12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2
12 Eylül Askeri Rejimi, 1961 Anayasası’nın saglamıs oldugu hak ve özgürlüklerle devamlı yükseliste olan siyasi ideolojileri özellikle de solu, anarsinin ana sebebi olarak görmekteydi (Ertem 2006, 42). 12 Eylül 1980’de yapılan müdahele sonrasında, ülkede ilan edilen sıkıyönetim kapsamında öncelikli olarak sol gruplar ve tüm ülke üzerinde baskı kurulmus; insanlar evlerinden zorla alınıp sorgulanmıs, ardından gözaltılar, iskenceler, idamlar ve ölümler insan hakları gözetilmeksizin hukuk dısı bir sekilde uygulanmıstsr (Balık, 2010: 10). Bu baglamda, tüm bu uygulamalara tanıklık eden dönemin bazı romancıları, eserlerinde kurgu olarak özellikle yasakları, baskıcı yönetim anlayısını, tutuklamaları, sorgu odalarında ve ceza evlerinde yapılan iskenceleri, programlanmıs fert ve toplum modelini, kaleme aldıkları romanlarda, o günleri tekrar yasarcasına geriye dönüs (flashback) yöntemi ile ifade etmislerdir.
Dönemin bir kısım romancılarının da, özellikle 1980’den sonra etkin olmaya baslayan postmodernizm akımının etkisiyle de gerçeklerden uzaklasan eserler kaleme aldıkları görülmüstür. 12 Eylül dönemi kayıtlarında, yaklasık 177 kisinin, maruz kaldıgı iskenceler sonucu öldügü yazmaktadır; gözaltında veya cezaevlerinde meydana gelen ıüpheli ölüm vakaları da 500 civarındadir (Dinçer, 2011: 4). 12 Mart romanlarının aksine, dönemin yazarlarının bu denli trajik bir toplumsal gerçegi yazılarında yeterli düzeyde yer vermeyecek kadar gerekli ve ilham verici bulmuyor olmaları manidardır. Tabi bunda, 12 Eylül döneminin meydana getirdigi farklı kültürel atmosfer, askeri rejimin baskısı ve bunun neticesinde toplumda olusan inkâr psikolojisi gibi birtakım sebepler ileri sürülebilir.
12 Mart romanları ile 12 Eylül romanları bazı elestirmenler tarafından farklı sekilde degerlendirilirler. Örnegin Fethi Naci, 12 Mart romanlarında sosyal gerçekçiligin izlerinin daha etkin oldugu, buna karsın 12 Eylül romanlarında yogun askeri vesayetin de etkisiyle tolumsal gerçeklerden uzaklasıldıgı bu durumun da yenilikçi roman anlayııının öncülügünü yaptıgını belirtir (Gümüs, 1998: 4). Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanlarında İskence’ adlı yazısında, 12 Mart romanlarına hâkim olan romantizmin 12 Eylül romanlarında tam olarak görülmedigini çünkü kimsenin artık kahraman olmadıgını belirtir. Dinçer yazısında, “68 kusagı baskaldırının sesiyse 78 kusagı da yenilginin rengine boyanmıstır. Yenilgi duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası toplumaöylesine sinmistir ki iskencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir is basarmıs saymazlar kendilerini. Oysa 12 Mart romanlarındaki hava bambaskadır. Tezgâhtan geçen herkes olaganüstü bir deneyim yasamıs
