DİLEK KIRKPINAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİLEK KIRKPINAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2018 Perşembe

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 23

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 23


1970’ li yılların ortasından itibaren ülkede çatışmalar hız alır, sokak aralarında 
hesaplar görülür, defterler dürülür. Kamplaşma iyice artar ve sonra silahlar girer devreye. Her gün her yerde cinayetler işlenir. Cinayetler 70’ li yılların sonuna doğru katliamlara dönüşür ve sonra tepedeki isimlere ulaşır. Hala yokluk devam etmektedir, insanlar ölmektedir ama siyasiler birbirine laf yetiştirmektedir. Önlerindeki sorunu görmezler, ihtimal vermezler, yollarına devam ederler. Ne var ki askerlerin de sabrı tükenmiştir, gidişata dur denilecektir. 

12 Eylül 1980’ de ülke 3. darbeye uyanır. Kenan Evren ve beraberindeki generaller ülke yönetimine el koymuştur. Parlamento feshedilir, sendikalar- dernekler kapatılır, arkasından partiler kapatılır. Gidişata dur demeyenler de al -aşağı edilmişlerdir. Bir anda kitlesel tutuklamalar başlar. İnsanlar tutuklanır, fişlenir, hapishanelere gönderilir, işkencelerden geçirilir ve hatta bazıları idam edilir. İdam edilenlerin içerisinde yaşı tutmayan bir çocuk bile vardır. Askerler hem serttir hem tavizsiz…Ülke 12 Eylül karanlığına bürünür. 
12 Eylül aslında ne başlangıçtır ne de son. 12 Eylül en şiddetlisinden acıdır, en 
koyusundan hüzün, en derininden umutsuzluk… Çaresizliktir aslında, boyun eğmektir ve de susmak. 12 Eylül anlatılamayandır, tarif edilemeyen ve unutulamayan. Aslında bir tıkaçtır en kalınından ülkenin gelecek yıllarında boğazına oturan…Sahip çıkılamayandır ve de tartışılamayan. 12 Eylül bir milattır aslında, hiç bedende ruh bırakmayan… 12 Eylül ile birlikte Türkiye suskunluğa gömüldü. Gerek tutuklananların gerek fişlenenlerin aileleri yıllarca mağdur oldu. Ülke depolitizasyona sürüklendi. Aynı anda düşünceler de fişlendi. 80 öncesinde ülkeyi kıskıvrak sarmış olan terör bu kez devlet eliyle resmileşti. Cezaevlerinde insanlar işkencelerden geçirildi, hor görüldü. Bir insanlık ayıbı yaşandı ama bu ayıbı üstlenen de olmadı. Sayısız insan takip edilmekten bitap düştü, akıl 
sağlığından oldu. Kısıtlı yaşamdansa özgür ölmeyi tercih edenler oldu. 70' li yılların gençliği idealistti. Sağcısı olsun, solcusu olsun bir idealleri vardı ve fakat onlar da zaman içerisinde dejenerasyona uğramış oldu. 

1970' li yılların ortalarında başlayıp yıllarca Türkiye' yi kasıp kavuran siyasal şiddet olayları 12 Eylül askeri müdahalesiyle birlikte "bir gün" içerisinde hissedilebilir bir biçimde azaldı ve kısa bir süre büyük ölçüde durdu. 48 ilde sıkıyönetim uygulamasına gidildi, sokağa çıkma yasağı getirildi. Özellikle yasadışı sol örgütler hızla çökertilerek etkisiz hale getirildi. 

1983 seçimlerinin ertesine kadar süren 12 Eylül dönemi boyunca MGK her şeye hâkim oldu, her şeyi yasakladı. Sonrasında da anayasayı değiştirdi, arkasında payidar bıraktı. Zira MGK’nın 3 yıl boyunca uyguladığı her şey anayasaya dökülmüş, resmileşmişti. Anayasa bundan sonrası için de bağlayıcı hükümleriyle halkın tökezlemesine sebep olmaya devam edecekti. 

Gerek rejimin getirdikleri ve yeni anayasa gerek 24 Ocak Kararları, liberal ekonomi, serbestleştirme, özelleştirme halkı toptan cendereye almıştı. Ekonomik kararlar paket programı ekonomide iyileştirme yapılmak üzere uygulamaya konulmuş ama ekonomi dibe vurmuştu. Yolsuzluk, vurgunculuk, iş bitiricilik, yankesicilik, dolandırıcılık, mafya ve derin devlet ilişkileri 80 sonrası topluma kazandırılan kavramlar olarak belleklerde durmaktadır. 

12 Eylül sonrası artık her şey dış güçlerin planladığı ve özlediği şekildedir ki bunda en büyük rol ABD’ nindir. Büyük tehlike solcular ortadan kaldırılmış, toptan cezaevine gönderilmiş, işkencelerden geçirilmiş ve kimisi de idam edilmiştir. Sol diye bir şey kalmamıştır artık. Devlet idaresine karışacak olan da yoktur. Halk sinmiştir, korku ve dehşet her yanını kuşatmıştır. Gençlik bloke olmuştur. Ekonomi ile birlikte sanal dünyalar yaratılmış, halka umut dağıtılmış tır. Ne acı ki 80 sonrası alınan kararlar ile, liberal bakış açısı ile, 
serbestleştirme-özelleştirme mantığı çerçevesinde zengin daha zengin olmuş, fakir iyiden iyiye fakirleşmiştir. Arkasından zincirleme kitlesel göçler gelmiştir. Kentlileşme çabası ve kentlileşememe statü ayrılıklarını, yaşamsal biçim farklılıklarını ve sınıfsal çatışmaları doğurmuştur. Sonrasında herkes kısa yoldan köşe dönme sevdasına tutulacak ve kendinin olmayana sahip olmak adına her yol deneyecektir. 

Toplum depolitize edilmeye çalışılırken iktidara gelen ANAP’ın izlediği politikalar 
uzun vadede başarıya ulaşamasa da siyasal ve toplumsal bağlamda büyük vizyon değişikliklerinin olmasını sağlamıştır. İletişim teknolojilerinde meydana gelen inanılmaz değişim ve yenilikler halkın önüne kondukça tüketim çılgınlığı baş gösterecektir. Halk olmayan parası ve kısıtlı imkânlarıyla, dar bütçesiyle tüketim pastasından pay almaya girişecektir. Bu değişim rüzgârı kısa sürede ailevi değerleri yozlaştıracak ve arkasından toplumsal çöküş başlayacaktır. 

12 Eylül askeri müdahalesi sonrasında ara rejim iktidarının icraatları belleklere balyoz gibi inmiştir. Halk başta önceki buhrandan kurtulmak için tek yolun askeri rejimden geçtiğine inanmış olsa da sonrasında yaşadıkları pişmanlığına ölçüt olmamıştır. Ara rejim ile birlikte yönetenler ile yönetilenler arasında kopukluk doğmuş ve asker ile idari elit kadroların gerçekleştirilen yenilikleri topluma benimsetmeye çalışmaları ve buna dayanak olarak halkın gereken birikime sahip olmadıkları düşüncesiyle hareket etmeleri otoriter bir yönetimin sergilenmesine neden olmuştur. Demokrasiye duyulan ihtiyaç her geçen gün artmış ve fakat 
demokrasi halkın ulaşamayacağı bir yerlere kaldırılmıştır. MGK sindirmede, dayatmada ve kanı durdurmakta iddialıdır ve de başarılı. Zira Kenan Evren 11 Eylül günü akan kanın 12 Eylül ile nasıl durduğunu ‘’Bir elimde Kur’ an, Bir elimde Devlet’’ (Platon’ un Devlet Kitabı) diye açıklayacaktır. Halk da dolayısıyla dini elden bırakmayacak ve ülkenin geleceğini buna göre şekillendirecektir. 

Siyasal hayata bakan yönüyle 12 Eylül sonrası meydana gelen gelişmeler, devletçilik anlayışının yıkıldığı, sınırlı devlet anlayışının benimsendiği ve bireyin daha ön planda olduğu bir anlayışa doğru dönüşüme uğramıştır. Toplum hayat gailesine düşmüştür ki 80 sonrası bireycilik tavan yapar. Herkes kendi için ve anlık yaşamaya başlar, bencil yaşamlar had safhadadır. Vur patlasın-çal oynasın zihniyeti halkı derinden yaralar, ilişkiler erozyona uğrar. 12 Eylül amacına ulaşmıştır. Apolitik bireyler kendi kişisel ihtiyaçlarını farklı yollardan karşılar olmuştur. Nasıl olsa siyasete bulaşmıyordur. Devletin kendinden istediği budur, o da yerine getirecektir. Düşünmeyecek, sorgulamayacak, ahkâm kesmeyecektir. Zaten bunlar üzerine vazife değildir. O 80 sonrası asparagas haber yapan gazeteler, 90’ lı yıllar ile birlikte zirveye oturan TV kanalları ile uyuyacaktır, uyutulacaktır. Medyalaşma ve magazinsel basın halkı kıskıvrak ele geçirecek ve iliklerine kadar vampir edasıyla sömürecektir. Ne gençlik kalacaktır ne de ideal ana baba modelleri. Varsa yoksa avuç açma, avuç ovuşturma ve 
avuç ovuşturanlara kölelik başlayacaktır. 12 Eylül ile birlikte insanların bedenleri kalmıştır sadece, zaten MGK ruhları söküp almıştır sinsice. Safi fizikleri ile uğraşacaktır insanlar, zira rejim sonrası beyinlerin dolması bir şey ifade etmemektedir daha fazla aslında. 12 Eylül kökten çöküştür bir yerde. Demokrasi çökmüştür, askerin güvenilirliği ve karizması çökmüştür, devlet baba çökmüştür. 80 öncesi ve sonrası olmak üzere iki kavşak vardır artık Türk toplum hayatında. Ahlaki erozyon yaşanmıştır, değerler bozulmuştur, Batı’ ya adapte olabilme telaşıyla özünden kopma sağlanmıştır. 12 Eylül sonrası başka bir toplum,  bambaşka bir gençlik vardır artık. Her şeyden çok çabuk yorulan, üşengeç, düşünmeye aciz, okumayı hepten bırakan, uymacı, rahat ve de salaş, üretemeyen ama pek çok tüketen yığınlardan oluşmuştur toplum. Kimse düzeltemez artık onu, zira kendi istemedikten sonra. Uyum en güzel şeydir, derlemeyse hayat; uymamak ise hiçbir şey, acizlikse kabahat. Bu ülkede her ne yapılırsa yapılsın 12 Eylül’ ün enkazı kalkmayacaktır asla. 80 öncesi devrimcilikle uğraşan ya da ülkücü olan gençler ağır bir eziyetten geçmiştir. Zira telafisi 
mümkün olmaz. Darbe ile birlikte yaşamları sekteye uğramıştır, uğratılmıştır. Yaşadıklarını anlatanlar, anlatabilenler vardır bir de anlatamamış olanlar. Ruhları sökülmüş olanlar... İlaçları yoktur artık onların. 

Öte yandan 80’ de çocuk olanlar ise bugünün anne-babalarıdır ki onlar da dönemin anne ve babalarının çocuklarıdır. Çok çarpıcı olan ve göz ardı edilmemesi gereken şudur ki, yakınları davalarda yargılanan, işkenceler gören o zamanlarda 7-8 yaşlarında olup, en çetrefilli zamanlarında Mamak' ta kalan babaların, anaların çocukları. İçlerine acı tohumları atılmış, korku sularıyla sulanmış çocuklar. Yani şimdinin çocuk yetiştiren, çalışan anneleri, babaları....  

Ruhları ne derece sağlıklıdır acaba? 

Cevabı yoktur asla... 

Dönemin sinmiş, sindirilmiş, her şeyden korkan, gölgelerinden kaçan 
çocukları...Üstelik bugün hala korkusunu atamamış,*272 bugün hala söz söylemeye, düşünce bildirmeye korkan çocukları...12 Eylül’ ün çizdiği, yaşam hakkını ellerinden aldıkları, püskürtülmüş çocukları... 

12 Eylül unutulmaz bu ülkede dolayısıyla, unutulamaz...Unutulmasına zaten koşullar izin vermez. 12 Eylül bir kilometre taşıdır ki o taş yerinden hiç oynamaz. 12 Eylül gelişmekte olan, önü açık olan, belki de nice bilim adamı yetiştirecek olan bir ülkenin önünü kesmiştir. 

Bilinçli ya da bilinçsiz, artık çok da önemli değildir. Önemli olan bundan sonra ülkenin güneşe duracağı günlerde tekrar ayağına darbelerin dolanmamasıdır. 
Zira bedeller ödenmiştir, defterler dürülmüştür, ruhlar salkım saçak bedenler içinde durmaktadır. Dolayısıyla gerek yoktur yeni acılara, acı yaşatacaklara, acı 
yaşatanlara.

