi Tarık Ziya Ekinci. "4. Büyük Kongre'de ‘’Türkiye' nin doğusunda Kürtler yaşıyor, Kürt dili vardır’’ dediği için kapatıldı TİP. TİP' in almış olduğu karar belirleyicidir. 

‘’Kürtlerin üzerinde burjuvazinin baskısı vardır, kardeşçe yaşamayı engellemekte dir’’ diyordu bu karar." TİP 1975' teki yasa değişikliğiyle yeniden açıldı. Kürt siyasi hareketinin 12 Mart' ın ardından değiştiğini de söylüyor Ekinci19

3-DİSK 

Bu süreçte bir de DİSK’ in kuruluşuna bakmakta fayda var. DİSK 13 Şubat 1967’ de kuruldu ve hemen akabinde ‘’Antidemokratik İş Kanunu’’ nu protesto etmek amacıyla 24 Haziran günü Ankara’ da düzenlediği mitingle ilk kitlesel eylemi gerçekleştirdiği için tarihe geçti, çeşitli çevrelerce saygınlık kazandı. Mitingde ‘’Çetin Altan’’, ‘’Kemal Türkler’’ ve ‘’Alparslan Işıklı’’ gibi isimler de birer konuşma yapmış ve toplananlara etkileyici bir hitabet sunmuştu. Bundan sonrasında örgüt kitleleri peşinden sürükleyerek çeşitli eylemlere imza atmış ve tartışılmaz oranda etkin bir güç olduğunu ispatlamıştır. 

DİSK işçi hareketindeki bağımsızlaşma eğiliminin ürünüydü. Devlet sendikacılığı na karşı bir tepkiyi ifade ediyordu. Bu, kuşkusuz bu kadarıyla da, işçi hareketinin daha ileri bir düzeye ulaşması anlamına gelmekteydi. Fakat aynı zamanda DİSK bağımsız siyasal sınıf çıkarlarını eksen alan bir örgütlenme değildi. Dolayısıyla ilerleyen sınıf mücadelesinin önünde giderek bir engele dönüşecekti. DİSK, Türk-İş'in geleneksel politikasına, hükümetteki burjuva partilerle "iyi geçinme" anlayışına, ABD sendikacılığı ile iç-içeliğe karşı, burjuva partilerden ve "yabancı ülkelerden" bağımsız bir sendikal anlayışı savunuyor, geleneksel burjuva partilere karşı TİP' e daha yakın bir pozisyonda duruyordu. Kaldı ki, TİP' in DİSK' in oluşumunda özel bir rolü vardı20. 

Özellikle 15-16 Haziran eylemleri DİSK tarihinin kilometre taşıdır. Oradaki amaç tamamıyla DİSK’ i tasfiye edip, etkinsizleştirmektir ama tarihsel ve siyasal sonuçlarıyla da eylemler aslında doruk noktasıdır. Zira işçiler ne yağmalamaya, tahribata veyahut ufacık dahi olsa bir olaya karışmamış ve sessiz destek de alarak mükemmel organize olmayı başarabilmiştir. DİSK kuruluşundan itibaren tüm çalışanların grevli ya da toplu- sözleşmeli sendika hakkının en önde gelen savunucusu olmuş ve bu bağlamda gerçekleşmiş etkinlikleri, hareketliliği desteklemeye devam etmiştir. 

DİSK, yönetiminin reformist konumundan bağımsız olarak, işçilerin burjuvaziye karşı ‘60’lı yıllar boyunca sürdürdüğü zorlu mücadelelerin somut bir kazanımı ve o günlerdeki simgesiydi. İktisadi istemler ve sendikal-demokratik haklar için verilmiş mücadelenin büyük fedakârlıklarla yaratılmış bir mevzisiydi. İşçiler yıllardır sermayenin baskısına ve sömürüsüne karşı sürekli genişleyen ve değişik biçimler alan bir direniş göstermişlerdi. Saraçhane mitingi ve Kavel direnişleriyle başlayan bu süreç, çok sayıda grev, direniş, fabrika işgali vb.’ den geçerek 1970’e dayanmıştı. Aynı dönemde sosyalizm adına ortaya çıkan akımların tersine, burjuvazi işçileri fazlasıyla ciddiye alıyor, işçi hareketinin potansiyel gücünü görüyor, ona diş biliyordu21.  

1960 ve 1970 yılları arasındaki dönem işçi hareketinin ve işçi eylemlerinin tavan yaptığı süreçtir. İlk kez bu denli birlik ve bir sınıf statüsü ile işçiler hareket edebilme, eylem yapabilme fırsatı bulmuşlardır. Bunda tabii ki sayısal artış, bilinçlenmedeki ve örgütlenmedeki idrak çıtasının yüksekliği, sınıfsal mücadele edebilme yetisi, geçmişe ait birikim ve sendikal tavır alma etken faktörlerdir. 

a-Kanlı Pazar 

DİSK’ in tarihinde bir de kara sayfa vardır: ‘’Kanlı Pazar-16 Şubat 1969’’. ABD’ nin  6. filosunu protesto etmek amacıyla DİSK ve üniversite öğrencilerinin birlikte düzenlediği Taksim’deki mitinge provakatif tarafların saldırmasıyla ortalık kan gölüne döner. İki kişi ölmüş ve yüzlercesi de yaralanmıştır. Aslında 6. filonun bu ilk ziyareti değildir. Ziyaret ilk kez 1967’ de başlamıştır ve sonrasında da düzenli tekrarlanmıştır. Zira 1967 ilk protesto yılıdır ve işte 68 kuşağı ilk pratiğini bu şekilde hayata geçirir. 68’ li olmak biraz da Amerikan bahriyelilerini Dolmabahçe sahillerinden denize atmak veya bizzat atanlardan bu hikâyeleri dinlemek demektir22

   6. Filo İstanbul’ a her demirleyişinde olaylar çıkmaktadır çıkmasına ama hiç birisi 16 Şubat’ ta çıkılan yürüyüşteki kadar ses getirmemiştir. Beyazıt’ tan başlayarak Taksim’ e kadar yürünecektir. Yürüyüş için gerekli izinler alınmış ve yasallığı tescillenmiştir. 

Üstelik insanlar evlerinin pencerelerinden, balkonlarından destek de vermektedir ama ne yazık ki yürüyüşün sonu beklenilen üzere olumlu sonlanmayacaktır. Yürüyüşün öncesinde bir de 24 Temmuz günü, yine 6. filoyu protesto sırasında öldürülmüş devrim şehidinin-‘’Vedat Demircioğlu’’ nun anısı vardır. Vedat Demircioğlu İTÜ öğrenci yurdunda çıkan olaylarda polislerce öldürülür ve 68 kuşağının verdiği ilk kayıp olarak tarihteki yerini alır. 

Taksim’ e girerken şiddetli taş yağmuru eşliğinde gruplar engellenir. Anadolu’ dan ‘’Din elden gidiyor!’’ söylemiyle tahrik edilen topluluklar Taksim’ i kuşatmıştır. Zaten Taksim’ de olayların çıkacağı söylentisi ortalığı günler öncesinden kasıp kavurmaktadır. 

Üstelik karşı saldırıyı yapacak olanlar toplu namaz kılıp, ellerinde sopalarla Taksim’ e girme cesaretini de fütursuzca kendilerine hak görmüşlerdir. Ağır tahrikle yönlendirilen bu milliyetçi grup kısa süre sonra meydanı hâkimiyetine almıştır. Olaylar sokak aralarında göğüs göğse devam eder ama günün sonunda bilanço ağır olacaktır. 

Yürüyüş öncesinde gerilim tırmanmıştır. İki gün önce Cuma namazı sonrasında 
MTTB ve Komünizmle Mücadele Derneği öncülüğünde Beyazıt Meydanı’ nda ‘’Bayrağa Saygı’’ mitingi düzenlemiştir. ‘’Bayrağa Saygı’’ nın sebebi, Beyazıt Kulesi’ ne kızıl bayrak çekilmesidir. Bu kızıl bayrak meselesinin de asılsız bir provakasyon olduğu ortaya çıkacaktır. 

Beyazıt Mitingi’ nde ‘’komünizme savaş’’ ilan edilmiştir 23

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

13 Mümtaz’ er Türköne, ‘’Darbe peşinde koşan bir nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları-5.baskı, Kasım 2008-İstanbul, s.11
(68 kuşağı için ayrıca bakınız: Erol Kılınç, ‘’İhtilal, ihtiras ve 68 kuşağı hakkında’’, Ötüken Neşriyat, 2008 Hasan Cemal, ‘’Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım’’, Doğan Kitapçılık, 2008)
14 ABD Dışişleri Bakanlığı (U.S. Department of State) : ‘’ Guevara's Death, The Meaning for Latin America’’ s.6. 12 Ekim 1967: Thomas Hughes, Dışişleri Bakanı Dean Rusk için yorum içeren raporu hazırlayan Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Bürosu mensubu, http://www.companeroche.com/index.php?id=108
15 Trento, Angelo. ‘’Castro and Cuba : From the revolution to the present", Arris Books, 2005, s.64
16 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe peşinde koşan bir nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları, 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s. 41
17 Müjgan Halis, Röportaj / Psikolog Jülide Aral: ‘’Benim 68’ im Mazbut ve Cinsiyetsizdi!’’, Sabah Gazetesi - Pazar Sabah (ek), 05.07.2009
18 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları-5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s.13
19 Tolga Korkut, ‘’Ekinci: Kürt Hareketi’ nin Değişimi’’, BİA haber merkezi-İstanbul, 12 Mart 2009 Perşembe, www.bianet.org
( Yön Hareketi için bakınız: Prof Dr. Hikmet Özdemir, ‘’Kalkınmada Bir Strateji Arayışı/Yön Hareketi’’, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1986
Gökhan Atılgan, ‘’Yön-devrim Hareketi/ Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar’’,Yordam Kitap, 2. Baskı, Ekim 2008)
20 Sınıf Hareketi, ‘'İşçi Hareketi Tarihinden Kesitler’’, Türkiye Komünist İşçi Partisi web sitesi, 25 Mart 2009
21 H. Fırat, ‘’15-16 Haziran/ Sol Hareket ve İşçi Hareketi’’, TKIP web sayfası, Haziran 1988, www.tkip.org
22 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe peşinde koşan bir nesil-68 Kuşağı’’, Nesil Yayınları, 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s.82

23 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları, 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s.86

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

21 Kasım 2018 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2



‘Devrimciler’ ile ‘Yüz: 1981’ Romanlarında Baskı ve Siddet Sorunsalı 
12 Eylül Askeri Rejimi, 1961 Anayasası’nın saglamıs oldugu hak ve özgürlüklerle devamlı yükseliste olan siyasi ideolojileri özellikle de solu, anarsinin ana sebebi olarak görmekteydi (Ertem 2006, 42). 12 Eylül 1980’de yapılan müdahele sonrasında, ülkede ilan edilen sıkıyönetim kapsamında öncelikli olarak sol gruplar ve tüm ülke üzerinde baskı kurulmus; insanlar evlerinden zorla alınıp sorgulanmıs, ardından gözaltılar, iskenceler, idamlar ve ölümler insan hakları gözetilmeksizin hukuk dısı bir sekilde uygulanmıstsr (Balık, 2010: 10). Bu baglamda, tüm bu uygulamalara tanıklık eden dönemin bazı romancıları, eserlerinde kurgu olarak özellikle yasakları, baskıcı yönetim anlayısını, tutuklamaları, sorgu odalarında ve ceza evlerinde yapılan iskenceleri, programlanmıs fert ve toplum modelini, kaleme aldıkları romanlarda, o günleri tekrar yasarcasına geriye dönüs (flashback) yöntemi ile ifade etmislerdir. 

Dönemin bir kısım romancılarının da, özellikle 1980’den sonra etkin olmaya baslayan postmodernizm akımının etkisiyle de gerçeklerden uzaklasan eserler kaleme aldıkları görülmüstür. 12 Eylül dönemi kayıtlarında, yaklasık 177 kisinin, maruz kaldıgı iskenceler sonucu öldügü yazmaktadır; gözaltında veya cezaevlerinde meydana gelen ıüpheli ölüm vakaları da 500 civarındadir (Dinçer, 2011: 4). 12 Mart romanlarının aksine, dönemin yazarlarının bu denli trajik bir toplumsal gerçegi yazılarında yeterli düzeyde yer vermeyecek kadar gerekli ve ilham verici bulmuyor olmaları manidardır. Tabi bunda, 12 Eylül döneminin meydana getirdigi farklı kültürel atmosfer, askeri rejimin baskısı ve bunun neticesinde toplumda olusan inkâr psikolojisi gibi birtakım sebepler ileri sürülebilir. 

12 Mart romanları ile 12 Eylül romanları bazı elestirmenler tarafından farklı sekilde degerlendirilirler. Örnegin Fethi Naci, 12 Mart romanlarında sosyal gerçekçiligin izlerinin daha etkin oldugu, buna karsın 12 Eylül romanlarında yogun askeri vesayetin de etkisiyle tolumsal gerçeklerden uzaklasıldıgı bu durumun da yenilikçi roman anlayııının öncülügünü yaptıgını belirtir (Gümüs, 1998: 4). Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanlarında İskence’ adlı yazısında, 12 Mart romanlarına hâkim olan romantizmin 12 Eylül romanlarında tam olarak görülmedigini çünkü kimsenin artık kahraman olmadıgını belirtir. Dinçer yazısında, “68 kusagı baskaldırının sesiyse 78 kusagı da yenilginin rengine boyanmıstır. Yenilgi duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası toplumaöylesine sinmistir ki iskencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir is basarmıs saymazlar kendilerini. Oysa 12 Mart romanlarındaki hava bambaskadır. Tezgâhtan geçen herkes olaganüstü bir deneyim yasamıs 
olmanın verdigi ayrıcalıga sahiptir.” diye vurgular (Dinçer, 2011: 2). Berna Moran ise bu iki dönemin edebiyatını degerlendirirken, 12 Mart ve 12 Eylül 
darbelerinin toplumu topyekün yıkıma ugrattıgını ve bu durumun kültürel hayatı da dogal olarak etkisi altına aldıgını belirtip, 12 Eylül müdahelesinin sosyal gerçekligi yansıtması yönüyle türk romanına etkisini 12 Mart’ın tam tersi yönünde çok yetersiz oldugunu belirtir. Moran aynı zamanda, 12 Eylül sonrası bir grup romancının uygulanan tüm siyasi baskılara boyun egmedigini, ayrıca dönemin yükselen postmodern anlayısına ragmen darbe sonrası sosyal gelismeleri, topluma uygulanan baskı ve siddeti realist bir yaklasımla eserlerinde konu ettiklerini ifade eder. (Moran, 1994: 56) 12 Eylül sonrasında yazılan romanlar arasında anlatımı süsleyen hapishane, baskı ve iskence olgusunun en güzel örneklerinden biri, psikiyatri uzmanı romancı Kaan Arslanoglu’nun 1988’de yayınlanan ilk romanı Devrimciler’ dir. Arslanoglu romanında, devrimcilere karsı 
yürütülen sürek avları, aramalar, açılan davalar, hapisler, tehditler,cezaevlerinde ve gözaltındaki iskenceler, öldürmeler, korkular, hesaplasmalar, baskılar gibi birçok meseleyi somut ve ayrıntılı bir sekilde hiç bir siyasal görüsü de yüceltmeden, yadsımadan yansız olarak okuyucusuna sundugu görülmektedir. Diger bir ifadeyle, Arslanoglu romanında, liselerden, üniversitelerden, isçi kesiminden ve toplumun diger kesimlerinden seçtigi kahramanlarının maruz kaldıgı iskenceyi sayfalarca okuyucusuna anlatırken, abartısız, sade bir sekilde hem acıya maruz kalan kisinin duydugu agrı ve hissiyatı, hem de iskenceyi yapan mazoist ruhunu resmedebilmistir. Bunu yaparken deneyimlerinin yanısıra psikiyatri mesleginin kendisine giydirdigi donanımdan da yararlanmayı çok iyi basarmıstır. 