olmanın verdigi ayrıcalıga sahiptir.” diye vurgular (Dinçer, 2011: 2). Berna Moran ise bu iki dönemin edebiyatını degerlendirirken, 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerinin toplumu topyekün yıkıma ugrattıgını ve bu durumun kültürel hayatı da dogal olarak etkisi altına aldıgını belirtip, 12 Eylül müdahelesinin sosyal gerçekligi yansıtması yönüyle türk romanına etkisini 12 Mart’ın tam tersi yönünde çok yetersiz oldugunu belirtir. Moran aynı zamanda, 12 Eylül sonrası bir grup romancının uygulanan tüm siyasi baskılara boyun egmedigini, ayrıca dönemin yükselen postmodern anlayısına ragmen darbe sonrası sosyal gelismeleri, topluma uygulanan baskı ve siddeti realist bir yaklasımla eserlerinde konu ettiklerini ifade eder. (Moran, 1994: 56) 12 Eylül sonrasında yazılan romanlar arasında anlatımı süsleyen hapishane, baskı ve iskence olgusunun en güzel örneklerinden biri, psikiyatri uzmanı romancı Kaan Arslanoglu’nun 1988’de yayınlanan ilk romanı Devrimciler’ dir. Arslanoglu romanında, devrimcilere karsı
yürütülen sürek avları, aramalar, açılan davalar, hapisler, tehditler,cezaevlerinde ve gözaltındaki iskenceler, öldürmeler, korkular, hesaplasmalar, baskılar gibi birçok meseleyi somut ve ayrıntılı bir sekilde hiç bir siyasal görüsü de yüceltmeden, yadsımadan yansız olarak okuyucusuna sundugu görülmektedir. Diger bir ifadeyle, Arslanoglu romanında, liselerden, üniversitelerden, isçi kesiminden ve toplumun diger kesimlerinden seçtigi kahramanlarının maruz kaldıgı iskenceyi sayfalarca okuyucusuna anlatırken, abartısız, sade bir sekilde hem acıya maruz kalan kisinin duydugu agrı ve hissiyatı, hem de iskenceyi yapan mazoist ruhunu resmedebilmistir. Bunu yaparken deneyimlerinin yanısıra psikiyatri mesleginin kendisine giydirdigi donanımdan da yararlanmayı çok iyi basarmıstır.
İskence olgusunu tüm detaylarıyla, romanın en uzun bölümlerinden biri olan 10. bölümde irdeleyen Arslanoglu, örgütün önde gelenlerinden biri olan Bedri adlı kahramanın bir kuyumcu soygununa karısması sonrasında, ögrencisi oldugu üniversiteye giderken polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasıyla baslayan zorlu ve uzun süreç üzerinden ele alır. Yazar, gözaltındaki uygulamalara romanında genis yer ayırmıs, pasif roldeki sorgulanan tutuklu ile aktif roldeki sorgulayan devlet görevli(leri)si arasında geçen iskenceyle karısık diyaloglara genis yer vererek tarafsız bir anlatımla okuyucusuna aktarmaya çalısmıstır. Soygun eylemini planlayan ve silahla birini yaralayan Bedri, kullandıgı silahın
yerini, görüsme yapacagı kisileri, randevu yeri ve saatlerini itiraf etmesi için acımasızca yapılan bir iskenceden geçirilmektedir. Devrime olan inancına ihanet etmeme ugruna iskencelere uzun bir süre dayanan Bedri, son günlerinde, yüzünün siskinlikler ve morluklardan artık tanınmayacak halde oldugunu farkeder. Baktıgı aynadaki yüzünü tanımlarken sorgu ve iskence mekânının çirkin fiziki özelliklerinden de bahsederek mekânın, maruz kaldıgı kötü muameleye uygunlugunun tasvirini yapar: “Agzının yara bere içinde kaldıgı, burnundan iltihap aktıgı ilk günlerde ortamın tamamlayıcı bir unsuru olmustu tuhaf tuhaf pis kokular. Ardından duvarın o kendine has kokusu egemen olmustu tüm kokulara. Zaten gözleri perdeli bu insanlar için yalnızca sesler, kokular ve acılar vardı bu dünyada, hepsi de abartılı boyutlara ulasan duyumlarıyla. Yer yer sıvaları çıkmıs, yüzlerce binlerce kisinin kafasını, yüzünü, sırtını dayadıgı duvarın kokusu…” (s. 247).
