POLDER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
POLDER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2018 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2



‘Devrimciler’ ile ‘Yüz: 1981’ Romanlarında Baskı ve Siddet Sorunsalı 
12 Eylül Askeri Rejimi, 1961 Anayasası’nın saglamıs oldugu hak ve özgürlüklerle devamlı yükseliste olan siyasi ideolojileri özellikle de solu, anarsinin ana sebebi olarak görmekteydi (Ertem 2006, 42). 12 Eylül 1980’de yapılan müdahele sonrasında, ülkede ilan edilen sıkıyönetim kapsamında öncelikli olarak sol gruplar ve tüm ülke üzerinde baskı kurulmus; insanlar evlerinden zorla alınıp sorgulanmıs, ardından gözaltılar, iskenceler, idamlar ve ölümler insan hakları gözetilmeksizin hukuk dısı bir sekilde uygulanmıstsr (Balık, 2010: 10). Bu baglamda, tüm bu uygulamalara tanıklık eden dönemin bazı romancıları, eserlerinde kurgu olarak özellikle yasakları, baskıcı yönetim anlayısını, tutuklamaları, sorgu odalarında ve ceza evlerinde yapılan iskenceleri, programlanmıs fert ve toplum modelini, kaleme aldıkları romanlarda, o günleri tekrar yasarcasına geriye dönüs (flashback) yöntemi ile ifade etmislerdir. 

Dönemin bir kısım romancılarının da, özellikle 1980’den sonra etkin olmaya baslayan postmodernizm akımının etkisiyle de gerçeklerden uzaklasan eserler kaleme aldıkları görülmüstür. 12 Eylül dönemi kayıtlarında, yaklasık 177 kisinin, maruz kaldıgı iskenceler sonucu öldügü yazmaktadır; gözaltında veya cezaevlerinde meydana gelen ıüpheli ölüm vakaları da 500 civarındadir (Dinçer, 2011: 4). 12 Mart romanlarının aksine, dönemin yazarlarının bu denli trajik bir toplumsal gerçegi yazılarında yeterli düzeyde yer vermeyecek kadar gerekli ve ilham verici bulmuyor olmaları manidardır. Tabi bunda, 12 Eylül döneminin meydana getirdigi farklı kültürel atmosfer, askeri rejimin baskısı ve bunun neticesinde toplumda olusan inkâr psikolojisi gibi birtakım sebepler ileri sürülebilir. 

12 Mart romanları ile 12 Eylül romanları bazı elestirmenler tarafından farklı sekilde degerlendirilirler. Örnegin Fethi Naci, 12 Mart romanlarında sosyal gerçekçiligin izlerinin daha etkin oldugu, buna karsın 12 Eylül romanlarında yogun askeri vesayetin de etkisiyle tolumsal gerçeklerden uzaklasıldıgı bu durumun da yenilikçi roman anlayııının öncülügünü yaptıgını belirtir (Gümüs, 1998: 4). Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanlarında İskence’ adlı yazısında, 12 Mart romanlarına hâkim olan romantizmin 12 Eylül romanlarında tam olarak görülmedigini çünkü kimsenin artık kahraman olmadıgını belirtir. Dinçer yazısında, “68 kusagı baskaldırının sesiyse 78 kusagı da yenilginin rengine boyanmıstır. Yenilgi duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası toplumaöylesine sinmistir ki iskencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir is basarmıs saymazlar kendilerini. Oysa 12 Mart romanlarındaki hava bambaskadır. Tezgâhtan geçen herkes olaganüstü bir deneyim yasamıs 
olmanın verdigi ayrıcalıga sahiptir.” diye vurgular (Dinçer, 2011: 2). Berna Moran ise bu iki dönemin edebiyatını degerlendirirken, 12 Mart ve 12 Eylül 
darbelerinin toplumu topyekün yıkıma ugrattıgını ve bu durumun kültürel hayatı da dogal olarak etkisi altına aldıgını belirtip, 12 Eylül müdahelesinin sosyal gerçekligi yansıtması yönüyle türk romanına etkisini 12 Mart’ın tam tersi yönünde çok yetersiz oldugunu belirtir. Moran aynı zamanda, 12 Eylül sonrası bir grup romancının uygulanan tüm siyasi baskılara boyun egmedigini, ayrıca dönemin yükselen postmodern anlayısına ragmen darbe sonrası sosyal gelismeleri, topluma uygulanan baskı ve siddeti realist bir yaklasımla eserlerinde konu ettiklerini ifade eder. (Moran, 1994: 56) 12 Eylül sonrasında yazılan romanlar arasında anlatımı süsleyen hapishane, baskı ve iskence olgusunun en güzel örneklerinden biri, psikiyatri uzmanı romancı Kaan Arslanoglu’nun 1988’de yayınlanan ilk romanı Devrimciler’ dir. Arslanoglu romanında, devrimcilere karsı 
yürütülen sürek avları, aramalar, açılan davalar, hapisler, tehditler,cezaevlerinde ve gözaltındaki iskenceler, öldürmeler, korkular, hesaplasmalar, baskılar gibi birçok meseleyi somut ve ayrıntılı bir sekilde hiç bir siyasal görüsü de yüceltmeden, yadsımadan yansız olarak okuyucusuna sundugu görülmektedir. Diger bir ifadeyle, Arslanoglu romanında, liselerden, üniversitelerden, isçi kesiminden ve toplumun diger kesimlerinden seçtigi kahramanlarının maruz kaldıgı iskenceyi sayfalarca okuyucusuna anlatırken, abartısız, sade bir sekilde hem acıya maruz kalan kisinin duydugu agrı ve hissiyatı, hem de iskenceyi yapan mazoist ruhunu resmedebilmistir. Bunu yaparken deneyimlerinin yanısıra psikiyatri mesleginin kendisine giydirdigi donanımdan da yararlanmayı çok iyi basarmıstır. 

İskence olgusunu tüm detaylarıyla, romanın en uzun bölümlerinden biri olan 10. bölümde irdeleyen Arslanoglu, örgütün önde gelenlerinden biri olan Bedri adlı kahramanın bir kuyumcu soygununa karısması sonrasında, ögrencisi oldugu üniversiteye giderken polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasıyla baslayan zorlu ve uzun süreç üzerinden ele alır. Yazar, gözaltındaki uygulamalara romanında genis yer ayırmıs, pasif roldeki sorgulanan tutuklu ile aktif roldeki sorgulayan devlet görevli(leri)si arasında geçen iskenceyle karısık diyaloglara genis yer vererek tarafsız bir anlatımla okuyucusuna aktarmaya çalısmıstır. Soygun eylemini planlayan ve silahla birini yaralayan Bedri, kullandıgı silahın 
yerini, görüsme yapacagı kisileri, randevu yeri ve saatlerini itiraf etmesi için acımasızca yapılan bir iskenceden geçirilmektedir. Devrime olan inancına ihanet etmeme ugruna iskencelere uzun bir süre dayanan Bedri, son günlerinde, yüzünün siskinlikler ve morluklardan artık tanınmayacak halde oldugunu farkeder. Baktıgı aynadaki yüzünü tanımlarken sorgu ve iskence mekânının çirkin fiziki özelliklerinden de bahsederek mekânın, maruz kaldıgı kötü muameleye uygunlugunun tasvirini yapar: “Agzının yara bere içinde kaldıgı, burnundan iltihap aktıgı ilk günlerde ortamın tamamlayıcı bir unsuru olmustu tuhaf tuhaf pis kokular. Ardından duvarın o kendine has kokusu egemen olmustu tüm kokulara. Zaten gözleri perdeli bu insanlar için yalnızca sesler, kokular ve acılar vardı bu dünyada, hepsi de abartılı boyutlara ulasan duyumlarıyla. Yer yer sıvaları çıkmıs, yüzlerce binlerce kisinin kafasını, yüzünü, sırtını dayadıgı duvarın kokusu…” (s. 247). 

Arslanoglu romanında iskence olgusunu, 12 Mart romanlarında belirtildigi gibi soyut kavramların hâkim oldugu, gizli saklı Ziverbey kösklerinde uygulanan iskenceden ziyade, gün ortasında seyyar satıcıların, sokakta oynayan çocukların sesine karısan acı dolu çıglıkları nakleden örneklemeleri ile kullanır. Dstanbul’da Gayrettepe emniyeti oldugu anlasılan polis merkezinde yirmi günü askın iskence ve zulme maruz kalan ve geceyi bir kalorifer borusuna baglı geçiren ve bunun için de oturması imkânsız olan Bedri’nin tutuldugu ortamı söyle resmediyor: “…odanın penceresi, öte yanında sıra sıra apartmanlar bulunan dar bir sokaga bakar, binayı sokaktan ayıran alçak duvara birkaç metre mesafededir. O yüzden 
gündüz bile bazen karsı odalardan gelen çıglık seslerine, sokakta oynayan çocukların sesleri karısmaktadır. Cellâtlar genellikle aksam saat altıda yedide islerini bitirip evlerine giderler. Dısarıdan gelen sesler iste o vakitler daha duyulur hale gelir. “Buraak, Buraak.” Bir kadın sokakta oynayan çocugunu çagırmaktadır. Ya da kadınlar pencereden pencereye seslenirler: “Ferihaa, bu aksam balık var galiba, çok güzel koktu. (…) Duvar iki dünyayı birbirinden ayırır. Bir yanda yasamın gündelik tekdüze akısı, öte yanda gözleri baglı kurbanların zaman zaman gerçekliginden süpheye düstükleri karanlık acılar ve korkular dünyası…” (s. 236). 

Bununla birlikte romanda yazar, bu iskence ve siddeti salt bir vak’a aktarımıyla sınırlamamak, bir de olaya tarafsız bir gözle baktıgını okuyucuya hissettirmek düsüncesiyle olsa gerek, devrimci gençlerin sorgulanma, gözaltında tutulma ve sonrasındaki tutukluluk süreçlerinde maruz kaldıkları tüm siddeti, baskıyı, duydukları korkuyu söz konusu devrimci gençlerin iç konusmalarına da yansıtmıstır. Örnegin romanın kadın karakteri Aylin, romanın 11. bölümünde kendi iç monologlarında, Bedri’nin iskencelere daha fazla dayanamadıgını ve acılar içinde öldügü bilgisini paylasır. Aylin’in kendisi de gözaltından kısa bir süre önce çıkmıs ama iskencenin kendi psikolojisinde meydana getirdigi agır tahribattan henüz kurtulamamıstır. Görüstügü, konustugu hiç kimseye devletin ajanıdır korkusuyla kesinlikle güvenmemektedir. Her an tekrar gözaltına 
alınıp sorgulanma ve iskenceye maruz kalma korkusu Aylin’i baskı altında tutmaktadır. Bedri ve Ayli’nin sahsında yazar, askeri yönetim tarafından 
darbenin hemen akabinde tüm yurt genelinde ilan edilen sıkıyönetim geregi, her türlü siyasi olaya karısmıs, ideolojilere bulasmıs üniversite gençligine uygulanan baskı ve siddetin derecesini, iskenceler sonrasında gençlerde ve toplumun genelinde olusturulmaya çalısılan korku imparatorlugunu, bir tutuklama ve gözaltı esnasında oldukça kötü muameleye maruz kalan devrimci karakterlerin suur akısı ve iç konusmalarıyla okuyucuya sunar. Böylelikle yazar, hem solun öz elestirisini yapmak, hem de iskence ve baskının devrimci gençler üzerinde 
olusturdugu derin etkiyi ve neticesinde olusan psikolojik travmayı vurgulamak isteyerek baskıcı darbe zihniyetinin bireyler ve tüm toplum üzerindeki tahrip edici sonuçlarını yansıtmıstır. 

Romanın birçok yerinde tüm bu olumsuz kosullar, okuyucuya iç monologlar aracalıgıyla aktarılır. Yazarın, Aylin karakteriyle kullandıgı iç monolog teknigi aslında, toplumun o dönemki korku imparatorlugu sonrasında yasadıgı travmayı da göstermektedir. Sokaklarda üç bes kisinin bir araya gelip konusması ve birlikte yürümesinin dahi suç kabul edildigi bir ortamda, insanların açıktan fikirlerini, duygu ve düsüncelerini beyan etmeleri imkânsızdı. Aylin yine bir iç konusmasında, “Her gün insanlar yakalanıyor. Dün belki yirmi kisi. Bugün belki kırk kisi. Yarın da insanlar yakalanacak ve oraya götürülecekler. Orada neler yapılıyor ben biliyorum. Düs degil. O bina var. Su anda insanları ezmeye devam ediyor. 

Güç onlarda. Hak onlarda. Onlar her sey simdi. Biz hiçbir sey… Onların gözünde ben adı, sanı, okulu, evi belli bir düsmanım. Gece yarısı bir araba dayansa kapımıza tutup alacak” demektedir (s. 268). Arslanoglu, romanın bu bölümünde, darbe sonrasında sıkı yönetimle birlikte hayatın her kademesine hâkim olan atmosferi, topluma hakim olan, sosyal hayatı etkisi altına alan bir endise ve güvensizlik havasını yansıtmaktadır. Ülke geneline hâkim olan bu gergin ve korku dolu atmosfere dair ayrıntılar yine yazar tarafından, romanın 12. bölümde aktarılır.“Sokaklar asker ve polis kaynıyordu. Orduda ve poliste izinlerin kaldırıldıgı söyleniyordu. Aksamları dısarıya çıkmak tehlikenin bile bile kucagına atılmaktan baska bir sey degildi. Tedirgin halk, korkusundan erken erken evlere kapagı atıyor, karanlık sokaklarda polisler, askerler ve niyeti bozuklar dısında 
kimse kalmıyordu” (s. 280). 

1980 askeri darbesinden sonra yazılan diger bir roman da Mehmet Eroglu tarafından kaleme alınan Yüz: 1981 adlı romandır. Yüz: 1981, Mehmet Eroglu’nun altıncı romanıdır. llk bes çalısmasında 12 Mart döneminde siyasi eylemlere karısmıs solcu karakterlerin mücadelelerini ve yasadıkları dramları ele alan Eroglu, Yüz: 1981 romanında yakın tarihimize damgasını vuran, kırılma noktalarından 1980 askeri müdahalesi sonrasında gelisen sosyal ve siyasi olayları ele alır. 1980’li yıllarla birlikte kendini daha da hissettirmeye baslayan materyalist anlayısa ve çıkara dayalı yasam tarzı, insan iliskilerini derinden sarsmıstır. Eroglu, Yüz: 1981 romanında menfaat iliskilerinin ön planda tutuldugu, bireysel anlayısın toplumculuk anlayısına tercih edildigi, günübirlik hayat tarzının özendirildigi bu dönemi anlatır. 

Yüz: 1981 romanında, Eroglu, ilk bes romanının aksine roman baskahramanı olarak bu kez sıradan, politikayla ilgisi olmayan, toplumsal duyarlılıgı kalmamıs, hayattaki tek gayesi gününü gün etmek, para kazanmak olan, olaylar üzerine derinlemesine düsünemeyen, analiz yapamayan, âsık olmak yerine kadınları cinsel bir obje olarak kabul eden, onlarla günü-birlik iliski kurmayı seçen bir tipi öne çıkarmaktadır. Erdal Dogan romanın baskahramanını, âsık olmak yerine iliski kurmayı seçen ve âsık oldugundaysa gerçek yüzünü kesfeden bir kisilik olarak tanımlamaktadır (Dogan, 2000). Bu sebeple Yüz: 1981 Mehmet Eroglu'nun 12 Eylül sonrasında toplum üzerine uygulanan devlet baskısının 
neticesinde ortaya çıkan insan modelini mercek altına alma amacı tasımaktadır. Aynı zamanda romanın kahramanı, diger roman kahramanlarından farklı olarak 12 Eylül darbesinin magduru degil egemen güç olan askeri yönetimin emrinde bir astegmendir: Hayatını sadece cinsel münasebetler üzerine bina eden, altı kadınla yasadıgı ve bedensel arzularından öteye geçemeyen maceralar yasamıs bir kisidir. Romanda bu kahraman kendisini su sözlerle tanımlar: “Hiçbir hayatın basrolünü oynamaya kalkısmadım; kendiminkinin bile. Bu durum beni ne 
utandırıyor, ne de görevini savsaklayanlara özgü, üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklüyüm. Derler ki, geçmise sıgınmayan, anılastıramadıgımız 
inatçı hayatlar kendini yazdırır; ötekiler, yani kâgıda dökülmeyenler, yasanmakla tükenirler, çünkü kalıcı özleri yoktur. Yazılan ve tüketilen; böyle bölerek bakarsanız, hayatım bu iki tanımın arasında – tüketilene yakın –öylece duruyor. Kısaca ne iyi, ne de kötü; sizinkine benzer, olagan bir hayat demek bu.” (Eroglu, s. 6). 