İskence olgusunu tüm detaylarıyla, romanın en uzun bölümlerinden biri olan 10. bölümde irdeleyen Arslanoglu, örgütün önde gelenlerinden biri olan Bedri adlı kahramanın bir kuyumcu soygununa karısması sonrasında, ögrencisi oldugu üniversiteye giderken polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasıyla baslayan zorlu ve uzun süreç üzerinden ele alır. Yazar, gözaltındaki uygulamalara romanında genis yer ayırmıs, pasif roldeki sorgulanan tutuklu ile aktif roldeki sorgulayan devlet görevli(leri)si arasında geçen iskenceyle karısık diyaloglara genis yer vererek tarafsız bir anlatımla okuyucusuna aktarmaya çalısmıstır. Soygun eylemini planlayan ve silahla birini yaralayan Bedri, kullandıgı silahın 
yerini, görüsme yapacagı kisileri, randevu yeri ve saatlerini itiraf etmesi için acımasızca yapılan bir iskenceden geçirilmektedir. Devrime olan inancına ihanet etmeme ugruna iskencelere uzun bir süre dayanan Bedri, son günlerinde, yüzünün siskinlikler ve morluklardan artık tanınmayacak halde oldugunu farkeder. Baktıgı aynadaki yüzünü tanımlarken sorgu ve iskence mekânının çirkin fiziki özelliklerinden de bahsederek mekânın, maruz kaldıgı kötü muameleye uygunlugunun tasvirini yapar: “Agzının yara bere içinde kaldıgı, burnundan iltihap aktıgı ilk günlerde ortamın tamamlayıcı bir unsuru olmustu tuhaf tuhaf pis kokular. Ardından duvarın o kendine has kokusu egemen olmustu tüm kokulara. Zaten gözleri perdeli bu insanlar için yalnızca sesler, kokular ve acılar vardı bu dünyada, hepsi de abartılı boyutlara ulasan duyumlarıyla. Yer yer sıvaları çıkmıs, yüzlerce binlerce kisinin kafasını, yüzünü, sırtını dayadıgı duvarın kokusu…” (s. 247). 

Arslanoglu romanında iskence olgusunu, 12 Mart romanlarında belirtildigi gibi soyut kavramların hâkim oldugu, gizli saklı Ziverbey kösklerinde uygulanan iskenceden ziyade, gün ortasında seyyar satıcıların, sokakta oynayan çocukların sesine karısan acı dolu çıglıkları nakleden örneklemeleri ile kullanır. Dstanbul’da Gayrettepe emniyeti oldugu anlasılan polis merkezinde yirmi günü askın iskence ve zulme maruz kalan ve geceyi bir kalorifer borusuna baglı geçiren ve bunun için de oturması imkânsız olan Bedri’nin tutuldugu ortamı söyle resmediyor: “…odanın penceresi, öte yanında sıra sıra apartmanlar bulunan dar bir sokaga bakar, binayı sokaktan ayıran alçak duvara birkaç metre mesafededir. O yüzden 
gündüz bile bazen karsı odalardan gelen çıglık seslerine, sokakta oynayan çocukların sesleri karısmaktadır. Cellâtlar genellikle aksam saat altıda yedide islerini bitirip evlerine giderler. Dısarıdan gelen sesler iste o vakitler daha duyulur hale gelir. “Buraak, Buraak.” Bir kadın sokakta oynayan çocugunu çagırmaktadır. Ya da kadınlar pencereden pencereye seslenirler: “Ferihaa, bu aksam balık var galiba, çok güzel koktu. (…) Duvar iki dünyayı birbirinden ayırır. Bir yanda yasamın gündelik tekdüze akısı, öte yanda gözleri baglı kurbanların zaman zaman gerçekliginden süpheye düstükleri karanlık acılar ve korkular dünyası…” (s. 236). 

Bununla birlikte romanda yazar, bu iskence ve siddeti salt bir vak’a aktarımıyla sınırlamamak, bir de olaya tarafsız bir gözle baktıgını okuyucuya hissettirmek düsüncesiyle olsa gerek, devrimci gençlerin sorgulanma, gözaltında tutulma ve sonrasındaki tutukluluk süreçlerinde maruz kaldıkları tüm siddeti, baskıyı, duydukları korkuyu söz konusu devrimci gençlerin iç konusmalarına da yansıtmıstır. Örnegin romanın kadın karakteri Aylin, romanın 11. bölümünde kendi iç monologlarında, Bedri’nin iskencelere daha fazla dayanamadıgını ve acılar içinde öldügü bilgisini paylasır. Aylin’in kendisi de gözaltından kısa bir süre önce çıkmıs ama iskencenin kendi psikolojisinde meydana getirdigi agır tahribattan henüz kurtulamamıstır. Görüstügü, konustugu hiç kimseye devletin ajanıdır korkusuyla kesinlikle güvenmemektedir. Her an tekrar gözaltına 
alınıp sorgulanma ve iskenceye maruz kalma korkusu Aylin’i baskı altında tutmaktadır. Bedri ve Ayli’nin sahsında yazar, askeri yönetim tarafından 
darbenin hemen akabinde tüm yurt genelinde ilan edilen sıkıyönetim geregi, her türlü siyasi olaya karısmıs, ideolojilere bulasmıs üniversite gençligine uygulanan baskı ve siddetin derecesini, iskenceler sonrasında gençlerde ve toplumun genelinde olusturulmaya çalısılan korku imparatorlugunu, bir tutuklama ve gözaltı esnasında oldukça kötü muameleye maruz kalan devrimci karakterlerin suur akısı ve iç konusmalarıyla okuyucuya sunar. Böylelikle yazar, hem solun öz elestirisini yapmak, hem de iskence ve baskının devrimci gençler üzerinde 
olusturdugu derin etkiyi ve neticesinde olusan psikolojik travmayı vurgulamak isteyerek baskıcı darbe zihniyetinin bireyler ve tüm toplum üzerindeki tahrip edici sonuçlarını yansıtmıstır. 

Romanın birçok yerinde tüm bu olumsuz kosullar, okuyucuya iç monologlar aracalıgıyla aktarılır. Yazarın, Aylin karakteriyle kullandıgı iç monolog teknigi aslında, toplumun o dönemki korku imparatorlugu sonrasında yasadıgı travmayı da göstermektedir. Sokaklarda üç bes kisinin bir araya gelip konusması ve birlikte yürümesinin dahi suç kabul edildigi bir ortamda, insanların açıktan fikirlerini, duygu ve düsüncelerini beyan etmeleri imkânsızdı. Aylin yine bir iç konusmasında, “Her gün insanlar yakalanıyor. Dün belki yirmi kisi. Bugün belki kırk kisi. Yarın da insanlar yakalanacak ve oraya götürülecekler. Orada neler yapılıyor ben biliyorum. Düs degil. O bina var. Su anda insanları ezmeye devam ediyor. 

Güç onlarda. Hak onlarda. Onlar her sey simdi. Biz hiçbir sey… Onların gözünde ben adı, sanı, okulu, evi belli bir düsmanım. Gece yarısı bir araba dayansa kapımıza tutup alacak” demektedir (s. 268). Arslanoglu, romanın bu bölümünde, darbe sonrasında sıkı yönetimle birlikte hayatın her kademesine hâkim olan atmosferi, topluma hakim olan, sosyal hayatı etkisi altına alan bir endise ve güvensizlik havasını yansıtmaktadır. Ülke geneline hâkim olan bu gergin ve korku dolu atmosfere dair ayrıntılar yine yazar tarafından, romanın 12. bölümde aktarılır.“Sokaklar asker ve polis kaynıyordu. Orduda ve poliste izinlerin kaldırıldıgı söyleniyordu. Aksamları dısarıya çıkmak tehlikenin bile bile kucagına atılmaktan baska bir sey degildi. Tedirgin halk, korkusundan erken erken evlere kapagı atıyor, karanlık sokaklarda polisler, askerler ve niyeti bozuklar dısında 
kimse kalmıyordu” (s. 280). 

1980 askeri darbesinden sonra yazılan diger bir roman da Mehmet Eroglu tarafından kaleme alınan Yüz: 1981 adlı romandır. Yüz: 1981, Mehmet Eroglu’nun altıncı romanıdır. llk bes çalısmasında 12 Mart döneminde siyasi eylemlere karısmıs solcu karakterlerin mücadelelerini ve yasadıkları dramları ele alan Eroglu, Yüz: 1981 romanında yakın tarihimize damgasını vuran, kırılma noktalarından 1980 askeri müdahalesi sonrasında gelisen sosyal ve siyasi olayları ele alır. 1980’li yıllarla birlikte kendini daha da hissettirmeye baslayan materyalist anlayısa ve çıkara dayalı yasam tarzı, insan iliskilerini derinden sarsmıstır. Eroglu, Yüz: 1981 romanında menfaat iliskilerinin ön planda tutuldugu, bireysel anlayısın toplumculuk anlayısına tercih edildigi, günübirlik hayat tarzının özendirildigi bu dönemi anlatır. 

Yüz: 1981 romanında, Eroglu, ilk bes romanının aksine roman baskahramanı olarak bu kez sıradan, politikayla ilgisi olmayan, toplumsal duyarlılıgı kalmamıs, hayattaki tek gayesi gününü gün etmek, para kazanmak olan, olaylar üzerine derinlemesine düsünemeyen, analiz yapamayan, âsık olmak yerine kadınları cinsel bir obje olarak kabul eden, onlarla günü-birlik iliski kurmayı seçen bir tipi öne çıkarmaktadır. Erdal Dogan romanın baskahramanını, âsık olmak yerine iliski kurmayı seçen ve âsık oldugundaysa gerçek yüzünü kesfeden bir kisilik olarak tanımlamaktadır (Dogan, 2000). Bu sebeple Yüz: 1981 Mehmet Eroglu'nun 12 Eylül sonrasında toplum üzerine uygulanan devlet baskısının 
neticesinde ortaya çıkan insan modelini mercek altına alma amacı tasımaktadır. Aynı zamanda romanın kahramanı, diger roman kahramanlarından farklı olarak 12 Eylül darbesinin magduru degil egemen güç olan askeri yönetimin emrinde bir astegmendir: Hayatını sadece cinsel münasebetler üzerine bina eden, altı kadınla yasadıgı ve bedensel arzularından öteye geçemeyen maceralar yasamıs bir kisidir. Romanda bu kahraman kendisini su sözlerle tanımlar: “Hiçbir hayatın basrolünü oynamaya kalkısmadım; kendiminkinin bile. Bu durum beni ne 
utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü, üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklüyüm. Derler ki, geçmise sıgınmayan, anılastıramadıgımız 
inatçı hayatlar kendini yazdırır; ötekiler, yani kâgıda dökülmeyenler, yasanmakla tükenirler, çünkü kalıcı özleri yoktur. Yazılan ve tüketilen; böyle bölerek bakarsanız, hayatım bu iki tanımın arasında – tüketilene yakın –öylece duruyor. Kısaca ne iyi, ne de kötü; sizinkine benzer, olagan bir hayat demek bu.” (Eroglu, s. 6). 

Eroglu, romandaki adıyla ‘İsimsiz Kahramanı’nı günlük hayatta hemen her yerde rastlayabilecegimiz sıradan, siyasetten uzak bir kisi olarak okuyucunun karsısına çıkarması ile aslında, 1980 sonrasında toplum üzerine uygulanan siyasi baskılar ve siddet sonucu olusturulmaya çalısılan apolitik egemen insan tipini resmetmektedir. Bununla beraber, roman içerisinde kahramanın askerlik yaptıgı yıllara dair geri dönüslerine yer vermesi, askeri yönetimin sivil halka bakıs açısını da yansıtır. Bu insan tipine İsimsiz Kahraman demesinin temelinde ise bu kahramanın sahsında 12 Eylül sonrasında olusan bastırılmıs topluma yönelik genel bir elestiri yatmaktadır. Yazar, romanın 428. sayfasında bu elestiriyi İsimsiz Kahramanın kendi ifadeleriyle söyle özetler: “Adım? Adımın ne önemi var? Çok istiyorsanız beni kendi adınızla çagırın. Bu bütün sorunları çözer. 
Zaten birbirimizden ne farkımız var? Belki bilmek istersiniz, artık yüzümü merak etmiyorum. 1981’de herşey gibi o da degismis. Sadece benimki mi? 

Aslında hepimizinki degisti, ama tek fark bu degisikligin benim yüzümde açıga çıkıyor olması. İsterseniz, bu sizi rahatlatacaksa bana ‘yüzsüz’ ün biri diyebilirsiniz.” (s. 428) Yazarın İsimsiz Kahraman olarak adlandırdıgı bu kisi, her yönüyle askeri yönetimin sosyal hayatta görmeyi arzuladıgı, isminin önemi olmayan, korku ve baskıyla siyasetten azledilmis apolitik bir kisiliktir. Bu yozlasmanın nedenleri ise 1980 sonrasında tüm toplumu derinden etkileyen siyasi, kültürel ve sosyal gelismelerde aranmalıdır. Bu baskı süreci, insanların düsünme ve yorumlama yetisini zayıflatmıs, insani iliskilerini köreltmistir. Ayrıca insanlar maddiyat merkezli ve çıkar endeksli bir yasam anlayısına zorlanmıs, siyasi, sosyal, kültürel ve manevi erdemlerde topyekûn bir yozlasmaya mecbur bırakılmıstır. Eroglu romanında, 12 Mart romanlarından ve Kaan 

Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ romanından farklı olarak; sadece devletin kendi insanına uyguladıgı siddet, iskence ve baskı sahnelerini somut olarak  göstermenin yanısıra, 12 Eylül sonrasında uyguladıgı baskı ve siddetle hedeflenen duyarsız insan ve onun nezdinde de bastırılmıs toplumun bu 
yozlasma içerisindeki genel görünümünü de resmetmistir. Romanda 1981 yılının anlatıcı için bir dönüm noktası oldugu bilgisi verilerek 12 Eylül askeri darbesi dönemine ait göndermeler, yasanan gözaltılar, sorgulamalar, baskılar ve siddet anlatıcı kahramanın geri-dönüs (flash-back) yöntemiyle okuyucuya sunulur. Ancak, anlatıcının geri dönüslerinde, geçmise ait bir ideoloji veya mevcut düzene karsı siyasi bir elestiri vurgusundan ziyade, iliskiye girdigi kadınları hatırlamada yardımcı olan tarihsel zaman dilimleri yer alır. Böylelikle yazar, politik yönü 
tükenmis anlatıcı kahramanla, romanın genel isleyisine katkısı olmayan geri dönüsleriyle iskence ve siddeti de geçistirir tarzda, alelade bir durum 
olarak aktarmıstır. Bunun yanısıra, sıkıyönetim uygulamalarını, apolitik yasamın ve bu yasama baglı olarak cinselligin ve zevk odaklı iliskilerin hatırlanması için birer süs olarak kullanmıstır. Bununla beraber, 12 Eylül iskencelerine dair anıları, yukarıda da belirtildigi gibi genellikle bir arkadas, nesne veya olayla ilgili bir anlatıyı dile getirdigi zaman hatırlamaktadır. Örnegin, iliskiye girdigi altı kadından biri olan Isık’ı düsünürken, Isık’ın önce gözaltına alınması ve sonrasında da tutuklanmasına dair anısını iç monolog yöntemiyle okuyucuya aktarır; “O, gözaltına almaya gittigimiz bir ‘rejim düsmanıydı” diye ifade eder (s. 146). 

Eroglu burada, Isık’ın sahsında tüm solu isaret ederek, sol kesimin askeri yönetim nezdindeki rejim düsmanlıgı konumunu da ortaya koyar. 