Arslanoglu romanında iskence olgusunu, 12 Mart romanlarında belirtildigi gibi soyut kavramların hâkim oldugu, gizli saklı Ziverbey kösklerinde uygulanan iskenceden ziyade, gün ortasında seyyar satıcıların, sokakta oynayan çocukların sesine karısan acı dolu çıglıkları nakleden örneklemeleri ile kullanır. Dstanbul’da Gayrettepe emniyeti oldugu anlasılan polis merkezinde yirmi günü askın iskence ve zulme maruz kalan ve geceyi bir kalorifer borusuna baglı geçiren ve bunun için de oturması imkânsız olan Bedri’nin tutuldugu ortamı söyle resmediyor: “…odanın penceresi, öte yanında sıra sıra apartmanlar bulunan dar bir sokaga bakar, binayı sokaktan ayıran alçak duvara birkaç metre mesafededir. O yüzden
gündüz bile bazen karsı odalardan gelen çıglık seslerine, sokakta oynayan çocukların sesleri karısmaktadır. Cellâtlar genellikle aksam saat altıda yedide islerini bitirip evlerine giderler. Dısarıdan gelen sesler iste o vakitler daha duyulur hale gelir. “Buraak, Buraak.” Bir kadın sokakta oynayan çocugunu çagırmaktadır. Ya da kadınlar pencereden pencereye seslenirler: “Ferihaa, bu aksam balık var galiba, çok güzel koktu. (…) Duvar iki dünyayı birbirinden ayırır. Bir yanda yasamın gündelik tekdüze akısı, öte yanda gözleri baglı kurbanların zaman zaman gerçekliginden süpheye düstükleri karanlık acılar ve korkular dünyası…” (s. 236).
Bununla birlikte romanda yazar, bu iskence ve siddeti salt bir vak’a aktarımıyla sınırlamamak, bir de olaya tarafsız bir gözle baktıgını okuyucuya hissettirmek düsüncesiyle olsa gerek, devrimci gençlerin sorgulanma, gözaltında tutulma ve sonrasındaki tutukluluk süreçlerinde maruz kaldıkları tüm siddeti, baskıyı, duydukları korkuyu söz konusu devrimci gençlerin iç konusmalarına da yansıtmıstır. Örnegin romanın kadın karakteri Aylin, romanın 11. bölümünde kendi iç monologlarında, Bedri’nin iskencelere daha fazla dayanamadıgını ve acılar içinde öldügü bilgisini paylasır. Aylin’in kendisi de gözaltından kısa bir süre önce çıkmıs ama iskencenin kendi psikolojisinde meydana getirdigi agır tahribattan henüz kurtulamamıstır. Görüstügü, konustugu hiç kimseye devletin ajanıdır korkusuyla kesinlikle güvenmemektedir. Her an tekrar gözaltına
alınıp sorgulanma ve iskenceye maruz kalma korkusu Aylin’i baskı altında tutmaktadır. Bedri ve Ayli’nin sahsında yazar, askeri yönetim tarafından
darbenin hemen akabinde tüm yurt genelinde ilan edilen sıkıyönetim geregi, her türlü siyasi olaya karısmıs, ideolojilere bulasmıs üniversite gençligine uygulanan baskı ve siddetin derecesini, iskenceler sonrasında gençlerde ve toplumun genelinde olusturulmaya çalısılan korku imparatorlugunu, bir tutuklama ve gözaltı esnasında oldukça kötü muameleye maruz kalan devrimci karakterlerin suur akısı ve iç konusmalarıyla okuyucuya sunar. Böylelikle yazar, hem solun öz elestirisini yapmak, hem de iskence ve baskının devrimci gençler üzerinde
olusturdugu derin etkiyi ve neticesinde olusan psikolojik travmayı vurgulamak isteyerek baskıcı darbe zihniyetinin bireyler ve tüm toplum üzerindeki tahrip edici sonuçlarını yansıtmıstır.
Romanın birçok yerinde tüm bu olumsuz kosullar, okuyucuya iç monologlar aracalıgıyla aktarılır. Yazarın, Aylin karakteriyle kullandıgı iç monolog teknigi aslında, toplumun o dönemki korku imparatorlugu sonrasında yasadıgı travmayı da göstermektedir. Sokaklarda üç bes kisinin bir araya gelip konusması ve birlikte yürümesinin dahi suç kabul edildigi bir ortamda, insanların açıktan fikirlerini, duygu ve düsüncelerini beyan etmeleri imkânsızdı. Aylin yine bir iç konusmasında, “Her gün insanlar yakalanıyor. Dün belki yirmi kisi. Bugün belki kırk kisi. Yarın da insanlar yakalanacak ve oraya götürülecekler. Orada neler yapılıyor ben biliyorum. Düs degil. O bina var. Su anda insanları ezmeye devam ediyor.