Eroglu, romandaki adıyla ‘İsimsiz Kahramanı’nı günlük hayatta hemen her yerde rastlayabilecegimiz sıradan, siyasetten uzak bir kisi olarak okuyucunun karsısına çıkarması ile aslında, 1980 sonrasında toplum üzerine uygulanan siyasi baskılar ve siddet sonucu olusturulmaya çalısılan apolitik egemen insan tipini resmetmektedir. Bununla beraber, roman içerisinde kahramanın askerlik yaptıgı yıllara dair geri dönüslerine yer vermesi, askeri yönetimin sivil halka bakıs açısını da yansıtır. Bu insan tipine İsimsiz Kahraman demesinin temelinde ise bu kahramanın sahsında 12 Eylül sonrasında olusan bastırılmıs topluma yönelik genel bir elestiri yatmaktadır. Yazar, romanın 428. sayfasında bu elestiriyi İsimsiz Kahramanın kendi ifadeleriyle söyle özetler: “Adım? Adımın ne önemi var? Çok istiyorsanız beni kendi adınızla çagırın. Bu bütün sorunları çözer. 
Zaten birbirimizden ne farkımız var? Belki bilmek istersiniz, artık yüzümü merak etmiyorum. 1981’de herşey gibi o da degismis. Sadece benimki mi? 

Aslında hepimizinki degisti, ama tek fark bu degisikligin benim yüzümde açıga çıkıyor olması. İsterseniz, bu sizi rahatlatacaksa bana ‘yüzsüz’ ün biri diyebilirsiniz.” (s. 428) Yazarın İsimsiz Kahraman olarak adlandırdıgı bu kisi, her yönüyle askeri yönetimin sosyal hayatta görmeyi arzuladıgı, isminin önemi olmayan, korku ve baskıyla siyasetten azledilmis apolitik bir kisiliktir. Bu yozlasmanın nedenleri ise 1980 sonrasında tüm toplumu derinden etkileyen siyasi, kültürel ve sosyal gelismelerde aranmalıdır. Bu baskı süreci, insanların düsünme ve yorumlama yetisini zayıflatmıs, insani iliskilerini köreltmistir. Ayrıca insanlar maddiyat merkezli ve çıkar endeksli bir yasam anlayısına zorlanmıs, siyasi, sosyal, kültürel ve manevi erdemlerde topyekûn bir yozlasmaya mecbur bırakılmıstır. Eroglu romanında, 12 Mart romanlarından ve Kaan 

Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ romanından farklı olarak; sadece devletin kendi insanına uyguladıgı siddet, iskence ve baskı sahnelerini somut olarak  göstermenin yanısıra, 12 Eylül sonrasında uyguladıgı baskı ve siddetle hedeflenen duyarsız insan ve onun nezdinde de bastırılmıs toplumun bu 
yozlasma içerisindeki genel görünümünü de resmetmistir. Romanda 1981 yılının anlatıcı için bir dönüm noktası oldugu bilgisi verilerek 12 Eylül askeri darbesi dönemine ait göndermeler, yasanan gözaltılar, sorgulamalar, baskılar ve siddet anlatıcı kahramanın geri-dönüs (flash-back) yöntemiyle okuyucuya sunulur. Ancak, anlatıcının geri dönüslerinde, geçmise ait bir ideoloji veya mevcut düzene karsı siyasi bir elestiri vurgusundan ziyade, iliskiye girdigi kadınları hatırlamada yardımcı olan tarihsel zaman dilimleri yer alır. Böylelikle yazar, politik yönü 
tükenmis anlatıcı kahramanla, romanın genel isleyisine katkısı olmayan geri dönüsleriyle iskence ve siddeti de geçistirir tarzda, alelade bir durum 
olarak aktarmıstır. Bunun yanısıra, sıkıyönetim uygulamalarını, apolitik yasamın ve bu yasama baglı olarak cinselligin ve zevk odaklı iliskilerin hatırlanması için birer süs olarak kullanmıstır. Bununla beraber, 12 Eylül iskencelerine dair anıları, yukarıda da belirtildigi gibi genellikle bir arkadas, nesne veya olayla ilgili bir anlatıyı dile getirdigi zaman hatırlamaktadır. Örnegin, iliskiye girdigi altı kadından biri olan Isık’ı düsünürken, Isık’ın önce gözaltına alınması ve sonrasında da tutuklanmasına dair anısını iç monolog yöntemiyle okuyucuya aktarır; “O, gözaltına almaya gittigimiz bir ‘rejim düsmanıydı” diye ifade eder (s. 146). 

Eroglu burada, Isık’ın sahsında tüm solu isaret ederek, sol kesimin askeri yönetim nezdindeki rejim düsmanlıgı konumunu da ortaya koyar. 

Anlatıcının diger bir iç monologunda ise, ortaokuldan arkadası Faruk’u hatırlarken, onun sıkıyönetim döneminde katı bir iskenceci oldugunu ve 
nasıl acımasızca iskence yöntemleri kullandıgından sözeder. Yine, üniversitede akademisyen olan ve tutuklanarak iskenceye tabi tutulan Tahir Hoca’yı da aynı sekilde okuyucu, anlatıcının geri dönüs yöntemiyle, iç monologlar aracılıgıyla ögrenir. Bununla birlikte anlatıcı, romanın birkaç yerinde halası ve kuzeniyle aralarında geçen diyaloglarda da, sık sık ordu yönetiminin toplum üzerinde kurdugu baskı ve uyguladıgı asırı siddete dair bilgiler paylasır. Anlatıcı, halasına basta komünistler olmak üzere, bütün devlet düsmanlarının nasıl etkisiz hale getirildiklerini anlatırken, halası ve yegeniyle, “1981’de bütün ülkede oldugu gibi Dstanbul’da da sıkıyönetim” (s. 29) oldugu bilgisini de paylasır. 

Eroglu’nun, olayları bizatihi tecrübe eden anlatıcı kahramanına, 1981 yılında yüzünde apolitik kisilige geçis sürecinde beliren degisimleri fark ettirmesiyle, aslında 1981 yılından sonra toplumun genelinde hissedilen o dönemki apolitik geçisi sembolize etmeye çalısmıstır. Yazar kahramanının sahsında, askerî yönetimin dayattıgı yeni-insan tipi ve yeni toplum yapısını olusturmadaki basarısını gözler önüne sermek ve aynı zamanda hemen yanıbasında gerçeklesen büyük toplumsal olaylara duyarsız kalıp kendini degisimin rüzgarına kaptıran toplumun elestirisini yapmaktadır. 

Olayların etrafında cereyan ettigi bu anti-kahraman, romanın ilk bölümlerinde verilen bir iç monologunda içinden geçtigi degisim sürecinin farkında oldugunu belirtir ve bu farkındalıgı da belleginde su sekilde geçirerek ifade eder: “Yıllar sonra Tahir Bey’in kitabıyla ilgili bir yazıyı okudugumda, küçümseme yüklü bir ifadenin dogru olmasa da gerçegin soluk izlerini tasıdıgını ögrenecektim. Ama 1981’lerde iskence gören her tutuklunun denizle ilgili bir geçmisi olduguna inanırdım nedense. Aslında bu inancımı temellendiren Faruk’un ardında bıraktıgı, dudakları kurumus kanla mühürlenmis (s. 23) zavallıların zorlukla mırıldandıkları o sihirli, mavi sözcüktü: Su, su… Su sesi kulaklarında giderek denize dönüsür dü. İşkence yakınında olanları da etkiliyordu. Bu etkilenme bende sözcükler arasında akrabalıklar kesfetme, köprüler kurma seklinde ortaya çıkmıstı.” (s. 24). Anlatıcı kahraman, kendisinin darbe sonrasında görev yapan bir astegmen olarak olaylara taraflı bakıyor olmasına ragmen, romanın son bölümlerinde arkadası Nejat’la konusmasında söyledigi “1981’de çok sey oldu, insanlıgı katlettiler” (s. 325) cümlesi, o dönemlerde askeri yönetimin topluma karsı ciddi bir ön yargısı oldugunu ve bu önyargı neticesinde de uyguladıgı baskı ve siddeti özetler nitelikte. Buna karsın, yazar, anlatıcının ilk ve son kez duyarlı bir yaklasım içinde oldugunu da göstererek kendisinin toplumdan daha henüz ümidini kesmedigini anlatmaya çalısır. 

Sonuç 

12 Eylül 1980 askerî müdahalesi Türk toplumunda bir daha geri dönüsü olmayan büyük bir degisimin baslangıç noktasıdır. Bu degisim sürecinde öncelik, bireylerin depolitize edilerek siyasetten azledilmelerine verilmistir; böylelikle toplumda kültürel, ekonomik ve politik alanlarda arzu edilen kitlesel degisimin önü açılmıs olacaktı. Ülkedeki mevcut siyasi fikirleri kendi varlıgına birer tehdit olarak algılayan askeri rejim uyguladıgı asırı baskı ve siddet ile siyasal, sosyal ve kültürel hayatı tamamıyla kontrolü altına alıp kısa sürede toplumu sindirmeyi basarmıstı. Tüm bu uygulamalara gerekçe olarak da 1960’ların sonunda baslayıp 1980 yıllara kadar devam eden siyasi anarsi ve buna ek olarak da siyasilerin sokaktaki kavgayı bitirecek çözümü üretmedeki yetersizlikleriydi. Neticede askerî rejim, kısa sürede olayların bedelini azami derecede güç kullanarak, en sert 
sekliyle sol görüslü insanlar basta olmak üzere tüm siyasi gruplara ve toplumun geneline ödetmistir. Bu tarihten itibaren, bir taraftan yönetimin siyasetle alakalı yasakları had safhaya ulasırken diger taraftan da özel hayat, cinsellik, feminizm, içe dönüs, yalnızlık, tüketim, gibi konular medya aracılıgyla tesvik edilmistir. 

Bu çalısmada, sosyal ve siyasi boyutları açısından, daha önceki askeri darbelerde oldugu gibi, Türkiye’nin tüm sosyo-politik dinamiklerini sarsan 12 Eylül 1980 müdahalesinin, toplumu oldugu kadar edebiyatı de aynı derecede etkiledigi belirtilerek, özellikle müdahele sonrasında kaleme alınan romanlarda bu etkinin izleri sürülmeye çalısılmıstır. 

Türk romanı 1980’e kadar özellikle 60’lı yılların ortalarından sonra politik bir yelpaze içerisinde gelismis, sosyalist düsünce yapısı olmak üzere farklı siyasi ideolojilerin güdümünde devam etmistir. 1980 askerî müdahalesi, genelde bütün siyasi görüsleri hedef alsa da özelde özellikle yükselen sol düsünceyi kendine hedef seçmis; bir daha toparlanamaması arzusuyla solu önce unutturmak sonra da yok etme amacını tasımıstır; alternatif olarak da popülist, pragmatist, tüketimci, kendi için yasayan bencil bir düsünce yapısını dayatmıstır topluma. 

Çalısmamıza konu olan romanlarda, alısılmıs olay örgüsü ile klasik zaman anlayısı yerine, modern ve postmodern kurgunun kullanıldıgı görülür. ‘Yüz: 1981’in geri dönüs, diger bir ifadeyle flashback teknigini kullanması, ve anlatılan olaylarda sık sık yazarın üst anlatıcı rolüyle romanın kurgusuna müdahale etmesi, ‘Devrimciler’ romanında da anlatıcının hem herseyi bilen bir üst anlatıcı hem de olayları yasayan kahraman anlatıcı konumunda birbiri içinde olması ve olaylara çoklu bir bakıs açısıyla bakması, yazın hayatında teknik açıdan meydana gelen degisimlerin de bir göstergesidir. 1970’li yıllarda yazılan 12 Mart romanları, yazın teknikleri açısından birtakım elestirmenlerce zayıf bulunur; bunda da anlatımdan ziyade içerigin önem arz etmesi etkilidir. 1980’den sonraki romanlarda ise öne çıkan endiselerin anlatılan konunun ne oldugu degil, 
nasıl anlatıldıgı üzerinde odaklandıgı görülür. 

İncelenen iki romanda da 12 Eylül’ün izleri sürülmeye çalısılmıstır; siyasi ideolojilerin yok edilmesine dair askeri idare tarafından uygulanan sert ve siddete dayalı yönetim anlayısı, gözaltı ve cezaevi süreçleri, sorgulamalar, gözaltında yapılan iskenceler, siyasal örgütlerin ve ideolojilerin kendi iç hesaplasmaları ve çatısmaları, cinsellik ve ask kavramının siyasi hesaplasmalarla iç içe verilmesi, politikadan uzaklastırılmıs bireyin ve toplumun insası gibi konular romanlarda agırlık kazanmıstır. 

KAYNAKÇA 

ARSLANOGLU, Kaan (2006). Devrimciler, İstanbul: İthaki Yayınları. 
AYTAÇ, Gürsel (1999). Çagdaş Türk Romanları Üzerine ncelemeler, Ankara: Gündogan Yayınları. 
BALIK, Macit (2009). “Türk Romanında 12 Darbesi”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, S. 4 /1-II Winter 2009 
BELGE, Murat (1994). Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: İletisim Yayınları. 
COŞKUN, Sezai (2004). İki Eserde İki Siyasi Dönem: Ya Tahammül Ya Sefer ve Mektup 
Askları”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 531–535. 
CEMAL, Hasan (2004). Tank Sesiyle Uyanmak, 12 Eylül Günlügü, İstanbul: Dogan Kitap. 
DİNCER, Yesim (2011), 12 Eylül Romanında İşkence, İstanbul: Yazın dergi Yayınevi. 
DOGAN, Erdal (2000). “Toplumda Vicdani Derinlik Azalıyor”, Radikal, İstanbul. 
ERTEM Ece, Cihan (2006). Romanlarda 12 Eylül Askerî Müdahalesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 
EROGLU, Mehmet (2000). Yüz: 1981, İstanbul: Everest Yayınları, 4. Basım. 
G]M]S, Semih (1998). “Fethi Naci ile Söyleşi”, Cumhuriyet Kitap Eki, İstanbul: Yenigün Yayıncılık. 
GÜRBİLEK, Nurdan (2007). Vitrinde Yasamak, İstanbul: Metis Yaynları. 
GÜRSEL, Seyfettin (1998). “1980’li Yıllar ve Sonrası”, Cumhuriyetin 75. Yılı, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. 
KABACALI, Alpay (1992). Türkiye’de Gençlik Hareketleri, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. 
KARACA, Emin (2001). 12 Eylül’ün Arka Bahçesinde: Avrupada’ki Mültecilerle Konuşmalar, İstanbul: Gendas Kültür. 
MORAN, Berna (1994). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakıs 3, İstanbul: İletisim Yayınları. 
NARLI, Mehmet (2007). Roman Ne Anlatır-Cumhuriyet Dönemi (1920-2000), Ankara: Akçağ Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2002). Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul: Everest Yayınları. 
OKTAY, Ahmet (2004). “1980 Sonrası Romanı Üzerine Birkaç Önvarsayım”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 442–450. 
SEVER, Çiğdem (2011). Geçmişle Hesaplaşmaya Bir Örnek: 12 Mart Romanları, Ankara: Atılım Üniversitesi. 
SEVİNÇ, Canan (2004). “Tanzimat’tan Bugüne Türk Romanında Siyaset”, Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s.511–530. 
TOSUN, Necip (2005). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzlesme, Yalnızlık, İçe Dönüs” Hece Öykü, S. 9, s.59-68. 
TÜRKEŞ, A. Ömer (2004). “Darbeler; Sözün Bittigi Zamanlar…” Hece Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı, S. 90/91/92, s. 426–434. 

