Şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2018 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2



‘Devrimciler’ ile ‘Yüz: 1981’ Romanlarında Baskı ve Siddet Sorunsalı 
12 Eylül Askeri Rejimi, 1961 Anayasası’nın saglamıs oldugu hak ve özgürlüklerle devamlı yükseliste olan siyasi ideolojileri özellikle de solu, anarsinin ana sebebi olarak görmekteydi (Ertem 2006, 42). 12 Eylül 1980’de yapılan müdahele sonrasında, ülkede ilan edilen sıkıyönetim kapsamında öncelikli olarak sol gruplar ve tüm ülke üzerinde baskı kurulmus; insanlar evlerinden zorla alınıp sorgulanmıs, ardından gözaltılar, iskenceler, idamlar ve ölümler insan hakları gözetilmeksizin hukuk dısı bir sekilde uygulanmıstsr (Balık, 2010: 10). Bu baglamda, tüm bu uygulamalara tanıklık eden dönemin bazı romancıları, eserlerinde kurgu olarak özellikle yasakları, baskıcı yönetim anlayısını, tutuklamaları, sorgu odalarında ve ceza evlerinde yapılan iskenceleri, programlanmıs fert ve toplum modelini, kaleme aldıkları romanlarda, o günleri tekrar yasarcasına geriye dönüs (flashback) yöntemi ile ifade etmislerdir. 

Dönemin bir kısım romancılarının da, özellikle 1980’den sonra etkin olmaya baslayan postmodernizm akımının etkisiyle de gerçeklerden uzaklasan eserler kaleme aldıkları görülmüstür. 12 Eylül dönemi kayıtlarında, yaklasık 177 kisinin, maruz kaldıgı iskenceler sonucu öldügü yazmaktadır; gözaltında veya cezaevlerinde meydana gelen ıüpheli ölüm vakaları da 500 civarındadir (Dinçer, 2011: 4). 12 Mart romanlarının aksine, dönemin yazarlarının bu denli trajik bir toplumsal gerçegi yazılarında yeterli düzeyde yer vermeyecek kadar gerekli ve ilham verici bulmuyor olmaları manidardır. Tabi bunda, 12 Eylül döneminin meydana getirdigi farklı kültürel atmosfer, askeri rejimin baskısı ve bunun neticesinde toplumda olusan inkâr psikolojisi gibi birtakım sebepler ileri sürülebilir. 

12 Mart romanları ile 12 Eylül romanları bazı elestirmenler tarafından farklı sekilde degerlendirilirler. Örnegin Fethi Naci, 12 Mart romanlarında sosyal gerçekçiligin izlerinin daha etkin oldugu, buna karsın 12 Eylül romanlarında yogun askeri vesayetin de etkisiyle tolumsal gerçeklerden uzaklasıldıgı bu durumun da yenilikçi roman anlayııının öncülügünü yaptıgını belirtir (Gümüs, 1998: 4). Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanlarında İskence’ adlı yazısında, 12 Mart romanlarına hâkim olan romantizmin 12 Eylül romanlarında tam olarak görülmedigini çünkü kimsenin artık kahraman olmadıgını belirtir. Dinçer yazısında, “68 kusagı baskaldırının sesiyse 78 kusagı da yenilginin rengine boyanmıstır. Yenilgi duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası toplumaöylesine sinmistir ki iskencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir is basarmıs saymazlar kendilerini. Oysa 12 Mart romanlarındaki hava bambaskadır. Tezgâhtan geçen herkes olaganüstü bir deneyim yasamıs 
olmanın verdigi ayrıcalıga sahiptir.” diye vurgular (Dinçer, 2011: 2). Berna Moran ise bu iki dönemin edebiyatını degerlendirirken, 12 Mart ve 12 Eylül 
darbelerinin toplumu topyekün yıkıma ugrattıgını ve bu durumun kültürel hayatı da dogal olarak etkisi altına aldıgını belirtip, 12 Eylül müdahelesinin sosyal gerçekligi yansıtması yönüyle türk romanına etkisini 12 Mart’ın tam tersi yönünde çok yetersiz oldugunu belirtir. Moran aynı zamanda, 12 Eylül sonrası bir grup romancının uygulanan tüm siyasi baskılara boyun egmedigini, ayrıca dönemin yükselen postmodern anlayısına ragmen darbe sonrası sosyal gelismeleri, topluma uygulanan baskı ve siddeti realist bir yaklasımla eserlerinde konu ettiklerini ifade eder. (Moran, 1994: 56) 12 Eylül sonrasında yazılan romanlar arasında anlatımı süsleyen hapishane, baskı ve iskence olgusunun en güzel örneklerinden biri, psikiyatri uzmanı romancı Kaan Arslanoglu’nun 1988’de yayınlanan ilk romanı Devrimciler’ dir. Arslanoglu romanında, devrimcilere karsı 
yürütülen sürek avları, aramalar, açılan davalar, hapisler, tehditler,cezaevlerinde ve gözaltındaki iskenceler, öldürmeler, korkular, hesaplasmalar, baskılar gibi birçok meseleyi somut ve ayrıntılı bir sekilde hiç bir siyasal görüsü de yüceltmeden, yadsımadan yansız olarak okuyucusuna sundugu görülmektedir. Diger bir ifadeyle, Arslanoglu romanında, liselerden, üniversitelerden, isçi kesiminden ve toplumun diger kesimlerinden seçtigi kahramanlarının maruz kaldıgı iskenceyi sayfalarca okuyucusuna anlatırken, abartısız, sade bir sekilde hem acıya maruz kalan kisinin duydugu agrı ve hissiyatı, hem de iskenceyi yapan mazoist ruhunu resmedebilmistir. Bunu yaparken deneyimlerinin yanısıra psikiyatri mesleginin kendisine giydirdigi donanımdan da yararlanmayı çok iyi basarmıstır. 

İskence olgusunu tüm detaylarıyla, romanın en uzun bölümlerinden biri olan 10. bölümde irdeleyen Arslanoglu, örgütün önde gelenlerinden biri olan Bedri adlı kahramanın bir kuyumcu soygununa karısması sonrasında, ögrencisi oldugu üniversiteye giderken polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasıyla baslayan zorlu ve uzun süreç üzerinden ele alır. Yazar, gözaltındaki uygulamalara romanında genis yer ayırmıs, pasif roldeki sorgulanan tutuklu ile aktif roldeki sorgulayan devlet görevli(leri)si arasında geçen iskenceyle karısık diyaloglara genis yer vererek tarafsız bir anlatımla okuyucusuna aktarmaya çalısmıstır. Soygun eylemini planlayan ve silahla birini yaralayan Bedri, kullandıgı silahın 
yerini, görüsme yapacagı kisileri, randevu yeri ve saatlerini itiraf etmesi için acımasızca yapılan bir iskenceden geçirilmektedir. Devrime olan inancına ihanet etmeme ugruna iskencelere uzun bir süre dayanan Bedri, son günlerinde, yüzünün siskinlikler ve morluklardan artık tanınmayacak halde oldugunu farkeder. Baktıgı aynadaki yüzünü tanımlarken sorgu ve iskence mekânının çirkin fiziki özelliklerinden de bahsederek mekânın, maruz kaldıgı kötü muameleye uygunlugunun tasvirini yapar: “Agzının yara bere içinde kaldıgı, burnundan iltihap aktıgı ilk günlerde ortamın tamamlayıcı bir unsuru olmustu tuhaf tuhaf pis kokular. Ardından duvarın o kendine has kokusu egemen olmustu tüm kokulara. Zaten gözleri perdeli bu insanlar için yalnızca sesler, kokular ve acılar vardı bu dünyada, hepsi de abartılı boyutlara ulasan duyumlarıyla. Yer yer sıvaları çıkmıs, yüzlerce binlerce kisinin kafasını, yüzünü, sırtını dayadıgı duvarın kokusu…” (s. 247). 

Arslanoglu romanında iskence olgusunu, 12 Mart romanlarında belirtildigi gibi soyut kavramların hâkim oldugu, gizli saklı Ziverbey kösklerinde uygulanan iskenceden ziyade, gün ortasında seyyar satıcıların, sokakta oynayan çocukların sesine karısan acı dolu çıglıkları nakleden örneklemeleri ile kullanır. Dstanbul’da Gayrettepe emniyeti oldugu anlasılan polis merkezinde yirmi günü askın iskence ve zulme maruz kalan ve geceyi bir kalorifer borusuna baglı geçiren ve bunun için de oturması imkânsız olan Bedri’nin tutuldugu ortamı söyle resmediyor: “…odanın penceresi, öte yanında sıra sıra apartmanlar bulunan dar bir sokaga bakar, binayı sokaktan ayıran alçak duvara birkaç metre mesafededir. O yüzden 
gündüz bile bazen karsı odalardan gelen çıglık seslerine, sokakta oynayan çocukların sesleri karısmaktadır. Cellâtlar genellikle aksam saat altıda yedide islerini bitirip evlerine giderler. Dısarıdan gelen sesler iste o vakitler daha duyulur hale gelir. “Buraak, Buraak.” Bir kadın sokakta oynayan çocugunu çagırmaktadır. Ya da kadınlar pencereden pencereye seslenirler: “Ferihaa, bu aksam balık var galiba, çok güzel koktu. (…) Duvar iki dünyayı birbirinden ayırır. Bir yanda yasamın gündelik tekdüze akısı, öte yanda gözleri baglı kurbanların zaman zaman gerçekliginden süpheye düstükleri karanlık acılar ve korkular dünyası…” (s. 236). 