Güç onlarda. Hak onlarda. Onlar her sey simdi. Biz hiçbir sey… Onların gözünde ben adı, sanı, okulu, evi belli bir düsmanım. Gece yarısı bir araba dayansa kapımıza tutup alacak” demektedir (s. 268). Arslanoglu, romanın bu bölümünde, darbe sonrasında sıkı yönetimle birlikte hayatın her kademesine hâkim olan atmosferi, topluma hakim olan, sosyal hayatı etkisi altına alan bir endise ve güvensizlik havasını yansıtmaktadır. Ülke geneline hâkim olan bu gergin ve korku dolu atmosfere dair ayrıntılar yine yazar tarafından, romanın 12. bölümde aktarılır.“Sokaklar asker ve polis kaynıyordu. Orduda ve poliste izinlerin kaldırıldıgı söyleniyordu. Aksamları dısarıya çıkmak tehlikenin bile bile kucagına atılmaktan baska bir sey degildi. Tedirgin halk, korkusundan erken erken evlere kapagı atıyor, karanlık sokaklarda polisler, askerler ve niyeti bozuklar dısında
kimse kalmıyordu” (s. 280).
1980 askeri darbesinden sonra yazılan diger bir roman da Mehmet Eroglu tarafından kaleme alınan Yüz: 1981 adlı romandır. Yüz: 1981, Mehmet Eroglu’nun altıncı romanıdır. llk bes çalısmasında 12 Mart döneminde siyasi eylemlere karısmıs solcu karakterlerin mücadelelerini ve yasadıkları dramları ele alan Eroglu, Yüz: 1981 romanında yakın tarihimize damgasını vuran, kırılma noktalarından 1980 askeri müdahalesi sonrasında gelisen sosyal ve siyasi olayları ele alır. 1980’li yıllarla birlikte kendini daha da hissettirmeye baslayan materyalist anlayısa ve çıkara dayalı yasam tarzı, insan iliskilerini derinden sarsmıstır. Eroglu, Yüz: 1981 romanında menfaat iliskilerinin ön planda tutuldugu, bireysel anlayısın toplumculuk anlayısına tercih edildigi, günübirlik hayat tarzının özendirildigi bu dönemi anlatır.
Yüz: 1981 romanında, Eroglu, ilk bes romanının aksine roman baskahramanı olarak bu kez sıradan, politikayla ilgisi olmayan, toplumsal duyarlılıgı kalmamıs, hayattaki tek gayesi gününü gün etmek, para kazanmak olan, olaylar üzerine derinlemesine düsünemeyen, analiz yapamayan, âsık olmak yerine kadınları cinsel bir obje olarak kabul eden, onlarla günü-birlik iliski kurmayı seçen bir tipi öne çıkarmaktadır. Erdal Dogan romanın baskahramanını, âsık olmak yerine iliski kurmayı seçen ve âsık oldugundaysa gerçek yüzünü kesfeden bir kisilik olarak tanımlamaktadır (Dogan, 2000). Bu sebeple Yüz: 1981 Mehmet Eroglu'nun 12 Eylül sonrasında toplum üzerine uygulanan devlet baskısının
neticesinde ortaya çıkan insan modelini mercek altına alma amacı tasımaktadır. Aynı zamanda romanın kahramanı, diger roman kahramanlarından farklı olarak 12 Eylül darbesinin magduru degil egemen güç olan askeri yönetimin emrinde bir astegmendir: Hayatını sadece cinsel münasebetler üzerine bina eden, altı kadınla yasadıgı ve bedensel arzularından öteye geçemeyen maceralar yasamıs bir kisidir. Romanda bu kahraman kendisini su sözlerle tanımlar: “Hiçbir hayatın basrolünü oynamaya kalkısmadım; kendiminkinin bile. Bu durum beni ne
utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü, üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklüyüm. Derler ki, geçmise sıgınmayan, anılastıramadıgımız
inatçı hayatlar kendini yazdırır; ötekiler, yani kâgıda dökülmeyenler, yasanmakla tükenirler, çünkü kalıcı özleri yoktur. Yazılan ve tüketilen; böyle bölerek bakarsanız, hayatım bu iki tanımın arasında – tüketilene yakın –öylece duruyor. Kısaca ne iyi, ne de kötü; sizinkine benzer, olagan bir hayat demek bu.” (Eroglu, s. 6).