Anlatıcının diger bir iç monologunda ise, ortaokuldan arkadası Faruk’u hatırlarken, onun sıkıyönetim döneminde katı bir iskenceci oldugunu ve 
nasıl acımasızca iskence yöntemleri kullandıgından sözeder. Yine, üniversitede akademisyen olan ve tutuklanarak iskenceye tabi tutulan Tahir Hoca’yı da aynı sekilde okuyucu, anlatıcının geri dönüs yöntemiyle, iç monologlar aracılıgıyla ögrenir. Bununla birlikte anlatıcı, romanın birkaç yerinde halası ve kuzeniyle aralarında geçen diyaloglarda da, sık sık ordu yönetiminin toplum üzerinde kurdugu baskı ve uyguladıgı asırı siddete dair bilgiler paylasır. Anlatıcı, halasına basta komünistler olmak üzere, bütün devlet düsmanlarının nasıl etkisiz hale getirildiklerini anlatırken, halası ve yegeniyle, “1981’de bütün ülkede oldugu gibi Dstanbul’da da sıkıyönetim” (s. 29) oldugu bilgisini de paylasır. 

Eroglu’nun, olayları bizatihi tecrübe eden anlatıcı kahramanına, 1981 yılında yüzünde apolitik kisilige geçis sürecinde beliren degisimleri fark ettirmesiyle, aslında 1981 yılından sonra toplumun genelinde hissedilen o dönemki apolitik geçisi sembolize etmeye çalısmıstır. Yazar kahramanının sahsında, askerî yönetimin dayattıgı yeni-insan tipi ve yeni toplum yapısını olusturmadaki basarısını gözler önüne sermek ve aynı zamanda hemen yanıbasında gerçeklesen büyük toplumsal olaylara duyarsız kalıp kendini degisimin rüzgarına kaptıran toplumun elestirisini yapmaktadır. 

Olayların etrafında cereyan ettigi bu anti-kahraman, romanın ilk bölümlerinde verilen bir iç monologunda içinden geçtigi degisim sürecinin farkında oldugunu belirtir ve bu farkındalıgı da belleginde su sekilde geçirerek ifade eder: “Yıllar sonra Tahir Bey’in kitabıyla ilgili bir yazıyı okudugumda, küçümseme yüklü bir ifadenin dogru olmasa da gerçegin soluk izlerini tasıdıgını ögrenecektim. Ama 1981’lerde iskence gören her tutuklunun denizle ilgili bir geçmisi olduguna inanırdım nedense. Aslında bu inancımı temellendiren Faruk’un ardında bıraktıgı, dudakları kurumus kanla mühürlenmis (s. 23) zavallıların zorlukla mırıldandıkları o sihirli, mavi sözcüktü: Su, su… Su sesi kulaklarında giderek denize dönüsür dü. İşkence yakınında olanları da etkiliyordu. Bu etkilenme bende sözcükler arasında akrabalıklar kesfetme, köprüler kurma seklinde ortaya çıkmıstı.” (s. 24). Anlatıcı kahraman, kendisinin darbe sonrasında görev yapan bir astegmen olarak olaylara taraflı bakıyor olmasına ragmen, romanın son bölümlerinde arkadası Nejat’la konusmasında söyledigi “1981’de çok sey oldu, insanlıgı katlettiler” (s. 325) cümlesi, o dönemlerde askeri yönetimin topluma karsı ciddi bir ön yargısı oldugunu ve bu önyargı neticesinde de uyguladıgı baskı ve siddeti özetler nitelikte. Buna karsın, yazar, anlatıcının ilk ve son kez duyarlı bir yaklasım içinde oldugunu da göstererek kendisinin toplumdan daha henüz ümidini kesmedigini anlatmaya çalısır. 

Sonuç 

12 Eylül 1980 askerî müdahalesi Türk toplumunda bir daha geri dönüsü olmayan büyük bir degisimin baslangıç noktasıdır. Bu degisim sürecinde öncelik, bireylerin depolitize edilerek siyasetten azledilmelerine verilmistir; böylelikle toplumda kültürel, ekonomik ve politik alanlarda arzu edilen kitlesel degisimin önü açılmıs olacaktı. Ülkedeki mevcut siyasi fikirleri kendi varlıgına birer tehdit olarak algılayan askeri rejim uyguladıgı asırı baskı ve siddet ile siyasal, sosyal ve kültürel hayatı tamamıyla kontrolü altına alıp kısa sürede toplumu sindirmeyi basarmıstı. Tüm bu uygulamalara gerekçe olarak da 1960’ların sonunda baslayıp 1980 yıllara kadar devam eden siyasi anarsi ve buna ek olarak da siyasilerin sokaktaki kavgayı bitirecek çözümü üretmedeki yetersizlikleriydi. Neticede askerî rejim, kısa sürede olayların bedelini azami derecede güç kullanarak, en sert 
sekliyle sol görüslü insanlar basta olmak üzere tüm siyasi gruplara ve toplumun geneline ödetmistir. Bu tarihten itibaren, bir taraftan yönetimin siyasetle alakalı yasakları had safhaya ulasırken diger taraftan da özel hayat, cinsellik, feminizm, içe dönüs, yalnızlık, tüketim, gibi konular medya aracılıgyla tesvik edilmistir. 

Bu çalısmada, sosyal ve siyasi boyutları açısından, daha önceki askeri darbelerde oldugu gibi, Türkiye’nin tüm sosyo-politik dinamiklerini sarsan 12 Eylül 1980 müdahalesinin, toplumu oldugu kadar edebiyatı de aynı derecede etkiledigi belirtilerek, özellikle müdahele sonrasında kaleme alınan romanlarda bu etkinin izleri sürülmeye çalısılmıstır. 

Türk romanı 1980’e kadar özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra politik bir yelpaze içerisinde gelismis, sosyalist düsünce yapısı olmak üzere farklı siyasi ideolojilerin güdümünde devam etmistir. 1980 askerî müdahalesi, genelde bütün siyasi görüsleri hedef alsa da özelde özellikle yükselen sol düsünceyi kendine hedef seçmis; bir daha toparlanamaması arzusuyla solu önce unutturmak sonra da yok etme amacını tasımıstır; alternatif olarak da popülist, pragmatist, tüketimci, kendi için yasayan bencil bir düsünce yapısını dayatmıstır topluma. 

Çalısmamıza konu olan romanlarda, alısılmıs olay örgüsü ile klasik zaman anlayısı yerine, modern ve postmodern kurgunun kullanıldıgı görülür. ‘Yüz: 1981’in geri dönüs, diger bir ifadeyle flashback teknigini kullanması, ve anlatılan olaylarda sık sık yazarın üst anlatıcı rolüyle romanın kurgusuna müdahale etmesi, ‘Devrimciler’ romanında da anlatıcının hem herseyi bilen bir üst anlatıcı hem de olayları yasayan kahraman anlatıcı konumunda birbiri içinde olması ve olaylara çoklu bir bakıs açısıyla bakması, yazın hayatında teknik açıdan meydana gelen degisimlerin de bir göstergesidir. 1970’li yıllarda yazılan 12 Mart romanları, yazın teknikleri açısından birtakım elestirmenlerce zayıf bulunur; bunda da anlatımdan ziyade içerigin önem arz etmesi etkilidir. 1980’den sonraki romanlarda ise öne çıkan endiselerin anlatılan konunun ne oldugu degil, 
nasıl anlatıldıgı üzerinde odaklandıgı görülür. 

İncelenen iki romanda da 12 Eylül’ün izleri sürülmeye çalısılmıstır; siyasi ideolojilerin yok edilmesine dair askeri idare tarafından uygulanan sert ve siddete dayalı yönetim anlayısı, gözaltı ve cezaevi süreçleri, sorgulamalar, gözaltında yapılan iskenceler, siyasal örgütlerin ve ideolojilerin kendi iç hesaplasmaları ve çatısmaları, cinsellik ve ask kavramının siyasi hesaplasmalarla iç içe verilmesi, politikadan uzaklastırılmıs bireyin ve toplumun insası gibi konular romanlarda agırlık kazanmıstır. 

KAYNAKÇA 

ARSLANOGLU, Kaan (2006). Devrimciler, İstanbul: İthaki Yayınları. 
AYTAÇ, Gürsel (1999). Çagdaş Türk Romanları Üzerine ncelemeler, Ankara: Gündogan Yayınları. 
BALIK, Macit (2009). “Türk Romanında 12 Darbesi”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, S. 4 /1-II Winter 2009 
BELGE, Murat (1994). Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: İletisim Yayınları. 
COŞKUN, Sezai (2004). İki Eserde İki Siyasi Dönem: Ya Tahammül Ya Sefer ve Mektup 
Askları”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 531–535. 
CEMAL, Hasan (2004). Tank Sesiyle Uyanmak, 12 Eylül Günlügü, İstanbul: Dogan Kitap. 
DİNCER, Yesim (2011), 12 Eylül Romanında İşkence, İstanbul: Yazın dergi Yayınevi. 
DOGAN, Erdal (2000). “Toplumda Vicdani Derinlik Azalıyor”, Radikal, İstanbul. 
ERTEM Ece, Cihan (2006). Romanlarda 12 Eylül Askerî Müdahalesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 
EROGLU, Mehmet (2000). Yüz: 1981, İstanbul: Everest Yayınları, 4. Basım. 
G]M]S, Semih (1998). “Fethi Naci ile Söyleşi”, Cumhuriyet Kitap Eki, İstanbul: Yenigün Yayıncılık. 
GÜRBİLEK, Nurdan (2007). Vitrinde Yasamak, İstanbul: Metis Yaynları. 
GÜRSEL, Seyfettin (1998). “1980’li Yıllar ve Sonrası”, Cumhuriyetin 75. Yılı, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. 
KABACALI, Alpay (1992). Türkiye’de Gençlik Hareketleri, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. 
KARACA, Emin (2001). 12 Eylül’ün Arka Bahçesinde: Avrupada’ki Mültecilerle Konuşmalar, İstanbul: Gendas Kültür. 
MORAN, Berna (1994). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakıs 3, İstanbul: İletisim Yayınları. 
NARLI, Mehmet (2007). Roman Ne Anlatır-Cumhuriyet Dönemi (1920-2000), Ankara: Akçağ Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2002). Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul: Everest Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2004). “1980 Sonrası Romanı Üzerine Birkaç Önvarsayım”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 442–450. 
SEVER, Çiğdem (2011). Geçmişle Hesaplaşmaya Bir Örnek: 12 Mart Romanları, Ankara: Atılım Üniversitesi. 
SEVİNÇ, Canan (2004). “Tanzimat’tan Bugüne Türk Romanında Siyaset”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s.511–530. 
TOSUN, Necip (2005). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzlesme, Yalnızlık, İçe Dönüs” Hece Öykü, S. 9, s.59-68. 
TÜRKEŞ, A. Ömer (2004). “Darbeler; Sözün Bittigi Zamanlar…” Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 426–434. 

***

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1





1981’ ROMANLARINDAN  HAREKETLE 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAŞANAN DEVLET GÜDÜMLÜ BASKI VE ŞİDDET SORUNSALI 

Ahmet ALVER* 

Özet 

Bu Çalısmada, 12 Eylül askeri darbesini baskı ve siddetini direkt konu alan Kaan Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ ile Mehmet Erogiu’nun Yüz:1981 romanları incelenmistir. Türkiye’de darbe sonrası, yönetimi siyasilerden devralan askeri idarenin, toplumun bütününe uyguladıgı baskı ve siddete, dönemin aydınları gözüyle bakılarak, bu olguların edebi eserlerde nasıl konu edildigi incelenmistir. Böylelikle, romancıların dönemin siyasi ve toplumsal gelismelerini sanatla nasıl bütünleıtirdikleri üzerine yogunlasılarak 12 Eylül askeri darbesinin kültürel bellekteki izleri sürülmüstür. Devrimciler romanı yönetimin baskısı ve sansürüne ragmen dönemin gerçeklerini en cüretkar bir sekilde yansıtan romanlardan biri 
olması sebebiyle önem arz eder: ‘Yüz: 1981’ romanı ise ‘Devrimciler’ romanı gibi bireylere uygulanan siddet ve baskıyı kurgusunda yer vermesi, askeri 
idarenin topluma uyguladıgı siddet ve baskıyla olusturmayı arzuladıgı apolitik birey ve toplum modelini konu etmesi yönüyle önemli bir yere sahiptir. Bu roman ayrıca, olayları toplumda ezilen toplumun bakıs açısıyla degil, yönetime el koyan orduda vazifeli bir astegmenin bakıs açısıyla ele alması yönüyle de önem arzetmektedir. Çalısmada aynı zamanda, Türk siyasal hayatında, 1960’lı yıllarda baslayıp 1970’li yıllarda etkisini arttıran sosyo-politik olaylar kısaca özetlenmis, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yasanan baskı ve siddet olaylarının istatiksel olarak genel bir anatomisi yapılmıstır. 

Giriş 

     Edebiyat, sosyal bilimler arasında insanı ele alan ve buna baglı olarak da insanın içinde yasadıgı toplumu en çok inceleyen bilim dallarının basında gelir. Dnsanı gerek bireysel gerekse de toplumsal bir bakıs açısı ile degerlendiren edebiyat bilimi, diger bir ifadeyle yasamın estetik ve sanatsal bir tarzda ifade edilmesidir. Edebiyat bu özelliginden dolayı, toplumun her kesiminden insanı; duygu ve düsüncesi, yasama dair yaklasımları, yasamı yorumlayısı, sevinci, kederi, özlemleri, bunalımları ve hayal kırıklıkları ile konu etmistir. Yasamı estetik bir tarzla aktarmayı gaye edinen edebiyat, bu fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda içinde var oldugu toplumun gerçekleri çerçevesinde, mensubu oldugu toplumun deger yargılarını, etkilesimlerini, tarihi ve siyasi dinamiklerini, sanatsal varlıgını, lisanını, o toplumun politik ve ekonomik yapısıyla bir bütün olarak inceler. Bu çalısmamızda, tarihsel anlamda Türkiye’de genis çaplı toplumsal ve siyasi kırılmalara sebep olmus 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kültürel hayata etkileri incelenecektir; bu vesileyle toplumun sindirilmesi için yapılan hukuk dısı uygulamalarıyla belleklerde yer edinen 1980 döneminin özellikle de baskı ve siddet olgusunun kültürel hayata özellikle de romanlara yansıyan izleri ele alınacak. Ahmet Türkes, Mehmet Narlı ve Murat Belge gibi o dönemi yazılarında sıkça ele alan elestirmenler, Türk Edebiyatı’nda gerçek anlamda politik roman sayılabilecek ilk çalısmaların, 12 Mart 1971 askeri 
müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları oldugunu belirtirler (Belge, 1994: 114; Türkes, 2004: 428; Narlı 2007, 169). Türkiye’de romanın ilk defa politize olması 1970’li yıllarda baslayıp 1980’li yıllarda ivme kazandıgı kabul edilse de aslında bu durumun Tanzimat’a kadar uzandıgı, yasanan büyük siyasî ve toplumsal gelismelerin roman sanatını dogrudan etkiledigi bir gerçektir. Bunda, Tanzimat kusagı romancılarının yazıları vasıtasıyla, toplumun egitilmesi ve yeniden insası hususunda kendilerine büyük bir vazifenin düstügü bilincinin ciddi etkisi vardır. Bu durum, Tanzimat’ın birinci kusak sanatçılarını birer edebiyatçı olmaları yanısıra aynı zamanda, dönemin politik ve toplumsal meseleleriyle yakından ilgilenen politikacı, gazeteci ve fikir adamı olmalarından da kaynaklanmaktadır (Sevinç, 2004: 512). Cumhuriyetin ilanından sonraki 
süreçte, devrimleri ve Kemalist düsünceyi topluma yayma görevini üstlenen Türk romanı, 1940’lardan sonraki süreçte de, devrimlere ve merkezi hükümete karsı tavır takınmıs, fakir Anadolu insanının maddimanevi anlamda çektigi sıkıntılara ve yoksulluga dair sosyal gerçekleri elestirel bir dille ifade etmede bir araç olarak kullanılmıstır. 