***

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1





1981’ ROMANLARINDAN  HAREKETLE 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAŞANAN DEVLET GÜDÜMLÜ BASKI VE ŞİDDET SORUNSALI 

Ahmet ALVER* 

Özet 

Bu Çalısmada, 12 Eylül askeri darbesini baskı ve siddetini direkt konu alan Kaan Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ ile Mehmet Erogiu’nun Yüz:1981 romanları incelenmistir. Türkiye’de darbe sonrası, yönetimi siyasilerden devralan askeri idarenin, toplumun bütününe uyguladıgı baskı ve siddete, dönemin aydınları gözüyle bakılarak, bu olguların edebi eserlerde nasıl konu edildigi incelenmistir. Böylelikle, romancıların dönemin siyasi ve toplumsal gelismelerini sanatla nasıl bütünleıtirdikleri üzerine yogunlasılarak 12 Eylül askeri darbesinin kültürel bellekteki izleri sürülmüstür. Devrimciler romanı yönetimin baskısı ve sansürüne ragmen dönemin gerçeklerini en cüretkar bir sekilde yansıtan romanlardan biri 
olması sebebiyle önem arz eder: ‘Yüz: 1981’ romanı ise ‘Devrimciler’ romanı gibi bireylere uygulanan siddet ve baskıyı kurgusunda yer vermesi, askeri 
idarenin topluma uyguladıgı siddet ve baskıyla olusturmayı arzuladıgı apolitik birey ve toplum modelini konu etmesi yönüyle önemli bir yere sahiptir. Bu roman ayrıca, olayları toplumda ezilen toplumun bakıs açısıyla degil, yönetime el koyan orduda vazifeli bir astegmenin bakıs açısıyla ele alması yönüyle de önem arzetmektedir. Çalısmada aynı zamanda, Türk siyasal hayatında, 1960’lı yıllarda baslayıp 1970’li yıllarda etkisini arttıran sosyo-politik olaylar kısaca özetlenmis, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yasanan baskı ve siddet olaylarının istatiksel olarak genel bir anatomisi yapılmıstır. 

Giriş 

     Edebiyat, sosyal bilimler arasında insanı ele alan ve buna baglı olarak da insanın içinde yasadıgı toplumu en çok inceleyen bilim dallarının basında gelir. Dnsanı gerek bireysel gerekse de toplumsal bir bakıs açısı ile degerlendiren edebiyat bilimi, diger bir ifadeyle yasamın estetik ve sanatsal bir tarzda ifade edilmesidir. Edebiyat bu özelliginden dolayı, toplumun her kesiminden insanı; duygu ve düsüncesi, yasama dair yaklasımları, yasamı yorumlayısı, sevinci, kederi, özlemleri, bunalımları ve hayal kırıklıkları ile konu etmistir. Yasamı estetik bir tarzla aktarmayı gaye edinen edebiyat, bu fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda içinde var oldugu toplumun gerçekleri çerçevesinde, mensubu oldugu toplumun deger yargılarını, etkilesimlerini, tarihi ve siyasi dinamiklerini, sanatsal varlıgını, lisanını, o toplumun politik ve ekonomik yapısıyla bir bütün olarak inceler. Bu çalısmamızda, tarihsel anlamda Türkiye’de genis çaplı toplumsal ve siyasi kırılmalara sebep olmus 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kültürel hayata etkileri incelenecektir; bu vesileyle toplumun sindirilmesi için yapılan hukuk dısı uygulamalarıyla belleklerde yer edinen 1980 döneminin özellikle de baskı ve siddet olgusunun kültürel hayata özellikle de romanlara yansıyan izleri ele alınacak. Ahmet Türkes, Mehmet Narlı ve Murat Belge gibi o dönemi yazılarında sıkça ele alan elestirmenler, Türk Edebiyatı’nda gerçek anlamda politik roman sayılabilecek ilk çalısmaların, 12 Mart 1971 askeri 
müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları oldugunu belirtirler (Belge, 1994: 114; Türkes, 2004: 428; Narlı 2007, 169). Türkiye’de romanın ilk defa politize olması 1970’li yıllarda baslayıp 1980’li yıllarda ivme kazandıgı kabul edilse de aslında bu durumun Tanzimat’a kadar uzandıgı, yasanan büyük siyasî ve toplumsal gelismelerin roman sanatını dogrudan etkiledigi bir gerçektir. Bunda, Tanzimat kusagı romancılarının yazıları vasıtasıyla, toplumun egitilmesi ve yeniden insası hususunda kendilerine büyük bir vazifenin düstügü bilincinin ciddi etkisi vardır. Bu durum, Tanzimat’ın birinci kusak sanatçılarını birer edebiyatçı olmaları yanısıra aynı zamanda, dönemin politik ve toplumsal meseleleriyle yakından ilgilenen politikacı, gazeteci ve fikir adamı olmalarından da kaynaklanmaktadır (Sevinç, 2004: 512). Cumhuriyetin ilanından sonraki 
süreçte, devrimleri ve Kemalist düsünceyi topluma yayma görevini üstlenen Türk romanı, 1940’lardan sonraki süreçte de, devrimlere ve merkezi hükümete karsı tavır takınmıs, fakir Anadolu insanının maddimanevi anlamda çektigi sıkıntılara ve yoksulluga dair sosyal gerçekleri elestirel bir dille ifade etmede bir araç olarak kullanılmıstır. 

1960 ile 1980 yılları arasında yasanan üç askerî müdahale ve basarısızlıkla sonuçlanan iki askeri müdahele girisimi, sosyal hayatın yeniden sekillendirilmesi ve üstünlerin istedigi toplum modelini dayatmıstır. Dnsa edilen veya edilmeye çalısılan bu yeni toplum anlayısı, daha önceki dönemlerde de oldugu gibi sosyal gerçekleri ve kültürel hafızayı yansıtmaları açısından dönemin edebi çalısmalarında romancılar için etkin bir rol oynamıstır. Bu yıllardan itibaren edebiyat özellikle de roman, süratle siyasi ideolojilerin etkisi altına girmis ve bu ideolojilerin genis halk kitlelerine yayılmasında etkili bir araç olarak kullanılmıstır (Coskun, 2004: 531). 

1960’ların sonunda Avrupa’da patlak veren ve bir süre sonra Türkiye’de de kendini hissettiren ögrenci hareketleri, ülkedeki sag-sol çatısmasının fitilini ateslemistir. Özellikle büyük sehirlerde yogunluk gösteren bu olaylar, önceleri basit anlamda karsıt görüsteki üniversite gençligi arasında baslamıs, sonrasında da ülkenin ileride sosyal ve siyasi dengelerini altüst edecek silahlı bir mücadele haline dönüsmüstür. Politikacıların meseleleri çözmedeki yetersizligi, isteksizligi, siyasi uzlasının bir türlü saglanamaması ve birtakım güvenlik birimlerinin saga 
karsı tarafgir tutumu olayların büyümesinde etkin rol oynamıs, taslı, sopalı baslayan kavganın bir süre sonra silahlı bir savasa dönüsmesine zemin 
hazırlamıstır. Bu durumda asker, bir kez daha kıslasından çıkmak zorunda kalmıs ve olaylara müdahele ederek Demirel hükümetini istifaya zorlamıstır. Müdahele sonrası sokak olayları ve anarsi hız kaybetmemis aksine daha da artıs göstermistir. 1971 yılı Mayıs ayında, Dsrail Baskonsolosu Efraim Elrom’un Türkiye Halk Kurtulus Partisi Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırılması ve tutuklu arkadasları serbest bırakılmazsa öldürüleceginin açıklanması, hükümetin Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi birçok büyük sehirde askerin dayatmasıyla sıkıyönetim kararı almasına ve geriye dönük yasalar çıkarmasına sebep olmustur. 

Böylece genis çaplı bir cadı avı baslamıs ve aralarında Çetin Altan, Erdal Öz, Adalet Agaoglu, Fakir Baykurt, Dlhan Selçuk, Sabahattin Eyüboglu, Azra Erhat, Vedat Günyol ve Anayasa hukuku ders kitabından ötürü AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Mümtaz Sosyal gibi tanınmıs entellektüellerin de bulundugu birçok sol görüslü insane, baskınlar sonucu gözaltına alınmıs, sorgulanmıs ve türlü iskencelere maruz kalmıstır. (Ertem, 2006: 27) 12 Mart 1971 askeri müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları, bu dönem Türk siyasi tarihinin kültürel bellegini kaydetmesi yönüyle önem arzetmektedir. Sıkı yönetim ile biraz da olsa durulan sokaklar 1974’e gelindiginde siyasi cinayetler ile tekrar sarsılmıs, 1976 yılından itibaren ise ülkedeki tansiyon ve siyasi kargasa tavan yapmıstır. 

1970’li yılların sonuna dogru kurulan koalisyon hükümetleri, sokaklardaki can güvenligini saglayamaz hale gelmis, ekonomi ise çöküs sürecine girmisti (Kabacalı, 1992: 244). 11 Eylül 1980’e kadar durmaksızın devam eden ve yurt geneline yayılan sag-sol çatısması ve siyasi cinayetler, partilerin kendi aralarındaki kısır çekismeler toplumdaki siyasi kutuplasmayı alevlendirmistir. Tüm bunlara ek olarak ülke, sokaktaki anarsiyle ugrasırken bir de, ülkenin dogu illerinde artan kürtçülük hareketleri ve bunun neticesinde ortaya çıkan ayrılıkçı terör günden güne artmıs, siyasileri çaresiz bir duruma düsürmüstür. Artan anarsiyi kontrol altına alabilmek, ülkedeki asayisi tekrar saglayabilmek düsüncesiyle ordu, 1960 ve 1971 yıllarında oldugu gibi bir kez daha sahneye çıkarak 12 Eylül 1980’de sabah saat 4’te, TRT radyolarından yayınlanan Dstiklal Marsı ve Harbiye Marsı esliginde Türk Silahlı Kuvvetleri “Dç Hizmet Kanunu’nun verdigi Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini…yerine 
getirme kararı almıstır. 12 Eylül darbesi, yapısı geregi daha önceki müdahelelere hiç benzemeyerek, toplumun her kesimini hedef almıstır. 

Böylelikle demokrasi, uygulanan asırı sertlik ile bir kez daha tarihin tozlu raflarına kaldırılmıstır (Cemal, 2004: 16). Kısa bir süre sonra da yurt 
genelinde sıkıyönetim ilan ederek tutuklamalara, gözaltılara, sorgulamalara ve iskencelere baslanmıstır. 11 Eylül gecesine kadar hızını kaybetmeden süren anarsi ortamının 13 Eylül’ de derhal sükunete kavusması, anarsinin istenerek yaratıldıgı yorumlarına yol açmıstır. Darbe sonrasında, Genel Kurmay Baskanlıgı’nın 1982’de yayınladıgı istatistiksel verilere göre; Aralık 1981 - Mayıs 1982 döneminde 14.086’sı “solcu”, 2941’i “ayrılıkçı” ve 347’si “sagcı” olmak üzere 17.734 kisi hakkında örgüt davası açılmıstır. 12 Eylül döneminin Dnsan Hakları Dernegi tarafından açıklanan kayıtlar ise çok daha çarpıcıdır: Gözaltına alınanlar: 650 bin kisi, dava açılan 210 bin kisi, yargılananlar 230 bin kisi, fislenenler ise 1.683.000 kisidir (Gürsel, 1998: 812). 

12 Eylül’ün toplumun çesitli kesimlerine olan etkilerini gösteren diger bir istatistiksel bilgi ise söyledir; 14 bin kisi siyasal haklarından mahrum bırakılmıs, 2000’nin üzerinde basın davası yoluyla 3000 gazeteci mahkemeye verilmis, 251 kitap yakılmıs, 937 film ise yasaklanmıstır. Böylece, 13 gazete hakkında 303 dava açılırken 458 süreli yayının yayımlanmasına izin verilmemistir. Ayrıca bu dönemde 30 bin kisi de siyasi mülteci olarak Dsviçre, Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya ve Yunanistan gibi ülkeler basta olmak üzere Avrupa‘nın çesitli ülkelerine iltica etmistir (Karaca, 2001). Yukarıdaki istatiksel bilgiler gösteriyor ki, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi, Türkiye’de toplumsal ve siyasi yapının 
temelden sarsıldıgı, silah zoruyla, dayatmalarla olusan yeni bir düzenin temellerinin atıldıgı bir kopma noktası olmustur. 

İskenceye maruz kalanların tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte, 12 Eylül darbesi sonrasında 650 bin kisinin gözaltına alındıgı çesitli resmi kaynaklarca dogrulanmaktadır. Bu rakamın tamamı iskence görmese de büyük bir kısmının baskı ve zulma maruz kalıp iskenceyle sorgulandıgını söylemek mümkündür. Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanında İskence’ adlı yazısında yüz binlerce insanın bilip de polisin ya da askerin bilmedigi bir seyin “sır” olamayacagını, bunun için de 12 Eylül’de yapılan iskencelerde bilgi edinmekten ziyade caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne çıktıgı, “birey”den öte “toplum”un sindirilmesi hedeflendigini belirtmektedir. İskence yapılan bedenlerden yükselen çıglıklar bir tür siren vazifesi görmüstür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymus fakat korku ve gözaltına alınma endisesinden dolayı olaylara kulagını tıkayıp bunları 
unutmayı tercih etmistir (Dinçer, 2011: 2). 

12 Eylül 1980 Darbesinin Kültürel Bellegi, 

Ahmet Türkes’in “Cumhuriyet tarihinin en kanlı dönemi (2004: 430)” olarak tanımladıgı bu dönem, bir toplumun her yönüyle politikadan azledildigi, basın yayının yasaklandıgı, kitapların toplatılıp yok edildigi, entellektüellerin, akademisyenlerin gözaltına alınıp iskencelere maruz bırakıldıgı, binlerce gencin zindanlarda çürütüldügü bir dönem olmustur. 

Nurdan Gürbilek, darbe sonrası 80’li yılları, 1960 ve 1971 yılındaki darbelere kıyasla, bir toplumun kendi devleti eliyle yasayabilecegi en sert ve siddetli, baskıcı dönemi olarak tanımlar (Gürbilek, 2007: 101). Gürbilek, 1980’li yılları aynı zamanda, daha önce ancak siyasi tasarılar içinde varolabilen, bu tasarıların diline tabi olan kültürel taleplerin, kendilerini ifade imkânını bulabildikleri yıllar olarak da görmektedir (s. 102). Söyle ki; bir yandan ifade etme ve yazma özgürlügüne kısıtlama getiren zihniyet aynı zamanda bir söz patlamasının da bilinçli bir sekilde önünü açmıstır. O zamana kadar konusulmasında sakınca görülen, mahrem kabul edilen cinsellik gibi özel hayata ait mevzular basın ve 
televizyon aracılıgıyla kamuoyunun gündeminde yer almıstır. Gürbilek, özel hayata dair cinsel kavramların toplumsal bellege yerlestirilmek istenmesini daha çok bir özgürlesme ve bireysellesme söylemi içinde, her konuya hâkim olmak isteyen otoriter anlayıstan bagımsız olarak söze dökülmek istenmesini gerekçe olarak gösterir. Bu baglamda 80’li yılların önünü açtıgı degisimin en önemli ayaklarından biri olarak mahremiyetin ifsası görülmektedir (s. 23). 