Eroglu, romandaki adıyla ‘İsimsiz Kahramanı’nı günlük hayatta hemen her yerde rastlayabilecegimiz sıradan, siyasetten uzak bir kisi olarak okuyucunun karsısına çıkarması ile aslında, 1980 sonrasında toplum üzerine uygulanan siyasi baskılar ve siddet sonucu olusturulmaya çalısılan apolitik egemen insan tipini resmetmektedir. Bununla beraber, roman içerisinde kahramanın askerlik yaptıgı yıllara dair geri dönüslerine yer vermesi, askeri yönetimin sivil halka bakıs açısını da yansıtır. Bu insan tipine İsimsiz Kahraman demesinin temelinde ise bu kahramanın sahsında 12 Eylül sonrasında olusan bastırılmıs topluma yönelik genel bir elestiri yatmaktadır. Yazar, romanın 428. sayfasında bu elestiriyi İsimsiz Kahramanın kendi ifadeleriyle söyle özetler: “Adım? Adımın ne önemi var? Çok istiyorsanız beni kendi adınızla çagırın. Bu bütün sorunları çözer.
Zaten birbirimizden ne farkımız var? Belki bilmek istersiniz, artık yüzümü merak etmiyorum. 1981’de herşey gibi o da degismis. Sadece benimki mi?
Aslında hepimizinki degisti, ama tek fark bu degisikligin benim yüzümde açıga çıkıyor olması. İsterseniz, bu sizi rahatlatacaksa bana ‘yüzsüz’ ün biri diyebilirsiniz.” (s. 428) Yazarın İsimsiz Kahraman olarak adlandırdıgı bu kisi, her yönüyle askeri yönetimin sosyal hayatta görmeyi arzuladıgı, isminin önemi olmayan, korku ve baskıyla siyasetten azledilmis apolitik bir kisiliktir. Bu yozlasmanın nedenleri ise 1980 sonrasında tüm toplumu derinden etkileyen siyasi, kültürel ve sosyal gelismelerde aranmalıdır. Bu baskı süreci, insanların düsünme ve yorumlama yetisini zayıflatmıs, insani iliskilerini köreltmistir. Ayrıca insanlar maddiyat merkezli ve çıkar endeksli bir yasam anlayısına zorlanmıs, siyasi, sosyal, kültürel ve manevi erdemlerde topyekûn bir yozlasmaya mecbur bırakılmıstır. Eroglu romanında, 12 Mart romanlarından ve Kaan
Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ romanından farklı olarak; sadece devletin kendi insanına uyguladıgı siddet, iskence ve baskı sahnelerini somut olarak göstermenin yanısıra, 12 Eylül sonrasında uyguladıgı baskı ve siddetle hedeflenen duyarsız insan ve onun nezdinde de bastırılmıs toplumun bu
yozlasma içerisindeki genel görünümünü de resmetmistir. Romanda 1981 yılının anlatıcı için bir dönüm noktası oldugu bilgisi verilerek 12 Eylül askeri darbesi dönemine ait göndermeler, yasanan gözaltılar, sorgulamalar, baskılar ve siddet anlatıcı kahramanın geri-dönüs (flash-back) yöntemiyle okuyucuya sunulur. Ancak, anlatıcının geri dönüslerinde, geçmise ait bir ideoloji veya mevcut düzene karsı siyasi bir elestiri vurgusundan ziyade, iliskiye girdigi kadınları hatırlamada yardımcı olan tarihsel zaman dilimleri yer alır. Böylelikle yazar, politik yönü
tükenmis anlatıcı kahramanla, romanın genel isleyisine katkısı olmayan geri dönüsleriyle iskence ve siddeti de geçistirir tarzda, alelade bir durum
olarak aktarmıstır. Bunun yanısıra, sıkıyönetim uygulamalarını, apolitik yasamın ve bu yasama baglı olarak cinselligin ve zevk odaklı iliskilerin hatırlanması için birer süs olarak kullanmıstır. Bununla beraber, 12 Eylül iskencelerine dair anıları, yukarıda da belirtildigi gibi genellikle bir arkadas, nesne veya olayla ilgili bir anlatıyı dile getirdigi zaman hatırlamaktadır. Örnegin, iliskiye girdigi altı kadından biri olan Isık’ı düsünürken, Isık’ın önce gözaltına alınması ve sonrasında da tutuklanmasına dair anısını iç monolog yöntemiyle okuyucuya aktarır; “O, gözaltına almaya gittigimiz bir ‘rejim düsmanıydı” diye ifade eder (s. 146).