1960 ile 1980 yılları arasında yasanan üç askerî müdahale ve basarısızlıkla sonuçlanan iki askeri müdahele girisimi, sosyal hayatın yeniden sekillendirilmesi ve üstünlerin istedigi toplum modelini dayatmıstır. Dnsa edilen veya edilmeye çalısılan bu yeni toplum anlayısı, daha önceki dönemlerde de oldugu gibi sosyal gerçekleri ve kültürel hafızayı yansıtmaları açısından dönemin edebi çalısmalarında romancılar için etkin bir rol oynamıstır. Bu yıllardan itibaren edebiyat özellikle de roman, süratle siyasi ideolojilerin etkisi altına girmis ve bu ideolojilerin genis halk kitlelerine yayılmasında etkili bir araç olarak kullanılmıstır (Coskun, 2004: 531). 

1960’ların sonunda Avrupa’da patlak veren ve bir süre sonra Türkiye’de de kendini hissettiren ögrenci hareketleri, ülkedeki sag-sol çatısmasının fitilini ateslemistir. Özellikle büyük sehirlerde yogunluk gösteren bu olaylar, önceleri basit anlamda karsıt görüsteki üniversite gençligi arasında baslamıs, sonrasında da ülkenin ileride sosyal ve siyasi dengelerini altüst edecek silahlı bir mücadele haline dönüsmüstür. Politikacıların meseleleri çözmedeki yetersizligi, isteksizligi, siyasi uzlasının bir türlü saglanamaması ve birtakım güvenlik birimlerinin saga 
karsı tarafgir tutumu olayların büyümesinde etkin rol oynamıs, taslı, sopalı baslayan kavganın bir süre sonra silahlı bir savasa dönüsmesine zemin 
hazırlamıstır. Bu durumda asker, bir kez daha kıslasından çıkmak zorunda kalmıs ve olaylara müdahele ederek Demirel hükümetini istifaya zorlamıstır. Müdahele sonrası sokak olayları ve anarsi hız kaybetmemis aksine daha da artıs göstermistir. 1971 yılı Mayıs ayında, Dsrail Baskonsolosu Efraim Elrom’un Türkiye Halk Kurtulus Partisi Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırılması ve tutuklu arkadasları serbest bırakılmazsa öldürüleceginin açıklanması, hükümetin Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi birçok büyük sehirde askerin dayatmasıyla sıkıyönetim kararı almasına ve geriye dönük yasalar çıkarmasına sebep olmustur. 

Böylece genis çaplı bir cadı avı baslamıs ve aralarında Çetin Altan, Erdal Öz, Adalet Agaoglu, Fakir Baykurt, Dlhan Selçuk, Sabahattin Eyüboglu, Azra Erhat, Vedat Günyol ve Anayasa hukuku ders kitabından ötürü AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Mümtaz Sosyal gibi tanınmıs entellektüellerin de bulundugu birçok sol görüslü insane, baskınlar sonucu gözaltına alınmıs, sorgulanmıs ve türlü iskencelere maruz kalmıstır. (Ertem, 2006: 27) 12 Mart 1971 askeri müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları, bu dönem Türk siyasi tarihinin kültürel bellegini kaydetmesi yönüyle önem arzetmektedir. Sıkı yönetim ile biraz da olsa durulan sokaklar 1974’e gelindiginde siyasi cinayetler ile tekrar sarsılmıs, 1976 yılından itibaren ise ülkedeki tansiyon ve siyasi kargasa tavan yapmıstır. 

1970’li yılların sonuna dogru kurulan koalisyon hükümetleri, sokaklardaki can güvenligini saglayamaz hale gelmis, ekonomi ise çöküs sürecine girmisti (Kabacalı, 1992: 244). 11 Eylül 1980’e kadar durmaksızın devam eden ve yurt geneline yayılan sag-sol çatısması ve siyasi cinayetler, partilerin kendi aralarındaki kısır çekismeler toplumdaki siyasi kutuplasmayı alevlendirmistir. Tüm bunlara ek olarak ülke, sokaktaki anarsiyle ugrasırken bir de, ülkenin dogu illerinde artan kürtçülük hareketleri ve bunun neticesinde ortaya çıkan ayrılıkçı terör günden güne artmıs, siyasileri çaresiz bir duruma düsürmüstür. Artan anarsiyi kontrol altına alabilmek, ülkedeki asayisi tekrar saglayabilmek düsüncesiyle ordu, 1960 ve 1971 yıllarında oldugu gibi bir kez daha sahneye çıkarak 12 Eylül 1980’de sabah saat 4’te, TRT radyolarından yayınlanan Dstiklal Marsı ve Harbiye Marsı esliginde Türk Silahlı Kuvvetleri “Dç Hizmet Kanunu’nun verdigi Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini…yerine 
getirme kararı almıstır. 12 Eylül darbesi, yapısı geregi daha önceki müdahelelere hiç benzemeyerek, toplumun her kesimini hedef almıstır. 

Böylelikle demokrasi, uygulanan asırı sertlik ile bir kez daha tarihin tozlu raflarına kaldırılmıstır (Cemal, 2004: 16). Kısa bir süre sonra da yurt 
genelinde sıkıyönetim ilan ederek tutuklamalara, gözaltılara, sorgulamalara ve iskencelere baslanmıstır. 11 Eylül gecesine kadar hızını kaybetmeden süren anarsi ortamının 13 Eylül’ de derhal sükunete kavusması, anarsinin istenerek yaratıldıgı yorumlarına yol açmıstır. Darbe sonrasında, Genel Kurmay Baskanlıgı’nın 1982’de yayınladıgı istatistiksel verilere göre; Aralık 1981 - Mayıs 1982 döneminde 14.086’sı “solcu”, 2941’i “ayrılıkçı” ve 347’si “sagcı” olmak üzere 17.734 kisi hakkında örgüt davası açılmıstır. 12 Eylül döneminin Dnsan Hakları Dernegi tarafından açıklanan kayıtlar ise çok daha çarpıcıdır: Gözaltına alınanlar: 650 bin kisi, dava açılan 210 bin kisi, yargılananlar 230 bin kisi, fislenenler ise 1.683.000 kisidir (Gürsel, 1998: 812). 

12 Eylül’ün toplumun çesitli kesimlerine olan etkilerini gösteren diger bir istatistiksel bilgi ise söyledir; 14 bin kisi siyasal haklarından mahrum bırakılmıs, 2000’nin üzerinde basın davası yoluyla 3000 gazeteci mahkemeye verilmis, 251 kitap yakılmıs, 937 film ise yasaklanmıstır. Böylece, 13 gazete hakkında 303 dava açılırken 458 süreli yayının yayımlanmasına izin verilmemistir. Ayrıca bu dönemde 30 bin kisi de siyasi mülteci olarak Dsviçre, Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya ve Yunanistan gibi ülkeler basta olmak üzere Avrupa‘nın çesitli ülkelerine iltica etmistir (Karaca, 2001). Yukarıdaki istatiksel bilgiler gösteriyor ki, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi, Türkiye’de toplumsal ve siyasi yapının 
temelden sarsıldıgı, silah zoruyla, dayatmalarla olusan yeni bir düzenin temellerinin atıldıgı bir kopma noktası olmustur. 

İskenceye maruz kalanların tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte, 12 Eylül darbesi sonrasında 650 bin kisinin gözaltına alındıgı çesitli resmi kaynaklarca dogrulanmaktadır. Bu rakamın tamamı iskence görmese de büyük bir kısmının baskı ve zulma maruz kalıp iskenceyle sorgulandıgını söylemek mümkündür. Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanında İskence’ adlı yazısında yüz binlerce insanın bilip de polisin ya da askerin bilmedigi bir seyin “sır” olamayacagını, bunun için de 12 Eylül’de yapılan iskencelerde bilgi edinmekten ziyade caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne çıktıgı, “birey”den öte “toplum”un sindirilmesi hedeflendigini belirtmektedir. İskence yapılan bedenlerden yükselen çıglıklar bir tür siren vazifesi görmüstür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymus fakat korku ve gözaltına alınma endisesinden dolayı olaylara kulagını tıkayıp bunları 
unutmayı tercih etmistir (Dinçer, 2011: 2). 

12 Eylül 1980 Darbesinin Kültürel Bellegi, 

Ahmet Türkes’in “Cumhuriyet tarihinin en kanlı dönemi (2004: 430)” olarak tanımladıgı bu dönem, bir toplumun her yönüyle politikadan azledildigi, basın yayının yasaklandıgı, kitapların toplatılıp yok edildigi, entellektüellerin, akademisyenlerin gözaltına alınıp iskencelere maruz bırakıldıgı, binlerce gencin zindanlarda çürütüldügü bir dönem olmustur. 

Nurdan Gürbilek, darbe sonrası 80’li yılları, 1960 ve 1971 yılındaki darbelere kıyasla, bir toplumun kendi devleti eliyle yasayabilecegi en sert ve siddetli, baskıcı dönemi olarak tanımlar (Gürbilek, 2007: 101). Gürbilek, 1980’li yılları aynı zamanda, daha önce ancak siyasi tasarılar içinde varolabilen, bu tasarıların diline tabi olan kültürel taleplerin, kendilerini ifade imkânını bulabildikleri yıllar olarak da görmektedir (s. 102). Söyle ki; bir yandan ifade etme ve yazma özgürlügüne kısıtlama getiren zihniyet aynı zamanda bir söz patlamasının da bilinçli bir sekilde önünü açmıstır. O zamana kadar konusulmasında sakınca görülen, mahrem kabul edilen cinsellik gibi özel hayata ait mevzular basın ve 
televizyon aracılıgıyla kamuoyunun gündeminde yer almıstır. Gürbilek, özel hayata dair cinsel kavramların toplumsal bellege yerlestirilmek istenmesini daha çok bir özgürlesme ve bireysellesme söylemi içinde, her konuya hâkim olmak isteyen otoriter anlayıstan bagımsız olarak söze dökülmek istenmesini gerekçe olarak gösterir. Bu baglamda 80’li yılların önünü açtıgı degisimin en önemli ayaklarından biri olarak mahremiyetin ifsası görülmektedir (s. 23). 

12 Eylül’le degisime ugruyan bir diger unsur da, devletin varlıgına tehdit olusturdugu görüsünden dolayı “sömürü ve emek” gibi sol ideolojiyi temsil eden kavramların kamuoyu nezdinde basitlestirilmesi, haber degerlerinin düsürülmesi ve sadece nostaljik çagrısımları olan içi bos, degersiz kavramlar haline getirilmeleri yönünde kamuoyu olusturulma çabalarıdır. Bu amaç dogrultusunda gazeteler sansürlenerek risksiz bir alana çekilmislerdir. Örnegin dönemin büyük gazetelerinden Hürriyet’in hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıstır. Macit Balık’a göre bütün bu haberlerde, o sırada yasanan baskının ve günlük hayatın sıradan bir olgusu haline getirilmis devlet siddetinin isaretlerini bulmak 
imkânsızdır (Balık, 2009: 11). Tam da devletin tekeli haline geldigi bir durumda, siddet sanki özel hayatın bir olgusuymus gibi ayrısır; ancak aile içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dısında bir nedeni yokmus gibidir” (Gürbilek, 2007: 53). Gazeteler böylelikle sansürlenerek daha etkisiz bir hale getirilmistir. 

1980’in etkileri, gazetelere uygulanan sansürün yanısıra, bir yönüyle politikaya temas eden düsünce merkezli tüm alanlar rejime karsı tehdit olarak görülmüs ve devlet tarafından baskı ve siddete maruz kalarak önce pasifize edilmisler, akabinde de yok edilerek yerlerini yeni yapılandırmalara, olusumlara ve örgütlenmelere bırakmıslardır. Sag ve sol olmak üzere her iki ideolojiden, basta entellektüeller olmak üzere okuyucuların ilgilerindeki degisimler de bu yeni örgütlenmelere ve olusumlara paralel olarak farklı renklere bürünmüstür. Böylelikle, iktidar sahiplerinin rejime muhalif kesimleri fiziksel ve psikolojik anlamda ölçüsüz bir siddetle yok etme girisiminden entelektüel hayat da payını almıstır. Bir yandan devrimciler, ülkücüler ve muhafazakâr kesim faili meçhullere kurban gitmis, iskence görmüs, hapishanelere kapatılmıs, öte yandan bu ideolojileri destekleyen yazarlar, kitaplar, yayıncılar ve okuyucular aynı derecede tehlikeli görülerek ölçüsüz bir sekilde baskı altında tutulmuslardır (Türkes, 2004: 430). 

Ülkeye hâkim olan 1980 rejiminin toplumu tümüyle depolitize etme anlayısı kısa sürede sosyal yapı üzerinde kendisini hissettirmeye baslamıs, edebiyat da bu degisimden nasibini almıstır. Bu bilinçli baskıcı yapılandırmanın sebebi konusunda yazar ve elestirmenlerin birlestikleri ortak fikir ise, uzun yıllar edebiyat dünyasına hâkim olan özellikle sol ideolojiyi kırmak ve pasifize ederek yok etme fikridir. Berna Moran, Ahmet Oktay gibi entellektüeller de bu fikri destekleyerek darbenin hedeflerinden birinin, 1960’larda filizlenmeye baslayan ve ciddi bir tehlike olarak algılanan sol düsünce yapısını çökertmek olduguna inanırlar (Moran, 1994: 49; Oktay, 2004: 444). Korkunç bir baskı rejimi ile toplumu sindirmekten öte kalıcı bir etki bırakmayan 12 Mart müdahelesi asıl hedef olarak kendisine solu seçerken, 1980’deki müdahalenin agırlıklı olarak solun elini ayagını baglamak, toplumu yıldırmak degil, aynı zamanda mevcudu degistirerek toplumun geneline yeni degerler içeren bir dünya görüsü asılamaktır. 

Böylelikle, sadece solu degil beraberinde islamcı ve milliyetçi sag ideolojileri de temelden çökertmenin yolu açılmıs olacagından dolayı bu hedeflere ulasmak için öncelikle siyasi partilerin kapılarına kilit vurularak toplum depolitize edilmis, üniversiteler ve basın denetim altına alınarak aydınlar susturulmus (Moran, 1994: 49), bu yolla, toplumun her kesimi üstünde bir korku imparatorlugu kurulmustur. 

Moran aynı zamanda, Tanzimat döneminden baslayıp günümüze kadar uzanan süreçte, sosyal gerçekleri temasal anlamda yansıtmayı kendine vazife bilmis Türk romanının, 1980’lerde siyasetten arındırılmaya çalısılan toplum modeli anlayısıyla, yeni temaların islenmesine öncülük ettigini, farklı arayıslara girisen yenilikçi yazarların ise postmodernizm akımının da etkisiyle Türk romanında köktenci bir degisiklige zemin hazırladıklarını söyler (1994: 53). Bu degisimlerin temelinde Necip Tosun’a göre, “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde kimlik bunalımı ve arayıslar” gelmektedir (Tosun, 2005: 59). Toplumdaki sosyal ve ekonomik degisimler sonucu dar gelirli isçi sorunlarını, köy ve köylüyü, gelir dagılımındaki esitsizlikleri vurgulayan romanların yerini, tarihsel kisi ve olaylar, özel yasam, erotik/pornografik, suç ve suçluluk, 
homoseksüellik gibi temalar üzerinde yogunlasarak sınıfsal olguları ve siyasi konuları dıslayan (Oktay, 2004: 447) romanlar alır. Bu dönemin romanlarında öne çıkan diger bir konu da Gürsel Aytaç’ın belirttigi gibi eylemcilerin 12 Eylül darbesi sonrası yasayıslarıdır (Aytaç, 1999: 85). Yine Necip Tosun’a göre; iskence ve cezaevi, devlet siddeti, feminism, cinsellik, özgürlük talepleri, despotism, üniversite ve diger akademik kurumlara yapılan baskı, örgüt içinde beliren siddet eylemleri, ideolojik grupların iç hesaplasmaları ve içine düstükleri çeliskiler, siyasi ideolojilere olan inancın kaybı, popülizm, ekonomik endiselerin, gündelik geçim, haz ve günlük yasama dayalı anlayısların yerlesmesi, medya kültürü, ideolojiden ziyade bireyin öne çıkarılıp yüceltilmesi, yazının tematik öneminin azalıp yazarın ön plana çıkması gibi konu ve anlayıslar, 1980 döneminde roman türünün karakteristik yapısını belirlemistir (Tosun, 2005:59). 