..Bir ülke kaç sefer bedel ödemelidir kendini bulana kadar zira? 
  Bedeller çoktan bir asra bedel olmuştur nasıl olsa... 272 


BİBLİYOGRAFYA 

I-SÜRELİ YAYINLAR 

A- GAZETELER 

Akşam Gazetesi 
Evrensel Gazetesi 
Gazete Habertürk 
Hürriyet Gazetesi 
Radikal Gazetesi 
Referans Gazetesi 
Sabah Gazetesi 
Star Gazetesi 
Taraf Gazetesi 
Yeni Şafak Gazetesi 
Zaman Gazetesi 

B- DERGİLER 

Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 
Aksiyon Dergisi 
Cogito 
Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 
Toplumsal Tarih Dergisi 
Üniversite ve Toplum 

II- KİTAPLAR, İNCELEME, ANILAR VE MAKALELER 

AHMAD Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, İstanbul, 1994. 
AHMAD Feroz, Modern Türkiye’ nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan, Kaynak Yayınları, 2. Baskı. İstanbul, 1999. 
İNSEL Ahmet, Demokrasinin Sancılı Yılları, Cumhuriyet Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, c. 3, İstanbul, 2002. 
AKSOY Cahide (İleri), Babam Tevfik İleri, I.C., Ankara 1977. 
AKŞİN Sina, Bülent Tanör ve Korkut Boratav, Yakınçağ Türkiye Tarihi, Milliyet Yayınları, 2. Cilt, İstanbul, 2005. 
AKYAZ Doğan, Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002. 
ALKAN Türker, Gelişen Ülkelerde Aydınlar ve Siyaset, Ankara, 1977. 
ALTAN Ahmet, Darbelerin Ekonomisi, AFA Yayınları, İstanbul, 1990. 
ARCAYÜREK Cüneyt, Demokrasi Dönemecinde Üç Adam, Bilgi Yayınevi, 3. Baskı. İstanbul, 2000. 
ARCAYÜREK Cüneyt, 12 Eylül’ e Koşar Adım, Bilgi Yayınları, 2.baskı, İstanbul, 1988. 
ARCAYÜREK Cüneyt, Müdahalenin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2. Basım, 1986. 
ATILGAN Gökhan, Yön-devrim Hareketi/ Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar, Yordam Kitap, 2. Baskı, Ekim 2008. 
BALBAY Mustafa, 12 Eylül-Sol Kırımı/ 78’ liler, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, İstanbul, Kasım 2008. 
BİRAND Mehmet Ali -Rıdvan Akar, 12 Eylül, Türkiye’ nin Miladı, Doğan Kitapçılık, 5. baskı, İstanbul, Eylül-2006. 
BİRAND Mehmet Ali, DÜNDAR Can, ÇAPLI Bülent, Demirkırat- Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitapçılık, 10. Baskı, İstanbul-2005. 
CEMAL Hasan, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Doğan Kitapçılık, 2008. 
ÇAVDAR Tevfik, Türkiye’ nin Demokrasi Tarihi, İmge Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2004. 
ÇAY Abdulhaluk, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Boğaziçi İlmi Araştırmalar serisi:15, Ankara- 1993. 
DOĞAN İlyas, “Çok Partili Dönem ve Türkiye’de Sivil Toplum, (1945-2000)”, içinde: Kamu Hukuku Arşivi (KHukA), Cilt 10, Sayı 2, Eylül 2007. 
DURSUN, Davut, “Demokrasi Sorunu ve Türkiye”, Ed: Davut Dursun, Demokrasi Sorunu ve Türk Demokrasisi, Şehir Yayınları, İstanbul, 2001. 
ERDOĞAN Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset’’, Liberte Yayınları, 4.Baskı, Ankara,2003. 
ERKAN, Rüstem, Kentleşme ve Sosyal Değişme, Bilimadamı Yayınları, Ankara, 2002. 
ERSEVER Ahmet Cem, ‘’Kürtler, PKK ve Abdullah Öcalan’’, Ankara, 1993. 
ERTUNÇ Ahmet Cemil, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 2004. 
EVREN Kenan, Kenan Evren’ in Anıları, Milliyet Yayınları, 2. Cilt, İstanbul, 1991. 
EVREN, Kenan ‘’Zorlu Yıllarım’’, Milliyet Yayınları, 1. Cilt, Mayıs 1994. 
GEREK Nüvit ‘’Siyaset Bilimi’’ Anadolu Üniversitesi, Açık öğretim Fakültesi Yayını, 1.baskı, Eskişehir, Ekim 2004 
GÖZLER Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Yayınları, 2. Baskı, Bursa, 2004. 
GÖZÜBÜYÜK Şeref, Açıklamalı Türk Anayasaları, Turhan Kitabevi, Ankara, 1993. 
GÜRBİLEK Nurdan, ‘’Vitrinde yaşamak- 1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları, 1992. 
HALE William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset (1789’dan günümüze), Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayıncılık, İstanbul, 1994. 
IŞIK Mehmet, ‘’Türkiye’ nin Karanlık Penceresi’’, Karma Kitapları,1. Baskı, İstanbul, Ekim 2007. 
JASCHKE Gotthard, ‘’Yeni Türkiye’ de İslamlık’’, Çev. Hayrullah Örs, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976. 
KARATEPE Şükrü, Darbeler Anayasalar ve Modernleşme, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 1999. 
KARPAT H. Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1967. 
KILINÇ Erol, ‘’İhtilal, ihtiras ve 68 kuşağı hakkında’’, Ötüken Neşriyat, 2008. 
KONGAR, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. 
KONGAR Emre, 12 Eylül Kültürü, Remzi Kitapevi, 5. Basım, İstanbul, Temmuz 2007. 
KONGAR, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. 
MAVİOĞLU Ertuğrul, Asılmayıp Beslenenler / Bir 12 Eylül Hesaplaşması 1, İthaki Publishing,4. Baskı, Ağustos 2006. 
MAVİOĞLU Ertuğrul, Apoletli Adalet/Bir 12 Eylül Hesaplaşması-2, İthaki Publishing, 2. baskı, Ekim 2006. 
MAVİOĞLU Ertuğrul, Bir 12 Eylül Hesaplaşması-3/ Bizim Çocuklar Yapamadı, İthaki Yayınları-1 Baskı, İstanbul, Eylül 2008. 
MAZICI Nursen, Türkiye’de Askeri Darbeler Ve Sivil Rejime Etkileri, Gür Yayınları, 9. Baskı, İstanbul,1989. 
Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, 12 Eylül Öncesi ve Sonrası, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.baskı, Ankara, Aralık 1981. 
MUMCU Uğur, Kürt Dosyası, Tekin Yayınları, İstanbul, 1993. 
ÖRS Birsen, Türkiye’de Askeri Müdahaleler, İstanbul, Der Yayınları, 1996. 
ÖZBUDUN Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 7. Baskı. Ankara, 2002. 
ÖZCAN Nihat Ali, PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, Asam Yay, Ankara, 1999. 
ÖZDEMİR Hikmet, Kalkınmada Bir Strateji Arayışı/Yön Hareketi, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1986. 
ÖZKAN Tuncay, Bir Gizli Servisin Tarihi (MİT), Milliyet Yayınları, 6.Baskı, İstanbul, 1999. 
ÖZTÜRK, Osman Metin, Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993. 
PARLA, Taha, Türkiye’nin Siyasal Rejimi, 1980–1989, İletişim Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul, 2002. 
RUSCUKLU Bülent, Demokrat Parti’ den 12 Eylül’e, Alfa yayınları, 1.basım, İstanbul, 2008. 
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, ‘’Sıkıyönetime giden yolda vuku bulan olaylar zinciri’’ 7.cilt. 
SOYSAL Mümtaz, 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, Gerçek Yayınevi, 6. Baskı, İstanbul, 1986. 
SÖNMEZ Mustafa, ‘’Türkiye Ekonomisi’ nde Bunalım’’, Belge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1982. 
ŞADİLLİ Vedat, Türkiye’ de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Kon yayınları, 1980. 
TANİLLİ Server, Dünyayı Değiştiren On Yıl, Say Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 1990. 
TANÖR Bülent, İki Anayasa, Beta Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1994. 
TANÖR Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 1789-1980, Yapı Kredi Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2002. 
TANÖR Bülent ve YÜZBAŞIOĞLU Necmi, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa 
Hukuku, Yapı ve Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2001. 
TEKİN Arslan, Milliyetçi Hareket' te Yeni Dönem ve Dr. Devlet Bahçeli, 2. baskı, İstanbul 1998. 
TRENTO Angelo, Castro and Cuba : From the Revolution to the Present, Arris boks, 2005. 
TURGUT Hulusi, 12 Eylül Partileri, ABC Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1986. 
TÜRKEŞ Alparslan, Savunma, Kamer yayınları, İstanbul, 1998. 
TÜRKÖNE Mümtaz’ er, Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil-68 Kuşağı, Nesil yayınları- 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008. 
Türk Tarih Kurumu, 12 Eylül Öncesi ve Sonrası, TTK Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1981. 
ULUGAY Osman, 24 Ocak Deneyimi Üzerine, Hil Yayınları, 1984. 
ÜLKÜ İrfan, Alparslan Türkeş- Fırtınalı Yıllar, Kamer Yayınları,2. baskı, İstanbul, 1998. 
VELİDEDEOĞLU Hıfzı Veldet, 12 Eylül / Karşı devrim, Evrim Yayınları,2. Baskı, İstanbul,1990. 
YAVİ Ersal, İhtilalcı Subaylar, 3.kitap, Yazıcı Yayınevi, İzmir,2005. 
YETKİN Barış, Kırılma Noktası-1 Mayıs 1977 Olayı, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 2. basım, Antalya, Mart 2007. 
ZÜRCHER Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Çev. Yasemin Saner Gönen, İletişim Yayınları, 4. baskı, İstanbul 1999. 

III. GAZETE, DERGİ VE DİĞER INTERNET MAKALELERİ: 

AKAT Asaf Savaş, ‘’24 Ocak İstikrar Programı’’, www.akat.bilgi.edu.tr. 
AKÇURA Belma, Emekli Albay Ümit Kardaş’ la 12 Eylül’ ü Konuştuk / ‘’PKK Bu Noktaya 12 Eylül ile Geldi’’, www.milliyet.com.tr, 12 Eylül 2005. 
AKTUNA: ‘’Bizi de, Askeri de Kandırdılar’’, www.aksiyon.com.tr, 30.01.2006. 
ALTAN Mehmet, ‘’24 Ocak 1980 bir Milattır’’, Star Gazetesi, 24 Ocak 2009. 
ALTINTAŞ Hakan, ‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003. 
HALİS Müjgan, Jülide Aral: ‘’Benim 68’ im mazbut ve cinsiyetsizdi!’’, Sabah Gazetesi- Pazar Sabah (ek), 05.07.2009. 
ARAS Ufuk, ‘’12 Eylül’ ün izleri’’, 12 Eylül 2008 Cuma, NTVMSNBC.COM 
AYAN Sezer, ‘’ Siyasi Yapılanma Sürecinde 1961 ve 1982 Anayasası’’,C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 8, Sayı 2, 2007. 
AYDIN Erdinç, ‘’12 Eylül Darbesi ve Ulus’ un Türk Silahlı Kuvvetleri’’, Politika Dergisi, 11/11/ 2008, http://www.politikadergisi.com/ 
BAKİ Mehmet, ‘’Numan Kurtuluş: 28 Şubat’ ta Kaybettiğimiz Tabanımızı Kazanacağız’’, Aksiyon Dergisi, 27 Ekim 2008. 
‘’Banker Kastelli Dürüst Öldü’’, Star Gazetesi-Güncel Haber, 03.06.2008. 
BARDAKÇI Murat, ‘’12 Eylül sonrası Çocuklara Konan İsimler’’, Sabah Gazetesi, 01.02.2007. 
‘’Başbuğ Alparslan Türkeş’’, www.bozkurtmhp.com.tr 
BAŞTÜRK Dicle- AKTAŞ Turan - KARAGÖZ Fikret, ‘’12 Eylül’ ün Cehennemiydi’’, Taraf Gazetesi, 12.09.2008. 
BAYER Yalçın, ‘’Türk İş Hak Arayamıyor’’, Hürriyet Gazetesi, 14.07.2009. 
BELGE Murat, ‘’12 Eylül’ den bugünlere’’, Radikal Gazetesi, 29.07.2003 
BELGE Murat, ‘’Yönetme Başarısı’’, Taraf Gazetesi, 29.06.2008. 
BERBEROĞLU Enis, ‘’Banker Kastelli 26 yıldır Ölüydü’’, Hürriyet Gazetesi, 03.06.2008. 
BERKTAY Halil, ‘’Türkiye, 12 Eylül Darbesi’ ne Adım Adım Hazırlanmıştı’’, Taraf Gazetesi, 30 Eylül 2008. 
BİLGEN Ayhan, ‘’Mesele 12 Eylül ile Yüzleşmek’’, Yeni Şafak Gazetesi, 13.09.2008. 
CAN Eyüp, ‘’Banker Kastelli’ yi Kim Öldürdü?’’, Referans Gazetesi, 03.06.2008. 
CAN Kemal, ‘’Milliyetçilik ve MHP’ nin Yükselişi’’, Gündem/Görüş: Mayıs 1999, www.gundem-online.com. 
CİZRE Ümit, ‘’12 Eylül’ ün ‘’Anti’’ Gündeminde Toplum’’, Toplumsal Tarih Dergisi, Tarih Vakfı, 31.08.2005. 
ÇİZMECİ Şule, ‘’12 Eylül’ ün Değiştirdiği Hayatlar 1’’, Radikal Gazetesi, 10.09.2006, www.radikal.com.tr 
‘’Darbenin çocukları’’, www.tokatyenidonem.com, 17 Kasım 2008. 
DURSUN Davut, ‘’24 Ocak Kararları’ nı Hatırlayalım’’, Yeni Şafak Gazetesi, 27 Ocak 2009 Salı. 
DÜNDAR Can/ AKAR Rıdvan, ‘’Ecevit’in Arşivi / 6 bölüm’’, 2. bölüm:’’Doğu’ da Devlet Yok, Apocular Örgütleniyor’’, Milliyet Gazetesi, 23 Ocak 2008. 
DÜZEL Neşe, Selim Dindar Röportajı, ‘’Üç Yılını Cehennemde Geçirdi’’, Radikal Gazetesi, 23/ 06/ 2003. 
EKİNCİ Burhan, Ertuğrul Mavioğlu: ‘‘12 Eylül Sermayenin Darbesiydi’’, Taraf Gazetesi, 12/ 09/ 2008. 
ERDEM Fazıl Hüsnü, ‘’Göstere Göstere Hayır / Darbe Anayasası’ nı Tartışmaya Açmak’’, Taraf Gazetesi, 11-07-2008. 
ERÇEL Gazi, ‘’Tarihten Bir Yaprak: 24 Ocak Kararları’’, Vatan Gazetesi, 25.01.2007. 
ETE Hatem, ‘’27 Mayıs-28 Şubat Parentezinde 12 Eylül’’/ Bürokratik Vesayet ve Otoriter Rejim/-Açık Görüş/ SETA-Siyaset, 
Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, 14 Eylül 2008, http://www.setav.org/ 
ETE Hatem, ‘’27 Mayıs-28 Şubat Parantezi’ nde 12 Eylül’’, Açık Görüş-SETA-Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, 14 Eylül 2008, http://www.setav.org/ 
GÖKAÇTI Mehmet Ali, ‘’Milli Türk Talebe Birliği Geri Dönerken’’, Radikal Gazetesi, 24.12.2006. 
GÖKTÜRK Yücel, Ertuğrul Kürkçü:‘’12 Mart orduyu Burjuva ordusu yaptı’’ Expressİstanbul, 18 Mart 2006, www.bianet.org. 
GÜNAY Ertuğrul, ‘’Zor Seçim: Devlet mi, Demokrasi mi?’’, Yeni Şafak Gazetesi,  13.04.2007. 
GÜZEL Hasan Celal, ‘’Ekonomik Kriz Hatıraları 2’’, Radikal Gazetesi, 30.11.2008. 
HATİPOĞLU Tahir, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’, 
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2 
HEKİMOĞLU Mehmet Merdan, ‘’1982 Anayasası’ na Göre İnsan Hakları Kavramı’’, Sosyal Bilimler Dergisi, http://sbe.balıkesir.edu.tr 
H. Fırat, ‘’15-16 Haziran/ Sol hareket ve İşçi Hareketi’’, TKIP web sayfası, Haziran 1988, www.tkip.org 
HUGHES Thomas, ABD Dışişleri Bakanlığı (U.S. Department of State) : ‘’ Guevara's Death, The Meaning for Latin America’’, 
http://www.companeroche.com/index.php?id=108 
IŞIKLI Alparslan ‘’12 Mart öncesi Gençlik’’, Üniversite ve Toplum (Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi), Aralık 2002, Cilt 2, Sayı 4. 
İNAL Kemal, ‘’12 Eylül ve Eğitim’’, Evrensel Gazetesi, 14/ 09/ 2008. 
İNSEL Ahmet, ‘’Kurucu Meclis’’, Radikal Gazetesi, 06 / 05 /2007. 
İpekçi ile röportaj, Cemil İpekçi: ‘’80’li Yılların Modası Gerçekten İğrençti’’, Sabah Gazetesi, http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun104.html 
KAHRAMAN Hasan Bülent, ‘’12 Mart Muhtırası’’ yazı dizisi, Radikal Gazetesi, 16 Mart 2001. 
KAHRAMAN Hasan Bülent, ‘’Türban, İdeoloji ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 09.12.2002. 
KAHRAMAN Hasan Bülent, ‘’Radikalizm, Devlet ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 13.12.2002. 
KARAN Ceyda, ‘’Portre: Rauf Denktaş’’, Radikal Gazetesi,18 Nisan 2005. 
KEMALOĞLU Nihal, ‘’12 Eylül Yapım Zihniyetiyle 12 Eylül’ e Bakmak’’, Akşam Gazetesi, 30/ 06 /2009 
Kenan Evren ile söyleşi, ‘’Kürtçe’ ye Ağır Yasak Koyduk Ama Hataydı’’, 
www.milliyet.com.tr, 07.11.2007. 
KILIÇBAY, Mehmet Ali, Zaman Gazetesi, ‘’11 -12 Eylül arasında Türkiye’’, 30.09.2002. 
KIŞLALI Mehmet Ali, ‘’Eksik Kalan Öyküler’’, Radikal Gazetesi, 26.11.2005. 
KIVANÇ Ümit, ‘’12 Eylül’ de Biz Gençtik’’, Taraf Gazetesi, 01.07.2009 
KIVANÇ Taha, ‘’Güzel İnsanlar da Ölüyor’’, Yeni Şafak Gazetesi, 6 Ekim 2002. 
KORKUT Tolga, ‘’Ekinci: Kürt Hareketi’ nin Değişimi’’, BİA haber merkezi-İstanbul, 
www.bianet.org, 12 Mart 2009 Perşembe. 
‘’Milli Görüş’ e Parti Dayanmıyor’’, www.radikal.com.tr, 23.06.2001 205 
ORTAŞ İbrahim, ‘’YÖK Kaldırılmalıdır’’, Üniversite ve Toplum/ Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi, Aralık 2004, Cilt 4, Sayı 4. 
ÖVÜR Mahmut, ‘’Darbeciler yargılansın ya darbeci zihniyet?’’, Sabah Gazetesi, 13 Eylül 2008 Cumartesi. 
ÖZBUDUN Ergun, ‘’Seçim Sistemleri ve Türkiye’’/ ‘’1983 Seçim Kanunu ve Değişiklikleri’’, s.530, http:// dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/298/2768.pdf. 
PAMİR Balçiçek, Selim Dindar: ‘’Bir Daha Dünyaya Gelsem Kürt Olmak İstemem’’, Gazete Habertürk, 18/05/2009. 
Sabah’ la Serbest Ekonomi’ nin 20. Yılında Sanayi / ‘’24 Ocak Kararları Ekonomiyi Dışa Açtı- Gümrük Birliği Rekabet Gücü Kazandırdı’’, Sabah Gazetesi, 01 / 12/ 2005. 
‘’Seçim Anketleri Nedir, Ne Değildir’’, www.memurlar.net, 04.04.2009. 
Sınıf Hareketi, ‘'İşçi Hareketi Tarihinden Kesitler’’, Türkiye Komünist İşçi Partisi web sitesi, www.tkip.org, 25 Mart 2009., 
ŞAHİN Haluk, ‘’1 Mayıs 1977’ de ne oldu?’’, Radikal Gazetesi, 3 Mayıs 2006. 
ŞAHİN Haluk, ‘’Barbie, Televole Kültürünün sonu mu?’’, Radikal Gazetesi, 08.04.2006. 
ŞENSOY,Süleyman ‘’Devlet ve Anayasa ‘’Yeni Bir Anayasa Nasıl Yazılmalı?’’, TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi), 25/12/2008, www.tasam.org. 
TOSUN Resul, ‘’Milli Görüş ve Terör’’, Yeni Şafak Gazetesi, 9 Nisan 2003 Çarşamba. 
TÜRK Hikmet Sami, ‘’Nasıl bir seçim sistemi?’', www.dergiler.ankara.edu.tr 
TÜRKER Yıldırım, ‘’Geçmiş Geçmediyse Suç Bizde’’, Radikal Gazetesi, 21.05.2000. 
TÜRKER Yıldırım, ‘’Erdal’ ı Unutmadık’’, Radikal Gazetesi, 11/12/2006. 
ULUENGİN Hadi, ‘’12 Eylül Nasıl Yargılanır’’, Hürriyet Gazetesi, 04.07.2009. 
‘’Üniversiteli Müslüman Gençlerin 30 yıllık Yürüyüşü’’, www.akyolhaber.com, 3 Ocak 2008. 
YALÇIN Soner, ‘’AKP’ nin Asıl Korkusu Nurcu-Nakşibendi kavgası’’, Hürriyet Gazetesi, 1 Haziran 2008. 
YALÇIN Soner, ‘’MHP’ nin 40 yıldır bitmeyen derdi’’, Hürriyet Gazetesi, 24 Şubat 2008. 
YANARDAĞ Merdan, ‘’Akıncılar Partisi’’ BİA Haber Merkezi, www.bianet.org, 30.11.2002. 
TOPRAK Zafer, ‘’1968’ i Yargılamak ya da 68 kuşağına Mersiye’’, Cogito (Felsefe, kültür ve düşünce dergisi), Yapı Kredi Yayınları, sayı: 14, 1998. 