Eroglu burada, Isık’ın sahsında tüm solu isaret ederek, sol kesimin askeri yönetim nezdindeki rejim düsmanlıgı konumunu da ortaya koyar.
Anlatıcının diger bir iç monologunda ise, ortaokuldan arkadası Faruk’u hatırlarken, onun sıkıyönetim döneminde katı bir iskenceci oldugunu ve
nasıl acımasızca iskence yöntemleri kullandıgından sözeder. Yine, üniversitede akademisyen olan ve tutuklanarak iskenceye tabi tutulan Tahir Hoca’yı da aynı sekilde okuyucu, anlatıcının geri dönüs yöntemiyle, iç monologlar aracılıgıyla ögrenir. Bununla birlikte anlatıcı, romanın birkaç yerinde halası ve kuzeniyle aralarında geçen diyaloglarda da, sık sık ordu yönetiminin toplum üzerinde kurdugu baskı ve uyguladıgı asırı siddete dair bilgiler paylasır. Anlatıcı, halasına basta komünistler olmak üzere, bütün devlet düsmanlarının nasıl etkisiz hale getirildiklerini anlatırken, halası ve yegeniyle, “1981’de bütün ülkede oldugu gibi Dstanbul’da da sıkıyönetim” (s. 29) oldugu bilgisini de paylasır.
Eroglu’nun, olayları bizatihi tecrübe eden anlatıcı kahramanına, 1981 yılında yüzünde apolitik kisilige geçis sürecinde beliren degisimleri fark ettirmesiyle, aslında 1981 yılından sonra toplumun genelinde hissedilen o dönemki apolitik geçisi sembolize etmeye çalısmıstır. Yazar kahramanının sahsında, askerî yönetimin dayattıgı yeni-insan tipi ve yeni toplum yapısını olusturmadaki basarısını gözler önüne sermek ve aynı zamanda hemen yanıbasında gerçeklesen büyük toplumsal olaylara duyarsız kalıp kendini degisimin rüzgarına kaptıran toplumun elestirisini yapmaktadır.
Olayların etrafında cereyan ettigi bu anti-kahraman, romanın ilk bölümlerinde verilen bir iç monologunda içinden geçtigi degisim sürecinin farkında oldugunu belirtir ve bu farkındalıgı da belleginde su sekilde geçirerek ifade eder: “Yıllar sonra Tahir Bey’in kitabıyla ilgili bir yazıyı okudugumda, küçümseme yüklü bir ifadenin dogru olmasa da gerçegin soluk izlerini tasıdıgını ögrenecektim. Ama 1981’lerde iskence gören her tutuklunun denizle ilgili bir geçmisi olduguna inanırdım nedense. Aslında bu inancımı temellendiren Faruk’un ardında bıraktıgı, dudakları kurumus kanla mühürlenmis (s. 23) zavallıların zorlukla mırıldandıkları o sihirli, mavi sözcüktü: Su, su… Su sesi kulaklarında giderek denize dönüsür dü. İşkence yakınında olanları da etkiliyordu. Bu etkilenme bende sözcükler arasında akrabalıklar kesfetme, köprüler kurma seklinde ortaya çıkmıstı.” (s. 24). Anlatıcı kahraman, kendisinin darbe sonrasında görev yapan bir astegmen olarak olaylara taraflı bakıyor olmasına ragmen, romanın son bölümlerinde arkadası Nejat’la konusmasında söyledigi “1981’de çok sey oldu, insanlıgı katlettiler” (s. 325) cümlesi, o dönemlerde askeri yönetimin topluma karsı ciddi bir ön yargısı oldugunu ve bu önyargı neticesinde de uyguladıgı baskı ve siddeti özetler nitelikte. Buna karsın, yazar, anlatıcının ilk ve son kez duyarlı bir yaklasım içinde oldugunu da göstererek kendisinin toplumdan daha henüz ümidini kesmedigini anlatmaya çalısır.