Dönemin darbe sonrasında kaleme alınan ilk edebî ürünlerde, “yukarıdan asagıya yayılan ve giderek içsellesen sol karsıtı söylemlerle paralellik gösteren bir dil tutturan romanlarda, geçmis dönemde yasananlarla bir hesaplasmaya girisildigi gözlenir.” (Türkes, 2004: 432) 

Gürsel Aytaç, 80 sonrasının egilimlerinden birinin de “tarih konularına yönelmek, romanın zaman ve mekân ögelerini geçmise yerlestirmek” (Aytaç, 1999: 86) oldugunu savunur. Ahmet Oktay ise, 1980’lerin romanının biçimlendirilirken “emperyal yazın kanunu” (Oktay, 2002: 270) diye niteledigi, kapitalist ülkelerde kaleme alınan romanların ilkesel özelliklerinin göz önünde bulunduruldugu düsüncesindedir. (Oktay, 2002: 444) 

1980 Dönemi romanlarında görülen bu yenilikçi ve degisimci anlayıs, siyasi ve toplumsal gelismelerin yanısıra okur profilinin degismesi, beklentilerine cevap araması ve farklı yazınsal egilimlerin ortaya çıkması gibi kültürel kosulların dünyada oldugu gibi Türkiye’de kaleme alınan dönemin romanlarında da, farklılıgın tetikleyici unsurları arasındadır (Moran, 1994: 52). 1980’le birlikte, romanda ne yazıldıgı sorusundan çok nasıl yazıldıgına yönelik kaygılar öne çıkmıstır. Biçim kaygıları ve kuramsal tartısmalar ön planda tutulmus, yapısalcılık ve postmodernizm gibi yeni teknik ve anlatım türleri belirmistir. 

1960, 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye, kardesin kardese, babanın evladına düsman oldugu siyasi çatısmalara ve askeri darbelere tanık olmustur. Yukarıda da belirtildigi üzere edebiyat, özellikle de roman sanatı sosyal hayatta meydan gelen bu gerçekliklere kayıtsız kalamayarak dogrudan etkilenmistir. Romanın sosyal gerçeklere olan bu kayıtsızlıgı, söz konusu dönemi nasıl aktardıgı dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türk siyasi ve sosyal yasamının bu karanlık dönemlerini romancıların bakıs açısı ile algıladıgımızda ortaya nasıl bir tablo çıktıgı, bu romanların tarihsel kaynaklar olarak bahsi geçen dönemden hangi izleri tasıdıgı, bizlere dönemin kültürel hafızasını nasıl betimledigi sorusu önem arz etmektedir. 

Bu çalısmada incelemesi yapılan 12 Eylül dönemine ait toplumsal bir gerçeklik olan devlet baskısı ve siddetinin, darbe sonrası yazılan eserlerde nasıl ele alındıgına dair soruya en dogru cevabı verebilmek için, romanın sosyoloji ve toplumsal gerçeklikle olan iliskisini ortaya koymak gerekir. Bu nedenle, çalısmanın bir sonraki bölümünde, roman ile toplumsal gerçeklik arasındaki iliskiye deginilecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Ekim 2017 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 36


TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 36.


.
BAŞLARKEN ÖZEL NOT,
DİĞER 35 BÖLÜM DAHA ÖNCEKİ YILLARDA YAYINLANMIŞTIR.. OKUMAK İSTEYENLER İÇİN..
BÖLÜMLER SAYFA SONU DİĞER BÖLÜMLER İLE BAGLANTILI OLUP DİĞER BÖLÜME GEÇMEK İÇİN MAUSLA TIKLAMANIZ KAFİDİR..

1.Cİ BÖLÜM WEB ADRESİ;


35 Cİ BÖLÜM WEB ADRESİ; 


.

 TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 36



Otomobil Sektörü Grevi-30 Temmuz 1973

12 Mart döneminde ilan edilen sıkıyönetim sonrasında Marmara bölgesindeki ilk büyük grev Türk-İş üyesi Metal-İş tarafından Tofaş, Renault ve 7 fabrikada 30
Temmuz 1973 tarihinde çıkılan grev olmuştur. Konsolosluk yazısında işveren sendikası MESS’in greve karşı lokavta gittiği bildirilmektedir. Yazıda grev ve
lokavtın aşırı ücret talepleri ve iş güvencesi nedeniyle kilitlenen görüşmelerin sonucunda ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Mesajda ilginç bir ayrıntı olarak, DİSK üyesi Maden-İş Sendikası’nın grevi maddi olarak destekleyeceği ve destek gösterisi düzenleyeceğini ilan ettiği bilgisi yer almaktadır (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığına, 2 Ağustos 1973, Belge No: 02466). 12 Mart sonrası dönem DİSK ve Türk-İş arasındaki rekabetin yoğunlaştığı bir dönemdir. Maden-İş ile Metal-İş arasında 1960’lı yıllardan başlayan sert bir rekabet söz konusudur. Konsolosluk bunun son derece farkındadır ve bu nedenle bu ayrıntıya mesajda yer vermektedir.

Berec Pil Fabrikasında Polisin İşçilerle Çatışması (18 Ağustos 1975)

İstanbul Konsolosluğunun mesajına göre polisin Berec pil fabrikasında grevcileri dağıtma girişimi Petkim-İş üyesi işçilerle polis arasında çatışmaya yol açmıştır. 20 polis ve işçinin yaralandığı ve dördü kadın 16 işçinin gözaltına alındığı bildirilmektedir. Konsolosluk, yorum bölümünde DİSK üyesi sendikaların grevleri
yükseltme kararının ardından (Philips’te Maden-İş, Hilton’da Turizm-İş ve Berec’te Pektim-İş) Berec’te yaşanan şiddet olayının sürpriz olmadığını iddia etmektedir.

Yorumda grevlerin sıkıyönetim döneminde etkin bir rol oynayamayan DİSK’e önemli bir rol oynama imkanı sağladığı belirtilmektedir. Grevlerin aşırı sola karşı
sert polis tepkisini provoke ederek Milliyetçi Cephe hükümetini “zalim” ve “faşist” olarak gösterme imkânı sağladığı da ileri sürülmektedir (İstanbul
Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 19 Ağustos 1975, Belge No: 02675). Konsolosluk mesajında yer alan yorumlar DİSK ve sola yönelik önyargılı
ve mesafeli tutumun önemli ipuçlarını içermektedir. Vurgulanması gereken bir diğer nokta ise DİSK’in İngilizceye “revolutionary” şeklinde çevrilmesidir.
DİSK’in devrimci sıfatını ihtilalcı değil reformcu anlamda “progressive” olarak kullanmayı tercih etmesine rağmen ABD diplomatik misyonunun “revolutionary”
sözcüğünü tercih etmesi manidardır.4

4 _DİSK kendi yazışmalarında “devrimci” sözcüğünün İngilizce karşılığı olarak “progressive” sözcüğünü kullanmasına karşın, gerek Türk-İş gerekse ABD kaynakları AFL-CIO ve ABD diplomatik misyonu “devrimci” sözcüğünü “revolutionary” olarak çevirmeyi tercih etmiştir. Bunun tesadüfî bir kullanım olmadığı, DİSK’in programatik yaklaşımları ve kendi tercih ettiği “reformcu”, “ilerici” ifadesine rağmen “ihtilâlcı” sözcüğünün kullanılarak DİSK’in batı sendikaları nezdinde meşruiyetinin aşındırılmak istendiği ve bu tercihin antikomünist ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Hilton İstanbul’da İş Uyuşmazlığı-Ağustos 1975

ABD diplomatik misyonu, ABD kuruluşları ve şirketleriyle ilgili çalışma sorunlarıyla özel olarak ilgilenmektedir. Örneğin Hilton İstanbul Genel Müdürü
Başkonsolostan Hilton’daki uyuşmazlığın çözümü için yardım istemektedir. Bu uyuşmazlık 1970’li yıllarda yoğun biçimde yaşanan sendikal rekabetin örneklerinden biridir. Hilton’da Türk-İş üyesi Oleyis ile yapılmış bir sözleşme söz konusu iken çalışanların çoğunluğunun DİSK üyesi Turizm-İş’e geçmeleri üzerine ortaya çıkan ihtilaf konsolosluk yazışmalarına yansımıştır. Konsolosluğa göre Turizm-İş Hilton’da açıkça yasadışı bir greve gitmiştir. Konsolosluk, yazısında Oleyis ile Turizm-İş arasında işyerinde yaşanan sendikal rekabetin ayrıntılarına yer vermektedir. Mesajda yer alan bilgiye göre Hilton yönetimi bu uyuşmazlığın
çözülmesi için elçilikten mümkün olduğu ölçüde Çalışma Bakanlığı’nı arabuluculuk yapmaya ikna etmeye çalışmasını talep etmektedir (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 19 Ağustos 1975, Belge No: 02662). 

Bu mesajdan bir gün sonra İstanbul Konsolosluğu’nun konuyla ilgili bir diğer mesajında Hilton uyuşmazlığının beklenmedik bir biçimde çözüldüğü
belirtiliyor. Berec fabrikasında yürütülen grev sırasında yaşanan yaralama olayını takiben oteli Hilton’a kiralayan askeri emeklilik fonundan [Ordu Yardımlaşma
Kurumu-OYAK], Maliye Bakanı ve Başbakanın Özel kalemimin otel yönetiminden sorunun bir an önce çözümünü istedikleri belirtiliyor. Mesajda yer alan yorumda
olayın Türk-İş ve DİSK arasındaki rekabetin giderek saldırgan bir hale gelmesinin örneklerinden biri olduğu ileri sürülmektedir (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 20 Ağustos 1975, Belge No: 02700).

Sheraton Otel Uyuşmazlığı-Kasım 1975

İstanbul Başkonsolosluğunun yakından ilgilendiği bir diğer uyuşmazlık Sheraton Otel uyuşmazlığı olmuştur. Konsolosluk tarafından Dışişleri Bakanlığı’na yollanan
mesajda Sheraton otelinin genel müdürünün işçiler greve giderse oteli kapatmayı düşündüğünü kendilerine ilettiği belirtilmektedir. Yazıda 4 ay önce açılan otelde henüz toplu sözleşme bulunmadığı ve sözleşme için müzakere girişimlerinin sürdüğü bilgisine yer verilmektedir. 500 çalışanın 400’ünün solcu DİSK üyesi Turizm-İş Sendikasına üye olduğu ve bu sendikanın Ağustos 1975’te Hilton otelinde ağır bir karışıklık çıkardığı ileri sürülmektedir. Uyuşmazlığın ücret artışından kaynaklandığı ve genel müdürün sendikaların ücret artış taleplerini “astronomik” olarak tanımladığı aktarılmaktadır. Genel Müdür, hükümet yetkililerinin konuyla propagandanın bir unsuru olduğu söylemek mümkündür. DİSK iddianamesinde de bu doğrultuda yer alan iddialar üzerine Baştürk savunmasında devrimciliği ihtilâlcılık olarak değil ilericilik olarak algıladıklarını belirtmiş ve DİSK’in antetli kağıtlarında devrimci ifadesinin İngilizcesinin “progressive” olarak yer aldığını vurgulamıştır (Baştürk, 1986, s.
404-407). 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

ilgili detaylı olarak bilgilendirildiğini, yönetim kurulu başkanının Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın kayınbiraderi olduğu ancak hükümetin uyuşmazlığın
çözümüne karışmadığı belirtmektedir. Genel Müdür, konsolosluk yetkililerine bu aşmada ABD desteği talep etmediğini iletmiştir. (İstanbul Başkonsolosluğundan
ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Kasım 1975, Belge No: 04270).

Harb-İş Sendikası ile İlgili Yazışmalar

ABD üslerinde örgütlü sendikaların ABD diplomatik misyon yazışmalarında önemli bir yer tutması şaşırtıcı değil. Türkiye’deki ABD üslerine çeşitli lojistik
hizmetler sağlayan ABD şirketlerinde örgütlü olan sendikalar (başta Harb-İş) ve sendika şubeleri yazışmalara sık sık konu olmuştur. Şubelerdeki iç karışıklıklar ve sorunlar ile sendika yöneticilerinin bu konuda aldığı tutumlar ve kişisel özelliklerine yazışmalarda genişçe yer verilmiştir.

DİSK’in 1975 Eylemleri Hakkında

DİSK’in Milliyetçi Cephe hükümetini protesto etmek amacıyla başlattığı demokratik Hak ve Özgürlükler için mücadele mitingleri diplomatik yazışmalarda
yer alan önemli işçi eylemlerinden bir diğeridir. Eylül 1975’te İzmir ve İstanbul’ da düzenlenen bu mitingler DİSK’in toplumsal-politik etkisinin artması açısından
önemlidir.

DİSK İzmir Mitingi (6 Eylül 1975): Konsolosluk mesajına göre DİSK konfederasyonu iyi organize edilmiş ve hiçbir olayın yaşanmadığı 3 saatlik bir
miting düzenledi. Polisin 4200 kişi olarak tahmin ettiği katılım konsolosluk görevlileri tarafından 3500 olarak tahmin edilmektedir. Mitinge İstanbul, Bursa ve Adapazarı’ndan işçilerin otobüslerle gelerek katıldığı gözlemine yer verilmektedir. Yazıda ayrıntılı olarak alınan güvenlik önlemlerinden söz edilmektedir. Ana temanın “demokratik hak ve özgürlükler için mücadele” olduğu miting sırasındaki konuşmalarında Rıza Güven, İbrahim Güzelce ve Kemal Türkler’in Milliyetçi Cephe hükümetinin emeğe yönelik baskılarından ve faşizme karşı işçi mücadeleden söz ettikleri ve temsili burjuva demokrasisini protesto ettikleri bildirilmektedir.

Konuşmalarda Demirel hükümete karşı sert söylemlerin olduğu, hükümetin emperyalistlerin çıkarlarını temsil ettiği ve “milliyetçi” olmadığının vurgulandığı
ancak konuşmacıların hiçbirinin açıkça ABD, NATO ve CENTO’dan söz etmediğinin altı çizilmektedir. Mitingde taşınan çok sayıda pankarttan çeşitli
örnekler verildikten sonra sadece bir pankartta anti-ABD slogan yer aldığı bilgisine yer verilmektedir: “Amerikan üslerine ve Amerikalılara hayır.” Yazışmada, “katılımcıların yürüyüşün bir yerinde 10-12 kez ‘Kahrolsun Amerika’ sloganı atıldığı duyuldu” notuna da yer verilmektedir (İzmir Konsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 9 Eylül 1975, Belge No: 00223). Yazışmalara dikkatle bakıldığında işçi hareketi ve sendikalardaki anti-ABD faaliyetlere ve hissiyata özel olarak kulak kabartıldığı ve bu konuda en küçük ayrıntının aktarıldığı gözlenmektedir. 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

DİSK’in Taksim Mitingi (20 Eylül 1975): DİSK’in 20 Eylül’de Taksim’de planladığı mitingle ilgili Başkonsolosluk yazısında İstanbul polisine danışıldığı,
polisin yürüyüşün yasal olduğunu belirttiği, yürüyüşe DİSK’i destekleyenlerin katılacağı ama polisin katılımcı sayısını tahmin edemediği belirtilmektedir. Yürüyüş Başkonsolosluk binasının uzağında olmasına rağmen ABD personelinden miting sırasında Taksim’den uzak durmaları istenmektedir (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 19 Ağustos 1975, Belge No: 03081).