Bununla birlikte romanda yazar, bu iskence ve siddeti salt bir vak’a aktarımıyla sınırlamamak, bir de olaya tarafsız bir gözle baktıgını okuyucuya hissettirmek düsüncesiyle olsa gerek, devrimci gençlerin sorgulanma, gözaltında tutulma ve sonrasındaki tutukluluk süreçlerinde maruz kaldıkları tüm siddeti, baskıyı, duydukları korkuyu söz konusu devrimci gençlerin iç konusmalarına da yansıtmıstır. Örnegin romanın kadın karakteri Aylin, romanın 11. bölümünde kendi iç monologlarında, Bedri’nin iskencelere daha fazla dayanamadıgını ve acılar içinde öldügü bilgisini paylasır. Aylin’in kendisi de gözaltından kısa bir süre önce çıkmıs ama iskencenin kendi psikolojisinde meydana getirdigi agır tahribattan henüz kurtulamamıstır. Görüstügü, konustugu hiç kimseye devletin ajanıdır korkusuyla kesinlikle güvenmemektedir. Her an tekrar gözaltına 
alınıp sorgulanma ve iskenceye maruz kalma korkusu Aylin’i baskı altında tutmaktadır. Bedri ve Ayli’nin sahsında yazar, askeri yönetim tarafından 
darbenin hemen akabinde tüm yurt genelinde ilan edilen sıkıyönetim geregi, her türlü siyasi olaya karısmıs, ideolojilere bulasmıs üniversite gençligine uygulanan baskı ve siddetin derecesini, iskenceler sonrasında gençlerde ve toplumun genelinde olusturulmaya çalısılan korku imparatorlugunu, bir tutuklama ve gözaltı esnasında oldukça kötü muameleye maruz kalan devrimci karakterlerin suur akısı ve iç konusmalarıyla okuyucuya sunar. Böylelikle yazar, hem solun öz elestirisini yapmak, hem de iskence ve baskının devrimci gençler üzerinde 
olusturdugu derin etkiyi ve neticesinde olusan psikolojik travmayı vurgulamak isteyerek baskıcı darbe zihniyetinin bireyler ve tüm toplum üzerindeki tahrip edici sonuçlarını yansıtmıstır. 

Romanın birçok yerinde tüm bu olumsuz kosullar, okuyucuya iç monologlar aracalıgıyla aktarılır. Yazarın, Aylin karakteriyle kullandıgı iç monolog teknigi aslında, toplumun o dönemki korku imparatorlugu sonrasında yasadıgı travmayı da göstermektedir. Sokaklarda üç bes kisinin bir araya gelip konusması ve birlikte yürümesinin dahi suç kabul edildigi bir ortamda, insanların açıktan fikirlerini, duygu ve düsüncelerini beyan etmeleri imkânsızdı. Aylin yine bir iç konusmasında, “Her gün insanlar yakalanıyor. Dün belki yirmi kisi. Bugün belki kırk kisi. Yarın da insanlar yakalanacak ve oraya götürülecekler. Orada neler yapılıyor ben biliyorum. Düs degil. O bina var. Su anda insanları ezmeye devam ediyor. 

Güç onlarda. Hak onlarda. Onlar her sey simdi. Biz hiçbir sey… Onların gözünde ben adı, sanı, okulu, evi belli bir düsmanım. Gece yarısı bir araba dayansa kapımıza tutup alacak” demektedir (s. 268). Arslanoglu, romanın bu bölümünde, darbe sonrasında sıkı yönetimle birlikte hayatın her kademesine hâkim olan atmosferi, topluma hakim olan, sosyal hayatı etkisi altına alan bir endise ve güvensizlik havasını yansıtmaktadır. Ülke geneline hâkim olan bu gergin ve korku dolu atmosfere dair ayrıntılar yine yazar tarafından, romanın 12. bölümde aktarılır.“Sokaklar asker ve polis kaynıyordu. Orduda ve poliste izinlerin kaldırıldıgı söyleniyordu. Aksamları dısarıya çıkmak tehlikenin bile bile kucagına atılmaktan baska bir sey degildi. Tedirgin halk, korkusundan erken erken evlere kapagı atıyor, karanlık sokaklarda polisler, askerler ve niyeti bozuklar dısında 
kimse kalmıyordu” (s. 280). 

1980 askeri darbesinden sonra yazılan diger bir roman da Mehmet Eroglu tarafından kaleme alınan Yüz: 1981 adlı romandır. Yüz: 1981, Mehmet Eroglu’nun altıncı romanıdır. llk bes çalısmasında 12 Mart döneminde siyasi eylemlere karısmıs solcu karakterlerin mücadelelerini ve yasadıkları dramları ele alan Eroglu, Yüz: 1981 romanında yakın tarihimize damgasını vuran, kırılma noktalarından 1980 askeri müdahalesi sonrasında gelisen sosyal ve siyasi olayları ele alır. 1980’li yıllarla birlikte kendini daha da hissettirmeye baslayan materyalist anlayısa ve çıkara dayalı yasam tarzı, insan iliskilerini derinden sarsmıstır. Eroglu, Yüz: 1981 romanında menfaat iliskilerinin ön planda tutuldugu, bireysel anlayısın toplumculuk anlayısına tercih edildigi, günübirlik hayat tarzının özendirildigi bu dönemi anlatır. 

Yüz: 1981 romanında, Eroglu, ilk bes romanının aksine roman baskahramanı olarak bu kez sıradan, politikayla ilgisi olmayan, toplumsal duyarlılıgı kalmamıs, hayattaki tek gayesi gününü gün etmek, para kazanmak olan, olaylar üzerine derinlemesine düsünemeyen, analiz yapamayan, âsık olmak yerine kadınları cinsel bir obje olarak kabul eden, onlarla günü-birlik iliski kurmayı seçen bir tipi öne çıkarmaktadır. Erdal Dogan romanın baskahramanını, âsık olmak yerine iliski kurmayı seçen ve âsık oldugundaysa gerçek yüzünü kesfeden bir kisilik olarak tanımlamaktadır (Dogan, 2000). Bu sebeple Yüz: 1981 Mehmet Eroglu'nun 12 Eylül sonrasında toplum üzerine uygulanan devlet baskısının 
neticesinde ortaya çıkan insan modelini mercek altına alma amacı tasımaktadır. Aynı zamanda romanın kahramanı, diger roman kahramanlarından farklı olarak 12 Eylül darbesinin magduru degil egemen güç olan askeri yönetimin emrinde bir astegmendir: Hayatını sadece cinsel münasebetler üzerine bina eden, altı kadınla yasadıgı ve bedensel arzularından öteye geçemeyen maceralar yasamıs bir kisidir. Romanda bu kahraman kendisini su sözlerle tanımlar: “Hiçbir hayatın basrolünü oynamaya kalkısmadım; kendiminkinin bile. Bu durum beni ne 
utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü, üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklüyüm. Derler ki, geçmise sıgınmayan, anılastıramadıgımız 
inatçı hayatlar kendini yazdırır; ötekiler, yani kâgıda dökülmeyenler, yasanmakla tükenirler, çünkü kalıcı özleri yoktur. Yazılan ve tüketilen; böyle bölerek bakarsanız, hayatım bu iki tanımın arasında – tüketilene yakın –öylece duruyor. Kısaca ne iyi, ne de kötü; sizinkine benzer, olagan bir hayat demek bu.” (Eroglu, s. 6). 