Sonuç
12 Eylül 1980 askerî müdahalesi Türk toplumunda bir daha geri dönüsü olmayan büyük bir degisimin baslangıç noktasıdır. Bu degisim sürecinde öncelik, bireylerin depolitize edilerek siyasetten azledilmelerine verilmistir; böylelikle toplumda kültürel, ekonomik ve politik alanlarda arzu edilen kitlesel degisimin önü açılmıs olacaktı. Ülkedeki mevcut siyasi fikirleri kendi varlıgına birer tehdit olarak algılayan askeri rejim uyguladıgı asırı baskı ve siddet ile siyasal, sosyal ve kültürel hayatı tamamıyla kontrolü altına alıp kısa sürede toplumu sindirmeyi basarmıstı. Tüm bu uygulamalara gerekçe olarak da 1960’ların sonunda baslayıp 1980 yıllara kadar devam eden siyasi anarsi ve buna ek olarak da siyasilerin sokaktaki kavgayı bitirecek çözümü üretmedeki yetersizlikleriydi. Neticede askerî rejim, kısa sürede olayların bedelini azami derecede güç kullanarak, en sert
sekliyle sol görüslü insanlar basta olmak üzere tüm siyasi gruplara ve toplumun geneline ödetmistir. Bu tarihten itibaren, bir taraftan yönetimin siyasetle alakalı yasakları had safhaya ulasırken diger taraftan da özel hayat, cinsellik, feminizm, içe dönüs, yalnızlık, tüketim, gibi konular medya aracılıgyla tesvik edilmistir.
Bu çalısmada, sosyal ve siyasi boyutları açısından, daha önceki askeri darbelerde oldugu gibi, Türkiye’nin tüm sosyo-politik dinamiklerini sarsan 12 Eylül 1980 müdahalesinin, toplumu oldugu kadar edebiyatı de aynı derecede etkiledigi belirtilerek, özellikle müdahele sonrasında kaleme alınan romanlarda bu etkinin izleri sürülmeye çalısılmıstır.
Türk romanı 1980’e kadar özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra politik bir yelpaze içerisinde gelismis, sosyalist düsünce yapısı olmak üzere farklı siyasi ideolojilerin güdümünde devam etmistir. 1980 askerî müdahalesi, genelde bütün siyasi görüsleri hedef alsa da özelde özellikle yükselen sol düsünceyi kendine hedef seçmis; bir daha toparlanamaması arzusuyla solu önce unutturmak sonra da yok etme amacını tasımıstır; alternatif olarak da popülist, pragmatist, tüketimci, kendi için yasayan bencil bir düsünce yapısını dayatmıstır topluma.
Çalısmamıza konu olan romanlarda, alısılmıs olay örgüsü ile klasik zaman anlayısı yerine, modern ve postmodern kurgunun kullanıldıgı görülür. ‘Yüz: 1981’in geri dönüs, diger bir ifadeyle flashback teknigini kullanması, ve anlatılan olaylarda sık sık yazarın üst anlatıcı rolüyle romanın kurgusuna müdahale etmesi, ‘Devrimciler’ romanında da anlatıcının hem herseyi bilen bir üst anlatıcı hem de olayları yasayan kahraman anlatıcı konumunda birbiri içinde olması ve olaylara çoklu bir bakıs açısıyla bakması, yazın hayatında teknik açıdan meydana gelen degisimlerin de bir göstergesidir. 1970’li yıllarda yazılan 12 Mart romanları, yazın teknikleri açısından birtakım elestirmenlerce zayıf bulunur; bunda da anlatımdan ziyade içerigin önem arz etmesi etkilidir. 1980’den sonraki romanlarda ise öne çıkan endiselerin anlatılan konunun ne oldugu degil,
nasıl anlatıldıgı üzerinde odaklandıgı görülür.