Miting sonrasında İstanbul Konsolosluğu’nun büyükelçiliğe yolladığı mesajda DİSK’in “Demokratik Hak ve Özgürlükler” için Taksim meydanında
düzenlediği gösterinin sadece birkaç küçük olayla tamamlandığı belirtiliyor. Yazıda 10 bin civarında katılımcının “Milliyetçi Cephe” hükümetini, “faşizmi” ve işçi karşıtı güçleri protesto ettiği vurgulanıyor. Konuşmacıların, aralarında İncirlik’in de olduğu yabancı üslerin kapatılmasını, NATO ve CENTO’dan çıkılmasını ve Türkiye’nin komşuları ile saldırmazlık paktı imzalanmasını istediği bilgisine yer verilmektedir. Mitingde konuşan DİSK liderlerinin gururla Türk-İş’in giderek zayıfladığını ve işçilerin sonunda DİSK’te birleşeceğini dile getirdiği not edilmektedir. Mesajın yorum bölümünde, ciddi potansiyel şiddet olayları ihtimali
dikkate alındığında mitingin oldukça iyi organize edilmiş olduğu belirtilmektedir. Emniyet güçleri yanında DİSK’in kendi üyelerinden oluşan oldukça disiplinli bir
güvenlik ekibi oluşturduğu bilgisi verilmektedir. Konsolosluk yazısında, mitingin zamanlamasına kuşku ile yaklaşılmakta ve mitingin gerçek amacının 12 Ekim
Senato seçimlerinde Milliyetçi Cephe “faşizmine” karşı CHP’ye yardım etmek olduğu iddia edilmektedir (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara
Büyükelçiliğine, 23 Eylül 1975, Belge No: 03107).

DİSK Adana Yürüyüşü (Kasım 1975): Adana’da Menteks fabrikasında 70 işçinin işten çıkarılması nedeniyle DİSK tarafından yapılan protesto yürüyüşüne
DİSK temsilcileri ile 600 işçinin katıldığı, yürüyüşün geniş güvenlik önlemleri altında yapıldığı vurgulanmakta ve ilginç bir not olarak protestocuların konuyla ilgili pankartlar yanında, “Bağımsız Türkiye” ve “Kahrolsun Faşizm” yazılı pankartlar da taşıdıkları belirtilmektedir (Adana Konsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 4 Kasım 1975, Belge No: 00250).

1 Mayıs 1976 Kutlamaları

1 Mayıs 51 yıllık aradan sonra 1976 yılında Taksim Meydanında DİSK tarafından düzenlenen bir mitingle kutlandı. Bu tarihi olay ABD diplomatik yazışmalarında da yer buldu. 1 Mayıs kutlamasının ardından yazılan ayrıntılı bir yorumda DİSK’in 1 Mayıs kutlaması ele alınmaktadır. Yazışmanın başlığı “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu İstanbul’da kitlesel 1 Mayıs gösterisi düzenledi” şeklindedir.

Yazıda mitingin kitleselliğine yapılan vurgu önem taşıyor. Konsolosluk yazısında DİSK’in kendisinin 200 bin olarak ilan ettiği mitinge katılımın 100 binden fazla
olduğu belirtilmektedir. 1976 yılında DİSK’in 100 bin kişilik bir miting düzenlemiş  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976) olması son derece önemlidir. Gerek DİSK’in üye sayısı, gerekse toplam sendikalı işçi sayısı açısından bakıldığında bu sayı kayda değerdir. Nitekim konsolosluk yazısında kutlamanın çeşitli nedenlerle kayda değer olduğunun altı çizilmektedir. 1 Mayıs’ın geçmişte resmi olarak “bahar bayramı” olarak kutlandığı bir ülkede solun ilk kez 1 Mayıs gösterisi düzenlediği hatırlatılmaktadır. Mitingle ilgili bir diğer vurgu ise potansiyel şiddet eylemi olasılığına karşın mitingde kayda değer bir olay yaşanmamasının altı çizilmektedir. Bunun İstanbul Emniyetinin aldığı önlemlerin yanı sıra DİSK’in kendisinin aldığı sert iç güvenlik önlemlerinin sonucu olduğu ifade edilmektedir. Konsolosluk, anti-Amerikanizmin spesifik bir miting konusu olmamakla birlikte mitingin tahmin edileceği gibi hükümet karşıtı ve NATO ve Amerikan emperyalizmini kınayan bir tonda geçtiği vurgulanmaktadır (İstanbul Konsolosluğu’ndan ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 6 Mayıs 1976, Belge No: 1683).

Sendikalar Hakkında Yazışmalar (Sendika-SiyasetSiyasi Parti İlişkileri)

Türk-İş’in Yeni Başkanı Halil Tunç

Çalışma hayatı ile ilgili yazışmaların bir bölümü “sadece sınırlı kullanım” ibaresi içerirken bazıları ise “gizli” ibaresini içermektedir. “Gizli” ibareli bir büyükelçilik
yazısında Demirsoy’un ölümü (Ocak 1974) sonrası Türk-İş Başkanlığı sorununa ilişkin değerlendirmelere yer verilmektedir. Türk-İş’in Demirsoy sonrası genel
başkanının kim olacağı ABD diplomatik misyonunu yakından ilgilendirmiştir. Demirsoy’un ölümünün ve Ecevit Başkanlığı’nda kurulan koalisyon hükümetinin
siyaset-sendika ilişkilerini karmaşık hale getirdiği belirtilmektedir. Türk-İş içindeki Ecevit yanlısı sosyal demokratların Demirsoy’un halefinin saptanmasını ertelemek ve böylece Türk-İş’in kontrolünü ele alarak onu CHP’ye bağlamak istedikleri ileri sürülmektedir. Tunç ve mevcut liderliğin ise Demirsoy tarafından güçlü biçimde savunulan Türk-İş’in partiler üstü politikasının devamını istediği vurgulanmaktadır.

Diplomatik yazışmalarda Türk-İş’in “partiler üstü” siyasetine ilişkin oldukça fazla vurgu yer almaktadır.

Demirsoy sonrasına ilişkin yazıda Tunç’un genel başkanlığı istemediği belirtilmektedir. Büyükelçilikten Dışişlerine yollanan yazıda Tunç’un ABD Çalışma
Ataşesine hiçbir biçimde Demirsoy’un yerine aday olmayacağını söylediği belirtilmektedir. Tunç, Başkan olarak Türk-İş Mali Sekreteri Ömer Ergün’ü görmek istediğini belirtmiştir. Yazıda Ergün’ün sendikal hareket içinde geniş bir desteği olduğu ve geçen genel kurulda sosyal demokratların da Ergün’ü desteklediği vurgulanmaktadır. Fakat Ergün’ün son derece kararlı biçimde bu teklifi reddettiği belirtilmektedir. Büyükelçilik yazısında, sosyal demokratların Tunç’u Ergün’den daha kolay alt edilebilir olarak gördükleri ve olağanüstü bir genel kurul ile devirmeyi düşündükleri yorumuna da yer verilmektedir. Sosyal demokratların bir yandan yerel delege seçimlerinde güç kazanmaya çalıştıkları, öte yandan Ecevit hükümetinin  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976) popülist bir yaklaşımla işçi lehine yapacağı yasal düzenlemelerinin kendilerini güçlendireceğini hesaba kattıkları yorumu yapılmaktadır.

Yazıya göre Tunç ABD Çalışma Ataşesine Türk-İş’in partiler üstü politikaya devam edeceğini, sosyal demokratlar eğer bu politikayı değiştirmek isterse onlarla kavga edeceğini ima etmiştir. Tunç, sosyal demokratların geçen genel kurulda bir yenilgi aldıklarını ve o zamandan bu yana güçlerini artırdıklarına dair bir işaret olmadığı söylemektedir. Yazıya göre sosyal demokratların gelecek genel kurulda delegelerin çoğunluğunun CHP yanlısı olacağını düşündükleri, şu anda yüzde 60 olarak hesap ettikleri delege ağırlığını ilerideki üç ay içinde yüzde 80’e çıkarmayı hedefledikleri belirtilmektedir. Ancak bununla birlikte sosyal demokratların böyle bir kongrede delegelerin partiler üstü politikayı terk etmek ve Tunç’u devirmek konusunda fikir birliğine varmalarından emin olmadıklarının altı çizilmektedir (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 1 Şubat 1974, Belge No: 00782).

Tunç’un Genel Başkanlığa getirilmesinin ardından ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından Ankara Büyükelçiliğine yollanan mesajda Tunç’un genel
başkan seçilmesine ilişkin değerlendirme yapılmaktadır. Kissinger, AFL-CIO’dan Ernie Lee’nin Tunç’un AFL-CIO tarafından oldukça muteber biri olarak
görüldüğünü kendilerine aktardığını yazmaktadır. Mesajda AFL-CIO Başkanı George Meany’nin Tunç’a kutlama mesajı yollayacağı ve mesajın bir kopyasını
Büyükelçiliğe iletileceği belirtilmektedir (ABD Dışişleri Bakanlığından Ankara Büyükelçiliğine, 5 Şubat 1974, Belge No: 023946). Türk-İş Genel Başkanlığına
kimin getirildiğinin ABD Dışişleri Bakanı tarafından takip ediliyor olması, ABD hükümetinin ve sendikalarının Türkiye sendikacılığına dönük ilgi ve etkisinin
yoğunluğuna dair bir gösterge olabilir.

Türk-İş’in İç Sorunları Hakkında

“Gizli” ibareli mesajda Türk-İş’teki iç sorunlar ele alınıyor. Yazıda, ana gündemini sosyal demokratlar ve Ecevit hükümetiyle ilişkilerin oluşturduğu 5-11 Mart 1974
tarihleri arasında yapılan bir dizi toplantıdan (Başkanlar Kurulu, Yönetim Kurulu ve İcra Kurulu) sonra Türk-İş içindeki sosyal demokratlarla diyalog kurulduğu ve
dayanışmanın yeniden sağlandığı belirtilmektedir. Bu diyalogdan sosyal demokratların memnun olduğu ve Tunç’u yerinden etmek için olağanüstü genel
kurul arayışında olmayacakları ve Tunç’un yerini sağlamlaştırdığı saptamasına da yer verilmektedir. Yazıda Türk-İş’in 1973 kongresinde sosyal demokratların dışlanmış olduğu hatırlatması yapılmaktadır. Söz konusu toplantılarla Türk-İş’in iç bütünlüğünün arttığı vurgulanarak Tunç’un bu yolla liderliğini sağlamlaştırdığı ve aşırı sağcı sendikacılar dışında eleştiri almadığı vurgulanmaktadır. Tunç’un Ecevit hükümetinin işçi lehine kararlarını destekleyeceği, ancak partiler üstü politikadan vazgeçme ve CHP’yi destekleme niyetinde olmadığının altı çizilmektedir (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 13 Mart 1974, Belge No: 01862).

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Genel-İş’in Türk-İş’ten Ayrılması

Türk-İş içinde uzun yıllar boyunca sosyal demokrat muhalefetin çekirdeğinde yer alan Genel-İş Sendikasının 3 Ağustos 1975 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurul ile (233 lehte 3 aleyhte oyla) Türk-İş üyeliğinden ayrılması da diplomatik yazışmalara konu olmuştur. Genel kurulun yönetim kurulunu yeni bir
konfederasyon kurmak, DİSK’e katılmak veya bağımsız kalmak gibi değişik seçenekleri değerlendirme konusunda yetkilendirdiği belirtilmektedir. Yorum
kısmında Genel-İş’in Türk-İş içindeki mücadelesinin uzun yıllara dayalı olduğu ve bazı alanlarda sertleştiği belirtilmektedir. Genel-İş’in Avrupa sendikacılığına paralel siyasi bir sendikacılığı savunmasının ve Türk-İş’in partilerüstü politika yaklaşımına karşı çıkmasının, ayrıca Tunç ve Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk arasındaki kişisel nefretin bu süreçte etkili olduğu belirtilmektedir. Kongreye davetli olmalarına rağmen Türk-İş içindeki sosyal demokrat sendikacılarının ve CHP yöneticilerin katılımının zayıf olduğu ve mesaj yollamadıkları vurgusu yer almaktadır. Mesajın yorum kısmında Genel-İş’in Türk-İş içindeki diğer sosyal
demokratları ayrılmaya ikna etmek için bağımsız kalmasının beklendiği ileri sürülmektedir. Yakın gelecekte sadece OLEYİS’in böyle bir tutum (ayrılma) alacağı belirtilmektedir (Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 5 Ağustos 1975, Belge No: 06044). Genel-İş bir süre bağımsız kaldıktan sonra DİSK’e katıldı.5 OLEYİS ise yaklaşık iki yıl sonra DİSK’e katıldı. 6

Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Sendikalar

1976 yılında gündeme gelen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması girişimi sendikal hareket açısından da önemli bir konu oldu. Kanun tasarısına Türk-İş sözlü itiraz ederken, DİSK ise 16 Eylül’de ülke çapında 300 işyerinde iş yavaşlatma eylemleri (Genel Yas) ile yasa tasarısını protesto etti. Dönemin ABD diplomatik yazışmalarında DGM ile ilgili sendikal tepkiler önemli bir yer tutmaktadır. DİSK’in DGM’lere karşı iş yavaşlatma eylemini bireysel bir eylem olarak göstermeye çalıştığı böylece savcılık takibatından kurtulmaya çalıştığı ileri sürülmektedir. Eylemlere 15 bin otomotiv işçisinin katıldığı, İstanbul’da 45 metal fabrikasında işlerin yavaşladığı İstanbul, Ankara ve İzmir’de belediye otobüslerinin çalışmadığı bilgilerine yer verilmektedir. Bir yazışmada yer alan yorumda DİSK’in bir genel grev için yeterli güce sahip olmadığı ancak Türk-İş daha uç bir pozisyona zorlanırsa Demirel hükümetinin ciddi bir sorunla yüz yüze kalacağı vurgulanmaktadır. Yorumda hükümetin çıkarına olan temel unsurun, DİSK’in eylemlerinin halk arasında sempatiden daha çok kızgınlık yaratması olduğu ileri sürülmektedir.
 (Ankara 5 _Genel-İş yaklaşık 1 yıl sonra 5 Haziran 1976 tarihinde topladığı olağanüstü genel kurul ile DİSK’e üye olma kararı aldı.
6 _Oleyis, 10 Eylül 1977’de yapılan olağanüstü genel kurul kararı ile Türk-İş’ten ayrılma ve DİSK’e katılma kararı aldı.  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 20 Eylül 1976, Belge No 07175). Genel Yas eylemi ile ilgili bir başka yazıda işveren sendikaları
konfederasyonunun eyleme sert tepki gösterdiği belirtilmektedir. İşveren konfederasyonu açıklamasında eyleme katılan işçilerin tazminatsız olarak işten
çıkarılmasının söz konusu olduğu belirtilmektedir. İşveren örgütü açıklamalarına göre 17 Eylül itibariyle eylemlere 100 bin kişinin katıldığı, 20 Eylül’de ise bu sayının 30 bine düştüğü belirtilmektedir. Yazıda Genel Yas eyleminin 1970 yılında DİSK’in yaptığı direnişten sonra [15-16 Haziran] en büyük hükümet karşıtı eylem olarak nitelenmektedir. DİSK’in eyleminin Türk-İş’i de basınç altına aldığı ve DGM’lere karşı daha sert tutum almaya zorladığı ifade edilmektedir (Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 23 Eylül 1976, Belge No 7313).