Eroglu, romandaki adıyla ‘İsimsiz Kahramanı’nı günlük hayatta hemen her yerde rastlayabilecegimiz sıradan, siyasetten uzak bir kisi olarak okuyucunun karsısına çıkarması ile aslında, 1980 sonrasında toplum üzerine uygulanan siyasi baskılar ve siddet sonucu olusturulmaya çalısılan apolitik egemen insan tipini resmetmektedir. Bununla beraber, roman içerisinde kahramanın askerlik yaptıgı yıllara dair geri dönüslerine yer vermesi, askeri yönetimin sivil halka bakıs açısını da yansıtır. Bu insan tipine İsimsiz Kahraman demesinin temelinde ise bu kahramanın sahsında 12 Eylül sonrasında olusan bastırılmıs topluma yönelik genel bir elestiri yatmaktadır. Yazar, romanın 428. sayfasında bu elestiriyi İsimsiz Kahramanın kendi ifadeleriyle söyle özetler: “Adım? Adımın ne önemi var? Çok istiyorsanız beni kendi adınızla çagırın. Bu bütün sorunları çözer. 
Zaten birbirimizden ne farkımız var? Belki bilmek istersiniz, artık yüzümü merak etmiyorum. 1981’de herşey gibi o da degismis. Sadece benimki mi? 

Aslında hepimizinki degisti, ama tek fark bu degisikligin benim yüzümde açıga çıkıyor olması. İsterseniz, bu sizi rahatlatacaksa bana ‘yüzsüz’ ün biri diyebilirsiniz.” (s. 428) Yazarın İsimsiz Kahraman olarak adlandırdıgı bu kisi, her yönüyle askeri yönetimin sosyal hayatta görmeyi arzuladıgı, isminin önemi olmayan, korku ve baskıyla siyasetten azledilmis apolitik bir kisiliktir. Bu yozlasmanın nedenleri ise 1980 sonrasında tüm toplumu derinden etkileyen siyasi, kültürel ve sosyal gelismelerde aranmalıdır. Bu baskı süreci, insanların düsünme ve yorumlama yetisini zayıflatmıs, insani iliskilerini köreltmistir. Ayrıca insanlar maddiyat merkezli ve çıkar endeksli bir yasam anlayısına zorlanmıs, siyasi, sosyal, kültürel ve manevi erdemlerde topyekûn bir yozlasmaya mecbur bırakılmıstır. Eroglu romanında, 12 Mart romanlarından ve Kaan 

Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ romanından farklı olarak; sadece devletin kendi insanına uyguladıgı siddet, iskence ve baskı sahnelerini somut olarak  göstermenin yanısıra, 12 Eylül sonrasında uyguladıgı baskı ve siddetle hedeflenen duyarsız insan ve onun nezdinde de bastırılmıs toplumun bu 
yozlasma içerisindeki genel görünümünü de resmetmistir. Romanda 1981 yılının anlatıcı için bir dönüm noktası oldugu bilgisi verilerek 12 Eylül askeri darbesi dönemine ait göndermeler, yasanan gözaltılar, sorgulamalar, baskılar ve siddet anlatıcı kahramanın geri-dönüs (flash-back) yöntemiyle okuyucuya sunulur. Ancak, anlatıcının geri dönüslerinde, geçmise ait bir ideoloji veya mevcut düzene karsı siyasi bir elestiri vurgusundan ziyade, iliskiye girdigi kadınları hatırlamada yardımcı olan tarihsel zaman dilimleri yer alır. Böylelikle yazar, politik yönü 
tükenmis anlatıcı kahramanla, romanın genel isleyisine katkısı olmayan geri dönüsleriyle iskence ve siddeti de geçistirir tarzda, alelade bir durum 
olarak aktarmıstır. Bunun yanısıra, sıkıyönetim uygulamalarını, apolitik yasamın ve bu yasama baglı olarak cinselligin ve zevk odaklı iliskilerin hatırlanması için birer süs olarak kullanmıstır. Bununla beraber, 12 Eylül iskencelerine dair anıları, yukarıda da belirtildigi gibi genellikle bir arkadas, nesne veya olayla ilgili bir anlatıyı dile getirdigi zaman hatırlamaktadır. Örnegin, iliskiye girdigi altı kadından biri olan Isık’ı düsünürken, Isık’ın önce gözaltına alınması ve sonrasında da tutuklanmasına dair anısını iç monolog yöntemiyle okuyucuya aktarır; “O, gözaltına almaya gittigimiz bir ‘rejim düsmanıydı” diye ifade eder (s. 146). 

Eroglu burada, Isık’ın sahsında tüm solu isaret ederek, sol kesimin askeri yönetim nezdindeki rejim düsmanlıgı konumunu da ortaya koyar. 

Anlatıcının diger bir iç monologunda ise, ortaokuldan arkadası Faruk’u hatırlarken, onun sıkıyönetim döneminde katı bir iskenceci oldugunu ve 
nasıl acımasızca iskence yöntemleri kullandıgından sözeder. Yine, üniversitede akademisyen olan ve tutuklanarak iskenceye tabi tutulan Tahir Hoca’yı da aynı sekilde okuyucu, anlatıcının geri dönüs yöntemiyle, iç monologlar aracılıgıyla ögrenir. Bununla birlikte anlatıcı, romanın birkaç yerinde halası ve kuzeniyle aralarında geçen diyaloglarda da, sık sık ordu yönetiminin toplum üzerinde kurdugu baskı ve uyguladıgı asırı siddete dair bilgiler paylasır. Anlatıcı, halasına basta komünistler olmak üzere, bütün devlet düsmanlarının nasıl etkisiz hale getirildiklerini anlatırken, halası ve yegeniyle, “1981’de bütün ülkede oldugu gibi Dstanbul’da da sıkıyönetim” (s. 29) oldugu bilgisini de paylasır. 

Eroglu’nun, olayları bizatihi tecrübe eden anlatıcı kahramanına, 1981 yılında yüzünde apolitik kisilige geçis sürecinde beliren degisimleri fark ettirmesiyle, aslında 1981 yılından sonra toplumun genelinde hissedilen o dönemki apolitik geçisi sembolize etmeye çalısmıstır. Yazar kahramanının sahsında, askerî yönetimin dayattıgı yeni-insan tipi ve yeni toplum yapısını olusturmadaki basarısını gözler önüne sermek ve aynı zamanda hemen yanıbasında gerçeklesen büyük toplumsal olaylara duyarsız kalıp kendini degisimin rüzgarına kaptıran toplumun elestirisini yapmaktadır. 

Olayların etrafında cereyan ettigi bu anti-kahraman, romanın ilk bölümlerinde verilen bir iç monologunda içinden geçtigi degisim sürecinin farkında oldugunu belirtir ve bu farkındalıgı da belleginde su sekilde geçirerek ifade eder: “Yıllar sonra Tahir Bey’in kitabıyla ilgili bir yazıyı okudugumda, küçümseme yüklü bir ifadenin dogru olmasa da gerçegin soluk izlerini tasıdıgını ögrenecektim. Ama 1981’lerde iskence gören her tutuklunun denizle ilgili bir geçmisi olduguna inanırdım nedense. Aslında bu inancımı temellendiren Faruk’un ardında bıraktıgı, dudakları kurumus kanla mühürlenmis (s. 23) zavallıların zorlukla mırıldandıkları o sihirli, mavi sözcüktü: Su, su… Su sesi kulaklarında giderek denize dönüsür dü. İşkence yakınında olanları da etkiliyordu. Bu etkilenme bende sözcükler arasında akrabalıklar kesfetme, köprüler kurma seklinde ortaya çıkmıstı.” (s. 24). Anlatıcı kahraman, kendisinin darbe sonrasında görev yapan bir astegmen olarak olaylara taraflı bakıyor olmasına ragmen, romanın son bölümlerinde arkadası Nejat’la konusmasında söyledigi “1981’de çok sey oldu, insanlıgı katlettiler” (s. 325) cümlesi, o dönemlerde askeri yönetimin topluma karsı ciddi bir ön yargısı oldugunu ve bu önyargı neticesinde de uyguladıgı baskı ve siddeti özetler nitelikte. Buna karsın, yazar, anlatıcının ilk ve son kez duyarlı bir yaklasım içinde oldugunu da göstererek kendisinin toplumdan daha henüz ümidini kesmedigini anlatmaya çalısır. 

Sonuç 

12 Eylül 1980 askerî müdahalesi Türk toplumunda bir daha geri dönüsü olmayan büyük bir degisimin baslangıç noktasıdır. Bu degisim sürecinde öncelik, bireylerin depolitize edilerek siyasetten azledilmelerine verilmistir; böylelikle toplumda kültürel, ekonomik ve politik alanlarda arzu edilen kitlesel degisimin önü açılmıs olacaktı. Ülkedeki mevcut siyasi fikirleri kendi varlıgına birer tehdit olarak algılayan askeri rejim uyguladıgı asırı baskı ve siddet ile siyasal, sosyal ve kültürel hayatı tamamıyla kontrolü altına alıp kısa sürede toplumu sindirmeyi basarmıstı. Tüm bu uygulamalara gerekçe olarak da 1960’ların sonunda baslayıp 1980 yıllara kadar devam eden siyasi anarsi ve buna ek olarak da siyasilerin sokaktaki kavgayı bitirecek çözümü üretmedeki yetersizlikleriydi. Neticede askerî rejim, kısa sürede olayların bedelini azami derecede güç kullanarak, en sert 
sekliyle sol görüslü insanlar basta olmak üzere tüm siyasi gruplara ve toplumun geneline ödetmistir. Bu tarihten itibaren, bir taraftan yönetimin siyasetle alakalı yasakları had safhaya ulasırken diger taraftan da özel hayat, cinsellik, feminizm, içe dönüs, yalnızlık, tüketim, gibi konular medya aracılıgyla tesvik edilmistir. 