İncelenen iki romanda da 12 Eylül’ün izleri sürülmeye çalısılmıstır; siyasi ideolojilerin yok edilmesine dair askeri idare tarafından uygulanan sert ve siddete dayalı yönetim anlayısı, gözaltı ve cezaevi süreçleri, sorgulamalar, gözaltında yapılan iskenceler, siyasal örgütlerin ve ideolojilerin kendi iç hesaplasmaları ve çatısmaları, cinsellik ve ask kavramının siyasi hesaplasmalarla iç içe verilmesi, politikadan uzaklastırılmıs bireyin ve toplumun insası gibi konular romanlarda agırlık kazanmıstır.
KAYNAKÇA
ARSLANOGLU, Kaan (2006). Devrimciler, İstanbul: İthaki Yayınları.
AYTAÇ, Gürsel (1999). Çagdaş Türk Romanları Üzerine ncelemeler, Ankara: Gündogan Yayınları.
BALIK, Macit (2009). “Türk Romanında 12 Darbesi”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, S. 4 /1-II Winter 2009
BELGE, Murat (1994). Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: İletisim Yayınları.
COŞKUN, Sezai (2004). İki Eserde İki Siyasi Dönem: Ya Tahammül Ya Sefer ve Mektup
Askları”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 531–535.
CEMAL, Hasan (2004). Tank Sesiyle Uyanmak, 12 Eylül Günlügü, İstanbul: Dogan Kitap.
DİNCER, Yesim (2011), 12 Eylül Romanında İşkence, İstanbul: Yazın dergi Yayınevi.
DOGAN, Erdal (2000). “Toplumda Vicdani Derinlik Azalıyor”, Radikal, İstanbul.
ERTEM Ece, Cihan (2006). Romanlarda 12 Eylül Askerî Müdahalesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
EROGLU, Mehmet (2000). Yüz: 1981, İstanbul: Everest Yayınları, 4. Basım.
G]M]S, Semih (1998). “Fethi Naci ile Söyleşi”, Cumhuriyet Kitap Eki, İstanbul: Yenigün Yayıncılık.
GÜRBİLEK, Nurdan (2007). Vitrinde Yasamak, İstanbul: Metis Yaynları.
GÜRSEL, Seyfettin (1998). “1980’li Yıllar ve Sonrası”, Cumhuriyetin 75. Yılı, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
KABACALI, Alpay (1992). Türkiye’de Gençlik Hareketleri, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
KARACA, Emin (2001). 12 Eylül’ün Arka Bahçesinde: Avrupada’ki Mültecilerle Konuşmalar, İstanbul: Gendas Kültür.
MORAN, Berna (1994). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakıs 3, İstanbul: İletisim Yayınları.
NARLI, Mehmet (2007). Roman Ne Anlatır-Cumhuriyet Dönemi (1920-2000), Ankara: Akçağ Yayınları.
OKTAY, Ahmet (2002). Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul: Everest Yayınları.
OKTAY, Ahmet (2004). “1980 Sonrası Romanı Üzerine Birkaç Önvarsayım”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 442–450.
SEVER, Çiğdem (2011). Geçmişle Hesaplaşmaya Bir Örnek: 12 Mart Romanları, Ankara: Atılım Üniversitesi.
SEVİNÇ, Canan (2004). “Tanzimat’tan Bugüne Türk Romanında Siyaset”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s.511–530.
TOSUN, Necip (2005). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzlesme, Yalnızlık, İçe Dönüs” Hece Öykü, S. 9, s.59-68.
TÜRKEŞ, A. Ömer (2004). “Darbeler; Sözün Bittigi Zamanlar…” Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 426–434.
***