 DİSK’in 16-19 Eylül tarihlerinde ilan ettiği ve üyelerini serbest bıraktığı Genel Yas eylemi sonucunda DGM Kanunu’nun çıkması engellendi (Koç, 2010;
267) 

Sendika-Siyaset-Siyasi Parti İlişkileri Konusundaki Yazışmalar

Sosyalist Partiler ve DİSK

CHP dışında sosyalist partilerin kurulması (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi-TSİP ve Türkiye İşçi Partisi-TİP gibi) özellikle DİSK ile ilişkileri bağlamında ABD
diplomatik yazışmalarında yer bulmuştur. Bir grup Türk aydını ve sanayi işçisinin Haziran 1974 tarihinde TSİP adıyla bir parti kurduğu, İstanbul Başkonsolosluğu
tarafından ABD Dışişleri Bakanlığı’na bildirilmiştir. Kurucular arasında çok sayıda sanayi işçisi olduğu belirtilmektedir. Yazıda böyle bir partinin kurulmasının
sıkıyönetimin kalkmasının doğal sonucu olduğu, TSİP’in TİP’in 1972’de kapatılmasıyla solda ortaya çıkan boşluğu doldurmayı umduğu ancak kurucuları
arasında Yeni Ortam yazarı Oya Baydar ve DİSK yöneticisi Burhan Şahin dışında tanınmış şahsiyet olmadığı vurgulanmaktadır.

Bir başka konsolosluk mesajında TİP’in yeniden kurulmasıyla Türkiye’de dört küçük aşırı sol parti olduğu (diğerleri TSİP, TEP ve VP) belirtilmektedir. Bir
grup DİSK üyesinin TİP’in kurucusu ve destekçisi olduğu ancak DİSK’in TİP’e destek konusunda bölündüğü yorumuna yer verilmektedir. DİSK’in 1973
seçimlerinde Ecevit’in CHP’sini desteklediği, 22-24 Mayıs 1975 tarihinde yapılacak olan genel kurulda CHP’yi destekleyen yeni üyelerin DİSK’e katılımının beklendiği ve bu genel kurulun CHP, TİP ve TSİP’in desteklenmesi konusunda hararetli tartışmalara tanık olmasının beklendiği vurgulanmaktadır (Ankara
Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 2 Mayıs 1975, Belge No: 03483).

TİP’e ilişkin bir başka mesajda TİP yöneticilerinin CHP ve DİSK’e yönelik suçlamalarına yer verilmektedir. TİP İzmir İl Kongresiyle ilgili İzmir Konsolosluğu
yazısında TİP yöneticisi Gündüz Mutluay’ın CHP’yi burjuvazinin ve ABD’nin 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
destekçisi olmakla; solcu DİSK liderliğini ise CHP’nin ajanı olmakla ve TİP’in şahsında sosyalizme savaş açmakla suçladığı bildirilmektedir (İzmir
Konsolosluğundan ABD Dışişleri bakanlığına, 15 Aralık 1976, Belge No: 00402).

DİSK 5. Genel Kurulu

 “CHP Yöneticileri Merkez Sol Konfederasyona Kur Yapıyor” başlığıyla geçilen mesajda CHP Genel Sekreter Yardımcısı Baykal’ın DİSK 5. Genel Kurul’un da
yaptığı konuşma ele alınıyor. 5. Genel Kurulun DİSK’in politik yönelimi açısından önemine dikkat çekiliyor. 1973 seçimlerinde CHP’yi destekleyen DİSK’in şimdi
yeni kurulan sosyalist partiler TİP ve TSİP’in basıncı altında olduğu belirtiliyor. Konsolosluğun DİSK’i “merkez sol” bir konfederasyon olarak nitelemesini önemli
bir saptama olarak kaydetmek gerekir (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Mayıs 1975, Belge No: 01591). DİSK’in CHP’yi
desteklemesini zora sokan bir diğer alternatif Genel Kurulda Tek Gıda-İş Başkanı İbrahim Denizcier tarafından dile getirildi. Denizcier, DİSK Genel Kurulunda
yaptığı konuşmada Türk-İş ve DİSK’in bütün işçileri temsil eden yeni bir parti için işbirliği yapmasını istedi.7

DİSK 5. Genel Kurulu sonrasında Konsolosluk tarafından ABD Dışişleri Bakanlığına yollanan “CHP Solcu Konfederasyonun Desteğini Kazandı” başlıklı mesajda DİSK 5. Genel Kurulunun CHP’yi destekleme kararı aldığı, Kemal Türkler’in önerisinin az bir çoğunlukla kabul edildiği bildirilmektedir. Genel kurulda sosyalist delegelerin sosyalist partilerin desteklemesini istedikleri ancak CHP’nin aktif lobi çalışmaları ve DİSK liderliğinin bu desteğin DİSK’in yararına olacağı yönündeki ince hesaplar sonucunda CHP’ye destek yönünde bir kararın alındığı ve DİSK’in pratik siyaseti ideolojinin önüne koymayı tercih ettiği belirtilmektedir. Eski DİSK Genel Sekreteri Sülker’in Konsolosluk görevlilerine, “DİSK’in parlamento temsili olmayan partileri desteklemesi için bir sebep olmadığını, CHP sosyalist olmasa da sosyalizme bir köprü olabilir” değerlendirmesini yaptığı aktarılmaktadır. Konsolosluk, genel kurulu merkez-sol konfederasyonun daha ılımlı unsurlarının geçici bir zaferi olarak yorumlanmaktadır (İstanbul Başkonsolosluğundan ABD

Dışişleri Bakanlığına, 29 Mayıs 1975, Belge No: 01610). Türkiye’nin Kıbrıs Müdahalesi ve ABD Silah Ambargosu Hakkında Kıbrıs sorunu ve bağlantılı gelişmeler konusunda sendikaların tutumu yazışmaların önemli başlıklarından birini oluşturmaktadır. “Gizli” ibareli bir yazıda Türk-İş Başkanı Tunç’un ABD Çalışma Ataşesine Ecevit’in Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşma üstüne yaptığı değerlendirmeleri aktarılmaktadır. Yazıya göre Tunç, ABD Ataşesine Başbakan’ın 20 Temmuz 1974 tarihli Meclis gizli oturumunda, Kıbrıs konusunda ABD baskısına ilişkin açıklamalarının biraz düşünülmeden yapılmış
olduğunu anlatmıştır. 

7 _ İbrahim Denizcier, 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin 12 kurucusundan biriydi. 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)


Tunç, Ecevit’in bu konuşmasının basına sızdırıldığına inandığını belirtmektedir. Tunç, bunun sonucunda Türk basınında sert anti-ABD makalelerin yer aldığını, ancak Ecevit’in 22 Temmuz tarihli basın toplantısındaki ABD yanlısı açıklamalarının durumu düzeltmeye yardımcı olduğunu ve takiben anti-ABD makalelerin sayısında ciddi bir azalma olduğunu belirtmektedir. Tunç, Ecevit’in ABD’nin Kıbrıs’taki rolüne ilişkin basında yer alan yanlış izlenimleri
düzeltmek için daha fazla ABD yanlısı açıklamalar yapmaya devam edeceğini vurgulamaktadır.

Yazıda Türk-İş’in seferberlik nedeniyle greve gitmeyeceği ve gerekirse işçilerin gecesini gündüzüne katarak çalışması yönünde karar aldığı belirtiliyor.
Ayrıca Türk-İş üyelerinin iki günlük ücretlerini Türk Silahlı Kuvvetlerine bağışlama kararı aldığı ve hâlihazırda 4 milyon TL’nin banka hesabına yatırıldığı bilgisine yer verilmektedir (Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 23 Temmuz 1974, Belge No: 05842).

4 Eylül 1974 tarihli bir başka büyükelçilik mesajında Türk-İş’in Kıbrıs konusundaki tutumu yeniden ele alınmaktadır. Mesajda Türk-İş’in ABD’nin Kıbrıs
politikasından son derece mutlu olduğu belirtilerek, Türk-İş’in Kıbrıs olaylarının başlamasından bu yana yaptığı çeşitli toplantılarda ABD’nin Kıbrıs politikasına ve
Büyükelçinin bu konudaki rolüne büyük bir takdir biçtiği bildirilmektedir. Türk- İş’in Türkiye’nin Kıbrıs politikasını anlatmak üzere bir kampanya başlattığı 41
uluslararası ve ulusal sendika merkezine yazılar yolladığı bildirilmektedir. Türk-İş iki sendikal heyeti de Avrupa ülkelerine göndermiştir. Ayrıca Türk-İş’in “ulusal
ihtiyaçlar fonu” için 100 milyon TL toplamayı hedeflediği belirtiliyor (Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 4 Eylül 1974, Belge No: 07030).
Ancak Türk-İş’in Kıbrıs sorununda ABD’ye yönelik tutumu silah ambargosunu takiben değişmiştir. Türkiye’nin 1974 yılında Kıbrıs’a askeri müdahalesinin ardından ABD Temsilciler Meclis’inde Türkiye’ye yönelik silah ambargosu kararı alınması üzerine Türkiye kamuoyunun tepkileri diplomatik yazışmalarda önemli bir yer tutmaktadır. Bunlar arasında Türk-İş Başkanı Tunç ile DİSK Başkanı Türkler’in tepkisine de yer verilmektedir. Tunç’a göre Türkiye dış politikasını gözden geçirmelidir. Tunç, Kıbrıs sorunu ile silah ambargosunu bir baskı aracı olarak birbirine bağlayan ABD’yi eleştirerek Türk ulusunun böyle bir baskıyı asla kabul etmeyeceğini söylemektedir. Tunç işçilerin Türkiye’nin askeri ve ekonomik olarak güçlü olması için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu
vurgulamaktadır. Türkler ise Türkiye’nin savunmasını güvenceye almak için NATO ve CENTO’dan8  ayrılmasını savunmaktadır. Türkler, Temsilciler Meclisi
kararından sonra Türkiye’nin ABD ile ikili antlaşmaların askıya almasını ve komşularıyla bir dizi saldırmazlık paktları imzalamasını savunmaktadır (Ankara

8 _Central Treaty Organization, Merkezi Antlaşma Örgütü. Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin üyesi olduğu örgüt1955-1979 yılları arsında faaliyet yürüttü. 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 25 Temmuz 1975, Belge No: 05770).

Silah ambargosunun diğer sendikacılarda da genel bir ABD aleyhtarı hava estirdiği görülmektedir. Adana Konsolosluğu’nun Büyükelçiliğe yazısında Petrol-İş Adana Genel Kurulu ele alınmaktadır. Mesajın başlığı “Adana Petrol İşçileri Kongresinde Türkiye’nin ABD’den Bağımsızlığı İstendi” şeklindedir. Petrol-İş
Başkanı İsmail Topkar’ın ABD ile ilişkilerini azaltmasını istedi. Topkar hem Türk- İş hem de DİSK üyesi sendikaların bu yönde hükümete baskı yapmalarını istedi.
ABD’ye bağımlılığın azaltılmasını isteyen Topkar, faşizme ve komünizme karşı olduğunu söyledi. ABD için Rusya’ya karşı kullanılmaya karşı uyarı yapan Topkar
tanıdık bir slogan olan “Ne Amerika Ne Rusya”yı tekrarladı (Adana Konsolosluğundan Ankara Büyükelçiliğine, 24 Kasım 1975, Belge No: 00258).
Topkar’ın bu çağrısının Türkiye’nin Kıbrıs’a 1974 yılındaki askeri müdahalesinin ardından ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu ve kötüleşen
Türk-ABD ilişkilerinin bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.

Ecevit’e Suikast ve FBI Ajanının Türkiye’ye Daveti

Bülent Ecevit’in Temmuz 1976’da yaptığı ABD ziyareti sırasında New York’ta bir otel lobisinde uğradığı suikast sonrasında yaşamını kurtaran üç FBI ajanının
Türkiye’ye daveti ilginç bir biçimde sendikal da boyut içermektedir. Ecevit’i koruyan ve suikasttan koruyan üç ajan CHP’nin yanı sıra Genel-İş Sendikası
tarafından da tatil için Türkiye’ye davet edildi. Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk Ankara Büyükelçiliği’nden Ecevit’e suikastı önleyen özel ajan Bernard Johnson’un sendikanın konuğu olarak 15 günlük bir tatil için Türkiye’ye davetini iletmesini istedi. Gizli ibareli yazıda Genel-İş’in solcu DİSK’in üyesi olduğu belirtilerek, DİSK’in AFL-CIO ile yakın ilişkileri bulunan Türk-İş’ten üye almaya çalıştığı ve nedenle Johnson daveti kabul ederse kendini Türk-İş ve DİSK arasındaki nispeten sert tartışmanın içinde bulabilir uyarısı yapılmaktadır (Ankara Büyükelçiliği’nden Dışişleri Bakanlığı’na, 30 Temmuz 1976, Belge No: 30111).

Genel-İş tarafından FBI ajanı için gönderilen bu davetin CHP’ye destek veren sol eğilimli bir sendika için anlaşılabilir olduğu vurgulanmaktadır. Ancak
DİSK Başkanı Türkler’in suikastın arkasında CIA olduğuna ilişkin iddiaları dile getirdiğinin altı çizilmektedir (İstanbul Başkonsolosluğundan Dışişleri Bakanlığı’na, 31 Temmuz 1976, Belge No: 311004Z). Dışişleri Bakanlığı’ndan Ankara Büyükelçiliği’ne yollanan yazıda bakanlığın kurallarına göre böyle bir ziyaretin mümkün olmadığı belirtilmekte ve konuda Genel-İş’e bilgi verilmesi istenmektedir (Dışişleri Bakanlığı’ndan Ankara Büyükelçiliği’ne, 6 Ağustos 1976, Belge No: 195372). 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Sendikaların Uluslararası İlişkileri Hakkında

Türk-İş ve DİSK’in uluslararası ve diğer ulusal sendikal merkezlerle ilişkileri ABD diplomatik misyonunun izlediği faaliyetler arasındadır. AFL-CIO’nun soğuk savaş
döneminde ABD dış politikasının önemli bir aracı olarak işlev gördüğü bilinmektedir. ABD hükümeti gerek doğrudan yardım programlarıyla USAID ve
gerekse AFL-CIO’ya bağlı AAFLI aracılığıyla Türk-İş üzerinde etkili olmuştur. 1970’li yıllarda USAID destekli programlar azalırken AAFLI’nın etkisi artmaya
başlamıştır. 

AID ve AAFLI Faaliyetleri Hakkında Ankara Büyükelçiliğinin ABD Dışişleri Bakanlığına yolladığı 14 Şubat 1975 tarihli yazıda, elçiliğin AAFLI (Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) faaliyetlerinin geçmişte olduğu gibi sade (gösterişten uzak) bir şekilde yürütülmesi ve Türk Bakanlar Kurulunun 19 Aralık 1972 tarih ve 7/5253 sayılı kararıyla9 onaylanan AAFLI’nin Türk-İş ile işbirliğini ABD’nin ulusal çıkarlarına olduğu konularında hem fikir olduğu belirtilmektedir. Elçiliğin AAFLI’nın Yakındoğu bürosunun

9 _19 Aralık 1972 tarih ve 14396 sayılı Resmi Gazete yayımlanan söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı şöyledir:
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanlığı (Türki-İş) ile Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonuna bağlı Asya, Amerika Hür Çalışma Enstitüsü (AAFLI-CIO - Asian - American Free Labour Institute) arasında yapılmış olan ilişik “Teknik Yardım Sözleşmesi”nin 9 ve 10uncu maddelerine göre, toplumun ve işçi hareketlerinin yararlanmasını temin amacıyla Türk-İş Genel Merkezinde bir Sendikal Araştırma Merkezi Kurulması, ekonomik doneleri muhtevi bir kütüphane tesisi ve Türk-İş Genel Merkezinde bir Dış Münasebetler Dairesi teşkili için yapılacak yardımların kabulü; Çalışma Bakanlığının 29.8.1972 tarih ve 811-13-1/860 sayılı yazısı ile Dışişleri Bakanlığının uygun mütalaası üzerine, 15.8.1963 tarih ve 274 sayılı Sendikalar Kanununun 22nci maddesinin 3 üncü bendine göre, Bakanlar Kurulunca 20.10.1972 tarihinde kararlaştırılmıştır.