Bu çalısmada, sosyal ve siyasi boyutları açısından, daha önceki askeri darbelerde oldugu gibi, Türkiye’nin tüm sosyo-politik dinamiklerini sarsan 12 Eylül 1980 müdahalesinin, toplumu oldugu kadar edebiyatı de aynı derecede etkiledigi belirtilerek, özellikle müdahele sonrasında kaleme alınan romanlarda bu etkinin izleri sürülmeye çalısılmıstır. 

Türk romanı 1980’e kadar özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra politik bir yelpaze içerisinde gelismis, sosyalist düsünce yapısı olmak üzere farklı siyasi ideolojilerin güdümünde devam etmistir. 1980 askerî müdahalesi, genelde bütün siyasi görüsleri hedef alsa da özelde özellikle yükselen sol düsünceyi kendine hedef seçmis; bir daha toparlanamaması arzusuyla solu önce unutturmak sonra da yok etme amacını tasımıstır; alternatif olarak da popülist, pragmatist, tüketimci, kendi için yasayan bencil bir düsünce yapısını dayatmıstır topluma. 

Çalısmamıza konu olan romanlarda, alısılmıs olay örgüsü ile klasik zaman anlayısı yerine, modern ve postmodern kurgunun kullanıldıgı görülür. ‘Yüz: 1981’in geri dönüs, diger bir ifadeyle flashback teknigini kullanması, ve anlatılan olaylarda sık sık yazarın üst anlatıcı rolüyle romanın kurgusuna müdahale etmesi, ‘Devrimciler’ romanında da anlatıcının hem herseyi bilen bir üst anlatıcı hem de olayları yasayan kahraman anlatıcı konumunda birbiri içinde olması ve olaylara çoklu bir bakıs açısıyla bakması, yazın hayatında teknik açıdan meydana gelen degisimlerin de bir göstergesidir. 1970’li yıllarda yazılan 12 Mart romanları, yazın teknikleri açısından birtakım elestirmenlerce zayıf bulunur; bunda da anlatımdan ziyade içerigin önem arz etmesi etkilidir. 1980’den sonraki romanlarda ise öne çıkan endiselerin anlatılan konunun ne oldugu degil, 
nasıl anlatıldıgı üzerinde odaklandıgı görülür. 

İncelenen iki romanda da 12 Eylül’ün izleri sürülmeye çalısılmıstır; siyasi ideolojilerin yok edilmesine dair askeri idare tarafından uygulanan sert ve siddete dayalı yönetim anlayısı, gözaltı ve cezaevi süreçleri, sorgulamalar, gözaltında yapılan iskenceler, siyasal örgütlerin ve ideolojilerin kendi iç hesaplasmaları ve çatısmaları, cinsellik ve ask kavramının siyasi hesaplasmalarla iç içe verilmesi, politikadan uzaklastırılmıs bireyin ve toplumun insası gibi konular romanlarda agırlık kazanmıstır. 

KAYNAKÇA 

ARSLANOGLU, Kaan (2006). Devrimciler, İstanbul: İthaki Yayınları. 
AYTAÇ, Gürsel (1999). Çagdaş Türk Romanları Üzerine ncelemeler, Ankara: Gündogan Yayınları. 
BALIK, Macit (2009). “Türk Romanında 12 Darbesi”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, S. 4 /1-II Winter 2009 
BELGE, Murat (1994). Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: İletisim Yayınları. 
COŞKUN, Sezai (2004). İki Eserde İki Siyasi Dönem: Ya Tahammül Ya Sefer ve Mektup 
Askları”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 531–535. 
CEMAL, Hasan (2004). Tank Sesiyle Uyanmak, 12 Eylül Günlügü, İstanbul: Dogan Kitap. 
DİNCER, Yesim (2011), 12 Eylül Romanında İşkence, İstanbul: Yazın dergi Yayınevi. 
DOGAN, Erdal (2000). “Toplumda Vicdani Derinlik Azalıyor”, Radikal, İstanbul. 
ERTEM Ece, Cihan (2006). Romanlarda 12 Eylül Askerî Müdahalesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 
EROGLU, Mehmet (2000). Yüz: 1981, İstanbul: Everest Yayınları, 4. Basım. 
G]M]S, Semih (1998). “Fethi Naci ile Söyleşi”, Cumhuriyet Kitap Eki, İstanbul: Yenigün Yayıncılık. 
GÜRBİLEK, Nurdan (2007). Vitrinde Yasamak, İstanbul: Metis Yaynları. 
GÜRSEL, Seyfettin (1998). “1980’li Yıllar ve Sonrası”, Cumhuriyetin 75. Yılı, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. 
KABACALI, Alpay (1992). Türkiye’de Gençlik Hareketleri, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. 
KARACA, Emin (2001). 12 Eylül’ün Arka Bahçesinde: Avrupada’ki Mültecilerle Konuşmalar, İstanbul: Gendas Kültür. 
MORAN, Berna (1994). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakıs 3, İstanbul: İletisim Yayınları. 
NARLI, Mehmet (2007). Roman Ne Anlatır-Cumhuriyet Dönemi (1920-2000), Ankara: Akçağ Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2002). Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul: Everest Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2004). “1980 Sonrası Romanı Üzerine Birkaç Önvarsayım”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 442–450. 
SEVER, Çiğdem (2011). Geçmişle Hesaplaşmaya Bir Örnek: 12 Mart Romanları, Ankara: Atılım Üniversitesi. 
SEVİNÇ, Canan (2004). “Tanzimat’tan Bugüne Türk Romanında Siyaset”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s.511–530. 
TOSUN, Necip (2005). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzlesme, Yalnızlık, İçe Dönüs” Hece Öykü, S. 9, s.59-68. 
TÜRKEŞ, A. Ömer (2004). “Darbeler; Sözün Bittigi Zamanlar…” Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 426–434. 

***

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1





1981’ ROMANLARINDAN  HAREKETLE 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAŞANAN DEVLET GÜDÜMLÜ BASKI VE ŞİDDET SORUNSALI 

Ahmet ALVER* 

Özet 

Bu Çalısmada, 12 Eylül askeri darbesini baskı ve siddetini direkt konu alan Kaan Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ ile Mehmet Erogiu’nun Yüz:1981 romanları incelenmistir. Türkiye’de darbe sonrası, yönetimi siyasilerden devralan askeri idarenin, toplumun bütününe uyguladıgı baskı ve siddete, dönemin aydınları gözüyle bakılarak, bu olguların edebi eserlerde nasıl konu edildigi incelenmistir. Böylelikle, romancıların dönemin siyasi ve toplumsal gelismelerini sanatla nasıl bütünleıtirdikleri üzerine yogunlasılarak 12 Eylül askeri darbesinin kültürel bellekteki izleri sürülmüstür. Devrimciler romanı yönetimin baskısı ve sansürüne ragmen dönemin gerçeklerini en cüretkar bir sekilde yansıtan romanlardan biri 
olması sebebiyle önem arz eder: ‘Yüz: 1981’ romanı ise ‘Devrimciler’ romanı gibi bireylere uygulanan siddet ve baskıyı kurgusunda yer vermesi, askeri 
idarenin topluma uyguladıgı siddet ve baskıyla olusturmayı arzuladıgı apolitik birey ve toplum modelini konu etmesi yönüyle önemli bir yere sahiptir. Bu roman ayrıca, olayları toplumda ezilen toplumun bakıs açısıyla degil, yönetime el koyan orduda vazifeli bir astegmenin bakıs açısıyla ele alması yönüyle de önem arzetmektedir. Çalısmada aynı zamanda, Türk siyasal hayatında, 1960’lı yıllarda baslayıp 1970’li yıllarda etkisini arttıran sosyo-politik olaylar kısaca özetlenmis, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yasanan baskı ve siddet olaylarının istatiksel olarak genel bir anatomisi yapılmıstır. 