DİĞER 

1982 anayasası /www.anayasa.gen.tr 
www. belgenet.com/ 12 Eylül/ 12 sıkıyönetim.html 
www.biyografi.net 
http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/hukumetler.htm 
www. tbmm.gov.tr.secimler.genel seçimler 
tr.wikipedia.org 

EKLER: 

EK-1 

EK-2 

EK-3 


EK-4 


EK-5 


EK-6 
*12 Eylül 1980 darbesinin Newsweek haber dergisinin 22 Eylül 1980 tarihli sayısının kapağında yansıması. 


EK-7 
*12 Eylül liderleri 


EK-8 
KENAN EVREN 


EK-9: 


EK-10: 
• 12 Eylül sonrası TBMM’ den bir görüntü 


EK-11: 
ERDAL EREN MAHKEMEDE 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

272 *Bakınız: Ek 1, Ek 2, Ek 3, Ek 4, Ek 5. Tezimi hazırlarken yaptığım sözlü tarih çalışması vesilesiyle uyguladığım anketlere dönemin çocukları 
( bugün 40’ lı, 50’ li yaşlardalar) pek de itibar göstermemişlerdir. İsim beyan etmelerinin zorunlu olmadığını defalarca söylememe rağmen, insanlar anketi doldurmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Başlarının ağrıyacağından korkmuşlar, bir şekilde sıkıntı yaşayacaklarını tasavvur etmişlerdir. Cevap verenler ise susmanın hiçbir şeye faydasının olmadığının farkında olanlardır. Düşünceleri yüzünden susturulmak istemeyenlerdir... 

Dolayısıyla uyguladığım anketlere cevap verenleri cesaretlerinden ötürü tebrik ediyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum 


***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 22

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 22


‘’12 Eylül' den nasıl etkilendik?’’ 

Çok derin. Kimi fiziki olarak, kimi benim gibi psikolojik olarak yaralandı. Ama 
topluma baktığımızda en temel olarak korku yarattığını görüyoruz. Örgütlenmekten, daha doğrusu herhangi bir şey için bile bir araya gelmekten korkuyoruz... 12 Eylül' ün en temel argümanı akan kanı durdurmaktı. Bu büyük bir yalandır. Çünkü darbecilerin kendileri çok büyük bir kan akıtmıştır, açılan büyük davaları düşünün bunların hiçbirinin akan kanı durdurmakla ilişkisi yoktur, aksine 'topluma çekidüzen vermek' le ilgisi vardır. Ve güncel olarak belki de en önemlisi, 12 Eylül bir Amerikan operasyonu idi. Meşhur 'Our boys' sözünü 
hatırlayalım. Belleksizliğin yanında bence bağlantıları kuramamak da ciddi bir toplumsal rahatsızlık. Bugün 12 Eylül' den yanaysanız ABD' den yanasınızdır, ABD' ye karşıysanız 12 Eylül' ü de sorgulamak zorundasınız. 12 Eylül ABD' nin hem bize, hem de bölgeye ilişkin planlarının bir parçasıydı.264.’’ 

80 İhtilalı’ nı henüz çok gençken karşılayanlar Amerikanvari bir toplumla karşılaştılar ve ne yapacaklarını tam kestiremediler. Özal Türkiyesi tam anlamıyla Batı’ ya sempatik görünme telaşındaydı, Amerikan gelenekleri bize çok uyar bir mod almıştı. Her şey unutulsun diye mücadele ediliyordu aslında. Dolayısıyla Amerika ne yapıyorsa aynısını uygulamak, onlara özgü alışkanlıkları pompalamak topluma zaman oyalatıyordu. Aileler zaten darbeyi görmüştü, hınca hınç acısını yaşamıştı. O yüzden her türlü çocuklarını korumak istiyorlardı. 
Çocukları her şeyden uzak dursun, başına iş açmasın, ailesini üzmesin. Hemen hemen her ailenin yaşam felsefesi olmuştu bu. Hayatlarının kalan kısmı için huzur istiyorlardı, sadece huzur. Çocukları dizleri dibinde dursun, acı görmesin, bedel ödemesin. Zira bir aile kaç sefer bedel ödeyebilirdi ki? Yaşanması gerekenleri ana-babalar yaşamış, bedeli onlar ödemişti. 

Fazlasına gerek yoktu, fazlası için zaten sabır ve yürek de yoktu. Bu-laş-ma-mak elzemdi. Türkiye' de 12 Eylül' den etkilenmeyen yok aslında. O dönemi yaşayan kuşak çok yaralı. Sınıfsal duvarlarla hayatlar birbirinden koparıldığı için acı öyle ya da böyle bugüne kadar ulaşıyor. Birçoğu hatırlamak, hakkında konuşmak dahi istemiyor. Hayatında yer edişini reddediyor, kabullenemiyor ve bir şekilde yok saymayı tercih ediyor ama yok sayarak da bir yere varılmıyor. Şüphesiz acı çıkmadıkça yürekten, vicdana oturmuş kan akmadıkça ruhlar huzur bulmuyor, bulamıyor. 

Toplumda işlerin yolunda gittiği, sınıfların nispeten ‘cicim aylarını’ yaşadığı 
önlemlerde, adaletin ezen sınıfların çıkarlarına hizmet için var olduğunu anlamak pek çokları açısından son derece zordur. Hırsızlar, katiller, yankesiciler, soyguncular, uyuşturucu kaçakçıları, tecavüzcüler, trafik canavarları, dolandırıcılar ve benzerlerinin işlediği suçlar, taviz verilmeksizin cezalandırılır iken, adalet mekanizmasının herkes adına aldığı bu kararlar, toplumu tatmin ettiği gibi, güvenlik hissinin yerleşmesine, dolayısıyla sistemin güç kazanmasına da destek verir. Aslında sınıflı toplumlarda adalet, üretimden aldıkları pay ve üretim araçları karşısındaki konumları itibarıyla asla eşit olmayanları yasalar karşısında eşitlediği içindir ki başlı başına eşitsizlik kaynağıdır. Sınıflı toplumlara özgü bir kavram olan adaletin çıplak yüzü, en çok işlerin kızıştığı dönemlerde belirginleşir. Ezilenler eskisi gibi yaşamak istemediklerini eylem ve sözleriyle ortaya koymaya başladıklarında; ezenler yaşadıkları derin krizin de etkisiyle eskisi gibi yönetemediklerinde ve bu yönetememe halinin somut ifadesi olarak ezilenlerin üzerindeki baskının dozunu arttırdıklarında; işte o zaman, sistemin alarmları çalmaya başlar. Bu alarmı ilk duyan kurumların başında ise adalet mekanizması gelir. Daha önce hoşgörü ve tahammül sınırları içinde değerlendirilen her tür eylem, her tür söz, artık yeni üretilmiş suç olarak yargılanır ve hiçbir taviz verilmeksizin en ağır biçimde cezalandırılır 265. 

Darbeden sonra ne adalet kalmıştı ne hoşgörü ne tahammül. Acı vardı; gözyaşı, ihanet, yürek ağrısı, ruh sancısı, beyinlerde sınırsız sorular. Beyin değil ruh sorguluyordu: 
Neden? 
Ben bu devlete ait değil miyim? Değil miydim? Hak istemiştim, özgürlük ve eşitlik…Acı değil, elimde kan değil, yüreğimde dayanılmaz sancılar değil…Sahip çıkılmak istemiştim, ötelenen değil…Ben devlete güvenmek istemiştim, devletin istemediği biri olmayı değil… Darbenin vahameti öyle derindi ki toplum içinde her kesimden insan patolojik ruh hali sergiliyordu. Aslında en çok 12 Eylül sonrası Türkiyesi’ nde gençlik kaybetti kendini ve de genç olmayı. O günlerde darbeyi yaşayanların çocukları silik kaldılar, kendilerini ifade edemediler, herhangi bir statü ya da misyon ile dahi 12 Eylül’ ün karanlığına bakamadı lar. Gençler sırtlarını çevirdiler olaya, zaten yönleri belirlenmişti ve iştirak edemediler davaya, davayla ilgili sorunlara. Günümüzde toplum, gençleri ancak yaşlandırmıştır. Kapalı salonlarda hiç kimsenin dinlemediği, ya da insanların zorla getirilip oturtulduğu konferanslar düzenlenerek gençlere sahip çıkılmaz. Toplumda yükselmenin en meşru yolu olan yükseköğretim kapılarını beş 
liseliden sadece birine açarak gençlik eğitilmez. Hele hele toplum depolitize edilirken, ilkokul çocuklarını yağmurda, karda kışta, Başbakan karşılamaya çıkarmakla, gençliğe hiç sahip çıkılmaz. Gençliğin kimlik kartı katılımdadır. Bir toplumda ne yapılıyorsa, gençlerin o yapılan işlere katılımı ile gençliğe sahip çıkılır. Toplumun yaptığı iş, üretimse, üretimde, eğitimse eğitimde, politikaysa politikada her aşamada gençlerin tüm etkinliklere katılımı sağlanmalıdır. Toplum ancak o zaman gençleşir. Ancak o zaman, gençler, yaşamadan yaşlanmaktan kurtulur. Ancak o zaman geçiş dönemleri belki de gereksiz olur.266. 
12 Eylül rejimi, üniversiteleri toplumsal muhalefet odakları olarak görmüş, bu işleve son vermek için üniversitelerin siyaset ve toplum ilişkilerinden tümüyle yalıtılması yolunda katı önlemler almıştır. Onları ortaöğrenim kurumu şekline sokmuş, o şekilde muhafaza etmeye çalışmıştır. Bireylerin temel hak ve özgürlükleri de aynı anda kapsama alanı dışında bırakılmıştır. Üniversiteler 80 sonrası da şeriat düzeninin hâkim olduğu alanlar haline getirilmiştir ki bundaki sorumluluk 12 Eylül’ ün YÖK’ ünde dir. 