12 Eylül’le degisime ugruyan bir diger unsur da, devletin varlıgına tehdit olusturdugu görüsünden dolayı “sömürü ve emek” gibi sol ideolojiyi temsil eden kavramların kamuoyu nezdinde basitlestirilmesi, haber degerlerinin düsürülmesi ve sadece nostaljik çagrısımları olan içi bos, degersiz kavramlar haline getirilmeleri yönünde kamuoyu olusturulma çabalarıdır. Bu amaç dogrultusunda gazeteler sansürlenerek risksiz bir alana çekilmislerdir. Örnegin dönemin büyük gazetelerinden Hürriyet’in hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıstır. Macit Balık’a göre bütün bu haberlerde, o sırada yasanan baskının ve günlük hayatın sıradan bir olgusu haline getirilmis devlet siddetinin isaretlerini bulmak 
imkânsızdır (Balık, 2009: 11). Tam da devletin tekeli haline geldigi bir durumda, siddet sanki özel hayatın bir olgusuymus gibi ayrısır; ancak aile içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dısında bir nedeni yokmus gibidir” (Gürbilek, 2007: 53). Gazeteler böylelikle sansürlenerek daha etkisiz bir hale getirilmistir. 

1980’in etkileri, gazetelere uygulanan sansürün yanısıra, bir yönüyle politikaya temas eden düsünce merkezli tüm alanlar rejime karsı tehdit olarak görülmüs ve devlet tarafından baskı ve siddete maruz kalarak önce pasifize edilmisler, akabinde de yok edilerek yerlerini yeni yapılandırmalara, olusumlara ve örgütlenmelere bırakmıslardır. Sag ve sol olmak üzere her iki ideolojiden, basta entellektüeller olmak üzere okuyucuların ilgilerindeki degisimler de bu yeni örgütlenmelere ve olusumlara paralel olarak farklı renklere bürünmüstür. Böylelikle, iktidar sahiplerinin rejime muhalif kesimleri fiziksel ve psikolojik anlamda ölçüsüz bir siddetle yok etme girisiminden entelektüel hayat da payını almıstır. Bir yandan devrimciler, ülkücüler ve muhafazakâr kesim faili meçhullere kurban gitmis, iskence görmüs, hapishanelere kapatılmıs, öte yandan bu ideolojileri destekleyen yazarlar, kitaplar, yayıncılar ve okuyucular aynı derecede tehlikeli görülerek ölçüsüz bir sekilde baskı altında tutulmuslardır (Türkes, 2004: 430). 

Ülkeye hâkim olan 1980 rejiminin toplumu tümüyle depolitize etme anlayısı kısa sürede sosyal yapı üzerinde kendisini hissettirmeye baslamıs, edebiyat da bu degisimden nasibini almıstır. Bu bilinçli baskıcı yapılandırmanın sebebi konusunda yazar ve elestirmenlerin birlestikleri ortak fikir ise, uzun yıllar edebiyat dünyasına hâkim olan özellikle sol ideolojiyi kırmak ve pasifize ederek yok etme fikridir. Berna Moran, Ahmet Oktay gibi entellektüeller de bu fikri destekleyerek darbenin hedeflerinden birinin, 1960’larda filizlenmeye baslayan ve ciddi bir tehlike olarak algılanan sol düsünce yapısını çökertmek olduguna inanırlar (Moran, 1994: 49; Oktay, 2004: 444). Korkunç bir baskı rejimi ile toplumu sindirmekten öte kalıcı bir etki bırakmayan 12 Mart müdahelesi asıl hedef olarak kendisine solu seçerken, 1980’deki müdahalenin agırlıklı olarak solun elini ayagını baglamak, toplumu yıldırmak degil, aynı zamanda mevcudu degistirerek toplumun geneline yeni degerler içeren bir dünya görüsü asılamaktır. 

Böylelikle, sadece solu degil beraberinde islamcı ve milliyetçi sag ideolojileri de temelden çökertmenin yolu açılmıs olacagından dolayı bu hedeflere ulasmak için öncelikle siyasi partilerin kapılarına kilit vurularak toplum depolitize edilmis, üniversiteler ve basın denetim altına alınarak aydınlar susturulmus (Moran, 1994: 49), bu yolla, toplumun her kesimi üstünde bir korku imparatorlugu kurulmustur. 

Moran aynı zamanda, Tanzimat döneminden baslayıp günümüze kadar uzanan süreçte, sosyal gerçekleri temasal anlamda yansıtmayı kendine vazife bilmis Türk romanının, 1980’lerde siyasetten arındırılmaya çalısılan toplum modeli anlayısıyla, yeni temaların islenmesine öncülük ettigini, farklı arayıslara girisen yenilikçi yazarların ise postmodernizm akımının da etkisiyle Türk romanında köktenci bir degisiklige zemin hazırladıklarını söyler (1994: 53). Bu degisimlerin temelinde Necip Tosun’a göre, “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde kimlik bunalımı ve arayıslar” gelmektedir (Tosun, 2005: 59). Toplumdaki sosyal ve ekonomik degisimler sonucu dar gelirli isçi sorunlarını, köy ve köylüyü, gelir dagılımındaki esitsizlikleri vurgulayan romanların yerini, tarihsel kisi ve olaylar, özel yasam, erotik/pornografik, suç ve suçluluk, 
homoseksüellik gibi temalar üzerinde yogunlasarak sınıfsal olguları ve siyasi konuları dıslayan (Oktay, 2004: 447) romanlar alır. Bu dönemin romanlarında öne çıkan diger bir konu da Gürsel Aytaç’ın belirttigi gibi eylemcilerin 12 Eylül darbesi sonrası yasayıslarıdır (Aytaç, 1999: 85). Yine Necip Tosun’a göre; iskence ve cezaevi, devlet siddeti, feminism, cinsellik, özgürlük talepleri, despotism, üniversite ve diger akademik kurumlara yapılan baskı, örgüt içinde beliren siddet eylemleri, ideolojik grupların iç hesaplasmaları ve içine düstükleri çeliskiler, siyasi ideolojilere olan inancın kaybı, popülizm, ekonomik endiselerin, gündelik geçim, haz ve günlük yasama dayalı anlayısların yerlesmesi, medya kültürü, ideolojiden ziyade bireyin öne çıkarılıp yüceltilmesi, yazının tematik öneminin azalıp yazarın ön plana çıkması gibi konu ve anlayıslar, 1980 döneminde roman türünün karakteristik yapısını belirlemistir (Tosun, 2005:59). 

Dönemin darbe sonrasında kaleme alınan ilk edebî ürünlerde, “yukarıdan asagıya yayılan ve giderek içsellesen sol karsıtı söylemlerle paralellik gösteren bir dil tutturan romanlarda, geçmis dönemde yasananlarla bir hesaplasmaya girisildigi gözlenir.” (Türkes, 2004: 432) 

Gürsel Aytaç, 80 sonrasının egilimlerinden birinin de “tarih konularına yönelmek, romanın zaman ve mekân ögelerini geçmise yerlestirmek” (Aytaç, 1999: 86) oldugunu savunur. Ahmet Oktay ise, 1980’lerin romanının biçimlendirilirken “emperyal yazın kanunu” (Oktay, 2002: 270) diye niteledigi, kapitalist ülkelerde kaleme alınan romanların ilkesel özelliklerinin göz önünde bulunduruldugu düsüncesindedir. (Oktay, 2002: 444) 

1980 Dönemi romanlarında görülen bu yenilikçi ve degisimci anlayıs, siyasi ve toplumsal gelismelerin yanısıra okur profilinin degismesi, beklentilerine cevap araması ve farklı yazınsal egilimlerin ortaya çıkması gibi kültürel kosulların dünyada oldugu gibi Türkiye’de kaleme alınan dönemin romanlarında da, farklılıgın tetikleyici unsurları arasındadır (Moran, 1994: 52). 1980’le birlikte, romanda ne yazıldıgı sorusundan çok nasıl yazıldıgına yönelik kaygılar öne çıkmıstır. Biçim kaygıları ve kuramsal tartısmalar ön planda tutulmus, yapısalcılık ve postmodernizm gibi yeni teknik ve anlatım türleri belirmistir. 

1960, 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye, kardesin kardese, babanın evladına düsman oldugu siyasi çatısmalara ve askeri darbelere tanık olmustur. Yukarıda da belirtildigi üzere edebiyat, özellikle de roman sanatı sosyal hayatta meydan gelen bu gerçekliklere kayıtsız kalamayarak dogrudan etkilenmistir. Romanın sosyal gerçeklere olan bu kayıtsızlıgı, söz konusu dönemi nasıl aktardıgı dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türk siyasi ve sosyal yasamının bu karanlık dönemlerini romancıların bakıs açısı ile algıladıgımızda ortaya nasıl bir tablo çıktıgı, bu romanların tarihsel kaynaklar olarak bahsi geçen dönemden hangi izleri tasıdıgı, bizlere dönemin kültürel hafızasını nasıl betimledigi sorusu önem arz etmektedir. 

Bu çalısmada incelemesi yapılan 12 Eylül dönemine ait toplumsal bir gerçeklik olan devlet baskısı ve siddetinin, darbe sonrası yazılan eserlerde nasıl ele alındıgına dair soruya en dogru cevabı verebilmek için, romanın sosyoloji ve toplumsal gerçeklikle olan iliskisini ortaya koymak gerekir. Bu nedenle, çalısmanın bir sonraki bölümünde, roman ile toplumsal gerçeklik arasındaki iliskiye deginilecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Ekim 2017 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 38


TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ VE SONRASI  BÖLÜM 38


1 MAYIS  GÖSTERİLERİNDE 33 KİŞİNİN  ÖLÜMÜ..,

1 Mayıs 1977'nin üzerinden tam 26 yıl geçti.

O gün Taksim'de iddianameye göre 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Ölenlerden beşi kurşunla vuruldu.  29'u izdiham sırasında nefes alamadığı için boğularak ya da ezilerek öldü. Yaralılardan da 34'ü de başından ve göğsünden kurşunla vurulmuştu.

Çeşitli sendika ve sol örgütlere mensup 98 kişi hakkında 14 yıl boyunca süren yargılamada kimse ceza almadı. Hiçbir devlet yetkilisinin yargılanmadığı ve zamanaşımına uğrayan dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşındı.

Geçen sene başlayan 12 Eylül Davası'nda mahkeme, olayların öncesinde Intercontinental Oteli'ne yerleştikleri iddia edilen başka  ülkeden gelen ajanlarla igili MİT'ten ellerinde bulunan belgeleri istedi.

Gazeteci Korhan Atay, 1977 1 Mayıs'ında orada olan farklı hatta "düşman" örgütlere mensup 13 kişi ile görüşerek "1 Mayıs 1977, İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı?" başlıklı bir belgesel kitap hazırladı.

Görüşülen kişiler: Ahmet Sami Belek, Bingöl Erdumlu, Dinçer Doğu, Doğan Ülgen, Feyyaz Kurşuncu, Gün Zileli, Kamil Arslantürk, Leman Fırtına, Mahir Sayın, Mehmet Karaca, Murat Belge, Murat Tokmak ve Osman Cavit İyigü.

Korhan Atay, bianet'in sorularını yanıtladı.

Taksim’de kutlanan 1 Mayıs 1977, aylar öncesinden varan hazırlıklarıyla hem işçi sınıfı hem de sol için neden bu kadar önemliydi? Türkiye’ye genel olarak nasıl bir siyasi atmosfer hakimdi?

12 Mart 1971 askeri darbesi her ne kadar önünü kapamaya çalıştıysa da DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) işçilerin örgütlenmesi ve hak mücadeleleri konusunda çok önemli adımlar atıyordu. Özellikle otomotiv sektörünün de gelişmesiyle artan işçi kitleleri DİSK çatısı altında örgütleniyordu. Gençlikte de benzer bir durum vardı. Darbeyle dönemin devrimci kadrolarının büyük çoğunluğu yargılanıp ceza evlerine konulmuştu. 1974'teki afla cezaevlerinden çıkan bu kadro kendilerini heyecan ve şevkle bekleyen büyük bir gençlik kitlesiyle karşılaştı. Cezaevi sürecindeki tartışma, değerlendirme ve ayrışmaların da etkisiyle solda çok sayıda yepyeni siyasi örgüt doğdu. Örgüt sayısının artışıyla birlikte rekabet ve çelişkiler de hızla yükseldi.

DİSK 1976 1 Mayıs'ında Taksim'de başarılı ve kalabalık bir miting düzenlemiş, gerek işçilerin gerekse devrimci gençliğin katıldığı miting olaysız sona ermişti. DİSK 1977 1 Mayıs'ını çok daha görkemli bir mitingle yine Taksim'de kutlamaya karar vermişti. Türkiye'de var olan tüm siyasi parti ve hareketler de olabildiğince iddialı bir şekilde mitingde yer almaya hazırlanıyordu. 1 Mayıs 1977 mitingi Türkiye solunun görkemli bir gövde gösterisi olacaktı.

Miting günü henüz 19 yaşında bir işçi olan Doğan Ülgen kitapta içinde bulunduğu ruh halini şöyle anlatıyor: "Yani büyük bir beklentiyle gidiyoruz 1 Mayıs'a. Çünkü sol hareket yükseliyor, biz de onunla birlikte büyüyoruz. Hepimizde geleceği kurmaya doğru bir beklenti var 1 Mayıs'ta. (…) O dönemin kendine özgü yüksek bir ruhu vardı. Bütünüyle arkadaşları, beni etkileyen şey -öyle düşünüyorum- devrim durumudur. Devrim olacak... Yani biz kesintisiz bir şekilde iyilikler dünyasına geçeceğiz. 1 Mayıs onun bir adımı. Devrim deyince, işte şu üretim araçları şöyle olacak falan filan tartışmasının dışında bir şey bu. Çünkü, bir şeye adanmışlık var o dönemde. Yani bir tür peygamber askeri insanlar. Bir davanın uğrunda gidiyorlar. Hangi gruba, hangi sekte bağlı olursa olsun o duyguyla gidiyordu.

Ayrışma meselesi

**
H. Korhan Atay kimdir?

1949'da İzmir, Karşıyaka’da doğdu. Müzisyenlik ve profesyonel fotoğrafçılığın ardından 1977'de İstanbul’da kitap yayıncılığı ve Aydınlık Gazetesi’nde muhabirlik yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Ses Dergisi’nde muhabir ve fotoğrafçı olarak çalıştı. 1982'de kuruluş sürecinde katıldığı Nokta Dergisi’nde; muhabirlikten haber müdürlüğüne çeşitli görevler üstlendi. 1991'den itibaren Star, Kanal 6 ve ATV televizyonlarında çalıştı. 1994'te Pro-Tv ve Eylül Tv şirketlerinin kurucusu ve ortağıydı.

Figen Kumru ile yazdığı “Katina’nın Elinde Makası” adlı Seyfi Dursunoğlu/Huysuz Virjin söyleşi kitabı, yine Figen Kumru ile kaleme aldığı "Mizahın Abisi Oğuz Aral" biyografi kitabı mevcut. Küratörlüğünü yaptığı Adalar Müzesi'nin bir sergisinden yola çıkan "Adalarda İz Bırakanlar" kitabını yazdı.

Tanıklardan Feyyaz Kurşuncu, “yükselen bir işçi sınıfı vardı ama herkes kendi örgütünün hesapları peşindeydi” diyor. 1 Mayıs 1977’ye gelmeden soldaki ayrışma bu kadar derin miydi?