Türk-İş ile AAFLI arasına yapılan Teknik İşbirliği Anlaşması şu konuları kapsamaktadır:

l) İşçi eğitimi,
2)Yüksek seviyede sendikacılık eğitimli,
3) Meslekî eğitim,
4) İşbaşında eğitim,
5) Toplum kalkınması programları (rehabilitasyon, işçi sağlığı, beslenme, aile planlaması v.s.),
6) Kooperatifler kurulması,
7) İşçi sosyal güvenlik ve işçi refahı sistemleri üzerinde çalışmalar,
8)Tarım işçilerinin eğitimi ve teşkilâtlandırılması,
9)Toplumun ve işçi hareketinin yararlanmasını temin amacıyla T ü r k - İş Genel Merkezinde bir sendikal araştırma merkezi kurulması ve ekonomik doneleri muhtevi bir kütüphane teşkili,
10) Türk-İş Genel Merkezinde bir “Dış Münasebetler Dairesi” teşkili, 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)


Ankara’da kurulmasını asla onaylamadığını ve AAFLI Ankara ofisinin onaylanmış AAFLI faaliyetlerinin yerine getirilmesi dışında kullanılmasını uygun görmediklerini ve bunu AAFLI yetkilileri anlattıklarını vurgulamaktadır (Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 14 Şubat 1975, Belge No: 01327). Bu yazışma AAFLI’nın Türkiye’de yürüttüğü faaliyetler konusunda Elçilik ile AAFLI ve USAID arasında görüş farklılıkları olduğunu göstermektedir. Elçiliğin Türkiye
yönelik yardımların azaltılmasını ve bu yardımların daha fazla ihtiyacı olan ülkelere yönlendirilmesini önerdiği ve Dışişleri Bakanlığının da bu görüşe katıldığı
anlaşılmaktadır. Gizli ibareli bu yazıda 1975 yardım programından sonra (haşhaş yasağı ve nüfus konusu hariç) yeni bir yardım programının söz konusu olmayacağı ve Türkiye’deki USAID yapısının hızla sona erdirilmesi ve personelin mümkün olduğunca aza indirilmesinin kararlaştırıldığı belirtilmektedir. Yazıda fon sağlamaya yönelik anlaşmaların aracı kuruluşlar ve Türk kuruluşları arasında doğrudan yapılması istenmektedir. Yazıda AAFLI’nın AID desteğiyle yaptığı faaliyetler buna örnek olarak gösterilmektedir (ABD Dışişleri Bakanlığından Ankara Büyükelçiliğine, 11 Aralık 1973, Belge No: 241820). Böylece 1950’li yıllardan bu yana devam eden AID (ve öncülü kuruluşlar) aracılığıyla yapılan doğrudan ABD yardımlarının azaltılması ve dolaylı kurumlar aracılığıyla yapılması öngörülmektedir.

Bu kararda Türkiye’nin kat ettiği ekonomik gelişme kadar doğrudan ABD devlet yardımlarının tepki görmesinin etkili olduğu söylenebilir.

Türk-İş ile AAFLI arasında imzalanan Teknik İşbirliği Anlaşmasının Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmasının ardından ABD Dışişleri Bakanlığı
tarafından Ankara Büyükelçiliğine gönderilen yazı, AAFLI faaliyetlerinin ABD hükümeti tarafından finanse edildiğini göstermektedir. Yazıda AID’nin AAFLI’nın
Türkiye’deki faaliyetlerinin (görev emri 5) AID kalkınma fonundan karşılanacağı bildiriliyor. Bu faaliyetler şöyle sıralanıyor: Türk-İş’in uluslararası ilişkiler
bürosunun yeniden yapılandırılması. Bu amaçla Türk-İş uluslararası ilişkiler bürosunda uzman çalıştırılması, sendikal araştırma merkezinin genişletilmesi ve
geliştirilmesi, araştırma merkezinin iş değerlemesi ve sözleşme analizi gibi alanlarda seminerler düzenlemesi, mesleki eğitim. Programın toplam maliyetinin 123 bin dolar olduğu belirtilmektedir.

Türk-İş’in Uluslararası Üyelikleri Hakkında


“Gizli” ibareli yazıda Türk-İş’in ICFTU Asya Bölgesel Örgütü’nden (ARO) ayrılarak Avrupa Sendikalar Konfederasyonuna (ETUC) katılma girişimleri ele
alınıyor. Yazıda DİSK’in ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve ETUC’a (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) yaptığı üyelik
başvurularının geçici olarak reddedildiğinin altı çizilmektedir. Tunç’un Brüksel ziyareti ile elde edilebilecek her türlü bilginin Ankara Büyükelçiliği ile paylaşılması istenmektedir (Ankara Büyükelçiliği’nden Brüksel’deki ABD Misyonuna, 15 Nisan 1975, Belge No 02974). ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Kemal Sülker’in Paris Ziyareti Hakkında

ABD Paris Büyükelçiliği DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker’in CGT’nin10 davetiyle yaptığı Paris ziyareti konusunda ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara
Büyükelçiliğini bilgilendiriyor. Sülker’in ziyareti ile DİSK ve CGT arasında ikili toplantılar ve daha yoğun ilişkiler kurulması kararlaştırıldığı bildiriliyor (Paris
Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 15 Ocak 1974, Belge No: 01260). Ankara Büyükelçiliği bir başka yazısında Kemal Sülker’ için “komünist olduğuna
inanılmaktadır” yorumunu yapmaktadır (Ankara Büyükelçiliği’nden Brüksel’deki ABD Misyonuna, 15 Nisan 1975, Belge No 02974).

Sonuç Yerine

Diplomatik yazışmalar, özellikle ABD diplomatik yazışmaları Türkiye’de sendikacılığın gelişimini anlamakta önemli kaynaklar arasında yer almaktadır.
Türkiye sendikacılığının gelişiminde ABD etkisi ve rolü önemlidir. Ancak bu etkinin doğru bir şekilde analizi büyük önem taşımaktadır. Tıpkı işçi haklarının
yasalaşması konusunda önemli bir tartışma olan “aşağıdan mı-yukarıdan mı veya verildi mi, alındı mı” tartışması gibi, Türkiye sendikacılığının gelişiminde “iç
dinamik mi dış dinamik mi” tartışması örtük veya açık önemli bir yer tutmaktadır.

ABD diplomatik misyon yazışmaları bu nedenle önem taşımaktadır.

1973-1976 dönemini kapsayan Türkiye’deki ABD diplomatik misyonları ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki çalışma hayatı ve sendikalarla ilgili yazışmalar, 1960’lı yıllarda olduğu gibi 1970’li yıllarda da ABD’nin Türkiye sendikal hareketi ve çalışma yaşamını dikkatle izlediği ve mümkün olan her ayrıntıyı not ettiğini göstermektedir.

Yazışmalar uzun yıllara dayalı ABD ilgisi ve etkisine ilişkin daha fazla ayrıntı öğrenmemize yardım etmektedir. ABD diplomatik misyonu doğal olarak doğrudan ABD çıkarlarına yönelik alanları (üsler ve ABD kökenli şirketler) yakından izlemiştir. Ancak bu çlışma hayatına ilişkin yazışmaların küçük bir alanını oluşturmaktdır. Tıpkı 1950 ve 1960’lı yıllarda olduğu gibi ABD dış politikasının bir aracı olarak ABD sendikacılığını kullanmaktadır. Bu nedenle Türkiye sendikal hareketinin ve özellikle Türk-İş’in izlediği sendikal politikaları dikkatle izlemekte, sadece izlemekle kalmamakta çeşitli araçlarla etkilemektedir.
Yazışmalar ABD diplomatik misyonun sendikal hareketin iç sorunları, Türk- İş ile DİSK ilişkileri konusunda oldukça detaylı bilgiye sahip olduğu ve kritik sorun
alanlarının; potansiyellerin ve tehditlerin farkında olduğunu göstermektedir.

Yazışmalar 1970’li yıllarda ABD’nin Türkiye sendikalarına yönelik ilgisinin ve etkileme çabasının 1960’lara göre azaldığını göstermektedir. Bu nedenle doğrudan ABD hükümeti kaynaklı-destekli programlar yerine dolaylı programlara geçiş söz konusudur. Bu tutum değişikliği kuşkusuz 1960’lı yıllardaki yoğun ilişkilerin sonuç alıcı olduğu ve Türkiye’de ABD sendikacılığının Türk-İş özelinde ciddi etkiye de bağlanabilir.

10 _Fransız Genel Emek Konfederasyonu
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)


1973-1976 dönemini kapsayan yazışmalar Soğuk Savaşın bir kanadının lideri olan ABD’nin Türkiye sendikacılığını nasıl gördüğünü ve değerlendirdiğini
göstermektedir. Yazışmalar dönemin kritik sorun alanlarının (sendikal rekabet, Türk-İş ve DİSK üzerinde AP, CHP ve sosyalist sol arasında yaşanan gerilimler,
yükselen işçi eylemleri, sendikal hareketin iç gerilimleri) farkındadır. 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

KAYNAKÇA

Arşiv Belgeleri


ABD Dışişleri Bakanlığından Ankara Büyükelçiliğine, 5 Şubat 1974, NARA-AAD Belge No: 023946
ABD Dışişleri Bakanlığından Ankara Büyükelçiliğine, 11 Aralık 1973, NARA-AAD Belge No: 241820
ABD İzmir Konsolosluğundan Ankara Büyükelçiliğine, 16 Temmuz 1975, NARA-AAD Belge No: 00126
Adana Konsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 4 Kasım 1975, NARA-AAD Belge No: 00250
Adana Konsolosluğundan Ankara Büyükelçiliğine, 24 Kasım 1975, NARA-AAD Belge No: 00258
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 14 Şubat 1975, NARA-AAD Belge No: 01327
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 2 Mayıs 1975, NARA-AAD Belge No: 03483
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 20 Eylül 1976, NARA-AAD Belge No 07175
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 23 Eylül 1976, Belge No 7313
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 23 Temmuz 1974, NARA-AAD Belge No: 05842
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 25 Temmuz 1975, NARA-AAD Belge No: 05770
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 4 Eylül 1974, NARA-AAD Belge No: 07030
Ankara Büyükelçiliği’nden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 5 Ağustos 1975, NARA-AAD Belge No: 06044
Ankara Büyükelçiliği’nden Brüksel’deki ABD Misyonuna, 15 Nisan 1975, NARA-AAD Belge No 02974
Ankara Büyükelçiliği’nden Brüksel’deki ABD Misyonuna, 15 Nisan 1975, NARA-AAD Belge No 02974
Ankara Büyükelçiliği’nden Dışişleri Bakanlığı’na, 30 Temmuz 1976, NARA-AAD Belge No: 301111Z
Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 1 Şubat 1974, NARA-AAD Belge No: 00782
Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 11 Haziran 1975, NARA-AAD, Belge No:04541
Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 11 Haziran 1975, NARA-AAD Belge No:04541
Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 13 Mart 1974, NARA-AAD Belge No: 01862
Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Aralık 1975, NARA-AAD Belge Numarası 0986
Britanya Ankara Büyükelçiliğinden Çalışma Bakanlığı’na 11 Haziran 1966 tarihli yazı, TNA
LAB 13/2169. 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
Demirsoy’dan Meany’ye 16.9.1963 tarihli mektup, GMMA RG18-001 Box 6 Folder 16.
Dışişleri Bakanlığı’ndan Ankara Büyükelçiliği’ne, 6 Ağustos 1976, NARA-AAD Belge No: 195372
History and Structure of Turkish Unions, 1963, GMMA RG18-001 Box 6 Folder 16.
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 19 Ağustos 1975, NARAAAD Belge No: 02675
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 19 Ağustos 1975, NARAAAD Belge No: 02662
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 19 Ağustos 1975, NARAAAD Belge No: 03081
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 20 Ağustos 1975, NARAAAD Belge No: 02700
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Ankara Büyükelçiliğine, 23 Eylül 1975, NARA-AAD Belge No: 03107
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığına, 2 Ağustos 1973, NARA-AAD Belge No: 02466
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Kasım 1975, NARA-AAD Belge No: 04270
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Mayıs 1975, NARA-AAD Belge No: 01591
İstanbul Başkonsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığına, 29 Mayıs 1975, NARA-AAD Belge No: 01610
İstanbul Konsolosluğu’ndan ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 6 Mayıs 1976, NARA-AAD Belge No: 1683
İzmir Konsolosluğundan ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 9 Eylül 1975, NARA-AAD Belge No: 00223
İzmir Konsolosluğundan ABD Dışişleri bakanlığına, 15 Aralık 1976, NARA-AAD Belge No: 00402
Kirsch’ten Lovestone’a İzmir’den 29 Ağustos 1967 tarihli mektup, GMMA RG18-001 Box 6 Folder 15.
Paris Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 15 Ocak 1974, NARA-AAD Belge No: 01260
Seyfi Demirsoy’dan Irving Brown’a 18.8.1961 tarihli mektup, GMMA RG18-004, Box 36,Folder 14.
Social Aspect of Economic Development-The Role of Free Trade Unions. Message from
George Meany, August, 4, 1963. s. 5-6, GMMA RG18-001 Box 6 Folder 16.
Türk-İş Yönetim Kurulu 5. Dönem 3. Oturum tutanağı, TÜSTAV Lastik-İş Koleksiyonu.
USAID, Country Assistance Program-FY 1964, PD-ACC-647. USAID Arşivi.


Diğer Kaynaklar


Arınır, T ve Öztürk, S. (1976). İşçi Sınıfı-Sendikalar ve 15-16 Haziran, OlaylarNedenleri-Davalar-Belgeler-Anılar-Yorumlar,
İstanbul: Sorun Yayınları.
Avcıoğlu, D. (1962). “Sendikaların uyanma saati”, Yön, Sayı 54, 26 Aralık 1962.
Baştürk, A.(1986). Yargı Önünde Savunma, İstanbul: Çağdaş Yayınları.
Boel, B. (2003). The European Productivity Agency and Transatlantic Relations:
1953-1961, Copenhagen Museum Tusculanum Press 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
Çelik, A. (2010). Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık (1946-1967), İstanbul: İletişim Yayınları Koç, Y. (2010). Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Osmanlı’dan 2010’a, Ankara: Epos Yayınları.
McGonagle, J.F. (1964). “The Labor Entity”, Participant Journal, Sayı 13, Mayıs 1964.
Millen, B. H. (1969) “Factions of the Turkish labor movement differ over political role”.
Monthly Labor Review. June 1969, Vol. 92, Issue 6.
Turner, S. (1965). Secrecy and Democracy-The CIA in Transition, Boston: Houghton Mifflin Company,
Türk-İş (1962). Mümessiller Meclisi Tutanağı, 15 Ocak 1962, çoğaltma.
USAID (1971). Directory of Participant Turkey-United States 1949-1971.
Yön (1966b). “Amerikan Sendikacılığının Üçüncü Dünyada Giriştiği Korkunç Oyunlar”, Sayı 176, 12 Ağustos 1966.
Yön (1966a). “Sendikacılarımıza Sunulur”, Sayı 170, 1 Temmuz 1966. 



https://www.calismatoplum.org/makale/abd-diplomatik-yazismalarinda-turkiye-sendikal-hareketi-1973-1976#gsc.tab=0