    90 lı yılları takriben sanki biraz daha normale döner gibi oldu her şey ama değişmeyen şeyler de vardı. Korku hiç değişmedi mesela, 12 Eylül’ ün karanlığı hiç değişmedi. Bıraktığı koyu renkli hatta katran karası acı hiç değişmedi. Yürekteki, beyindeki pranga hiç çıkmadı. Sadece biraz daha bir şeyler esnekmiş gibi gösterildi. Sanal demokrasi uygulaması yapıldı. 
Sonuçta anayasanın bağlayıcı hükümleri vardı ve kolay kolay başkaldırmak mümkün değildi. 12 Eylül adalet tesis etmek için gelmişti, düzene sokmak fakat beklenilen olmadı. Hedeflere ulaşılamadı, hedef şaştı. 12 Eylül’ ün tohumları 90’ lı yıllarda filizlenmeye başladı. Sanki beyinleri boşaltılmış gençler vardı dört yanda. Üstelik bu figürler 2000’ li yıllarda sadece fizikten ibaret olacaklardı, aynı fabrikadan çıkmış, aynı tornadan geçmiş gibi kızlar ve oğlanlar türeyeceklerdi. Hiçbir amacı olmayan, hayattan beklentisi olmayan, düşünmekten aciz, sormakta mecalsiz, sırf tüketen yığınlar çıkacaktı ortaya. 

1994-1998 krizlerinden sonra, 2000 Kasımı' ndaki mali ve 2001 Şubat ekonomik krizleri ortaya çıktı. IMF-Dünya Bankası programlarında ısrar edildikçe, ekonomi kötüye gitti, krizler birbirini izledi. 2001 krizi ile Türkiye duvara toslamıştı yeniden. Ekonomisini düzeltemeyen ve dışa bağımlı yaşayan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde sorunlar çok olurdu. Sorunlar çok oldukça da halk yorgun düşerdi. İşte Türkiye’ de ekonomisini bir türlü toparlayamadığı için sürekli sendeliyor ve halkı ile derin bir açmaza giriyordu. Darbeler de genelde bu tür ortamlarda geliyordu zaten. Ekonomik krizlere rağmen tüketim çılgınlığı durmuyordu. 80 sonrası insanlar her şeyi hızla tüketiyordu. Toplum depolitize olmuştu, gençlik susmuştu, işlem tamamdı. Yalnız tek bir gerçek vardı ki insanların hayatı kökten değişmişti. Kimse eskisi gibi olamadı, eskisi gibi yaşayamadı, eskisi gibi olmayı beceremedi. Herkes öncelikle geçmişini silmekle mükellefti, cunta öyle istemişti çünkü. Hafızalar silindi, geçmiş lekeydi nasıl olsa kazınmalıydı. İnsanlar kendilerini değiştirdiler dolayısıyla. Konuşma şekilleri değişti, düşünce tarzları, giyimleri, hayat standartları, dinledikleri müzik sonra… sevdikleri-sevmedikleri değişti, alışkanlıkları, arkadaşları-arkadaşlıkları, okudukları, tarzları… 

Bazıları aniden zengin oldular, sonra o zenginler aniden model oldular, örnek teşkil ettiler.Yeni zenginler yeni modeller haline geldiler. Tüketim çılgınlığı salgın oldu. Arkasından tele-vole kültürü geldi. ‘’Vur patlasın, çal oynasın…’’ hayatın anlamı, herkesin felsefesi oldu. Nemelazımcılık bulaştı herkese. ‘’Bana değmeyen yılan bin yaşasın!’’ en sevilen slogan oldu. Gündelik hayatın hemen her alanı televole kültürünün ürettiği değer yargıları, algılayış biçimleri ve beğeni çeşitlilikleriyle şekillendi. Özal sonrası hızla ivme kazanan popüler kimlik 
kültürü oluşturmak kentlerde havayı da değiştirdi. 90 lı yıllarda ise özel TV ve radyo kanallarıyla birlikte magazin basını toplumsal hayatın kriterlerini yerle bir etti. Sıradan hayatların yanı sıra ünlü olanların, zengin olanların, sanatçı olanların hayatları deşifre edildikçe halk bu sefer kendi hayatını irdelemeye başladı ve sonra ulaşmayı denedi, onlar gibi olmayı hedefledi. Gençler kendilerinin de TV ekranlarında gördüklerinden farklı olmadığını ve onlar gibi yaşayabileceğini düşündü. Gençlik özgürlüğe giden yolda farklılaşmayı diledi ve popüler sentezle kabuğunu attı.

‘’ Televolelere kadar toplumun hedonizm özentisi 'sosyete' denilen ve neyin nesi 
olduğu hiçbir zaman net olarak tanımlanmayan bir kesimle özdeşleştirilirdi. Televole kültürü futbolcu-manken kesimini onların yerine koydu. Böylece 'sosyete' sosyeteliğine kitlelerin gözünden daha uzak mekânlarda devam etme rahatlığına kavuştu267.’’ Türkiye' de de art arda gelen iktisadi krizlerle sarsılmış, popüler kültür darbeleriyle de başı dönmüş insanlar gerçek dünyada sahip olmadıkları 'yardım' ı TV ekranlarında aradılar, kendilerini sanal dünya ile teselli ettiler. Bu sayede toplumsal yozlaşma oldu, toplumsal çürümüşlük ivme kazandı. Gençler çürümüşlüğe alet olurken toplumun dinamikleri de değişiyordu elbet. Ana babalar da bu tekelizme öncülük etmişlerdi zira. Hep daha fazla, daha 
fazla mantığı ile kendi değerlerini de yok ediyorlardı. Akabinde insanlar toz - pembe dünyalara asıldılar ve hayallerde yaşadılar. 

90’ lı yıllar aynı zamanda medyalaşma sürecini kapsıyordu. 1980 sonrasında medya, toplumsal sorumluluklarından arınmış ve neoliberal pazar ekonomisinin gereklerine uygun biçimde sadece satış rakamlarını düşünen ve tıpkı plastik eşya üretimi yapan ya da konfeksiyon giyim eşyası üreten sıradan bir ticari kuruluş haline gelmiştir. Neticede magazinleşme olgusunu 12 Eylül yaratmıştır. 
Asıl önemlisi bilimden, ilimden uzak durdu insanlar. Okumadılar, kitaba öcü  muamelesi yaptılar. Anlık yaşamaya başladılar. Zevk için, sefa için bu dünyada olduklarını varsaydılar. Çocuklarını ‘’ya topçu olacak ya popçu’’ mantığıyla büyüttüler. Ataerkil ailelikten çıktı bu ülkede aile yapısı, anaerkil de değildi artık, çocuk erkildi. Ailelerin hayatları çocuk merkezliydi, o ne derse o oluyordu. Dolayısıyla alabildiğince özgürlük verildi çocuklara, sonra sahip çıkılamadı yapılanlara. Gençler sanki çok biliyormuş gibi ortalarda dolaştılar ama aslında hiçbir şey bilemeden kendi tükenişlerine seyirci kaldılar. Popüler kültürün kurbanı oldular. Daha fazla makyaj, daha fazla maske, daha fazla show… 

'Ben' i ön plana çıkaran sadece ve sadece kendisi için yaşayan bir nesil olduk sonunda. Komşusuna güvenmeyen, komşusunun güvenmediği apartman insanları olduk. Hoşgörüden uzak, tahammülsüz, üşengeç, tüketen ve fakat üretemeyen, egosu şişik ve fakat pasif-pısırık, kulaktan dolma-ekrandan görme yaşayan yığınlar olduk. Saygıyı yitirdik, kendimize saygıyı da elbette. Maddi olarak sınıf atlamaya çalışırken, ruhumuzu sattık, manevi olarak çöktük. 
Eskiye ait ne kadar değer varsa satılığa çıkarttık, ahlaksızlığı kendimize baz aldık. Etini göstermeyeni, kendini teşhir etmeyeni adamdan saymadık. Kendimizi küçülttük, çapımızı küçülttük, ufkumuzu küçülttük. İfadesiz olduk, kendimizi ifade edemez olduk. 12 Eylül Darbesi ile birlikte topluma dolandırıcılar, üçkağıtçılar, yankesiciler, gaspçılar, rüşvetçiler, vurguncular, hırsızlar, adam kayırmacılar, mafyacılar, iş bitiriciler ve köşe dönücüler pompalandı. Yetinme, yeterli görme duygusu insandan uzaklaştı. Hak yiyiciler ve göz yumanlar number -1 oldu. Başkasının hakkı ötekine tatlı geldi, o da o hakkı almayı denedi. 

Bütün bunlar olurken insanlar unutmayı seçtiler, unutulmayı. Her türden ahlaki ve moral çöküntünün yaşandığı, rüşvetin, fuhuşun egemen olduğu, toplumun tümüyle politik sürecin dışına itildiği Türkiye onların, cuntacıların Türkiye' sidir. Askeri rejim tarafından yasaklanmış siyasi düzen sonradan serbest bırakıldığında ortaya bir yarık çıkmıştır. Dolayısıyla bu yarık etrafında 12 Eylül’ e ve 12 Eylül sonrasına bakmak gerekmektedir. Zira sonrasında her şey çıkarlar ve güvensizlik ekseni üzerinde şekillenmiştir. Bu şekillenme elbette toplumsal çürümüşlüğü, yoz ve arabesk bir kültürü, değerler yozlaşmasını getirmiştir.   

Türkiye’ de tüketim toplumu değerlerinin yarattığı trajedi, tüketim toplumu değerler sisteminin kendi içinde kötü ve olumsuz bir nitelik taşımasından kaynaklanmaz. Birinci olarak Türkiye’ nin teknolojik bakımdan tüketim toplumu değer sistemini yaşatacak bir gücü olmamasından doğar. İkinci olarak da, ideolojik açıdan, tüketim toplumu değerlerinin, endüstriyel değerler sistemi ile desteklenmesi yerine feodal/kırsal değerler tarafından kösteklenmesinden kaynaklanır.268. 

Türkiye' de gençliğin siyasetten uzaklaştırılmasının faturası gerçekten ağır oldu. Baskı altında şekillendirilen bir sistem kırılgan yapılar üretir ve sonrasında yapıları erozyona uğratır. 80 öncesi gençlik de hatta Cumhuriyet kurulduğundan beri gençlik katılımcı bir toplumsal payda iken, toplumsal sorunların çözümünde ya da sistemin şekillenmesinde itici güç oluştururken 80 sonrasında duyarsız bir kitleye dönüşmüştür. Oysa ulusal bilinç siyasal örgütlenmesini ve toplumsallaşmayı gerçekleştirebilmek için gençliğe ihtiyaç duymaktadır. 
Ne var ki toplumun geneline bireyselcilik hâkim olmuştur ve sonrasında şiddetli bir kuşak çatışması ve iletişimsizlik taçlandırılmıştır. 

12 Eylül’ den sonra içi boşaltılmış yapılaşma elbette beyinleri ve ruhları boşaltılmış insanları da arkasından getirdi. Süreç sistemli işledi, hedefe kilitlendi. Devletin ve hukukun içi de boşaltıldı. Bu organik olmayan yapı yüzünden 2000’ li yıllarda dahi Türkiye darbe söylentileri ve darbe çığırtkanları/çığırtkanlığı ile uğraşmak zorunda bırakıldı. İç ve dış dinamikler güç birliğini hiç elden bırakmamıştı. Demokrasiye bir türlü kavuşamamış, geçmişi ile geleceği arasında köprü kuramayan Türkiye hala bazı mücadelecilerin de desteğiyle ayakta 
dik durabilme savaşı içerisindedir. 2000’ li yıllar ile birlikte bazıları için sevindirici bazıları için hiçbir anlam ifade etmeyen ama belki de bazı yaraları kapatmak için elzem olabilecek nitelik taşıyan bir gelişme ile silkelenme boyutuna gelmiştir. Nedir bu silkelenme de tetiği çeken el? 

’12 Eylül ile Yüzleşme’’ 

‘’12 Eylül yüzleşmesi, bir nostalji arayışı yada salt tarih tartışması değildir. 
Bugünlerimizi, yarınlarımızı dahası hayatımızın tüm alanları etkilemeye devam eden bir yapısal dönüm noktasıdır. Elbette her tarihi günü, öncesi ve sonrası ile birlikte ele almalıyız. Türkiye'yi 12 Eylül sürecine götüren gelişmelerle ilgili eleştirilerimizi de açık yüreklilikle yapmalıyız. Siyasetçiler, medya, gençlik hareketi temsilcileri bu özeleştiriyi mutlaka yapmalı, hepimizi askeri darbenin kucağına iten hatalarımızı cesaretle masaya yatırmalıyız. Ancak unutmamalıyız ki hiçbir gerekçe, 12 Eylül 1980 ve sonrasında yaşanan insanlık suçlarını 
meşrulaştırmaz. Resmi söylemin 12 Eylül öncesine yönelik eleştirileri büyük oranda bu amaca hizmet için kullanılmak istenmektedir.269.’’ 