Giriş 

     Edebiyat, sosyal bilimler arasında insanı ele alan ve buna baglı olarak da insanın içinde yasadıgı toplumu en çok inceleyen bilim dallarının basında gelir. Dnsanı gerek bireysel gerekse de toplumsal bir bakıs açısı ile degerlendiren edebiyat bilimi, diger bir ifadeyle yasamın estetik ve sanatsal bir tarzda ifade edilmesidir. Edebiyat bu özelliginden dolayı, toplumun her kesiminden insanı; duygu ve düsüncesi, yasama dair yaklasımları, yasamı yorumlayısı, sevinci, kederi, özlemleri, bunalımları ve hayal kırıklıkları ile konu etmistir. Yasamı estetik bir tarzla aktarmayı gaye edinen edebiyat, bu fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda içinde var oldugu toplumun gerçekleri çerçevesinde, mensubu oldugu toplumun deger yargılarını, etkilesimlerini, tarihi ve siyasi dinamiklerini, sanatsal varlıgını, lisanını, o toplumun politik ve ekonomik yapısıyla bir bütün olarak inceler. Bu çalısmamızda, tarihsel anlamda Türkiye’de genis çaplı toplumsal ve siyasi kırılmalara sebep olmus 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kültürel hayata etkileri incelenecektir; bu vesileyle toplumun sindirilmesi için yapılan hukuk dısı uygulamalarıyla belleklerde yer edinen 1980 döneminin özellikle de baskı ve siddet olgusunun kültürel hayata özellikle de romanlara yansıyan izleri ele alınacak. Ahmet Türkes, Mehmet Narlı ve Murat Belge gibi o dönemi yazılarında sıkça ele alan elestirmenler, Türk Edebiyatı’nda gerçek anlamda politik roman sayılabilecek ilk çalısmaların, 12 Mart 1971 askeri 
müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları oldugunu belirtirler (Belge, 1994: 114; Türkes, 2004: 428; Narlı 2007, 169). Türkiye’de romanın ilk defa politize olması 1970’li yıllarda baslayıp 1980’li yıllarda ivme kazandıgı kabul edilse de aslında bu durumun Tanzimat’a kadar uzandıgı, yasanan büyük siyasî ve toplumsal gelismelerin roman sanatını dogrudan etkiledigi bir gerçektir. Bunda, Tanzimat kusagı romancılarının yazıları vasıtasıyla, toplumun egitilmesi ve yeniden insası hususunda kendilerine büyük bir vazifenin düstügü bilincinin ciddi etkisi vardır. Bu durum, Tanzimat’ın birinci kusak sanatçılarını birer edebiyatçı olmaları yanısıra aynı zamanda, dönemin politik ve toplumsal meseleleriyle yakından ilgilenen politikacı, gazeteci ve fikir adamı olmalarından da kaynaklanmaktadır (Sevinç, 2004: 512). Cumhuriyetin ilanından sonraki 
süreçte, devrimleri ve Kemalist düsünceyi topluma yayma görevini üstlenen Türk romanı, 1940’lardan sonraki süreçte de, devrimlere ve merkezi hükümete karsı tavır takınmıs, fakir Anadolu insanının maddimanevi anlamda çektigi sıkıntılara ve yoksulluga dair sosyal gerçekleri elestirel bir dille ifade etmede bir araç olarak kullanılmıstır. 

1960 ile 1980 yılları arasında yasanan üç askerî müdahale ve basarısızlıkla sonuçlanan iki askeri müdahele girisimi, sosyal hayatın yeniden sekillendirilmesi ve üstünlerin istedigi toplum modelini dayatmıstır. Dnsa edilen veya edilmeye çalısılan bu yeni toplum anlayısı, daha önceki dönemlerde de oldugu gibi sosyal gerçekleri ve kültürel hafızayı yansıtmaları açısından dönemin edebi çalısmalarında romancılar için etkin bir rol oynamıstır. Bu yıllardan itibaren edebiyat özellikle de roman, süratle siyasi ideolojilerin etkisi altına girmis ve bu ideolojilerin genis halk kitlelerine yayılmasında etkili bir araç olarak kullanılmıstır (Coskun, 2004: 531). 

1960’ların sonunda Avrupa’da patlak veren ve bir süre sonra Türkiye’de de kendini hissettiren ögrenci hareketleri, ülkedeki sag-sol çatısmasının fitilini ateslemistir. Özellikle büyük sehirlerde yogunluk gösteren bu olaylar, önceleri basit anlamda karsıt görüsteki üniversite gençligi arasında baslamıs, sonrasında da ülkenin ileride sosyal ve siyasi dengelerini altüst edecek silahlı bir mücadele haline dönüsmüstür. Politikacıların meseleleri çözmedeki yetersizligi, isteksizligi, siyasi uzlasının bir türlü saglanamaması ve birtakım güvenlik birimlerinin saga 
karsı tarafgir tutumu olayların büyümesinde etkin rol oynamıs, taslı, sopalı baslayan kavganın bir süre sonra silahlı bir savasa dönüsmesine zemin 
hazırlamıstır. Bu durumda asker, bir kez daha kıslasından çıkmak zorunda kalmıs ve olaylara müdahele ederek Demirel hükümetini istifaya zorlamıstır. Müdahele sonrası sokak olayları ve anarsi hız kaybetmemis aksine daha da artıs göstermistir. 1971 yılı Mayıs ayında, Dsrail Baskonsolosu Efraim Elrom’un Türkiye Halk Kurtulus Partisi Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırılması ve tutuklu arkadasları serbest bırakılmazsa öldürüleceginin açıklanması, hükümetin Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi birçok büyük sehirde askerin dayatmasıyla sıkıyönetim kararı almasına ve geriye dönük yasalar çıkarmasına sebep olmustur. 

Böylece genis çaplı bir cadı avı baslamıs ve aralarında Çetin Altan, Erdal Öz, Adalet Agaoglu, Fakir Baykurt, Dlhan Selçuk, Sabahattin Eyüboglu, Azra Erhat, Vedat Günyol ve Anayasa hukuku ders kitabından ötürü AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Mümtaz Sosyal gibi tanınmıs entellektüellerin de bulundugu birçok sol görüslü insane, baskınlar sonucu gözaltına alınmıs, sorgulanmıs ve türlü iskencelere maruz kalmıstır. (Ertem, 2006: 27) 12 Mart 1971 askeri müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları, bu dönem Türk siyasi tarihinin kültürel bellegini kaydetmesi yönüyle önem arzetmektedir. Sıkı yönetim ile biraz da olsa durulan sokaklar 1974’e gelindiginde siyasi cinayetler ile tekrar sarsılmıs, 1976 yılından itibaren ise ülkedeki tansiyon ve siyasi kargasa tavan yapmıstır. 

1970’li yılların sonuna dogru kurulan koalisyon hükümetleri, sokaklardaki can güvenligini saglayamaz hale gelmis, ekonomi ise çöküs sürecine girmisti (Kabacalı, 1992: 244). 11 Eylül 1980’e kadar durmaksızın devam eden ve yurt geneline yayılan sag-sol çatısması ve siyasi cinayetler, partilerin kendi aralarındaki kısır çekismeler toplumdaki siyasi kutuplasmayı alevlendirmistir. Tüm bunlara ek olarak ülke, sokaktaki anarsiyle ugrasırken bir de, ülkenin dogu illerinde artan kürtçülük hareketleri ve bunun neticesinde ortaya çıkan ayrılıkçı terör günden güne artmıs, siyasileri çaresiz bir duruma düsürmüstür. Artan anarsiyi kontrol altına alabilmek, ülkedeki asayisi tekrar saglayabilmek düsüncesiyle ordu, 1960 ve 1971 yıllarında oldugu gibi bir kez daha sahneye çıkarak 12 Eylül 1980’de sabah saat 4’te, TRT radyolarından yayınlanan Dstiklal Marsı ve Harbiye Marsı esliginde Türk Silahlı Kuvvetleri “Dç Hizmet Kanunu’nun verdigi Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini…yerine 
getirme kararı almıstır. 12 Eylül darbesi, yapısı geregi daha önceki müdahelelere hiç benzemeyerek, toplumun her kesimini hedef almıstır. 

Böylelikle demokrasi, uygulanan asırı sertlik ile bir kez daha tarihin tozlu raflarına kaldırılmıstır (Cemal, 2004: 16). Kısa bir süre sonra da yurt 
genelinde sıkıyönetim ilan ederek tutuklamalara, gözaltılara, sorgulamalara ve iskencelere baslanmıstır. 11 Eylül gecesine kadar hızını kaybetmeden süren anarsi ortamının 13 Eylül’ de derhal sükunete kavusması, anarsinin istenerek yaratıldıgı yorumlarına yol açmıstır. Darbe sonrasında, Genel Kurmay Baskanlıgı’nın 1982’de yayınladıgı istatistiksel verilere göre; Aralık 1981 - Mayıs 1982 döneminde 14.086’sı “solcu”, 2941’i “ayrılıkçı” ve 347’si “sagcı” olmak üzere 17.734 kisi hakkında örgüt davası açılmıstır. 12 Eylül döneminin Dnsan Hakları Dernegi tarafından açıklanan kayıtlar ise çok daha çarpıcıdır: Gözaltına alınanlar: 650 bin kisi, dava açılan 210 bin kisi, yargılananlar 230 bin kisi, fislenenler ise 1.683.000 kisidir (Gürsel, 1998: 812). 