Kitapta Murat Belge 12 Mart sonrasındaki sol içi ayrışmayı şöyle özetliyor: "(…) daha önce başlayan ayrışmalar hızlanarak, çoğalarak devam etti. Eskiden belki yan yana kulvarlar vardı diyelim. Sovyet kulvarı, Çin kulvarı gibi. Ama 12 Mart'tan sonra o kulvarların kendi iç kulvarları oluştu. Çin kulvarı deyince oradaHalkın Sesi, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği... Sovyetik kulvar deyince TİP, TSİP, TKP falan gibi... İyice dallandı budaklandı."

Aynı şekilde Gün Zileli de o günlerin gruplaşmalarını anlatıyor: "Saflaşmayı şöyle anlatabilirim. Bir Maocu blok oluştu 1975 yılında diyelim, bir Moskovacı blok oluştu. Bir de bunların arasında kalan daha çok THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) kökenli akımların oluşturduğu, Latin Amerika'yı kendisine örnek alan ve Pekinci veya Moskovacı olmayı tercih etmeyen gruplar. (…) Ana gövdesini THKP-C kökenli Dev-Yol'un oluşturduğu, Kurtuluş vb. daha kalabalık bir kesim vardı. Bunların içinden çıkıp böyle vurucu timler şeklinde örgütlenmiş mesela MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği) vardı."

Siyasi gruplar anılanlardan ibaret değildi tabii. Kürtler de yukarıdaki grup ve sendikaların bir bölümünde yer almakla birlikte, Kawa gibi bağımsız Kürt siyasi hareketleri de mitinge katılıyordu.

Kuruluşundan itibaren Türkiye İşçi Partisi (TİP) kökenli kadrolarının etkin olduğu DİSK'te 1975'ten itibaren Türkiye Komünist Partisi (TKP) etkinliği ele geçirmeye başlamış ve TİP'liler büyük ölçüde tasfiye edilmişti.

Murat Belge, solun o günlerde içinde bulunduğu durumu anlatıyor: "1977'de sol artık bir şey üzerinde uzlaşabilir olmaktan çıkmıştı. Birbiriyle kanlı bıçaklı olan bir sürü grup vardı. Yalnızca o dediğim ayrı ana kulvarlarda oldukları için değildi bu. Aynı kulvarda olanlar daha yakın rakip oldukları için belki daha da fazla kanlı bıçaklıydı.Sonuçta enternasyonal denge de tabii buraya yansıyordu. Yani Sovyetik çizginin artık oldukça net hegemonya kurduğu DİSK gibi bir örgütün oraya özellikle Çin'i temsilen kimseyi almamak gibi bir tutumu vardı. Can alıcı mesele buydu..."

Kendi önlemlerini almışlardı

1 Mayıs alanına bu ayrışmanın verdiği öfkeyle mi gidildi?

Partiler ve siyasetler arasındaki ideolojik ve siyasi rekabet alabildiğine yükselmişti. Son yıllarda birbirleriyle her yöntemle mücadele içinde olan pek çok sol grup aynı alanda olaysız bir şekilde nasıl bir araya gelecekti? Mitingin düzenleyicisi DİSK içindeki etkin TKP kanadı, "Maocu" diye nitelenen grupları Taksim'e sokmamaya karar verdi.

DİSK'in o dönemdeki Genel Sekreteri ve 1 Mayıs 1977 mitingi Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Karaca kararlarını ve nedenlerini kitapta şöyle anlattı: "1 Mayıs'ı DİSK organize ediyor, DİSK'in talepleri bunlardır. Sizin de talepleriniz olabilir, bunları yine kendi belirlediğiniz çerçevelerde söyleyebilirsiniz ama eğer DİSK'in mitingini bozacak bir eyleminiz olursa biz buna da müsaade etmeyiz dedik. Buna büyük ölçüde uyuldu. Fakat bu Aydınlık çevresi diyelim. Halkın Sesi filan gibi yayın organlarının etrafında toplananlar, buna uymayacaklarını söylediler (…) Şimdi biz, açıkça söyleyeyim bunları miting alanına almak istemedik. Çünkü; olay çıkmasın, bir provokasyona meydan vermeyelim diye işçileri iş kollarına göre ayırarak her sendikanın nerede toplanacağını belirledik."

"Maocu" gruplardan Halkın Sesi/Aydınlık grubu bu gergin atmosferin bir provokasyona yol açabileceğinden endişe duyduğu gerekçesiyle mitinge grup değil, bireysel olarak katılacaklarını açıkladı. Diğer "Maocu" gruplar; Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği ise Taksim'e gitmekte kararlıydı.

Dönenim Halkın Kurtuluşu grubunun etkin isimlerinden Ahmet Sami Belek o günlerdeki tavırlarını anlatıyor: "Anti Sovyetik grupları almayacağız dediler. O zaman biz de, '1 Mayıs kimsenin tekelinde, kimsenin ipoteğinde değildir. Taksim de kimsenin ipoteğinde değildir. O gün işçi sınıfının bayramı, biz de çıkarız oraya' dedik... Bir yandan da görüşmeler yapılıyordu. Mesela YDGD (Halkın Kurtuluşu'nun Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği) yöneticileriyle DİSK'in o günkü sendika yöneticileri birkaç kez bu konuyla ilgili görüştüler. Onlar biz anti-Sovyetik sloganları attırmayız diyorlar. E şimdi, bu zaten gelmeyin demek. Yani benim o sloganı atmamam mümkün değildi."

Çelişki ve gerginlik yalnızca "Sovyetçi" - "Maocu" gruplar arasında değildi. Birbirlerine yakın iki siyaset olan Dev-Yol ve Kurtuluş arasında da o tarihlerde yoğun çatışmalar yaşanmış, yaşamlarını yitirenler olmuştu. Ama onlar kendi önlemlerini aldı. Dev-Yol Beşiktaş-Dolmabahçe üzerinden, Kurtuluş ise Saraçhane-Tarlabaşı üzerinden geldi alana. Böylece gruplar karşılaşmamış oldu…

Gerekli çaba gösterildi

Mitingi tertipleyen ve güvenliğinden sorumlu olan DİSK’in tutumu provokasyon söylentilerinin olduğu bir ortamda yeterli miydi? Maocuları alana almama kararı vermeleri, yerinde miydi?

Kitapta bu konuda yer alan bazı anlatıları alıntılamakla yetineceğim:

Mehmet Karaca: "Biraz önce anlattığım olaylarda olduğu gibi sendikaların düzenlediği bir mitinge, bir eyleme bir başka siyasi grup gelip ille damgasını vurmak istiyor. Bu yanlış. Bunu yapmamak lazım. İşte orada olay çıkıyor. Eğer sen, 'Kardeşim 1 Mayıs'ı burada biz kutluyoruz. Sen de git başka bir alanda kutla' diyorsan, illa gelip orayı sabote etmenin alemi yok."

DİSK'e bağlı Maden-İş Sendikası Topkapı Şube Başkanı ve Saraçhane'den Taksim'e gelen DİSK kortejinin güvenlik sorumlusu Murat Tokmak: "Ama şimdi bugün, buradan bakarak konuşsam; neden olmadı acaba? Olabilirdi diyorum. Öyle bakabiliyorum, çünkü zor bir durum. O zaman öylesine kemikleşmişti ki her şey... Yani özellikle bazı gruplar açısından. Çünkü bir taraf "Maocu bozkurtlar" diyordu. Diğer taraf "Sosyal faşistler" diyordu. Dolayısıyla, şimdi bunların arasında acaba sırf o gün için olsa bile bir uzlaşma olamaz mıydı? Olamazdı yahu! Yani olamıyordu... Olmadı zaten görüldüğü gibi. Ha, buna çaba gösterildi mi? Bence gösterildi. Gerekli çaba gösterildi ama bazı grupların direnmesi iyi olmadı. Talihsizlik oldu."

Dönemin Halkın Yolu grubunun etkili isimlerinden Kamil Arslantürk nasıl uzlaşılamadığını anlatıyor: "DİSK'ten adını hatırlayamadığım bir yetkili geldi. Biz, ortak slogan dışında slogan atmayacağız dedik. Bütün gruplarla konuştuk. 'Ne Amerika ne Rusya' sloganı vardı, 'Kahrolsun sosyal emperyalizm' sloganı vardı. Bunları atmayacağımızı, 'Yaşasın 1 Mayıs' gibi o zaman belirlenen 3-4 ortak sloganı atacağımızı söyledik. Bu sloganları zaten DİSK ve DİSK'in kortejindeki bütün gruplar atıyordu. Bunları atarak mitinge katılalım, bu bütün işçi sınıfının bayramı. Adı üstünde birlik ve dayanışma günü. Burada kimse kimseye yasak uygulayamaz. Taksim Meydanı kimsenin özel malı değil dedik. (…) Bizimle görüşen DİSK'li çok sekter bir arkadaştı. Kestirdi attı: 'Hayır, bizim kararımız var. Bu merkezi bir karardır. Mitingi biz organize ediyoruz, sorumlusu biziz. Miting DİSK'in sorumluluğunda ve olay çıkmayacak diye valiliğe, emniyet müdürlüğüne taahhütte bulunduk. Siz istiyorsanız ayrıca kendi mitinginizi yapın bizi ilgilendirmez, biz burada kesiyoruz korteji' dedi."

77 sonrası bölünmeler hızlandı

“Sol hiç hata yapmasa da Taksim o gün kana bulanacaktı”, “provokasyon önlenemezdi ama bizim ortak olmamız önlenebilirdi” cümleleri farklı kutupların en önemli ortaklaştığı noktalardan biri mi?

Kitapta görüşleri yer alan kişilerin tamamı, ABD desteğindeki hakim güçlerin işçi sınıfının ve solun Türkiye'deki yükselişini durdurma konusunda kararlı olduğu, bu yüzden mitingin başarıyla sona ermesine izin vermeyeceği kanısında. Sendikal yükselişin ve sol siyasetlerin yükselişlerini durdurabilmek için böyle bir provokasyonun tasarlanıp uygulandığı savunuluyor.

Gerçekten de o tarihten sonra sol içi çelişkiler ve bölünmeler daha da hızlandı, halk, gençler hatta işçiler sola karşı daha mesafeli davranmaya başladı; Malatya, Çorum, Kahramanmaraş katliamları, suikastlar ve milliyetçi sağın alabildiğine tırmandırdığı terör olaylarının ardından Türkiye 12 Eylül 1980 askeri darbesinin tuzağına düşürüldü.

O gün alanda yaşananlarla ilgili tanıklıkların anlatılarında bugüne kadar bilinenin dışında ilginizi çeken ayrıntılar oldu mu?

Alanda ve alana çıkan sokaklarda provokatörlerin nasıl çalıştıklarına ilişkin bazı önemli tanıklıklar var. Bir örnek vereyim: 1 Mayıs 1977'ye 70 yaşındaki annesini de yanına alarak katılan o tarihte 51 yaşında olan Leman Fırtına meydanda olaylar patlak verince Intercontinental Oteli'nin otoparkına sığınıyor, sonra da otele sığındığını düşündüğü yakınlarını aramaya karar veriyor: "'Hadi bakalım' dedim anneme, 'Kızları arayacağız otelde'.  Bir merdiven vardı, onu çıktık, tekrar bir cam kapı önüne geldik. (…) Kapıları açıp bakıyorum ben. Odalara mı saklandılar falan diye... Alt kattaki bir odanın kapısını açtım. Perdeleri kapalı bir oda. 10-12 kişi, önlerinde fermuarlı valiz gibi çantalar, parkalı çocuklar oturuyorlar. Artık polis midir, sivil midir nedir bilmiyorum. Ve o amir, 'Hanım hamile gelinlerini arıyor' dedi ve kapıyı hemen çekti. Zaten oradakiler beni görünce telaşlandılar gibi böyle, hemen kapı çekildi."

Geçen yıl, solun katliamdaki sorumluluğuna dair tartışmalar yaşandı. Bugüne kadar sol kendi sorumluluğuna dair yeterli özeleştiriyi verdi mi? Bu kitapla sağlanmak istenen biraz da bu mu?

Bu kitaba ilişkin röportajlara 2009 yılında başladım. Türkiye ve dünyanın geleceğine ilişkin çözümlemelerde, ona hâlâ misyon yüklüyor ve şans tanıyorsak eğer; solun, öncelikle 1 Mayıs 1977 katliamından çıkarılacak derslere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bu ciddi ihtiyacın karşılanabilmesinde katkısı olacağını umduğum için bu belgesel kitap çalışmasına kalkıştım.

Kitapta yer alan konuşmalarda çok net değerlendirmeler ve çok içten gerçekçi özeleştiriler var. En önemlilerinden birini Feyyaz Kurşuncu dile getiriyor: "1 Mayıs 1977 herkesin ortak sorumsuzluğuydu. Oradan çıkan, çok pahalıya mal olan, yaşanmasına hiç lüzum olmayan iki ders var... Bunu biz daha önce bilmeliydik.

Birincisi kendi örgütünün ötesine bakmak zorundasın. Hayat senin örgütünün menfaatleriyle sınırlı değil. Bunu hâlâ yaşıyoruz... Ama orada ortaya çıkan gerçek buydu. Oraya gelen grupların ötesinde, hakikaten tarihin ortaya çıkardığı bir işçi sınıfı hareketi vardı. Önemli olan oydu. Onu gözetmedik biz. İkincisi, sokakla oynanmaz... Sol hareket esas olarak sokakta kazanır. Ama şımarırsa... En ufak bir şımarıklıkta, o kazandığının on mislini hemen sokakta kaybeder. Bunun örnekleri var. En acısı 1 Mayıs 1977'dir."

Kitapta özeleştiriler kadar, "keşke", "ne yazık ki" gibi vurgularla ifade edilen pişmanlıklar da yer alıyor. Bir de özeleştiri amacıyla söylenmeyen ama gerçeği, bakış açısını, o dönemin davranış biçimlerini, alışkanlıklarını çok net bir şekilde ortaya çıkaran anlatılar var. Ben oların da en az özeleştiriler kadar etkileyici ve eğitici olduğu kanısındayım.

Murat Tokmak’ın “1 Mayıs 1977’de DİSK’te sadece güvenliği sağlamakla görevli 20 bin kişi vardı, şimdi 20 bin üyeli sendika yok” sözleri sol ve işçi sınıfının bugünkü durumu hakkında bize ne söylüyor?

2011 yılında maalesef aramızdan ayrılmış olan Murat Tokmak yalın bir gerçeği dile getiriyor.

Solun Türkiye ve dünyada yaşamakta olduğu büyük değişim süreci 1 Mayıs 1977 felaketine bağlanamaz tabii. Yine de 1 Mayıs katliamının özellikle sol içinde enine boyuna tartışılması, geleceğe yönelik yeni perspektifler yaratılmasında yararlı ve aydınlatıcı olacaktır diye düşünüyorum.

Gün Zileli’nin o zamanki solun “iktidar sendromu” olarak nitelendirdiği eksikliği bugünkü sola miras kaldı mı?

Gün Zileli, solun kendi içinde silahlı çatışmaya varan düzeyde rekabete girmesini "İktidar Sendromu" ile açıklıyor: "Ama bu iktidar sendromunu tetikleyen olay, Türkiye'de hakikaten demin söylediğimiz o 1974'den sonraki büyük yükseliştir. Bu büyük yükseliş bütün örgütlere bir kolay zafer, kolay iktidar sağlama eğilimi kazandırdı. Yani, şunu gördüler: 'Yahu, insanlar geliyor! E niye iktidar olamayalım?' İktidar derken, illa ülke çapında iktidar olması şart değil. Bulunduğun yerde bir güç olmak. (…) Başlarda herkes birbirine belirli bir tolerans gösterebiliyordu, işte tartışmalar falan yapılıyordu. Ama işler giderek sertleştikçe ve herkes biraz daha, 'Ben iktidar olacağım!' ihtirasına kapıldıkça, hemen kendi monolitik iktidarını ilan etti. (…) Referansını oradan alıyor. 'Bolşevikler' diyor, 'Hayat hakkı tanıdı mı diğer gruplara?'... 'Olamaz' diyor. Bunların hepsi burjuva yolcusudur, tak!