‘12 Eylül’ ü yargılayalım’ fikri CHP lideri Deniz Baykal tarafından ortaya atıldı ve 
elbette destekçisi de oldu, desteklemeyeni de. Desteklemeyenlerin büyük bir çoğunluğu salt aynı acıları yaşamamak, hatırlamamak ve hatta bulaşmamak fikriyle bu atılımın karşısında duruyordu. Zira 12 Eylül’ ü yaşayıp da yürekten, sebep olanların cezalandırılmasını istemediklerinden değil. Eski defterler karıştırılmasın diyeydi… ‘’…Bu kozmetik yaklaşım beni pek ilgilendirmese bile, sonraki darbecilerin de örtündüğü dokunulmazlık zırhının parçalanması açısından bakıldığında, “sembolik” olarak amenna! Ancak, nüfusu zaten çok genç bir ülkede 12 Eylül’ ü yetişkin olarak yaşamışların oranı düşünülürse, Türkiye halkının ezici çoğunluğunun da konuyu fazla önemsediğini sanmıyorum. Artı, ben kendi hesabıma, Kemal Karpat’ ın “Demokrasi bir hoşgörü ve affetme 
rejimidir” ilkesine inanıyorum. Çektiklerimizi unuttum, böyle bir affı baştan kabulleniyorum. 

Daha önemlisi, geniş kitlelerin darbeyi ilkin “asayiş harekâtı” olarak algıladığını ve dolayısıyla, yine ilkin cidden desteklediğini nesnel bir olgu olarak saptamaktan çekinmiyorum. Ve işte tüm bunlardan ötürü de, “eski defterlerin açılmasını” gereksiz görüyorum. Biline ki, şu yaştaki bir Evren’ i mahkeme önüne çıkartmak, tıpkı Fransa’daki General Petain vakasında yaşandığı gibi, sahte bir mağdur efsanesi yaratmaktan başka işe yaramaz. Türkiye’ deki sivil demokrasi atılımına da dişe dokunur bir ivme kazandırmaz.270.’’ 

Ülke askeri rejimle değişti, değiştirildi, benliğini kaybetti. Toplum büyük bir 
başkalaşma yaşadı, evrim geçirdi. Genç olabilme yetisi ve beraberinde getirdiği değerler yok edildi. Artık 12 Eylül öncesi ve sonrası vardı bu ülkede. İki farklı boyutta yaşamış Türkiye vardı. Peki ya 12 Eylül Askeri Rejimi Paşası ne düşünüyordu? Haklı mıydı yoksa haksız mı? 
Acaba Evren’ in kafasında keşkeler var mıydı? 

‘’Keşke Cumhurbaşkanına daha fazla yetki verseydik. Cumhurbaşkanını halk 
tarafından seçtirseydik ve iki Meclis yapsaydık. Teklif vardı, konsey üyesi arkadaşlar karşı çıktı. Onu yapmadığımıza pişmanım. Partileri kapattığımıza pişmanım. İki seçimi bir arada yaptığımıza, cumhurbaşkanlığı ile anayasanın bir arada oylanmasına pişmanım. Doğru yapmadık bunu. Ama her insanın hatası vardır, hatasız kul olmaz. Öyle zannediyorum ki az hatayla bu işi bitirdik… 12 Eylül yararlı mı oldu zararlı mı oldu ben ona bakarım. Türkiye o kanlı badireden kurtuldu. Oraya dönmedi. Partiler ve parti liderleri daha olgunlaştı. Onların o 
zamanki haline bakın bir de şimdiki haline bakın. Büyük fark var. Partilerin arasındaki ilişkiler daha demokratik. 12 Eylül’ ün demek ki birçok faydaları oldu.271.’’ 

SONUÇ 

Az gelişmiş ülkelerde demokratik düzen oturmamışsa, ekonomide iyileştirme yoksa ve elbette eğitim sürecinde yenilikler ve iyileştirmeler yapılamıyorsa darbe hep halkın yanı başında durur. Az gelişmiş ülkeler modernleşme sürecine de giremedikleri ya da çeşitli sebeplerle süreci tamamlayamadıkları için, refah standartları yakalayamadıkları için ordu hep teyakkuzda durur ve tehditlere karşı savunmacılık kalkanı ile doğabilecek tehditleri püskürtme anını kollar. Şüphesiz ordunun görevi milli güvenliği sağlamak, sadece dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı değil, aynı zamanda ülkenin içerisinden de gelebilecek tehditlere 
karşı da devleti ve milleti korumaktır. Hiyerarşik bir yapısı vardır ve emir-komuta zincirine sahiptir. Aynı zamanda amacı ‘’mevcut düzenin ve rejimin korunmasıdır.’’ Bu sebepledir ki herhangi bir ülkenin içerisinde bulunduğu olumsuz ekonomik, politik ve toplumsal durum sonucunda gerçekleşen askeri müdahaleler öncelikle politikayı ve politikacıyı etkilemektedir. 

Türkiye de bu ülkeler dâhilinde, Cumhuriyet tarihi boyunca darbelerden nasibini 
almıştır. 2 kez direkt, 1 kez dolaylı ve bir kez de kimisi tarafından (kansız olduğu için) buçuk, kimisi tarafından ‘’post-modern’’ diye ifade edilen 4 darbeye maruz kalmıştır. Bunlar sırasıyla; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 (Post –Modern Darbe)dir. Aralarında en uzun süreli olan, 3 yılı aşkın süreyle 12 Eylül Darbesi’ dir. 12 Eylül karanlığıyla ve bıraktığı derin izlerle bugün hala ülke halkının sandığında durmaktadır. Aslında Türkiye tarihinde ordunun Osmanlı’ dan beri siyasette aktif rol oynadığı gözlemlenmiştir ve fakat bu müdahil durum Cumhuriyet sonrası dönem de kaçınılmaz olmuştur. İşte ordu 1970 yılı itibarıyla ülkenin içinde bulunduğu durumu tehlikeli bulmuş ve 
yine siper tutmaya başlamıştır. 1970' li yılların sonlarında terör olaylarının artmasıyla, Türkiye' nin bir kan gölüne dönmesini neden gösteren Silahlı Kuvvetler emir komuta zinciri içinde 12 Eylül 1980 günü de yönetime el koymuştur. Demokrasiye o sonbahar ara verilmiştir ki o sonbahar ağırlığını uzun yıllar hissettirmiş ve sanki hiç bitmemiştir. 1971 yılına kadar, 68 kuşağının taşıdığı deli bir coşkuyla, cesaretli ruhlar önce ABD’ nin emperyalist politikasına sonrasında da devletin emperyalist ülkelerle çizdiği yandaşlık misyonuna kafa tutmuş ve fakat akabinde sistemle ters düşmüşlerdi. Aslında gençler ülke 
geleceği için kendilerinin çözümlediği bir iyileştirme mekanizması devreye sokmaya çalışmış; bağımsız, demokratik ve herhangi bir ülkeye bağımlılığı olmadan da ülkenin gelişebileceğini, geliştirilebileceğini iddia etmiş ve toplumda her kesimden insanın eşit ve aynı haklara sahip olmaları gerektiğini ispatlamak üzere mücadeleye girişmişlerdi. Ne yazıktır ki mücadelelerin sonunda kendilerini ifade edemediler ve canlarını vererek ülkede gerilen ortamı huzura  kavuşturdu lar.     
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilerek dönemi  sonlandırmış oldular. 

12 Mart 1971 sonrasında ülke biraz durulmuştu, dinginlik bir süre devam etmişti. Muhtıradan sonraki en önemli gelişme 1973 seçimleriydi çünkü siyaset sahnesine yeni renkler ekleniyordu. Adıyla, sanıyla, icraatlarıyla uzun yıllar kendinden çok söz ettirecek olan Bülent Ecevit bunlardan biriydi. Üstelik 73 seçimlerinde de solun oylarını zirveye taşımıştı. 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan seçimlerde Ecevit' in başkanlığındaki CHP en fazla oyu almasına rağmen çoğunluğu kazanamayınca Ecevit çareler düşünmüş ve 26 Ocak 1974 tarihinde bir başka yeni yüz, Necmettin Erbakan liderliğinde Millî Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükümetinde ilk defa başbakanlık görevini almıştır. Sonrasında Karaoğlan devri başlar ve sorunların da zirveye tırmanmasına start verilmiş olur. 1974 yılında Bülent Ecevit başbakanken, EOKA yanlısı Rumlar Kıbrıs’ ta Makarios’ a karşı darbe yaptıktan sonra Ecevit, ‘’Karaoğlan’’ sıfatına bir de ‘’Kıbrıs Fatihi’ lakabını ekletecektir. 

Zira Kıbrıs’ taki usulsüzlüğe dayanamamış, müdahale etmiş ve yaptığı çıkartma sonucu büyük zafer elde etmiştir. Ecevit’ in bir anda bu kadar şaşaya sahip olmasını egosuna anlatmak ne yazık ki zor olmuştur. Kendine sonsuz güveni yüzünden ve halkın ona çok güvendiği tezine istinaden erken seçim sevdasına tutulur ve hükümeti bozar. 

Ecevit’ in bozduğu hükümetin akabinde ülke MC hükümetlerini selamladı ve bu 
selamlaşmada bir yeni parti daha Meclis’ e girdi. Alparslan Türkeş başkanlığında MHP’ nin parlamentoya girmesi ülke için yeni tehlikelere gebeydi. Zira Süleyman Demirel 73 seçimlerinin rövanşını alabilmek adına gerekli ödünleri vermiş ve hükümeti zor şartlarda kurmuştu. Kuruluştan sonra da hükümeti ayakta tutabilmek için elinden geleni yaptı ve gerek MC ortaklarına şirin görünmek gerek hükümeti sol bir ele, Ecevit’ e kaptırmamak maksadıyla MC ortaklarının kendi yandaşlarını kullanarak ülke genelinde yaptıklarına göz yumdu. 
Koalisyonun akabinde devlet içinde güçlenen MHP ülke genelinde hâkimiyet kurma hevesine tutulur ve dört bir yandan ülkede asayiş sağlama görevi üstlenir. 

Zira 12 Eylül’ e giden süreç de bu şekilde başlamış olur. Sokaklar artık ‘’ülkücü gençlere’’ emanettir ve fakat karşılarında da devrim aşkı ile yanıp tutuşan sol meşale, devrimciler vardır. Ülke bir anda kamplaşmaya itilir, insanlar taraf tutmak zorunda bırakılır. Üniversiteler, sendikalar, okullar, kentler, sokaklar hatta aileler bölünür. Gençler bire birer piyon olur. Domino taşı etkisiyle 
bölünme devam eder. 

Siyasette de kamplaşma bitmez. Ülke sürekli siyasetçi değiştirir. Hükümetler kurulur, hükümetler bozulur. Her başa gelen lider bir öncekine ders vermek üzere oturur koltuğa ve asla o koltuğu bırakmama telaşına düşer. Yokluk vardır ülkede, alabildiğine yoksulluk. İşsizlik vardır, uzun uzun ihtiyaç kuyrukları vardır. Petrol yoktur örneğin, kömür yoktur ve de elektrik. Ekonomi tepetaklaktır, dışa bağımlılık vardır sonra. Ne acı ki hükümetin başında da üç maymunu oynayan siyasiler vardır. Onlar görmezler, duymazlar ve de bilmezler sadece birbirlerini yerler… 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

264 Şule Çizmeci, ‘’12 Eylül’ ün Değiştirdiği Hayatlar 1’’, Radikal Gazetesi, 10.09.2006, www.radikal.com.tr 
*Söyleşi : Grafiker, Barışarock Festivali’ nin mimarı ve organizatörü Ragıp İncesağır 
265 Ertuğrul Mavioğlu, ‘’Apoletli Adalet/ Bir 12 Eylül Hesaplaşması 2’’, İthaki Publishing-2. Baskı, İstanbul- Ağustos 2006, s.16 
266 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.87 
267 Haluk Şahin, ‘’Barbie, Televole Kültürünün sonu mu?’’, Radikal Gazetesi, 08.04.2006 
268 Emre Kongar, ‘’12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitabevi-5.basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.294 
269 Ayhan Bilgen, ‘’Mesele 12 Eylül ile Yüzleşmek’’, Yeni Şafak Gazetesi, 13.09.2008 
270 Hadi Uluengin, ‘’12 Eylül Nasıl Yargılanır’’, Hürriyet Gazetesi, 04.07.2009 
271 Doç. Dr. Davut Dursun, - Kenan Evren’ le Söyleşi-‘’12 Eylül Darbesi / Hatıralar, Gözlemler, Düşünceler’’, Şehir Yayınları-İstanbul, Ocak 2005, s. 189 


23 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 21

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 21


    Cumhuriyet tarihi boyunca ve Atatürk ilkeleri çerçevesinde İslam ve laik devlet olabilme faktörü hep tartışılmıştır. Bu öyle uzun bir tartışmadır ki bu birlikteliğin anlamını ve ayrıştırmasını 21. Yüzyıl Türkiyesi hala yapamamıştır. Türban krizi 2009 yılında dahi çözümlenememiş ve siyasi partiler tarafından defalarca kullanılarak halkı mağdur etmiştir. 

Ülke ilk kez RP ile Erbakan eşliğinde din üzerinden siyasi kutuplaşmayı seyretmiş ve sonuç olarak da 28 Şubat sürecini yaşamıştır. 28 Şubat Post-Modern Darbesi ile durulan gerginlik 2002 yılında Milli Görüş felsefesi öğrencilerince oluşturulmuş AK Parti’ nin tek başına iktidara gelmesi ile ilerleyen yıllarda yeniden zirve yapacaktır. Laikliğe tehdit olarak kabul edilen partinin varlığı her kesimden insanı tartışmalar içine çekecek ve ülke bu sefer de ‘’Atatürkçü/ Laik’’ ve ‘’Ilımlı Müslüman ya da Dinci-Gerici’’ olarak ikiye bölünecektir. 

Politikacılar bir yandan, el altından ikide bir siyasete bulaşanlar ve dış güçler öte yandan türban krizinin çözümüne ne yazık ki bundan sonrasında da olanak sağlamayacaktır. Bugün üniversitelerde bir numara sorun haline gelen türban, 12 Eylül rejimi ile YÖK ürünü olarak karşımızdadır. Görüldüğü gibi 20 yıllık ikircikli kararlar, açık ve örtülü destekler, bu işi içinden çıkılmaz yapmış ve sonunda, AKP’ yi iktidar yapmıştır. Türban, 28 Şubat 1997 sürecinde hız kesmiş gibi görünse de, üniversitelerde türbancı kafada öğretim üyeleri çoğunluktadır. Ayrıca, türbana yakınlık duyan ya da eşi türbanlı profesörler rektör ve dekan olarak atanmaya devam edilmektedir. Bugün göreceli olarak YÖK bu konuda başarılı gibi görülse de, Milli Güvenlik Kurulu baskısı kalktığında, türban bugünkü YÖK yöneticileri eliyle yeniden hortlayacaktır. 254. 