12 Eylül’ün toplumun çesitli kesimlerine olan etkilerini gösteren diger bir istatistiksel bilgi ise söyledir; 14 bin kisi siyasal haklarından mahrum bırakılmıs, 2000’nin üzerinde basın davası yoluyla 3000 gazeteci mahkemeye verilmis, 251 kitap yakılmıs, 937 film ise yasaklanmıstır. Böylece, 13 gazete hakkında 303 dava açılırken 458 süreli yayının yayımlanmasına izin verilmemistir. Ayrıca bu dönemde 30 bin kisi de siyasi mülteci olarak Dsviçre, Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya ve Yunanistan gibi ülkeler basta olmak üzere Avrupa‘nın çesitli ülkelerine iltica etmistir (Karaca, 2001). Yukarıdaki istatiksel bilgiler gösteriyor ki, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi, Türkiye’de toplumsal ve siyasi yapının 
temelden sarsıldıgı, silah zoruyla, dayatmalarla olusan yeni bir düzenin temellerinin atıldıgı bir kopma noktası olmustur. 

İskenceye maruz kalanların tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte, 12 Eylül darbesi sonrasında 650 bin kisinin gözaltına alındıgı çesitli resmi kaynaklarca dogrulanmaktadır. Bu rakamın tamamı iskence görmese de büyük bir kısmının baskı ve zulma maruz kalıp iskenceyle sorgulandıgını söylemek mümkündür. Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanında İskence’ adlı yazısında yüz binlerce insanın bilip de polisin ya da askerin bilmedigi bir seyin “sır” olamayacagını, bunun için de 12 Eylül’de yapılan iskencelerde bilgi edinmekten ziyade caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne çıktıgı, “birey”den öte “toplum”un sindirilmesi hedeflendigini belirtmektedir. İskence yapılan bedenlerden yükselen çıglıklar bir tür siren vazifesi görmüstür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymus fakat korku ve gözaltına alınma endisesinden dolayı olaylara kulagını tıkayıp bunları 
unutmayı tercih etmistir (Dinçer, 2011: 2). 

12 Eylül 1980 Darbesinin Kültürel Bellegi, 

Ahmet Türkes’in “Cumhuriyet tarihinin en kanlı dönemi (2004: 430)” olarak tanımladıgı bu dönem, bir toplumun her yönüyle politikadan azledildigi, basın yayının yasaklandıgı, kitapların toplatılıp yok edildigi, entellektüellerin, akademisyenlerin gözaltına alınıp iskencelere maruz bırakıldıgı, binlerce gencin zindanlarda çürütüldügü bir dönem olmustur. 

Nurdan Gürbilek, darbe sonrası 80’li yılları, 1960 ve 1971 yılındaki darbelere kıyasla, bir toplumun kendi devleti eliyle yasayabilecegi en sert ve siddetli, baskıcı dönemi olarak tanımlar (Gürbilek, 2007: 101). Gürbilek, 1980’li yılları aynı zamanda, daha önce ancak siyasi tasarılar içinde varolabilen, bu tasarıların diline tabi olan kültürel taleplerin, kendilerini ifade imkânını bulabildikleri yıllar olarak da görmektedir (s. 102). Söyle ki; bir yandan ifade etme ve yazma özgürlügüne kısıtlama getiren zihniyet aynı zamanda bir söz patlamasının da bilinçli bir sekilde önünü açmıstır. O zamana kadar konusulmasında sakınca görülen, mahrem kabul edilen cinsellik gibi özel hayata ait mevzular basın ve 
televizyon aracılıgıyla kamuoyunun gündeminde yer almıstır. Gürbilek, özel hayata dair cinsel kavramların toplumsal bellege yerlestirilmek istenmesini daha çok bir özgürlesme ve bireysellesme söylemi içinde, her konuya hâkim olmak isteyen otoriter anlayıstan bagımsız olarak söze dökülmek istenmesini gerekçe olarak gösterir. Bu baglamda 80’li yılların önünü açtıgı degisimin en önemli ayaklarından biri olarak mahremiyetin ifsası görülmektedir (s. 23). 

12 Eylül’le degisime ugruyan bir diger unsur da, devletin varlıgına tehdit olusturdugu görüsünden dolayı “sömürü ve emek” gibi sol ideolojiyi temsil eden kavramların kamuoyu nezdinde basitlestirilmesi, haber degerlerinin düsürülmesi ve sadece nostaljik çagrısımları olan içi bos, degersiz kavramlar haline getirilmeleri yönünde kamuoyu olusturulma çabalarıdır. Bu amaç dogrultusunda gazeteler sansürlenerek risksiz bir alana çekilmislerdir. Örnegin dönemin büyük gazetelerinden Hürriyet’in hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıstır. Macit Balık’a göre bütün bu haberlerde, o sırada yasanan baskının ve günlük hayatın sıradan bir olgusu haline getirilmis devlet siddetinin isaretlerini bulmak 
imkânsızdır (Balık, 2009: 11). Tam da devletin tekeli haline geldigi bir durumda, siddet sanki özel hayatın bir olgusuymus gibi ayrısır; ancak aile içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dısında bir nedeni yokmus gibidir” (Gürbilek, 2007: 53). Gazeteler böylelikle sansürlenerek daha etkisiz bir hale getirilmistir. 

1980’in etkileri, gazetelere uygulanan sansürün yanısıra, bir yönüyle politikaya temas eden düsünce merkezli tüm alanlar rejime karsı tehdit olarak görülmüs ve devlet tarafından baskı ve siddete maruz kalarak önce pasifize edilmisler, akabinde de yok edilerek yerlerini yeni yapılandırmalara, olusumlara ve örgütlenmelere bırakmıslardır. Sag ve sol olmak üzere her iki ideolojiden, basta entellektüeller olmak üzere okuyucuların ilgilerindeki degisimler de bu yeni örgütlenmelere ve olusumlara paralel olarak farklı renklere bürünmüstür. Böylelikle, iktidar sahiplerinin rejime muhalif kesimleri fiziksel ve psikolojik anlamda ölçüsüz bir siddetle yok etme girisiminden entelektüel hayat da payını almıstır. Bir yandan devrimciler, ülkücüler ve muhafazakâr kesim faili meçhullere kurban gitmis, iskence görmüs, hapishanelere kapatılmıs, öte yandan bu ideolojileri destekleyen yazarlar, kitaplar, yayıncılar ve okuyucular aynı derecede tehlikeli görülerek ölçüsüz bir sekilde baskı altında tutulmuslardır (Türkes, 2004: 430). 

Ülkeye hâkim olan 1980 rejiminin toplumu tümüyle depolitize etme anlayısı kısa sürede sosyal yapı üzerinde kendisini hissettirmeye baslamıs, edebiyat da bu degisimden nasibini almıstır. Bu bilinçli baskıcı yapılandırmanın sebebi konusunda yazar ve elestirmenlerin birlestikleri ortak fikir ise, uzun yıllar edebiyat dünyasına hâkim olan özellikle sol ideolojiyi kırmak ve pasifize ederek yok etme fikridir. Berna Moran, Ahmet Oktay gibi entellektüeller de bu fikri destekleyerek darbenin hedeflerinden birinin, 1960’larda filizlenmeye baslayan ve ciddi bir tehlike olarak algılanan sol düsünce yapısını çökertmek olduguna inanırlar (Moran, 1994: 49; Oktay, 2004: 444). Korkunç bir baskı rejimi ile toplumu sindirmekten öte kalıcı bir etki bırakmayan 12 Mart müdahelesi asıl hedef olarak kendisine solu seçerken, 1980’deki müdahalenin agırlıklı olarak solun elini ayagını baglamak, toplumu yıldırmak degil, aynı zamanda mevcudu degistirerek toplumun geneline yeni degerler içeren bir dünya görüsü asılamaktır. 

Böylelikle, sadece solu degil beraberinde islamcı ve milliyetçi sag ideolojileri de temelden çökertmenin yolu açılmıs olacagından dolayı bu hedeflere ulasmak için öncelikle siyasi partilerin kapılarına kilit vurularak toplum depolitize edilmis, üniversiteler ve basın denetim altına alınarak aydınlar susturulmus (Moran, 1994: 49), bu yolla, toplumun her kesimi üstünde bir korku imparatorlugu kurulmustur. 