"Ondan sonra getiriyor aynı modeli burada da dogmatik bir şekilde uyguluyor. Dogmatizm çok yüksekti o zaman. Onu da görmek lazım. Hepimiz dahildik. O zaman Birikim çevresi falan belki bunun dışında görülebilir ama solun yüzde 99'u monolitikti... Monolitik olunca da ne olacak? Hakim olduğun yerde diğerine hayat hakkı tanımayacaksın..."

"İktidar Sendromu"nun çeşitli versiyonlarını solun 12 Eylül 1980'den sonraki örgütlenme çabalarında da pek çok kez yaşadığımızı düşünüyorum. Şimdilerde yeni yeni bu aşılmaya çalışılıyor. 1 Mayıs 1977 - İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı" kitabı umarım bu çabalara katkı sağlar. (NV)

1 Mayıs 1977, İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı?, Korhan Atay, Metis yayınları, 205 sayfa.

http://bianet.org/bianet/toplum/146248-1-mayis-1977-neden-ve-nasil-kana-bulandi


*******


POLİS POLBİR, POLDER VE  ÖGRETMENLER TÖBBİR  TÖBDER  KONUMU..,



http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/polisin-yitik-kusagi_509826


***

ÖGRETMENLER TÖB-BİR  TÖB-DER  KONUMU

TÖB-DER DAVASINDA SON AŞAMA

 Bilindiği üzere, 12 Eylül 1980 darbesinin hukuksuzluk ortamında  Ankara 3 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi, yürüttüğü TÖB-DER Davası sürecinde, derneğin 64 yöneticisini yargılamış; derneğin gün gibi açık demokratik eylemlerini, gizli örgüt faaliyeti saymış; TCK’nın141-142. maddelerine muhalefet gerekçesiyle örgütün yöneticileri hakkında 5 ile 9 yıl arasında  değişen ağır hapis cezaları vermiş; 220 bin üyesi bulunan Tüm Eğitim-Bilim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER)’i  temelli kapatmış; başta Ankara olmak üzere, Türkiye’nin birçok il ve ilçesinde  bulunan taşınır taşınmaz mal varlıklarının, zoralım yoluyla hazineye devrine  karar vermiştir. (Karar tarihi:25 Aralık 1981) Bu karar, Şubat 1983’te  Askeri Yargıtay tarafından onanmıştır. Tarafsız hukuk çevrelerine ve demokratik kamuoyuna göre bu karar, tam bir hukuk cinayetidir.   
    Egemen çevrelere göre, TÖB-DER Davası bitmiş, kapanmış gözükse de eğitim emekçilerinin, emek ve demokrasi güçlerinin bilincinde, yüreğinde gelişip güçlenerek sürüyor.Türkiye eğitim emekçilerinin demokratik, sendikal hak ve özgürlükler mücadelesi, kitleselleşerek yeni boyutlar kazanıyor.TÖB-DER'in gaspedilen maddi  varlıkları, örgütsel hakları, bir gün mutlaka geri alınacak, örgütümüze ve üyelerimize yapılan haksızlıkların hesabı sorulacaktır.  
     Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi ise, 23.03.1989 tarihinde, TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu ve 19 arkadaşı hakkında, aynı dava dosyasına ve kanıtlara dayanarak TCK’ nın 141-142.   maddelerine göre, açılan dava sonucunda, beraat kararı vermiş ve derneğin eylemlerinde suç görmemiştir.Yani sıkıyönetim askeri mahkemesine göre TÖB-DER suçlu, sivil mahkemeye göre TÖB-DER suçsuz kabul edilmiştir. Böylece, ortaya iki zıt yargı kararı, bir hukuk skandalı çıkmıştır. Aynı iddia ve belgelerle, askeri mahkemede yargılanan TÖB-DER sanıkları mahkum olmuş, sivil mahkemede yargılananlar  beraat etmiştir.
   Askeri Mahkeme kararına göre 9 yıl  ağır hapis, üç yıl genel güvenlik gözetimi, ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrumiyet cezası verilen TÖB-DER  yöneticileri şunlardı: Seyfettin Bican, İbrahim İşyar, İlhami Şen, İbrahim Çerçi.
    8 yıl ağır hapis, iki yıl sekiz ay, genel güvenlik gözetimi, ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrumiyet cezası verilen TÖB-DER yöneticileri şunlardı: Süleyman Yaşar, İsmet Yalçınkaya, Ali Rıza Aydın, Abdullah Gülbudak, Cafer Akyüz, Öner Yağcı, Ahmet İnce, Haşim Çiçek, Enver İnceler , Hüseyin Selçuk Vural, Hicabi Temur, Mahmut Nesil Ünal, Olgun Delikanlı, Kemal Yüksel; 
   5 yıl ağır hapis, bir yıl sekiz ay genel güvenlik gözetimi, beş yıl kamu hizmetlerinden mahrumiyet cezası verilen TÖB-DER yöneticileri şunlardı:
İbrahim Nacar, Saim Baluken, Selahattin Yetkin, Nabi Belekoğlu, Hulusi Top, Faruk Atalayer, Selçuk Arhan, Doğan Oğuzer, Hüseyin İsen, Şeref Canbay, Mustafa Ergeldi, Mustafa Deprem, Rıza Duru, Firuz Çetin Över,Turgut Yılmaz, Mustafa Çetin, Abdulkadir Yıldız, Fahri Bıçak, Kenan Aras, Ahmet Fuat Özkan, Turgut Haskan, Osman Akman, Hasan Yiğit.
    Bunlar dışında, 4-11 Şubat 1978 tarihinde, TÖB-DER’ in Ankara’da düzenlediği Demokratik Eğitim Kurultayı’na (DEK’e) katılıp konuşma yapan ya da bildiri sunan ve bundan ötürü 5 yıl ağır hapis, bir yıl sekiz ay genel güvenlik gözetimi, beş yıl kamu hizmetlerinden mahrumiyet cezası verilen TÖB-DER sanıkları şunlardı: Fikri Çalışkan, Metin Erdemirci, Nazmi Çoban, Celal Gül, Kenan Hannan Hoplar, Sezai Özen, Fuat Olgaç, Süleyman Özçiftçi, Hayri Erdoğan, Fevzi Ceylan.
    Ayrıca, DEK sanıklarından  İsmail Okutucu,  Cevat Gezgin, İlhan Alkan'a 1'er yıl ağır hapis cezası ; Hüseyin Şenşaştımoğlu'na 1 yıl hapis, 4 ay genel güvenlik gözetimi altında bulundurulma cezası verildi. 
    Askeri mahkemede,TÖB-DER Davasından yargılanıp, beraat eden öğretmenler şunlardı:Tahsin Doğan, Yusuf Basat, İbrahim Sevimli, Erol Çağlayan, Necip Bektaş, Mustafa Varol, Zeki Aslan, Mahmut Özçift, Ali Bayraktar, Feyzullah Ertuğrul, Bahattin Özcan Acar, İbrahim Bekem.
    Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinde, gıyaben yargılanıp, beraat eden TÖB-DER yöneticileri şunlardı: Gültekin Gazioğlu, Mustafa Düzgün, İsmet Özdemir, Ömer Arslan, Bayram Ayaz, Ayhan Kutlay, Cafer Akyüz, Turan Yılmaz, Ali Kemal Yaylı, Cemal Saygılı, Ahmet Melek, Aydın Yeşilyurt, Muhammet Tekin Üstün, Halil Uslu, Yaşar Alagündüz, Celal Baloğlu, Yılmaz Apaydın, İhsan Kapusuz, Mustafa Duru ve Mehmet Yalçın.
    TÖB-DER Davasında dikkat çeken diğer gariplikler şunlardı:
    Yürüme Kurulu Üyesi  Cafer Akyüz, Sıkıyönetim Mahkemesinde 8 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldıktan sonra, bu kez yine aynı suçlamalarla sivil mahkemede yargılandı, beraat etti. Öte yandan TÖB-DER Genel Sekreteri Kemal Uzun ile Yürütme Kurulu üyesi İbrahim Sevimli  ne birinci yargılamada ne de ikinci yargılamada  bulunamadı ve durumları ortada kaldı.
    Bu karanlık yıllar sürecinde, ezilenlerin hukuk ve demokrasi mücadelesi, eğitim emekçileri hareketinin  sendikal hak ve özgürlükler savaşımı, kesintisiz biçimde sürdürülmüştür. O mücadele sonucunda egemen çevreler, düşünce ve anlatım özgürlüğü önünde devletin yüz karası haline dönüşen  141 ve 142. maddeleri, TCK’dan çıkarmak zorunda kalmışlardır. 12.4.1991 gün ve 20843 mükerrer sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 23/c maddesi ile 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 140, 141, 142 ve 163. maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır.
       Sıkıyönetim askeri mahkemesince, haklarında ağır hapis cezası verilen TÖB-DER yöneticileri ve üyeleri cezalarını çekmişlerdir. Ancak bir ceza hükmünün kaldırılması, hukuksal açıdan geriye doğru yürütülmesi   gereken bir hükümdür.Yani o ceza maddesine göre, daha önce haklarında dava açılan kişilerin davaları düşer. Ceza almış kişilerin cezaları çektirilmez. İdarece, görevden alınan kamu görevlileri, görevlerine geri döndürülür. Nitekim, askeri mahkeme tarafından mahkum edilen TÖB-DER yöneticileri, 3713 sayılı yasa gereği, öğretmenlik görevlerine dönmüş, İdare Mahkemesine açtıkları davalar sonucunda, görevden uzakta, açıkta kaldıkları  sürelere ait özlük ve parasal hakları, idare tarafından kısmen de olsa ödenmiştir. Ancak, tüm hukuksal girişimlere karşın, TÖB-DER tüzel kişiliği üzerindeki yasak kalkmadı. TÖB-DER açılmadı, mal varlığı, sahiplerine geri verilmedi.
    Geriye   yürütülmesi gereken böyle bir hükmün, cezalarını çekmiş  kişiler açısından   pratik bir değeri söz konusu olamaz. Ancak, görülen dava sonucunda, kişilere verilen cezalar dışında, mahkeme,  örgüt malları hakkında zoralım ya da hazineye devir kararı vermişse, burada yeni hukuksal bir durum ortaya çıkmaktadır.
    3713 Sayılı  Yasa  ile TÖB-DER yöneticilerinin eylemleri, suç olmaktan çıkmıştır. Dava, günümüzde görülseydi ya da devam ediyor olsaydı,   dava düşürülecek, sanıklara ceza verilmeyecekti. Derneğin malları da hazineye devredilmeyecek ve derneğe ait olarak kalacaktı.
    Bilindiği üzere, 26.09.2004 tarih ve 5237 No’lu yeni TCK’nın 7. - 1) maddesine göre “ İşlendiği zaman yürürlükte bulunan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamaz ve hakkında güvenlik tedbiri uygulanamaz. Böyle bir ceza veya güvenlik tedbiri hükmolunmuşsa infazı ve kanunî neticeleri kendiliğinden kalkar.”
     TÖB-DER Davasında, dernek mallarının hazineye devri, verilen cezalandırma hükmünün kanuni neticeleridir. Yani yasal sonuçlarıdır. TCK, bu yasal sonuçların, kendiliğinden kalkacağını kabul etmiştir.   O halde, 141 ve 142. maddeler kaldırıldığına, buna ilişkin yasa hükmü geriye yürüyeceğine göre,  hazineye devrine karar verilen malların, TCK’nın 7. maddesinin emredici hükmüne göre  TÖB-DER’ e geri verilmesine, derneğin kendi mal varlığı üzerinde söz, yetki ve karar sahibi olmasına, yukarıda sayılan hukuksal nedenlerle, TÖB-DER’ in faaliyet göstermesine olanak sağlanması gerekir. Çünkü TÖB-DER, 12 Eylül faşist darbesinin en büyük mağdurlarından biridir.
     12 Eylül sonrası süreçte, tıpkı TÖB-DER gibi DİSK de, demokratik eylemleri nedeniyle, 141-142.maddelere muhalefetten yargılandı.  Eylemleri, 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden  sayılan ve bu nedenle cuntanın gazabına uğrayan DİSK, sonuçta, haklı olarak, beraat etti, açıldı;  mal varlığı  geri verildi. TÖB-DER tüzel kişiliği üzerindeki yasak, daha kalkmadı. 220 bin eğitim ve bilim emekçisinin  aidatlarıyla edinilen milyonlarca liralık mal varlığı geri verilmedi.     30 yıldan beri,TÖB-DER’ in malları, darbe fırsatçılarının işgali altındadır. Bu konuda, sahte demokratların, liberal köşe yazarlarının sesi soluğu  çıkmıyor.TÖB-DER tüzel kişiliği üzerinde halen 12 Eylül karanlığının yasakları sürerken, Türkiye’de çağdaş hukuktan, gerçek anlamda bir demokratik açılımdan söz edilebilir mi?      Gelinen aşamada, eğitim emekçileri sendikal hareketi, darbe karşıtı tüm medya kuruluşları, saygıdeğer basın mensupları, duyarlı hukuk çevreleri, kısaca, Türkiye demokrasi güçleri, bu konuda içtenlikle yoğunlaşmalıdır: “
TÖB-DER AÇILMALI;  MAL VARLIĞI, SAHİPLERİNE GERİ VERİLMELİDİR.”
    