2002 yılı itibarıyla tek parti iktidarının sahibi AKP gerek varlığı gerek felsefesi ve gerek icraatları ile Türkiye’ yi bol çalkantılı bir döneme sürüklemiştir. Türk siyasi tarihinin kilometre taşlarından birisi olarak adını yazdıran parti en çok siyasal İslam peşinde koşmakla suçlanmış, Atatürk ilkelerine sebat etmediği gerekçesi ve din üzerinden rant sağlamak iddiası ile polemiklerin ana kaynağı olmuş ve toplumsal huzuru tehdit ettiği savı ile 2008 yılında kapatılma davası ile bile karşı karşıya bırakılmıştır. Yüksek oranda seçmen kitlesi olan parti 
muhalefet ile yaşadığı sorunlar, tartışmalar ve karşılıklı salvolarla da kendi yükselen değerini yıpratmıştır. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen partinin güçlü tabanı ve karşılıksız sevgi besleyen yandaşları açılan yaraları kısa sürede tedavi etmede oldukça başarılıdır. 

‘’Türbanla ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda öne sürülen iddiaya göre türban nötr bir şey değildir, ideolojik bir yaklaşımın, dolayısıyla siyasi bir tavrın simgesidir. Kadınların kendi özel yaşamlarında başlarını örtmesinden farklı bir anlam taşır. Yasaklanması bu nedenle gereklidir. Ben bu iddianın doğruluğunu değil buradan hareketle başka bir şeyin, bugünkü iktidarın ve AKP' nin siyasal konumunun üstünde durmak istiyorum. Söze türban tartışmasından girişimin nedeni de onunla türban sorunu arasında kamuoyunun gördüğü, saptadığı bir ilintidir. Bunun bir nedeni partinin ve hükümet üyelerinin önemli bir bölümünün 
eşlerinin başını kapaması, Tayyip Erdoğan' ın ifadesiyle onların türban sorununu bizzat yaşamasıdır. Bu fiili durum, eğer mevcut iddia doğruysa, AKP' ye öncelikle ideolojik bir parti niteliği kazandırıyor.255.’’ 

Ülkede varlık gösteren ve artan dozuyla rahatsızlık veren türban krizi ve beraberinde laik-dinci tartışmasının kökenine inildiği zaman tabansal ayrımlar çıkar ortaya. Tabansal ayrımların özünü yaşamsal farklılıklar, biçemsel öğeler oluşturur. Yetiştirilme tarzı, kişisel eğitimdeki kriterler, alışkanlıklardaki-beğenilerdeki farklılıklar, ekonomik statü, evlerdeki yaşantı ve ailevi değerler elbette iki kültür arasında süreğen, derin bir uçurum oluşturmuştur Türkiye’ de. Dolayısıyla ortaya bir de kentleşme sorunu çıkmaktadır. Zira dine sarılmış 
kesimin büyük bir çoğunluğu kırsal kesimde oturan ya da kazancını kentlere göç edip, yerleşerek elde etmeye çalışan ve fakat hayatla hesabı olan insanlardan oluşmaktadır. İki öğe, iki dünya arasına sıkışıp, kimliğini neresi ile bütünleştireceğinin analizini, çözümlemesini yapamamış kesimdir aynı zamanda bu. Sonuçta zıt zıta dünyalara ait grupların bir araya gelince çarpıştırdıkları ideolojik farklılıklar şüphesiz kutuplaşmayı beraberinde getirmektedir. 
‘’Ülkemizdeki kentleşme olgusu toplumsal ve ekonomik yapıyı biçimlendiren temel öğelerden biridir. Yalnız, tarımdaki değişmelerin ve sanayileşmenin bir sonucu değil, toplumsal değişme sürecinin de bir göstergesidir. Siyasal partilerin olduğu kadar kentleşme olgusunun da var olan kutuplaşmayı arttığı söylenebilir. Çok partili hayata geçiş, sanayileşmenin başlaması ve dolayısıyla köylerden kentlere göçün yaşanması toplumsal değişmeyi hızlandırmıştır. Kentleşme ve kırsal alanlardan kente göçler 1970’ lerde ivme kazanmış ve 1980’ li yıllarda hızlanmış ve 1990' lı yılların ortasında zirveye çıkmıştır: 1980 yılında toplam nüfusun yüzde 45. 5’i kentlerde yaşarken, bu oran 1985 yılında % 51.1, 1990 
yılında % 56.3’e ve 2000 yılında % 65.03’e yükselmiştir.256.’’ 

Köylerden kente ilk göçler 1950’ lerde Adnan Menderes politikasıyla başlamıştı. Ne var ki bu göç dalgası 1980’ lerin ortasından itibaren tavan yaptı ve kitlesel göç olarak kendini göstermeye başladı. Artık her yerden akın akın insanlar, zincirleme, büyük kentlere akıyordu. 

İlk göç yeri taşı toprağı altın İstanbul’ du, sonra diğer büyük şehirlere de akım başladı. İzmir ve Adana en çok göç alan diğer şehirler oldu. Ardı arkası gelmeyen ekonomik krizler doğal olarak toplumsal çözülüşü hızlandırmış ve fatura büyük kentlerde yaşayan insanlara çıkmıştı. Kentliler bundan sonraki hayatlarında hemşerileriyle haşır neşir olmak zorunda kalacak ama bazıları bu hemşerileri asla kabullenmeyecekti. 

Türk halkı öteden beri feodal bir toplumdu. Dolayısıyla toprağını, hayvanını çok 
seviyor ve geçimini onunla sağlıyordu. Bu tablo uzun bir süre devam ettikten sonra 12 Eylül’ ün dokunduğu her şeyi değiştirmesi gibi kırsal kesim insanı da bu başkalaşımdan nasibini aldı. Bir anda insanlar durağan hayatlarını, topraklarını arkalarına alıp göç etme sevdasına tutuldular. Tebdil-i mekânda ferahlık vardır düşüncesiyle köy hayatına son verip, geçmişle yollarını ayırdılar ve büyük şehirde ekmek peşine koştular. Büyük büyük hayalleri vardı. 

Büyük şehir onlara büyük ekmek kapılarının da yolunu açacaktı. Yazık ki beraberlerinde getirecekleri kendi bireysel hayatlarını, kültürlerini,  alışkanlıkları nı, doğuştan kazandıklarını hiç hesap etmemişlerdi. Kente geldikten sonra yaşam tarzlarını değiştirmemeleri onlara hep sorun yaratır olacaktı. Zira ne kentli kırsal kesimden gelene ne de kırsal kesimden gelen kentliye uyum sağlayabilecekti. Bir taraf az uz da olsa para kazanıyordu, küçük küçük işletmelerde nasibinin peşindeydi. Diğer taraf kente para kazanmaya aslında kentlinin parasına ortak olmaya gelmişti. Şüphesiz sorunlar sadece maddi 
boyutta değildi. Kentlinin kırsal kesimden gelenin getirdiği kültürle de sorunu vardı. Zira köylü ne köylülüğünden arınabiliyor ne de kentli olabiliyordu. 
1950' lerden sonra başlayan köyden kente göçün mekânsal izdüşümü olarak, özellikle büyük şehirlerin fiziksel dokusuna dâhil olan gecekondular ve kentlileşme politikalarının kentin gelişme dinamikleri ile örtüşmemesi nedeniyle oluşan çöküntü alanlarının yanı sıra, özellikle 1980' lerden sonra ortaya çıkan globalleşme kavramının ortaya koyduğu yeni bir kentsel doku formu ve sosyal yapı, kentsel sistemlerin süreksizliğini meydana getirmektedir. 

Kentlerin gelişmesinde etken iç dinamiklerin (sanayileşme) ve dış dinamiklerin (globalleşme) denge durumunda olmaması hali ile ortaya çıkan kentsel süreksizlik büyük şehirlerde farklı kimliklerin oluşmasına nedendir. Algıladıklarımızın sınırlandırdığı yaşam biçimlerinin, algılanan mekân örüntüleri ile ilişkisinin yaşanılan kentsel alanlar içinde sosyal yapı mekân İlişkisini ortaya koyması zorunludur. Değişen zaman, özellikle değişimin hızlı olduğu kentsel 
yerleşmelerde mekânsal dönüşümün hızlanmasında etkendir. Çünkü zaman faktörü kentsel dinamiklerin rol oynadığı sosyal yapı üzerinde de bir etki unsurudur. Sosyal yapının değişimi kentlerin sosyal ve fiziksel morfolojisi üzerinde yeni değişkenler ortaya koymakta ve bu, kendi iç döngüsünü yaratan yeni kentsel sistem parçalarının -yeni gettoların- meydana gelmesine neden olmaktadır257. 

Kitlesel göçün beraberinde topluma kazandırdığı iki yeni olgu vardı: Gecekondular ve Arabesk. Kırsal kesimden gelen insanın kente, kentli olabilme statüsüne adaptasyonu hem zorlu hem sancılı hem de uzun oldu. İlk gelenler diğer gelenlere, geleceklere hemşerilik yaptı, yol gösterdi. Yerleşim merkezleri şehrin dışında ya da şehrin tepesinde, göze batmayacak, kentlinin düzenini bozmayacak şekilde ayarlanmıştı. Derme çatma, tapusuz, hiçbir yasallığı 
bulunmayan alelacele dikilen evler, barınaklar ya da çadırlar bir anda büyük şehirlerin sırtlarına gerdanlık gibi dizildi. Kendi başının çaresine bakıyordu sonuçta köylü, muhtaç olmadan karnını doyurmaya çalışıyordu. Mecburdu bu yaşamı sürdürmek için başını sokacağı bir çatı kurmaya. Varsın derme çatma aniden dikildiği için gecekondu desinlerdi, sıcaktı ya yuvası o yeterdi. Sonuçta bu cefalı hayatı kaldırabileceği bir de müzik türetmişti. En zor anında nasıl olsa ona sarılırdı. 

Gecekondu olayında, ancak Batı modeli örnek alındığı zaman sağlıksız ya da çarpık sıfatları bir anlam taşır. Azgelişmiş ülkeler açısından ise gecekondu olayı son derece doğal ve normal gözükmektedir. Çünkü hepsinde vardır ve kendiliğinden oluşmuştur. Doğal ve normal demek, yalnızca genellikle görülen demektir. Yani bir frekans, bir gözlem sıklığı belirtir. 

Yoksa iyi, doğru, güzel gibi değer yargıları taşımaz. Böylece en önemli noktalardan birine gelmiş bulunuyoruz: Türkiye’ de gecekondu olayı ne denli normal ise, Arabesk olayı da o denli normaldir. Gecekondu ne denli kalıcı ise, Arabesk de o denli kalıcıdır. Ya da daha doğru bir deyişle, gecekondu olayı ne denli geçici ise Arabesk olayı da o denli geçicidir.258. 
Toplumun diğer kesiminin gözüne batmaya başladı bu gecekondulaşma süreci ve elbette konutlar, konut sahipleri. Bir müddet sonra kimisi ‘’kenar mahalle’’ dedi, kimisi ‘’varoş’’. Umutsuz bir grup yaşıyordu bu gecekondularda ve bu gecekonduların kümelendiği varoşlarda. Gelecekten beklentileri yoktu, derin bir yoksulluk çekiyorlardı. İtilmişliği, kabullenilememe yi, ötekileştirilmeyi yaşıyorlardı. Kentli ile kolay kolay bir arada duramıyorlardı. Zira 12 Eylül sonrası toplumda büyük bir kutuplaşma oldu, sınıf ayrıştırılması yapıldı. Varoşlarda yaşayan halk tüketimden de pay alamadı, tüketemiyor du, tüketeceği geliri yoktu zaten. Tek sıkıntısı karnını doyurmaktı ve yaşama kıyısından tutunmak. Üstelik kentli ile -bazılarının deyişi ile bir üst sınıfla- her şeyleri farklıydı. Konuştukları dil, dine inanma biçimleri, yaşam şekilleri ve elbette dinledikleri müzik… 

Arabesk müzik, 1980 sonrasının en favori müziği oldu, kültürümüze yerleşti. 
Gecekondulaşmanın, kırsal kesimden kente göç etmenin ve kente geldikten sonra kentlileşememenin getirisi oldu. Acılıydı; acının, ezilmişliğin, kadersizliğin müziğiydi. 

Dolayısıyla bir anda fanatikleri oldu. 80 sonrası sürpriz bir şekilde halk aynı müzik türü üzerinden isyanını haykırıyordu. Arabesk acısını alıyordu hayatın, yaşamayı daha katlanılır bir hale getiriyordu. Acılar ortaktı, isyan ortaktı, yaşananlar ortaktı. Arabesk de bütün bunların ilacı oldu. 

Kentli sevmedi önce bu müziği, tahammül edemedi, söyleyenleri de dinleyenleri de dışladı. Hele hele dolmuş şoförlerinin bitmez tükenmez şekilde arabesk şarkıları yolcuya dinletmesi, her yerde marş gibi çalınması illallah dedirtti. Lakin arabesk bir tümör gibi toplumu çepeçevre kavradı ve bir daha da bırakmadı. 
80’ lerde genellikle ‘’arabesk’’ adı altında toplanan çeşitli müzik tarzları, yaygınlık ve üretkenliklerini, kendi geleneksel kültürlerinden kopmuş ama şehir kültürünün de parçası olamamış, her ikisine de yabancı insanların varlığına olduğu kadar, bu sentetik dili müzikte yeniden üretebilmelerine, müziği organik bir sentez oluşturamayacak kadar farklı tarihlere sahip türlerden (Arap müziği, taverna müziği, pop müzik, Türk müziği, türkü ya da marş) 
alıntılara yer veren bir yüzeye dönüştürmüş olmalarına da borçluydu. Aynı zamanda, bir zamanlar parçası olduğu ortamla organik bağını koparmış bu türleri taklit etme ve bozarak kullanabilme becerisine.259. 

80' li yıllarda her alanda olduğu gibi müzikte de gerileme dönemi yaşandı. Darbeden sonra müzik sektörü kötüleşti. Pop müzikte O yılların en önemli çalışmaları Fikret Kızılok' un "Zaman Zaman" ve Nur-Ergüder Yoldaş' ın "Sultanıyegâh" albümleri idi. TRT, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ve Ersen Erdura gibi sanatçıları pompaladı. İlhan İrem kulağında küpe olduğu için, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan ve Timur Selçuk gibi sanatçılar da yasaklı olduğu için TRT ekranlarına çıkarılmadı. 90'larla birlikte çok satan ama hemen sönen sanatçılar ve albümler piyasaya çıktı.260. 