Moran aynı zamanda, Tanzimat döneminden baslayıp günümüze kadar uzanan süreçte, sosyal gerçekleri temasal anlamda yansıtmayı kendine vazife bilmis Türk romanının, 1980’lerde siyasetten arındırılmaya çalısılan toplum modeli anlayısıyla, yeni temaların islenmesine öncülük ettigini, farklı arayıslara girisen yenilikçi yazarların ise postmodernizm akımının da etkisiyle Türk romanında köktenci bir degisiklige zemin hazırladıklarını söyler (1994: 53). Bu degisimlerin temelinde Necip Tosun’a göre, “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde kimlik bunalımı ve arayıslar” gelmektedir (Tosun, 2005: 59). Toplumdaki sosyal ve ekonomik degisimler sonucu dar gelirli isçi sorunlarını, köy ve köylüyü, gelir dagılımındaki esitsizlikleri vurgulayan romanların yerini, tarihsel kisi ve olaylar, özel yasam, erotik/pornografik, suç ve suçluluk, 
homoseksüellik gibi temalar üzerinde yogunlasarak sınıfsal olguları ve siyasi konuları dıslayan (Oktay, 2004: 447) romanlar alır. Bu dönemin romanlarında öne çıkan diger bir konu da Gürsel Aytaç’ın belirttigi gibi eylemcilerin 12 Eylül darbesi sonrası yasayıslarıdır (Aytaç, 1999: 85). Yine Necip Tosun’a göre; iskence ve cezaevi, devlet siddeti, feminism, cinsellik, özgürlük talepleri, despotism, üniversite ve diger akademik kurumlara yapılan baskı, örgüt içinde beliren siddet eylemleri, ideolojik grupların iç hesaplasmaları ve içine düstükleri çeliskiler, siyasi ideolojilere olan inancın kaybı, popülizm, ekonomik endiselerin, gündelik geçim, haz ve günlük yasama dayalı anlayısların yerlesmesi, medya kültürü, ideolojiden ziyade bireyin öne çıkarılıp yüceltilmesi, yazının tematik öneminin azalıp yazarın ön plana çıkması gibi konu ve anlayıslar, 1980 döneminde roman türünün karakteristik yapısını belirlemistir (Tosun, 2005:59). 

Dönemin darbe sonrasında kaleme alınan ilk edebî ürünlerde, “yukarıdan asagıya yayılan ve giderek içsellesen sol karsıtı söylemlerle paralellik gösteren bir dil tutturan romanlarda, geçmis dönemde yasananlarla bir hesaplasmaya girisildigi gözlenir.” (Türkes, 2004: 432) 

Gürsel Aytaç, 80 sonrasının egilimlerinden birinin de “tarih konularına yönelmek, romanın zaman ve mekân ögelerini geçmise yerlestirmek” (Aytaç, 1999: 86) oldugunu savunur. Ahmet Oktay ise, 1980’lerin romanının biçimlendirilirken “emperyal yazın kanunu” (Oktay, 2002: 270) diye niteledigi, kapitalist ülkelerde kaleme alınan romanların ilkesel özelliklerinin göz önünde bulunduruldugu düsüncesindedir. (Oktay, 2002: 444) 

1980 Dönemi romanlarında görülen bu yenilikçi ve degisimci anlayıs, siyasi ve toplumsal gelismelerin yanısıra okur profilinin degismesi, beklentilerine cevap araması ve farklı yazınsal egilimlerin ortaya çıkması gibi kültürel kosulların dünyada oldugu gibi Türkiye’de kaleme alınan dönemin romanlarında da, farklılıgın tetikleyici unsurları arasındadır (Moran, 1994: 52). 1980’le birlikte, romanda ne yazıldıgı sorusundan çok nasıl yazıldıgına yönelik kaygılar öne çıkmıstır. Biçim kaygıları ve kuramsal tartısmalar ön planda tutulmus, yapısalcılık ve postmodernizm gibi yeni teknik ve anlatım türleri belirmistir. 

1960, 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye, kardesin kardese, babanın evladına düsman oldugu siyasi çatısmalara ve askeri darbelere tanık olmustur. Yukarıda da belirtildigi üzere edebiyat, özellikle de roman sanatı sosyal hayatta meydan gelen bu gerçekliklere kayıtsız kalamayarak dogrudan etkilenmistir. Romanın sosyal gerçeklere olan bu kayıtsızlıgı, söz konusu dönemi nasıl aktardıgı dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türk siyasi ve sosyal yasamının bu karanlık dönemlerini romancıların bakıs açısı ile algıladıgımızda ortaya nasıl bir tablo çıktıgı, bu romanların tarihsel kaynaklar olarak bahsi geçen dönemden hangi izleri tasıdıgı, bizlere dönemin kültürel hafızasını nasıl betimledigi sorusu önem arz etmektedir. 

Bu çalısmada incelemesi yapılan 12 Eylül dönemine ait toplumsal bir gerçeklik olan devlet baskısı ve siddetinin, darbe sonrası yazılan eserlerde nasıl ele alındıgına dair soruya en dogru cevabı verebilmek için, romanın sosyoloji ve toplumsal gerçeklikle olan iliskisini ortaya koymak gerekir. Bu nedenle, çalısmanın bir sonraki bölümünde, roman ile toplumsal gerçeklik arasındaki iliskiye deginilecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 Ekim 2017 Perşembe

PKK’lıları Affetmek


PKK’lıları Affetmek



Mehmet Yılmaz 

 3,ARALIK  2007  


Süleyman Nazif (1870-1927) Batarya ile Ateş adlı kitabında şöyle diyor:
“Benim dinim kinimdir… Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan insanların ve milletlerin hiçbirini unutma Türkoğlu! Unutma ve affetme”
ok_affetmek_sirnak_01.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek
Kin tutma fiili yâd etmek anlamına gelmediği için bir katili affetmek de öldürülen yakınımızı unutmak anlamına gelmiyor.
Bizim dinimiz kinimiz değil İslâm dini olduğu için affetmenin zor olduğu durumlarda da önce dinimizin kaynaklarına dönüyoruz haliyle. Adaleti ve ilmiyle yolumuzu aydınlatan İslam büyüklerinden meselâ Hz Ali, Hz Ömer veya Hz. Mevlâna bakanlar kurulunda olsalardı terör sorununu çözmek için Başbakan Tayip Erdoğan’a ne gibi tavsiyelerde bulunurlardı?
ok_1191996203_4038m.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek
Hz. Mevlâna “Kur’an’ı açıklamak için yazdım” dediği Mesnevî adlı eserinde şöyle söylüyor:
“Ey insan, başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun onlardan aksetmesidir, görünmesidir. Senin varlığın, iki yüzlülüğün, zalimliğin, gafletin onlara aksetmiştir. O sensin, sen kendini yaralıyorsun; lânet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.” (Cilt I, beyitler 1318-1320)
Bugüne kadar kaleme aldığımız yazılarda :
  1. Kuzey Irak’a yapılacak geniş çaplı bir harekâtın hem insanî hem de stratejik bir hata olduğunu, (Kuzey Irak’a girelim mi?)
  2. Ulus-devlet modelinin neden Türk-Kürt gerginliğini körüklediğini, (Ax! Welate min – Ah! vatanım)
  3. PKK ile mücadelede yıllardır insanî, hukukî ve askerî hatalar yapıldığını, (PKK… Ters giden nedir? Bundan sonra nereye?)
  4. 12 Eylül darbesinden sonra Kürtlere yapılan haksızlıkların fanatik Kürtçülüğü ve ayrılıkçı terörü körüklediğini (Ata’mın hapishaneleri)
anlattık. Bu yazılarda sunduğumuz bilgiler ve alternatif bakış açıları bütün sorumluluğun teröristlerde olmadığını açıkça gösteriyor.
ok_affetmek_pic.gif pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek
Ne var ki yürekleri PKK’lılara karşı öfkeyle dolu insanlar “Bu kadar çok şehit verilmişken nasıl affedebilirim? Affetmek şehitlerimizi unutmak olur. Öfkemi canlı tutmamak ahlaksızca olur” diye düşünüyorlar. Akıl yoluyla öfkelerinin sebebini kendilerine açıklayarak öfkeyi rasyonalize ediyorlar, oluyor size “haklı öfke”. Haklı zina gibi, elbette zıt, bir başka deyişle haklı haram!
Posta kutuma gelen anonim bir mesaj şu hikayeyi anlatıyordu:
toren31.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek

Ölümü yaklaşan bir baba evlatlarını yanına toplamış, “ölmeden önce bir ricam olacak sizden” demiş. “Köşede duran bir çuval patatesten affedemediğiniz her insan için bir tane seçin.” Evlatları dediğini yapmışlar. Kimi bir iki tane seçmiş, kimi 5-6 tane. “Bunları gittiğiniz her yere götüreceksiniz, uyurken bile bu patateslerden ayrılmayacaksınız”. Çocuklar şaşkın vaziyette oradan ayrılmışlar.
Bir süre sonra yeniden babalarının başucuna toplanan çocuklar dert yanmış:
ok_28097.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek

“Bu kadar ağırlıkla dolaşmak kolay değil, insanlar tuhaf tuhaf bakıyor. Hem patatesler kötü kokmaya başladı”. Babanın cevabı şu olmuş : “Gördüğünüz gibi kin tutarak, affetmeyi red ederek aslında kendimizi cezalandırıyoruz. Bağışlamayı ötekine verilmiş bir armağan sanıyoruz, oysa bağışlamak kendimize yaptığımız bir iyiliktir”
Teröre karşı olumlu gelişmelerin birbiri ardına medyada yer aldığı şu günlerde kendimize sormaya bile cesaret edemediğimiz bir soru var: Ne zaman bitecek? 

 ok_affetmek_olut.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek
Yani tartışmasız bir biçimde ne zaman “PKK terörü artık bir sorun değildir” diyebileceğiz?
  • Beş yıl boyunca hiç bir saldırı olmazsa,
  • Bölge halkının ortalama geliri ülke ortalamasına yaklaşırsa,
  • Öcalan resmen bittiğini ilân ederse,
  • Bütün PKK eylemlerinin sorumluları öldürülürse,
  • PKK militanları topluma yeniden kazandırılırsa.
Bu son iki madde aslında terörle mücadelede en zor adımı tarif ediyor:
ok_38579.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek

Suçluları öldürerek intikam almak veya onları kazanmak.
Diyelim ki yönetici kadro dışında PKK yanlısı olduğu şüphe götürmeyen 5000 kişi var. Bu insanların kardeşleri, ana ve babaları, nişanlıları elleri yüreklerinde her an bir kara haber bekliyorlar. Bu 5000 genci bir çatışma sırasında öldürmek, yakaladıktan sonra idam etmek ya da hapislerde çürütmek bunun en az on misli insana evlat, kardeş, sevgili acısı tattıracak. Türkiye “5000 teröristten kurtuldum” derken 50 bin potansiyel PKK’lı bulacak karşısında. 10 veya 20 yıl hapis çarptırılan bir gencin 30 veya 40 yaşında dışarı çıktığında (Kötü insan nasıl üretilir?) yeniden suç işlemekten başka hangi seçeneği olacak?
ok_29102007140031330.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek

Zaten 25 yıldır yaptığımız da buydu. Askerler sayısal verilerden memnundu, “100 asker feda ettik ama 2000 terörist öldürdük” tarzından istatistiklerle övünüyorlardı ama biten bir şey yoktu ortada.
İkinci seçenek: Bu 5000 insanın ekonomik olarak kazanılmasını yani meslek edinmesini ama aynı zamanda sosyal ve psikolojik olarak da “tamir edilmesini” sağlayacak bir “rehabilitasyon” programı uygulamak. Hukukçuların, sosyologların, psikologların, iş adamlarının ve Türkiye’yi seven herkesin el ele verip çalışacağı uzun soluklu bir projeyi hayata geçirmek.
ok_affetmek_20070905150714_.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek

Müslüman olsun olmasın aklımıza ve kalbimize yakın gelen her insanı dinlemeye hazırız. Meselâ Gandi ‘Göze göz, bütün dünyayı kör bırakır’ dediği zaman bu söz bizde yankı bulur.
Ama bizler her şeyden önce ALLAH’a kulluk ediyoruz. O ALLAH ki bir kudsî hadiste
“Rahmetim gazabımdan üstündür.” (Müslim) buyurmuştur.
Artık vatan uğrunda ölmek/öldürmek değil de vatan uğrunda yaşamak ve yaşatmak zamanı olduğu kanaatindeyiz. Yazının başında da belirttiğimiz gibi Müslüman olmanın bize getirdiği bazı sorumluluklar var.
ok_affetmek_pkkmil.jpg pkk'lıları affetmekPKK'lıları affetmek

İslâm’a göre neyin doğru, neyin eğri olduğunu anlamak icab ettiğinde elbette ki alimler konuşur. Biz de susarak okurlarımızı Mesnevî’nin birinci cildinin 3725-3985’inci beyitleriyle başbaşa bırakıyoruz:
İbadetteki ihlâsı, gönül temizliğini,  Hakk’a bağlanışı Hz. Ali’den öğren. O ALLAH arslanını, hileden temizlenmiş bil. Savaşta bir yiğidi alt etti. Hemen kılıcını çekti. Onu öldürmek istedi. O yiğit, her peygamberin, her velînin övündüğü Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. …O anda Hz. Ali kılıcını yere attı, onu öldürmekten vaz geçti. O savaşçı düşman, bu işe, bu beklenmedik acımaya, bu yersiz bağışlanmaya şaşırdı kaldı. Dedi ki: “Bana keskin kılıcını çekmiştin, beni öldürecektin; sonra neden kılıcı yere attın, beni bıraktın?
Hz. Ali buyurdu ki: “Ben kılıcı, ALLAH rızası için vururum. Ben ALLAH’ın kuluyum. Nefsimin, bedenimin kulu değilim. Ben, ALLAH arslanıyım, nefis arslanı değilim. Yaptığım işler, dinime bağlılığıma şâhittir. Ben savaşta; ‘Attığın zaman sen atmadın, ALLAH attı.’ ayetinin anlamını yaşıyorum[Enfal Sûresi 17]. …Benim kılıcım, haksız yere kana bulanmaz. Nefis rüzgârı, benim merhamet bulutumu nasıl yerinden kıpırdatır, sürüp götürebilir? Saman çöpü değilim; hilim, sabır, adalet dağıyım. Kasırga, nasıl olur da koca bir dağı yerinden koparabilir? İsteğim, dileğim, O’nun iradesi rüzgârından başka bir şeyle hareket etmez. Rûhanî ve cismanî kuvvetlerimin, gönül ordularımın başkomutanı, tek olan, eşi, benzeri bulunmayan ALLAH’ın aşkıdır. Hiddet, öfke padişahlara padişahtır. Fakat, bizim kölemizdir. Ben öfkenin ağzına gem vurmuşumdur.
Hilmimin kılıcı, hiddetimin boynunu vurmuştur da, bu yüzden Hakk’ın hışmı, bana rahmet ve rahat olmuştur. Savaşırken, yüzüme tükürdüğün için nefsanî bir benliğe, öfkeye kapı­lırım diye kılıcı gizlemeyi daha doğru buldum. ‘Kim ALLAH için severse, kim ALLAH için nefret ederse hadisine uy­mak, o emri yaşamak istedim.[Hadis-i Şerîf: “Kim ALLAH için sever, ALLAH için öfkelenir, ALLAH için verir, ALLAH için vermezse, şüphe yok ki o müminin imanı kemal bulmuştur.” Feyzü’l-Kadir, c. VI, s. 29.]
Ben ne yapıyorsam, ALLAH içindir. Taklid değildir. Hayale kapılarak, zanna, şüpheye düşerek iş görmedim. Ben görerek iş yaparım….Ben garazdan kurtulmuşum, hür bir adamım. Hür bir adamın tanıklı­ğını dinle, kölelerin tanıklığı bir para etmez. Madem hürüm, öfke, hiddet beni nasıl olur da bağlar?
…Emîrü’l-müminîn Ali, o gence dedi ki: “Ey yiğit, savaşırken sen yüzüme tükürünce, nefsime ağır geldi. Benim huyum değişti. Yapacağım savaşın yanrısı ALLAH rızası için, yarısı da öfkem zoru ile nefsim için, intikam almak için olacaktı. Halbuki, ALLAH’a ait işlerde ortaklık uygun değildir. ALLAH seni kudret eli ile yarattı, süsledi. Sen ALLAH’ınsın, benim mahlukum değilsin. ALLAH’ın yarattığını, yine ALLAH’ın emri ile kır, dök; ‘Dostun camına dostun taşını at.’ demişlerdir.”
Hz. Ali’nin düşmanı, bu sözleri işitince, gönlünde Hakk nûru parladı, imana geldi. Dedi ki: “Ya Ali, meğer ben seni fena huylu kişilerle kıyas ederek, hata etmişim, cefalara düşmüşüm ve seni başka türlü insan sanmışım… Ya Ali, bana kelime-i şehadeti öğret ki, seni zamanın en üstün, en yücesi olarak gördüm.” O yiğidin kabilesinden, en yakınlarından elli kadar kişi, bu vak’a üzerine şevkle, aşkla dine yöneldiler, müslüman oldular. Hz. Ali böylece, hilim kılıcı ile bunca halkı, bunca insanı kılıçtan kur­tardı. Hilim kılıcı, çelik kılıçtan daha keskindir. Belki, yüzlerce ordudan daha fazla üstünlükler elde ettirir.
***