Ahmet İNCE
1976-78 Dönemi TÖB-DER GYK Üyesi
Trabzon-Rize-Gümüşhane Bölge Temsilcisi
www.ozanahmetince.blogcu.com
incegil@hotmail.com

http://tobder.blogspot.com.tr/


***

TÖB-BİR

12 EYLÜL ÖNCESİ.. TÖB  DER E KARŞILIK  TÖB - BİR

EGİTİM KURUMLARINDA Kİ DEVLET MEMURU ÖGRETMENLERİMİZ DAHİ DERNEKLEŞTİ SENDİAKLA HAK ADI ALTINDA SOKAKLARA DÖKÜLDÜ..

https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/12_eylul_alt_komisyonu/12_eylul_alt_komisyonu/14.06.2012/B%C3%BClend%20Ulusu-14.06.2012.pdf


***

GÜNDELİK YAŞAMIMIZA GİREN SİYAH BEYAZ TV DÖNEMİ.. EVE KAPANAN TÜRK TOPLUMU.,

TELEVİZYONUN HAYATIMIZDAKİ VE ETKİNLİKLERİ.,

Televizyon günlük hayatımızda önemli bir yer tutmaktadır. Televizyon hayatımıza girdiği ilk yıllarda siyah beyaz , tek kanallı ve devlet kontrolündeydi. Televizyonun özelleşmesiyle birlikte renkli ve çok kanallı bir yayın dönemi oldu. Şu anda her evde ve her oda da televizyon bulunmaktadır.
Gündüzleri hanımlar günlük ev işlerini yaparken bile televizyon açık bulunmaktadır. Biz çalışanlar ise akşam televizyon karşısında yemeğini yiyip koltukta televizyon seyrederken kimi zaman şekerleme yapmaktayız.
Hayatımıza böylesine iç içe girmiş olan televizyon günlük hayatımızı iş hayatımızı sosyal hayatımızı bizler farkında olmasakta etkilenmektedir. Bunun bir çok etkileri vardır. Ben bunlardan iş hayatımızı etkileyenlerden biraz bahsetmek istiyorum.
Bazen çok hoşumuza giden programlar ve diziler için düzenimizi ona göre ayarlıyoruz. Bence bu konuda kimin hangi program ve dizileri seyrettiği araştırılırsa bizlere toplumun sosyal ve kültürel durumuyla ilgili ipuçları verebilir.
Bizlerde herkes gibi televizyon karşısında zaman geçirmekteyiz. Günlük seyrettiğimiz favori programlar olabiliyor.
Bunlardan bir tanesi ATV ' de yayınlanan komedi ve duygusal bir yapım olan Yahşi Cazibe oyuncuların yetenekleri yanında senaryonun iyi olmasından dolayı seyrediyoruz. Senaryoya göre dizinin başrol oyuncusu Kemal arkadaşının borçlarından dolayı Azeri kızı Cazibe ile anlaşmalı paralı bir evlilik yapıyor sevgilisi patron hulusi ' nin kızı Simge evlilikten habersiz Kemal ile evlilik hayalleri kurmaya devam ediyor.
Bu arada Kemal ile Cazibe arasında duygusal yakınlaşma oluyor. Dizi bu şekilde çeşitli karakterlerin araya girmesiyle devam ediyor.
Benim burada dikkatimi çeken konu patron Hulusi ' nin ve çalışanlarının çin malı oyuncaklar ithal edip ülke içinde pazarlamaları Hulusi bey iyi para kazanıyor ki kendisi ve ailesi lüks içinde yaşayabiliyor.
Bizler sanayici olarak her türlü zorluğa rağmen üretim yapmaya istihdam yaratmaya çalışırken çin mallarının alenen reklam yapılmasına üzülüyoruz ve buradan tepkimizi belirtiyoruz. Bizlerde ülkemizde her türlü oyuncak olsun sanayi üretimi olsun üretiyoruz.
Ancak çin malları kadar ucuz imal edemiyoruz. Çünkü maliyetlerimiz çok yüksek işçilikler pahalı işçilerimizi sosyal güvenliklerini ve çalışma şartlarının iyi olmasına dikkat ediyoruz. Hammadde alışlarımız pahalı ve sağlıksız zararlı hammadde kullanmıyoruz.
Devlete olan vergilerimiz piyasaya olan borçlarımızı zamanında ödemeye çalışırken Avrupa Birliği Uyum Yasası çerçevesinde yapılanmaya çalışıyoruz.
Araçlarımızda kullandığımı akaryakıtlarda , enerjimizde , iletişim hizmetlerinde çok pahalı buna rağmen üretmeye istihdam sağlamaya ve ihracat yapmaya çalışıyoruz. Dizide bundan sonra umarım yerli üretim malı kullanılır ve çalışanları masa başında yeni tasarımlar yaparken görebiliriz.
Bunun gibi hiçbir dizide yerli üretim yapan kimse yok. Daha doğrusu üretim yapan fabrikaya giren dizi oyuncusu yok. Bir çok dizide kazançlar mafya üzerinden ve haksız kazançlardan görünüyor ya da hiçbir eğitimi olmayanlar trilyonluk inşaatlar yapıyor. Gerçek hayatta ise çalışmayan özveri göstermeyen araştırma yapmayan firmaların işleri çok zor.
70 – 80 ' li yıllardaki sinema filmlerini göz attığımızda ise iş adamı deyince fabrikatör olurdu. Fabrikasına gider işlerini kontrol ederdi. ( Çoğunlukla da Hulusi Kentmen ) Müteahit ise oğlunu adam olması için marangozun yanına çırak verirdi. ( Eti senin kemiği benim derlerdi oyuncuların bazıları ) Tornacı veya otomobil tamircisi olurdu. Büyüklerimiz sanatkarın elinin kiri medeniyetin aynasıdır derlerdi. Acaba o zamanlardaki filmler daha mı gerçekçiydi.
Bizler üretici olarak ister sanayici ister ticaret adamı ister çiftçi ister işçi ister memur ister hizmet üretenler her zaman her zorlukta ülkemiz için çocuklarımız ve sevdiklerimiz için üretmeye devam edeceğiz.

http://www.haberizmir.com.tr/yazar/856/televizyonun-hayatimizdaki-ve-etkinlikleri-.html


DİREKT YAYINLA.
http://www.radikal.com.tr/turkiye/1970lerin_turkiyesi_nasildi-1034163


***************


ÖGRENCİ EYLEMLERİNİN TOPLUMA VE EKENOMİYE SİYASİ VE SOSYAL ETKİLERİ..,

https://ismetparlak.files.wordpress.com/2015/02/tom-bottomore_toplumsal-hareketler.pdf


***


TÜRKİYE ÖĞRENCİ GENÇLİK HAREKETLERİNDE İDEOLOJİK ÇEŞİTLİLİK: 1968’DEN GÜNÜMÜZE

 HAKAN AKMAN

GİRİŞ

“Toplumsal hareketler” kavramını canlı, işleyen, değişim halindeki bir yapı olarak ele aldığımızda, tarihsel bir boyutunun olduğunu ve toplumsal süreçleri etkileyip, ondan etkilendiklerini görürüz. “Canlı” ve “işleyen” betimlemesiyle kastettiğimiz, bir toplumsal hareketin -deyim yerindeyse- ‘gözünün’ sürekli olarak toplumsal yaşama, siyasî ve ekonomik gelişmelere, çağın havasına, uluslar-arası ve ulusal konjonktüre dönük olduğu gerçeğidir. Bu gerçeğin içerdiği bir başka önemli vurgu da; ‘toplumsal’ olarak tanımladığımız grup, kitle gibi formasyonların dinamik süreçleri olduğudur, yani o tepki veren, tavır alan, toplumsal yaşama müdahale eden, hangi amaç için, hangi yöntemlerle müdahale edeceğini kendi içinde tartışan, kararlar alan, örgütlülük düzeyini yükseltmeye çalışan ve daima giderek büyümek isteyen canlı bir yapıdır. Elbette amaçları ve bu amaçlara ulaşmada benimsedikleri yöntemler bakımından toplumsal hareketler de birbirlerinden farklılaşırlar. Siyasal toplumsal hareketlerin dünyayı ve toplumu açıklama modellerinin, amaçlarının, kendilerince çözümlerinin derli toplu ifade edildiği düşünsel zeminin onların ideolojileri olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte ideolojiler, var olanı açıklamanın dışında olması istenen ve beklenen tasarımlarla da ilişkilidir. Bu açıdan, hedeflenen bir toplum tipine yönelik inançları da besleyen  yapılarının olduğu söylenebilir. Ütopyaların baş döndürücü hayalleriyle heyecan kazanan ideolojik toplumsal hareketlerin insandan oluşan zeminini de eğer gençlik gibi dinamizm dolu bir kategori oluşturuyorsa ve bir de içinden geçilen dönem siyasal ve ekonomik çalkantıların olanca hızı ve karmaşıklığı ile bütün dünyada hissedildiği bir dönemse, oldukça çabuk sonuç almak isteyen gençlik hareketlerinin dünyayı yorumlama ve değiştirme biçimlerindeki farklılaşmaların, kopuşların ve yeni oluşumlar gerçekleştirmelerinin artacağı öngörüsünde bulunulur çoğu zaman. Söz konusu öngörüyü kehanet kabilinden değerlendirmek yanlış olur düşüncesindeyiz. Zira tarihselliği içerisinde incelendiğinde gençlik hareketlerindeki bu dinamik ve heyecanlı aktörlerin ideolojik sahada sert tartışmaların içerisinde olduğu ve çoğu zamanda bu ideolojik tartışmalardan çeşitli örgütsel türevlerin doğduğu bir gerçektir.

1968, işte tam da yukarıda sıraladığımız gelişmelere tekabül eden bir dönüm noktasıdır. Üstelik yalnızca Fransa veya Türkiye için değil tüm dünya için böyledir bu. “68 kuşağı” kavramı siyasî literatürde içeriği epeyce zengin bir kavram olarak yer alır. Toplumsal mücadelelerin çetin biçimde geçtiği, büyük hayallerin ve ütopyaların gerçekleştirilmesi yolunda idealist bir eylem dalgasının genç kuşaklarca hareketlendirilerek tüm dünyada hissettirildiği ve senelerce sonra etkilerinin günümüzde bile sürdüğü bir dönemeçtir. Bu yanıyla tarihte önemli izler bırakan bir dönemde yoğunlaşmış bu değişim dalgasının bir numaralı mimarları olan gençlik kategorisinin, özellikle de bilgi ve kültür sahibi olan öğrenci gençlik hareketlerinin incelenmesi önem kazanır. Türkiye’de 68’in izleri “ideolojiye sıkı bağlılık”ın en revaçta değer olması süreci ile başlar demek yanlış olmaz. Öğrenci hareketindeki düşünsel zenginlik  başlarda akademik talepler ile yola çıktığında öğrenciler nezdinde daha genel ve kuşatıcı idi, ancak 1960 Anayasasının sağladığı genişletilmiş özgürlüklerin de etkisiyle giderek politikleşme eğilimi kazanması, öğrenci derneklerinin siyasal partilerle yakın temasları sonucunda bölünmeler de start almış oldu. İdeolojik açıdan farklı yönlere doğru ayrışmaya başlayan dernek, örgüt, dergi çevresi sayısında hızlı bir artış oldu. Tüm bunların arka planını anlamaya çalıştığımızda bölünme ve çeşitlenmelerin hangi süreçlerden geçtiği üzerine yoğunlaşmamız gerekecektir.İdeolojik çeşitlilik ve ayrı örgütlenmelere doğru yol alma süreçlerinde belirleyici etkenler nelerdi? Gerçekten yoğun bir ideolojik tartışma sonrası oluşan “bizler farklıyız, birlikte yapamayız” görüşü müydü yoksa başka nedenler de var mıydı? 1968, ideolojik ve siyasal görüş ayrılıklarının yasal partiler içinde mayalanmaya başladığı bir yıldır demek yanlış olmaz. Bu durum, Türkiye’deki üç belirgin siyasal tandans (sağ, sol, islam) için de geçerlidir.  Ancak 68-80 arası dönem ideolojik ayrışmaların en sık yaşandığı ve bu nedenle de bir çok örgütün illegalite çerçevesinde türediği dönem olmuştur. En fazla ayrışma ve bölünme hangi siyasal eğilimde olmuştur ya da en fazla bölünmenin olduğu hareketten en az bölünmenin olduğu harekete doğru bir sıralama yapılabilir mi sorusuna kuşkusuz bir çok kişi aynı yanıtı verecektir. İdeolojik görüş ayrılıkları nedeniyle içerisinden bir çok grubun ayrılarak yeni ideolojik oluşumlara doğru gittiği hareketlerin başını sol çekmektedir ve bunu önce islamcı hareket ve ardından da ülkücü hareket izlemiştir diyebiliriz. Dolayısıyla çalışmamızın konusunu Türkiye’deki üç temel siyasî hareketin görüşlerini taşıyan öğrenci gençlik hareketlerinde gerçekleşen ayrışmaların ardındaki ideolojik nedenler oluşturuyor. Bir yandan Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketleri hangi ideolojilerden nasıl etkilenmişler, ideolojileri doğrultusunda kullandıkları dil, slogan, eylem biçimi farklılıkları nedir sorusu üzerinde durmaya çalışacağız öte yandan da bir soruyu zihnimizden hiç çıkartmayacağız. Öğrenci gençlik hareketlerinin sistem dışına çıkarak ideolojik mücadele yürütme sürecinde gerçekleşen ayrışmaların en başında gerçekten ideoloji mi yer almaktadır? Yoksa başka nedenler de var mıdır? Örneğin Türkiye tarihinde ilk kez en yoğun biçimde siyasetin öznesi olmaya başlamış gençlik hareketinde gençlerin lider kadro olmak, önderlik yapmak arzularının ön planda olduğu fakat ayrılık gerekçeleri olarak ideolojiyi göstermeleri bu nedenlerden biri olabilir mi? Ya da daha başka gizil nedenler var mıdır? İşte araştırmamızın çerçevesini bu tür sorular üzerinden çiziyoruz.

KAVRAMSAL ÇERÇEVE

Toplumsal hareketler dersi içinde ele alacağımız “Türkiye Öğrenci Gençlik Hareketlerinde İdeolojik Çeşitlilik: 1968’den Günümüze” konulu bu çalışmanın sosyolojik karakterinin teminini sağlayacak en önemli kriter şüphesiz çalışmalarda başvurduğumuz kavramların sosyolojik tanımlanması olacaktır. Bu açıdan öncelikle çalışmamızın temel kavramları olan toplumsal hareketler, politik hareketler, gençlik, öğrenci gençlik, ideoloji ve ideolojik çeşitlilik kavramlarını yerli yerine koymak gerekir.

TOPLUMSAL HAREKETLER

Toplumsal hareketler olgusuna farklı özelliklerine öncelik tanıyarak yaklaşan oldukça çeşitli tanımlamalar yapılmıştır. Sadece tanımlama çerçevesinde kalınmayıp, 1960’lı yılların oldukça belirgin toplumsal eylemlilikler içerisinde seyretmesi nedeniyle sosyologlar, konuya kuramsal açıdan da yaklaşmışlardır. Kaynak Mobilizasyonu Kuramı ve Yeni Toplumsal Hareketler Kuramı bunların en belli başlılarıdır.[1] Biz bu çalışmada teoriler üzerinde durmayacak, yalnızca araştırmamızda kullanacağımız “toplumsal hareketler” tanımını netleştirmek amacıyla belirgin özelliklerin ön plana çıkarıldığı tanımları üzerinde kısaca duracağız.

Belirgin olan farklı bakış açılarından ilki toplumsal hareketlerin zamana yayılması üzerinde odaklaşan tartışmadır. Kalabalıkları ya da geçici kitleleri toplumsal hareketler kategorisinde değerlendirebilir miyiz? Bu soru üzerinde sosyologlar arasında büyük ölçüde fikir birliği sağlanmış olup, araştırmalarda toplumsal hareketler ele alındığında ilk yapılan, onu, kalabalık ya da kitle gibi toplumsal kategorilerden ayırt etmek olmuştur.