12 Eylül’ ün en çok zarar verdiği kesim elbette gençlerdi. İlk önce düşen kalelerden birisi de gençler oldu. Zira onların anne babaları darbeyi ve askeri rejimi yaşadıkları için çocuklarını kapalı fanuslar içinde yetiştirmeye başladılar. Darbe onların elinden öyle çok şey almış ve öyle kapsamlı acılar yaşatmıştı ki doğal olarak çocuklarını her türlü tehlikeden koruma yoluna gittiler. Acının boyutlarının sivriliği çocuklarına değmesin istediler. Çocuklarını sindirdiler çünkü kendileri de sindirilmişti. Çocuklarını küçük dünyalar içine sıkıştırdılar çünkü kendileri de sıkıştırılmışlar dı. Onların ufkunu daralttılar çünkü kendi dünyaları da daralmıştı. Ufukları çizilmişti. Dolayısıyla hayat çocuklarını yormasın istediler, 
rüzgâr değmesin, ayakları taşa dokunmasın. Lakin bu da işe yaramadı çünkü kullandıkları bu yaptırım mızrak misali dert yükü çuvala sığmayacaktı. 
12 Eylül öncesi gençlik, mücadelenin içinde olanlarıyla da olmayanlarıyla da çok 
okuyordu. Yurtta ve dünyada olanları izliyor, tartışıyor, politikayla yakından ilgileniyordu. 

Siyasi partilerin gençlik kolları göstermelik değil, en aktif ve düşünce üreten unsurlarıydı. Oysa 12 Eylül sonrasının gençliği ne politika ile ilgilendi, ne bir şey okudu ne de bir şey tartıştı. Kalıplar içine sıkıştırılan kimliğini sorgulayamadı, içinde yaşadığı dünyaya hesap soramadı. Ne nedenleri vardı ne niçinleri…Varsa yoksa cevapları…her şey için öyle cevapları vardı ki…Nede olsa ezilmiş olanlardı onlar, yaşam hakkı elinden alınanlar… Önce kıyafetleri sorgulandı, kıyafetleri eleştirildi ama onlar apartman topukları, bol paça pantolonları, vatkaları ve aslan yelesi saçları ile zaten çok mutluydular. Aerobikler, permalar, meçler, taytlar en sevdikleri oldu. Aslında onlar bir ihtilalın gölgesinde hayat mücadelesi veriyorlardı. Fiziksel görüntü belki sadece olana bitene tepkiydi ve içlerindeki 
açmaz ancak böyle, çıkmaz sokaktan sağlam bir sokağa çıkabiliyordu. 
‘’80' lerde bütün dünyada iğrenç bir moda anlayışı vardı. Türkiye'ye de o iğrençlik tesir etti. 80 'li yıllara modanın en unutulması gereken yıllar olarak bakıyorum. Ayrıca iğrenç moda bir de Türkiye'de oryantalizm ile karıştı. Kafalarda tokalar, kristal avize şeklinde küpeler, altı vatkalı elbiseler, hepsi kırsal kesime kadar yayıldı. Gariptir ki 80 modası Türkiye'de çok tutuldu. Modanın en çok yozlaştığı dönem, Türkiye'den en çok tutulan dönem olmuştu. 90'larda pek bir şey yok. Modanın çok karmaşık olduğu bir dönem. İnsanlar artık 
modayla ilgilenmemeye başladı. Kadınlar artık modanın trendi bu, giyeceğiz şeklinde bir kaygı taşımamaya başladı. Hala bu şekilde devam ediyor. Artık kadınlar ne yakışıyorsa onu giyiyor ki bence moda en doğru zamana geldi261.’’ 

Yakın tarihimizin en ağır, en sancılı dönemlerinden birine rastlayan 12 Eylül 
gençliğinin temel sorunu teslimkarlıktır aslında, koşulsuz teslimkarlık. Teslimkarlık bir müddet sonra vurdumduymazlığı getirir. Teslimkar oldukça vurdumduymazı oynarsınız sonra da üç maymunu. 


‘’İnsanlar içine doğdukları ortamı pek doğal olarak doğal kabul ederler. Bir Filistinli’ ye siyasî bilinç kazandırmak gerekmez. Normal koşullarda, zaten pek özenilecek durumda olmayan siyasî-toplumsal hayatı 12 Eylül yüzünden hepten kaymış bir memlekette yetişen gençlerin bu konuda haliyle iyi kötü fikir sahibi olması beklenirdi. Soru şu: Acaba biz ne yaptık da, bırakın Osmanlı’ nın yıkılışını, Cumhuriyet’ in kuruluşunu, çok partili siyasî hayata geçişi şunu bunu, bu kadar yakın bir felaket, üstelik tâ bugüne kadar geleceği belirlemiş bir felaket hakkında böylesine bir cehaleti Türklerin insanlığa armağanları arasına kattık262?’’ 
12 Eylül’ ün çıplak şiddeti toplumun her kesimden insanı sarp sarmalamıştı ama solu ezip gezmişti ve elbette bir de gençliğin gücünü yok etmişti. Gençlik aslında yenilgiye uğratılmıştı. Cıvıltısı, masumiyeti, öğrenme-merak etme yetisi, birey olabilme ve özgür yaşama fırsatı elinden alınmıştı. Aktif olarak hayatın içine katılma şansı yoktu. 80’ li yıllar ile birlikte gençliğin genç olma, genç olabilme farklılığı duvara toslamıştı. SSCB, ABD’ nin etrafında oluşturmaya çalıştığı ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesini haklı olarak varlığına ve çıkarlarına ters buluyordu. Türkiye ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesinin en önemli mihenk taşlarından biriydi. Rusya, Avrasya’ nın diğer güçlü ülkesi Türkiye’ yi ABD politikasından uzaklaştırma yoluyla ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesinde 
büyük bir gedik açmayı düşünüyordu.Türkiye’ nin Rusya yanlısı bir politika izlemesi ya da Amerika’ dan uzaklaşmış olması, Rusya’ ya son raunda derin bir nefes aldıracaktı. Rusya böylece ABD’ nin politikasını bozacak, NATO’ ya büyük bir darbe indirecekti. Arap Devletleri’ ne rahatlıkla ulaşabilecekti. Türkiye’ de NATO’ ya ve ABD’ ye vurulacak bir darbe kısa sürede Yunanistan’ a ve İtalya’ ya sıçrayacaktı. Böylece ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesi yerle bir olacak Rusya son raund daki bu taktiğiyle mücadeleyi kazanacaktı.263. 

Türkiye’ nin 68 kuşağı itibarıyla ve sonrasında, yaşadıklarında dış güçlerin ve en önemlisi Amerika’ nın etkisi büyüktür. Amerika 70’ li yılları takriben bizzat Türkiye’ nin içişlerine müdahil oluyordu. Türkiye onun için büyük bir piyondu. Avrasya’ daki, Ortadoğu’daki en önemli gücüydü. Dolayısıyla Türkiye’ nin peşini bırakması, ellerini çekmesi mümkün değildi. Türkiye olmadan, o bölgedeki senaryosuna hâkim olamazdı, o bölgede itibarı kalmazdı. Şüphesiz güç yarışını kimseye de bırakamayacağı için planın düzgün işlemesi gerekiyordu. 

70’ li yılların ortası ile devreye giren koalisyon hükümetlerinden ve Ecevit iktidara geldikçe, Ecevit’ in iktidarda olmasından duyduğu rahatsızlığı Amerika farklı senaryolarla kamufle etmeye çalıştı ve Rusya’ nın Türkiye’ ye yakınlığını da bloke etti. Öyle anlar geldi ki ve öyle olaylar yaşandı ki, tıpkı 1 Mayıs ya da Maraş olayları gibi, olup bitene kimse anlam veremedi. Oysa sahne arkası ve sahne arkasındakiler belliydi. Bir yanda CIA bir yanda KGB planlı programlı çalışma yürütmüş ve tasarladıkları kurgusal olaylarla ülkeye 12 Eylül’ ü hediye etmişlerdi. ABD ilk önce gençleri ve sivil halkı ele geçirmiş amacına hızla uzaklaşmıştı. Nitekim olayın aleniyeti sonrasında tescillenecekti. ABD ' li eski diplomat Paul Henze Türkiye' de 12 Eylül 1980 ihtilalı olunca Başkan Jimmy Carter' a haber verirken 'Bizim çocuklar başardı- (Our boys did it)' diyerek olayı duyuracaktı. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

254 Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’, 
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2 
255 Hasan Bülent Kahraman, ‘’Türban, İdeoloji ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 09.12.2002 
256 Hakan Altıntaş,‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.20 
257 Hakan Altıntaş,‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.21 
258 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.236 
259 Nurdan Gürbilek, ‘’Vitrinde yaşamak -1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları -1992,s.20 
260 Müzik Eleştirmeni Murat Meriç, ‘’Müzikte Gerileme Dönemi Yaşandı’’, Sabah Gazetesi, 
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun126.html 
261 Cemil İpekçi: ‘’80’li Yılların Modası Gerçekten İğrençti’’, Sabah Gazetesi, 
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun104.html 
262 Ümit Kıvanç, ‘’12 Eylül’ de Biz Gençtik’’, Taraf Gazetesi, 01.07.2009 
263 Mehmet Işık, ‘’Türkiye’ nin Karanlık Penceresi’’, Karma Kitapları-1. Baskı, İstanbul- Ekim 2007, s.126 

22 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 20

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 20


12 Eylül, Sol ve Sağ eylemci gençlerin silahlı mücadele içine girdiği üniversiteleri sıkıntının asıl kaynağı olarak görmüş ve hemen bir yüksek öğretim düzenlemesine gitmiştir. 1982’de Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş; YÖK ile birlikte üniversiteler tepeden inme, emir-komuta düzeniyle işletilmeye başlanmıştır. Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla birlikte birçok öğretim üyesinin görevine son verilmiş, birçok öğretim üyesi de YÖK’ün kuruluşunu protesto ederek istifa etmiştir. Öyle ki YÖK, öğretim üyelerinden 
sakallarını bile kesmelerini istemiş, bunu onur kırıcı bulan bazı öğretim üyeleri sırf sakal yüzünden üniversiteden üzülerek ayrılmıştır.247. 

12 Eylül ile başlayıp, 82 Anayasası ile desteklenen eğitim sistemi uzun yıllar boyunca ülkenin gelişmesine köstek olmuştur. Eğitim sistemindeki sakatlık 2000’ li yıllara kadar uzanmış ve bugün dahi düzeltilememiştir. Düşünen beyinler yerini uyuyan beyinlere bırakmıştır. Bugünün gençleri ne yazık ki sorumsuz, ezberci ve hazırcıdır. Darbe amacına ulaşmıştır. Askerlerin bir daha 80 öncesine dönmemek üzere kurguladığı plan başarılıdır, tutmuştur. Siyasetten, modernleşmeden, sorgulamadan uzak tutulan öğrencilerin ve gençlerin mayası tutmuştur. Hamur iyi karılmıştır ve dolayısıyla bu yeni yetme gençler 2000’ li yıllarda büyük sorun yaratacaktır. 

Burada asıl önemli olan 12 Eylül öncesi, eğitim kurumlarının, üniversitelerin, 
okulların başka ellerdeyken 12 Eylül sonrası başka ellere geçmiş olmasıydı. Yani terör sadece el değiştirmişti, totaliter olanlar yer değiştirmişti, rol değiştirmişti. Darbe öncesinde başka türlü dayatmalar varken darbe sonrası dayatmalar başka formatta resmileşmişti. Askeri rejim öncesinde de gençler, öğrenciler, öğretmenler, bilim adamları taraf tutmak zorunda bırakılmış ve tutmuşlar, tuttukları saf yüzünden de başları ağrımıştı. İşte 12 Eylül sonrası da dayatmaları 
rejim belirlemişti, çerçeveyi çizmiş, formatı hazırlamıştı. Her halükarda darbeyi ilk yiyen eğitim kurumları, eğitimciler ve öğrenciler oluyordu. Bu, ülkede hep baki kalan şeydi. Zira Türkiye’ de hala bugün dahi, 21. Yüzyılda, siyasetin dümeni kimdeyse eğitim sistemi ona göre belirlenmektedir. Siyasetçilerin background-u nasılsa sistem otomatik olarak şekillenmektedir. Dolayısıyla bu topraklarda eğitim sisteminden verim beklemek pek de doğru olmayacaktır. 

Anayasadan sonra sıra demokratik düzene yeniden geçmekteydi. Seçimler yapıldı, Turgut Özal başbakan koltuğuna oturdu, parlamento yeniden açıldı ama bu pek de bir şey ifade etmiyordu. Zira geçmişteki siyasiler yasaklıydı ve her türlü eylem, beyanat yine anayasa ile sınırlanmaktaydı. Üstelik Evren görevi bir başka askere, Turgut Sunalp’ e vermek için çırpınıyordu. 

‘’Geçiş döneminin Başbakanı Sayın Özal, kültürel olarak Türk- İslam sentezinin 
temsilcisidir. Bu nedenle de ‘’veciz’’ konuşmak istediği zaman, özdeyişlerini Türk-İslam kültür mirasından seçer. Sayın Özal, Türkiye’ de Başbakanlığa soyunmanın toplumsal riskini de Türk- İslam kültürünün bir kavramı ile açıklamıştı: ‘’Benim iki gömleğim var: Biri bayramlık, biri idamlık.’’ Aslında bu sözler yalnız Sayın Özal’ ın cesaretini değil, aynı zamanda Türkiye’ de siyasetin ve demokrasinin tarihsel bir sorununu da vurgulamaktadır248.’’ Özal ile birlikte yeni sayfalar açtı ülke, eskisiyle kıyaslanamayacak derecede farklı 
sayfalar. Ekonomik dalgalanmayla birlikte toplum iyice allak bullak olmuştu ama sonra sorunlarından farklı şekillerde kurtulma yolları bulmaya başladı. Bir şekilde halk kafasını dağıtmalıydı. Korku İmparatorluğu’ nun ruhunda yarattığı dehşeti, vahşeti söküp bir şekilde atmalıydı. Bankerlerle uğraşmak çözüm olmayınca bu sefer kumarhaneleri keşfetti. Kumarhanelerin gelişimi ve -kontrgerilla örgütlenmesinin adeta finansal kurumlaşması- görevini üstlenmesi 1982’ lere dayanır. 12 Eylül’ le kontrgerillanın her alanda etkinliğinin artmasıyla birlikte kumarhaneler de çoğalmaya başladı. İlk kez 1982’de kumar makinelerinin Türkiye’ ye girmesi, 1983’ te ise TC vatandaşlarının kumarhanelere girmesi 
serbest bırakıldı. 80’ li yıllarda kumarhanelerden elde edilen gelir kumarhaneleri cazip hale getirirken yüksek miktarlardaki cirosu ve kara para aklamanın yerleri olarak da hem tekeller hem devlet açısından önemli işlev görmekteydi. 

Darbe, darbe sonrası yeni anayasa, Turgut Özal’ ın başbakanlığı ve beraberinde 24 Ocak Kararları derken uygulanan enflasyonist politikalar büyük bir toplumsal yıkıma sebep olmuştu. Günlük olarak en asgari gereksinmelerini temin edemeyen bir halk kitlesi ile bu asgari gereksinmeleri için gerekli parasal kaynakları, "her koşulda" bulmak durumunda olan bireyler, tüm toplumsal çürümenin temelini oluşturur vaziyetteydi. İşte 80’ li yılların bir başka 
acı sonu fuhuş patlamasıydı. 1984 yılı Türkiye, tarihinde görmediği fuhuş patlaması ile sarsılıyordu. 

Fuhuş elbette devlet denetiminde yapılmaktadır. Devletin izin verdiği yerlerde 
çalışmak dahi yine devletin verdiği vesikayla mümkündür ve bir sektör olarak getirdiği kazancın büyük olduğu da bilinmektedir. İşte fuhuş da esas olarak 12 Eylül sonrası artan bir tarzda gelişmiş ve geliştirilmiştir. Bu aynı zamanda faşist devletin kültürel anlamda yoz ilişkileri topluma yayma politikasının sonucudur. O yıllarda fuhuş deyince kuşkusuz ilk akla gelen örnek sürekli vergi rekortmeni olan Matild Manukyan’ dır. Çelişki sudur ki; Manukyan vergi rekortmenliğinden dolayı devlet tarafından ödüllendirilmekte, “en namuslu vatandaş” ilan edilmektedir. Yani namus olmadan kazanılan para en namuslu iş ilan edilmekte ve ödüllendirilmektedir. 

Darbe ideolojikti mutlaka ve toplumun üzerinden silindir gibi geçmişti. Gençleri 
köşeye sıkıştırmıştı, sindirmişti, apolitize etmişti. Dehşetli bir acıyla, korkuyla kuşatmıştı. Her şeyin yolunda gitmesi adına da insanların başlarını azıcık göğe kaldırmalarını istemiyordu. Kafalarını kaldırıp hiçbir şey merak etmesinler diye de gündelik hayatları ile meşgul olmalarını, bireysel ihtiyaçlarını tedarik ederek yaşamaya devam etmelerini sağlıyordu. Her şeyin içi boşaltılmıştı bu sırada. Gazetelerin, TV programlarının bile… 

Sıkıyönetim yasaklarından bunalan basın, işi magazine döktü. Siyasi, ekonomik, 
sosyal gelişmeler hakkında yazmak artık hemen hemen imkânsızdı. Gazeteler, tıpkı 12 Mart döneminde olduğu gibi çareyi hafiflemekte buldular. Bu dönemde asparagas ve erotik ağırlıklı yeni bir basın türedi. Bu gazetelerin tirajı milyonları buluyordu249. İnsanlar sıradan yaşasınlar, lay-lay-lom yapsınlar, vakitlerini eğlenerek geçirsinlerdi amaç. Lakin sıradan hayatlara yönelme gerçekleşince cinsellik çıktı ön plana. Bir anda cinsel kimlikler ayrıştırıldı. Siyasi yönden susturulanlar 80 sonrası birden cinsel tercihlerini afişe etme çabasına giriştiler. Her şeyin tabu olduğu bir ülkede birden bire cinselliğin ortaya dökülmesi şaşırtmıştı herkesi ve doğal olarak bu açılım toplumun bünyesini kısa sürede 
bozdu. Aile düzeni yozlaştı, ailevi ilişkiler dibe vurdu. Toplumsal yozlaşma, toplumsal çürümüşlük için düğmeye basılmıştı. 

‘’Türkiye’ de yakın zamana kadar mahrem kabul edilen, adı konmamış birçok alan ilk kez 80’ li yıllarda kamuoyunun gündemine geldi; kamusal bir söz düzeni içinde konuşuldu, ayrıştırıldı. Cinsellik ilk kez bu kadar büyük bir ısrarla söze döküldü; cinsel eğilimler sınıflandırıldı (Eşcinseller, Biseksüeller, Transeksüeller, Zıtcinseller), kuşaklar ayrıştırıldı(68 kuşağı, 80 öncesi Solcu kuşağı, 88 Yupi adayları Kuşağı; hatta darbecilik bile bir kuşak özelliği olarak yorumlandı-27 Mayıs Kuşağı).’’ Nihayet özel hayat denen alan ilk kez bir kamu meselesi olarak, kuşatıcı ve kışkırtıcı bir söz düzeni içinde tarif edildi.250.’’ 

O yıllarda mesela bir de Tan Gazetesi fırtına gibi esiyordu. Cinsellik tabu olduğu için insanlar bu erotizm ağırlıklı gazeteyi, sansürlenmiş fotoğraflarıyla pek cazibeli bulmuşlardı. Önceleri gizli saklı sonraları alenen işçisinden işverenine herkesin elinde bir Tan Gazetesi fenomen haline geldi. Okuma yazmayı bilmeyenler dahi fotoğraflara bakmak için gazeteyi alıyordu. Cinsellik üzerine kısır bilgileri olan, bu konuda kendini geliştirmeyi kesinlikle günah kabul eden halk Tan Gazetesi ile coşmuştu. Saçma sapan haberler ile bütünleştirilmeye 
çalışılmış pornovari fotoğraflara bir yandan ‘’tühhh terbiyesizler…’’ diye tepki koyuluyor ama her nasılsa gazetenin tirajı Türkiye’ nin en çok satanı olarak teyit ediliyordu. Toplumun bastırılmış duygularına, azgın iştahlarına daha fazla gem vurulmaması gerektiğini afişe ediyordu gazete. Arka kapak kızlarıyla, Helga-larla göz doyuruyor, akıl oyalıyordu. Tan Gazetesi, Türkiye’deki kabuk değiştirmede en çok yararlanılan araç oldu. Gazeteler içleri boşaltılarak en ücra yere kadar ulaşıyordu. Doğal olarak hedefe tam isabet yapılıyordu. Halkın 
eksikleri vardı, ihtiyaçları vardı, konuşması gerekenler vardı. Süreç işliyordu, cinselliğin söze, eyleme dökülmesi sonraki evreydi. 

Özel hayata dönülmüştü dönülmesine ama aile hayatında da her şey değişmeye 
başlıyordu. Düzen, adap, alışkanlıklar, aile kültürü, aile olabilme değerleri…her şey bir anda tahribe uğramaya başlamıştı. Toplumun en küçük olgusu, çekirdek kurum kabuk değiştiriyordu. Özünden başka bir yere savruluyordu. İlişkilerde başkalaşım vardı. Ruhlarda, bedenlerde ve hatta isimlerde… 

‘’Türkiye' yi yeni isimlerle ilk tanıştıranlar, aslında 68 kuşağının mensuplarıydı. 
Çocuklarına Devrim, Evrim yahut Eylem gibi adlar vermişler; o zamana kadar var olan ama çok sık kullanılmayan Deniz adı da 12 Mart sonrasında revaç bulmuştu. Sağ kesimde, pek bir isim değişikliği yoktu. Ahmet, Mehmet, Ayşe, Melek, Yavuz, Fatih, Pınar, Figen, Emin, İbrahim hâlâ revaçtaydı. 12 Eylül ise sağcı, özellikle de dindar anne babaların çocuklarının isimlerini başka bir hâle soktu ve Türkiye' de isim konusunda da bir kamplaşma başladı. Pek dindar olmayan çevrelerde Kerem, Emre, Tuğçe, Gülçe, Sinem, Damla yahut Pelin gibi isimler tercih edildi. Bu isimlere daha sonra Berfu, Çisem, Arhan, Berke ve Atlas, vesaire de ilâve edildi ama türbanlı yahut türbana yakın olan kesimde isimler bambaşka bir hâl aldı, bizde bugüne kadar var olmayan dini temelli adlara meyledildi. Enes, Sümeyye, Sevde, Reveh, Eslem gibi isimlere...251’’ 

Elbette birileri kendini başkalaştırmaya çalışırken, birileri de dinsel temalar, dini 
öğretiler etrafında kümelenmişti. Sonuçta MGK’ nın istediği doğrultuda, planladıkları ve organize ettikleri gibi din mayası da tutmuştu. Toplum ilerleyen yıllarda bölünmeyi bu sefer dini olgular etrafında yaşayacaktı. Halk önce isimleri ile safları belirlemişti. ‘’Karşı devrimciler Kemalizmi, özellikle laiklik devrimini yere vurmak için hangi yolu izlediler? Bunun kısa yanıtı şudur: Atatürk, gerçekleştirdiği devrimi, özellikle laikliği, ulus tabanında yerleştirmek için hangi yolu izlediyse karşı devrimciler de o yolu izlediler. Atatürk’ ün ‘’halk mektepleri’’ ne karşı ‘’Kur’ an kursları’’ nı; halk evleri ve halk odalarına karşı tarikatları; İnönü döneminde açılan köy enstitülerine karşı imam hatip liselerini kullandılar. 

Böylece hem halk tabanında yerleşmeye başlamış olan devrim ilkelerini kökünden kazımak hem de bu ilkelerin yeniden canlanmalarını önlemek için uzun vadeli bir program izlediler. 
Bu doğrultuda içeriden ve dışarıdan destek gördükçe palazlandılar252.’’ 
12 Eylül askeri darbesi ile insanlar kafalarını dinle meşgul etsinler taktiği mükemmel işledi. Dinine inanan, namazını kılan, orucunu tutandan zarar gelmezdi. Dinden ne kötülük gelecekti ki zaten…Dolayısıyla 80 sonrası milliyetçi-muhafazakar ve dinci bir kitle doğdu. 

Sonuçta devlet bunu istemişti, bunu beklemişti ve onlar da beklenileni yerine getiriyorlardı. 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışması vardı, kavga ve şiddet bu eksen üzerinde şekilleniyor ve boyut alıyordu. Darbe oldu ve Türkiye’ de Sol büyük bir sınavdan geçti. Darbe solu ezdi geçti. Sağcıların da bir bölümü, daha çok örgüt liderleri tutuklandı ve hapse atıldı. Sonuçta binlerce insan tutuklandı ve işkencelerden geçirildi. Kimisi bir şekilde yurt dışına kaçtı, kimisi dünya değiştirdi. 

Bütün bunlar olurken, toplumun bir kesimi el ovuşturuyordu. Zira darbe onları hiç etkilememiş, aksine ekmeklerine yağ sürmüştü. Üstelik darbenin paşası kendince, dini, yaptıklarına, 12 Eylül’ e alet edince bu kesim iyice sivrilir oldu. Her yerde İmam Hatip Liseleri, Kuran Kursları açılıyor ve cemaatler, tarikatlar güç kazanıyordu. Üstelik bu durum öyle kanıksanmıştı ki toplumun % 80’ i çocuklarını Kur’ an öğrensin diye yazları kurslara gönderir olmuştu. 1980 sonrası neredeyse her kesimden insanın çocuğu okullar kapandığında Kur’ an kursuna gitmeyi tatil ödevi addetmişti. Kenan Evren ve diğer generaller darbe öncesi bölünmüş toplumu darbe sonrası tek bir paydada toplamaya çalışıyordu. O payda İslam diniydi. 1960-80 arasında siyaset sağ-sol eksenine kayınca laiklik kavramı bir süre unutulmuştu. Özellikle Milli Nizam Partisi ile Türk toplum hayatına giren Necmettin Erbakan bir müddet sonra taban çalışmasını hızlandırarak etrafındaki müritlerini çoğaltmış, sabırla ülkeyi dört yandan kuşatacağı günlerin özlemini çeker olmuştu. Koalisyonlara katılmış, fanatiklerini çoğaltmış ve 1980 sonrasında Refah Partisi ile ülke gündemine damgasını vurmuştu. 

Seçmen tercihi bir anda değişmişti. Ülkede ‘’Milli Görüş’’ adı altında yeni bir felsefe benimsenir olmuştu. Etkin bir parti örgütlenmesi ile marjinal kesim, felsefeye sahip çıkmış ve RP’ ni tek güç saymıştı. Bundan sonrasında ise ülke yeni polemiklere gebe kalacaktı. Polemiklerin yeni adı: ‘Siyasal İslam’ dı. 

Darbe sonrası insanların hayatından partiler çıkınca, toplum apolitize edilince doğal olarak devlet tarafından itici güç olarak ortaya atılan din teması beraberinde tarikatları ve cemaatleri doğurdu. Toplumsal örgütlenme yok olunca, insanlar dini öğretilere, tarikatlara ve cemaatlere sığındılar. Onlardan akıl aldılar, hayatlarını şekillendirmeye çalıştılar. Çocuklarını öyle yetiştirdiler. Zira sonraları, 1980’ i takip eden yıllarda, elbette tarikat ve cemaat destekli, 
toplumda bir başörtüsü krizi meydana geldi. Siyasal İslam’ ın simgesi de bu sayede başörtüsü, daha doğrusu o dönem dillendirilmeye başlanan adıyla ‘’türban’’ olmuştu. Türban kısa aralıklarla serbest bırakılıp-yasaklanacak ve 2000’ li yıllarda ülke gündemine çöreklenecek ti. 
‘’1980 kara devrimi başörtüyü yeniden hortlatmıştır. YÖK ve atadığı rektörler, tıpkı 1919’un rektörü Ahmet Naim Bey gibi, başörtüye destek vermişlerdir. Bu dönemde üniversitelerin başına geçirilen İhsan Doğramacı YÖK Başkanı olarak başörtüye yeni bir isim bulmuş ve “Benim bildiğim fes yasağı var. Devrim kanunları başörtüsü yasağı var dememiş. 
Çağdaş örtünme biçimi olan türban takmaları mümkün” demiştir. Böylece başörtünün adı türban olmuş ve çağdaş diye sunulmuştur. Kadınlar tarafından arada bir başa geçirilen türban, “türban takılması mümkün” denilerek, üniversiteli kızların sürekli taktıkları siyasi giysi parçasına döndürülmüştür. İşin aslına bakılırsa türban denilen bu örtünün gerçek türbanla uzak yakın ilgisi yoktur. O gün bu gün, Doğramacı’ nın kafaları karıştıran buluşuyla türban, 
üniversitenin göbeğine bağdaş kurup oturmuştur.253.’’ 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

247 Kemal İnal, ‘’12 Eylül ve Eğitim’’, Evrensel Gazetesi, 14/09/2008 
248 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.133 
249 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül-Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap-İstanbul, 5. baskı, Eylül- 2006, s. 165 
250 Nurdan Gürbilek, ‘’Vitrinde yaşamak- 1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları -1992,s.17 
251 Murat Bardakçı, ‘’12 Eylül sonrası Çocuklara Konan İsimler’’, Sabah Gazetesi, 01.02.2007 
252 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ‘’12 Eylül/ Karşı Devrim’’, Evrim yayınları-2.baskı, İstanbul,1990, s.341 
253 Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’, 
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2 


21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***