Toplumsal hareketlerin uzun zamana yayılan özelliği olduğu kabul edilmekle, kısa zamanda birleşip dağılan kalabalıklardan ayırt edilmiştir. Öte yandan kalabalıkların önüne koyduğu hedefler de çoğunlukla kendiliğinden, o anda spontane bir şekilde belirmektedir. Oysa toplumsal hareketler dendiğinde -özellikle çağdaş modern hareketleri göz önüne alırsak- bu hareketlerin öğrenci sorunları, kadın sorunları, çevre sorunları gibi konularda ancak uzunca bir zamanda elde edilebilecek amaç ve hedeflerinin olduğunu söyleyebiliriz. Görülüyor ki toplumsal hareketleri kalabalık ya da kitle gibi formasyonlardan ayırt etme nedenlerinden biri  budur. Toplumsal Hareketler üzerinde çalışmaları olan Muzaffer Şerif, ‘toplumsal hareketler, kısa dönemli ve geçici hoşnutsuzluk ifade eden gösteri ve yürüyüşlerden farklıdırlar’ biçimindeki yargısını “Bu fark, toplumsal hareketlerin, bireylerin kendilik özdeşimlerini tehdit edecek ve genel bir kuralsızlık ve yabancılaşmaya yol açacak şekilde bozulan toplumsal dengeyi kendi çıkarlarına uygun olarak yeni baştan düzenlemeleri yönünde şekillenen uzun süreli ve geniş kitleleri kapsayan toplu davranış biçimleri olma özelliklerinden doğar.Tarihin çeşitli çağlarındaki devrimlerin (Fransa, Sovyet, Amerika) güdüsel ve ideolojik birikimlerin, örgütsel bir tabanda oluşturduğu toplu davranış ve toplu davranma eğilimlerinin, hareketin içinden doğan liderler tarafından değişme erekleri doğrultusunda yönlendirilmeleriyle oluşmaları, toplumsal hareketlerin, geçici hareketlerden çok farklı boyutlardaki işlevini göstermektedir.”[2] açıklaması ile desteklemektedir.Bu konuda Orhan Türkdoğan ise “kalabalık, amaçları ve yöntemleri bakımından son derece özel niteliği bulunan şiddetli ve kısa ömürlü eylem biçimleridir. Sosyal hareketlerin aksine kalabalıklar, görüldüğü üzere, toplumdaki umumi yanlışlıklardan ziyade bazı özel hususları değiştirmeyi arzular. Bu yüzden de toplumda umut edilen ideolojiyi geri plana iterler.. Uzun ömürlü amaçların planlanmasını göz önüne almazlar. Bir kalabalık gibi, sosyal hareket de hakim toplum düzeninde fertlere kötü veya haksız görünen hususlarda tepkide bulunma imkanını yaratır. Bunun için de amacını elde etmek niyetiyle kitle toplantıları düzenler, slogan ve sembolleri gündeme getirir. Çoğu kez, toplumun alışık olmadığı taktik ve yöntemleri dramatik bir biçimde ortaya koyar. Böylece, temsil ettikleri sosyal hareketin oluşumuna, kitleler tarafından benimsenmesine çalışırlar. Bu amaçla, rahatsızlıkları örgütlemek ve fiziki eylemleri planlamak çoğunlukla sosyal hareketin cephaneliğinde gizlenen destek unsurları teşkil eder.” [3]  demektedir. Türkdoğan’ın bu tespitlerinde toplumsal hareketlerin ideolojik boyutunun da altı çizilmektedir ve bu da toplumsal hareketler tanımlamalarındaki bir başka tartışma başlığıdır. İdeoloji, toplumsal hareketlerin aktörlerinin ortak bilinci olma özelliği ile grup normlarını, amaçlarını, çözüm yollarının çerçevesini çizen bir etken olduğu gibi, aynı zamanda toplumsal hareketlerin yeni aktörler kazanarak genişlemesini sağlamayı da amaçlar.

Muzaffer Şerif’te, toplumsal hareketin ideolojisi, mevcut hoşnutsuzluğun nedenleri ve çözüm yollarının ayrıntılı olarak tartışıldığı örgün bilgiler bütünüdür. “İdeolojik temelin kitlelerce daha kolay anlaşılır hale getirilmesinde kullanılan sembolik ifade biçimleri iki temel işlevi yerine getirir; bunlardan biri ‘mevcut düzene yönelik hoşnutsuzluğun’ slogan, bildiri, afiş, bülten gibi araçlarla anlatımı, diğeri ise yine benzeri yollarla önerilen çözüm yollarıdır. (Örnek; ‘birleşirsek yaşarız, bölünürsek düşeriz’ gibi...)

Şerif, ideolojik birikimlerin, insanlar üzerindeki etkilerini de şöyle özetler:

i) «Onlar» anlayışından «biz» anlayışına geçilmesi,

ii) Hareketin, yerel konumundan çıkarak kitlelere yayılması,

iii) Hedeflenen değişme yönünde sosyal tutumların şekillenerek hareket sürecinde durağanlaşması.”[4]

         Toplumsal hareketler kavramının ‘kalabalık’ kategorisinden ayırt edilmesinin ilk aşamasında devreye giren kavramın ideoloji olduğunu görüyoruz ve de kalabalıkların kısa süreli oluşlarına karşın toplumsal hareketlerin uzun zamana yayılan aktivitelerinden bahsedebileceğimiz  gerçeği ortaya çıkıyor. Daha en başta toplumsal hareketler kavramını tanımlamak için ona değişik açılardan yaklaşımlar olduğunu belirtmiştik. Bu farklı yaklaşımlardan bir diğeri de, toplumsal hareketlerin daha en başındaki oluşum sürecinde toplumdaki bir takım huzursuzluk ve rahatsızlıkların varlığı üzerinde temelleniyor olmalarıdır. Yani toplumsal alanda bireyler tarafından  hissedilen veya açıkça gözlemlenen bir takım sosyal, ekonomik, siyasal, ahlâkî, hukukî dengesizlikler ya da bozuk işlevlerden duyulan rahatsızlıkların kollektifleşmesi ile harekete geçen “çözüm yolu nedir?” tartışmaları sürecinin devamlılık arz eden  bir karakter kazanmasına koşut olarak mevcut toplumsal yapının bazı unsurlarının değiştirilmesi ya da tamamen değiştirilmesi gibi düşünceler belirginleşmektedir. Çoğu durumda bu köklü değişim taleplerindeki uzlaşma, halihazırda var olan ideolojik yaklaşımlarla temellendirilmeye başlandığında etkileri giderek artma eğilimi kazanan siyasal hareketlere dönüşür. “Bazı toplumsal hareketler mevcut toplumsal düzeni baştan başa değiştirmeyi hedef alırlar; başka bazıları bu toplumsal düzenin yalnız bazı yanlarım değiştirmeğe çalışırlar. Sosyologlar bunlardan birincisine devrimci toplumsal hareketler, ikincisine de reformcu toplumsal hareketler demektedirler.”[5] Yine Muzaffer Şerif de toplumsal hareketleri evrimci ve devrimci değişmelerin en etkin aracı olarak t6anımlar.[6] Toplumsal hareketlerin aktörleri tarafından istenen toplumsal dönüşümünün sağlanabilmesi ise uzun bir zamana yayılmak durumundadır. Bu bağlamda konuya ilişkin çeşitli tanımlamalardan bir kaçını ele alacak olursak:

• Sosyolog Gerhard Kessler, sosyal hareketleri sürekli şekilsiz gruplar kategorisi içinde inceler... Ona göre, sosyal hareket: "Aynı düşünceye sahip olanların, şekilsiz fakat sürekli birleşmesidir.[7]

• Orhan Türkdoğan da aynı yaklaşımla sosyal ha­reketlerin, sosyologlara göre aynı düşünceye sahip olanların şekilsiz fakat devamlı birleşmesi olduğunu kabul eder. Kural olarak bu aklî bir değere dayanıp, ortak bir inanca sahip olanlar tarafından beslenmekte ve içeriğini ortak bir ideal oluşturmaktadır. İnanç (Hıristiyanlık, Müslümanlık, Protestanlık) hareketlerinde görül­düğü gibi dinî; ya da sosyalizm, nasyonalizm, faşizm, nasyonal sosyalizmde olduğu tarzda siyasî veya her rönesansda, humanizm, aydınlık ve romantik felsefelerinde ortaya çıktığı gibi kültürel olabilir.[8]

         • Muzaffer Şerif’e göre ise toplumsal hareketler, “toplumun çok sayıda üyesi tarafından paylaşılan ortak huzursuzluğu gidermek ve yeni gereksinjmleri karşılamak amacıyla insan ilişkilerini yeniden kurmaya veya düzenlemeye yönelik, bildiri, edebiyat, toplantı, gösteri ve benzeri etkinliklerle ifade edilen toplu girişimler örüntüsüdür.”[9]

         • George A. Lundberg ise “Toplumsal hareket, geniş bir toplum içindeki tutumları, davranışları ve toplumsal ilişkileri değiştirmek üzere uyumlu çabalara girişmiş insanlardan meydana gelen bir gönüllü birlik olarak tanımlanabilir.”[10] demektedir.

         • Ali Yaşar Sarıbay ise toplumsal hareketleri “üretim, bilgi, etik kurallar gibi belli başlı kültürel kaynaklara uygulanan sosyal tahakküm (domination) ilişkilerini dönüştürmeyi amaçlayan eylemler” şeklinde tanımlamaktadır.[11]

         • Benzer bir biçimde Alberto Melucci de toplumsal hareketler kavramını “kollektif eylem” kavramı ile karşılamaktadır. Kollektif eylemi gerçekleştiren toplumsal aktörlerin ortak amaçlar bileşkesinde mukadder bir sona doğru ilerleyen nesnel varlıklar olduğunu dile getirmektedir.[12]

         Kuşkusuz bu tanımlamaları birbirini tamamlayan yanları ile ele almak  ve ayrıca toplumsal hareketlerin temel özelliklerine ilişkin çözümlemeler yapmak da olanaklı. Toplumsal hareketler sosyolojisi adlı bir alt bilim dalı olduğunu da hatırlarsak bu olgunun çok geniş çerçevelerde ele alınıp irdelenebileceği ortaya çıkar. Ancak biz araştırmamızın temel kavramları arasında yer alması dolayısıyla çalışmamız içerisinde kullanacağımız anlamını şu şekilde kısa yanlarıyla vurgulamak istiyoruz ki bu açıklama tarzımız Muzaffer Şerif’inki ile örtüşmektedir.

   Toplumsal hareketler, zaman içerisinde çeşitli aşamalarla gelişen örgütlü çabaların bir örüntüsüdür.

   Toplumsal hareketler, gücünü, huzursuzluk, engellenme, belirsizlik, yürürlükte olan toplumsal mekanizmalara duyulan hoşnutsuzluk ve ilgisizlik gibi benzer güdüsel temellerden alan bireylerin bir arada belirli amaçlar doğrultusunda etkileşimde bulunmalarıyla başlatılır.

   Harekete doğrudan katılanlar ve dışarıdan destekleyenlerce sürdürülür.

   Mevcut düzenle ilgili hoşnutsuzlukların açık olarak ifadesi ve çözüm yolları öneren ideoloji ve bildirilerin sunulmasıyla genişler.

   Toplumsal hareketlerin gelişme sürecinde, kamuoyunu “davaya” inandırmak ve taraftar kazanmak amacıyla, sloganlar, toplu gösteri ve mitingler, bildiri ve benzeri ajitasyon teknikleri kullanılır.

   Toplumsal hareketler; karşı hareket gruplarıyla da mücadele sürecini içerir.

Çalışmamız boyunca toplumsal hareket kavramını yukarıda sıraladığımız anlamları barındıran şekliyle kullanacağız.

SİYASAL HAREKETLER

Genel bir şekilde ifade edersek; siyasal hareketler, her bir toplumsal hareketin sınırlı bir alana yöneltilen isteklerinden daha fazlasını önüne hedef olarak koyan, toplumsal yaşamın her alanını benimsediği siyasal anlayış doğrultusunda dönüştürmeyi ya da muhafaza etmeyi amaçlayan sürekli ve de büyük ölçüde örgütlü toplumsal hareketlerdir. Siyasal hareketler toplumsal yapıdaki mevcut siyasal iktidara ilişkin farklı tutumlar içerisinde olurlar. Lipset bu yanıyla siyasal hareketleri tutucu (muhafazakâr), reformcu, aşırı hareketler (devrimci) şeklinde bölümlemektedir.[13] Siyasal hareketlerin açıkça tanımlanmış bir siyasal anlayışı var olmakla birlikte kendi içerisinde çeşitli tartışmaları da içinde barındırırlar. Dinamik, canlı bir toplumsal yaşam alnının siyasal hareketlerin zemini oluşturması nedeniyle, siyasallaşmış toplumsal hareketler diye niteleyebileceğimiz siyasal hareketler de her toplumsal durum ve değişimine ilişkin alınacak tavrı ya da belirlenmesi gereken tutumu kendine özgü tartışma ve karar alma süreçleri ile değerlendiren ve ona göre pratiklerde bulunan sosyal gruplar olarak değerlendirebiliriz. Siyasal hareketlerin biçimi ya da formu ikiye ayrılabilir.Belirli bir siyasal düşüncenin ilk temel fikirlerinin daha yeni yeni ortaya atıldığı ve toplumun değişik kesimlerinde farklı oranlarda kabul gördüğü, kimi kesimlerin kısmî bir kabul ve onayının olduğu ve fakat diğer yandan da değişik biçimlerde eleştirilerin yöneltildiği durumlarda biçimsel bir siyasî hareketten bahsedilemez düşüncesindeyiz. Yani bir biçimsiz yapı söz konusudur. Oysa benimsenmesi ve toplum içerisinde yayılması uzun zamana dağılan siyasi bir fikrin kendine özgü yöntem ve örgütlenme anlayışını yaratarak daha formel bir yapıya ulaşması mümkündür. Örneğin Türkiye için 1968’i kriter alarak gençlik hareketleri dediğimizde belli bir siyasî örgütlenme biçimine gönderme yapmış olmuyoruz. Zira dönemin koşulları içerisinde yavaş yavaş şekillenen bir siyasal gençlik hareketi vardır. Henüz siyasal anlayışın ne ve yönteminin nasıl olmasına ilişkin tartışmaların sürdüğü karışık bir fikir ortamı ve farklı değerler sistemleri hakimdir gençlik kategorisine. Ancak en genel hatlarıyla solcu gençlik hareketleri, sağcı gençlik hareketi ve islamcı gençlik hareketi gibi siyasal tandanslı vurgular yapmamız olanaklıdır. Bu açıdan biçim, içerik ve değerler sistemini kendi içerisinde tam anlamıyla kurumsallaştırmış, ortak bir geçmişe sahip olan dernek, parti gibi formel yapılar kalıpları içerisinde ele almayacağız gençliğin siyasal hareketlerini.

GENÇLİK

“Gençlik dö­nemi, bireyin biyolojik ve duygusal süreç­lerindeki değişikliklerle başlayan, cinsel ve psiko-sosyal olgunluğa doğru gelişmesi ile sürerek bireyin bağımsızlığını ve sosyal üretkenliğini kazandığı belirlenmemiş bir zamanda sona eren kronolojik bir dönem­dir. Bu döneme hızlı fiziksel ve sosyal de­ğişiklikler eşlik eder.”[14]

Yukarıdaki tanımdan da anlaşılabilece­ği gibi dönemi sınırlayan kesinleşmiş yaş sınırları yoktur. Genelde biyolojik değişik­likler dönemin başlangıcını belirler, sonla­nışını belirleyen ise bireyin ekonomik ba­ğımsızlığını kazanması gibi sosyal faktör­lerdir. Bu durum gençlik döneminin kap­sadığı yaş sınırlarının çağdan çağa, kültür­den kültüre, hatta kişiden kişiye farklı ol­ması anlamına gelir. Öte yandan genç kavramına yüklenen anlamlar da toplumdan topluma değişiklik göstermektedir. Dilimizde dönemi adlandırmada kulla­nılan çeşitli terimler vardır. Halk arasında delikanlılık sözcüğü sık kullanılır. Ve delikanlılığa yüklenen anlam nerdeyse Eski Yunan’da Aristo’dan bu yana koruna gelmiştir. Delikanlılık dönemine genelde mantıksız, dürtüsel, tutkularına yenilen ve eleştiri kabul edemeyen, aceleci, çabuk sonuç almak isteyen gibi anlamlar yüklenir. Bu nedenle de gençlik hareketleri söz konusu olduğunda gence yönelik geleneksel bakış açısının etkisinde olan “yetişkinler” onları kontrol etme güdüsü ile davranırlar.

Özetlersek, biz çalışmamızda gençlik kavramını belirli bir yaş içerisindeki kişiler olarak ele alacağız. Ancak bu belirli yaş grubunun sınırlarını belirlemenin yukarıdaki tanımdan da anlaşılacağı üzere çok değişken olduğunu göz önünde bulunduracağız. Yine de çalışmamızda ana kavramlarımızdan biri olması nedeniyle belirginleştirmek amacıyla suni bir sınır çizmek zorunluluğu doğmakta. Türkiye’de gençlik hareketlerinde yer alan özneler olarak genel bir düşünce değerlendirmesi ile biz gençlik kategorisini ortalama 18-35 yaş arası olarak ele almayı uygun buluyoruz. Zira çalışma içerisinde isimleri geçen gençlik hareketleri lider ve katılımcılarının portrelerinden yaş sınırlarına ilişkin böyle bir gözlem yapmış bulunuyoruz.

İDEOLOJİ

Araştırmamızın odak kavramı olan ideolojinin en genel anlamı düşünce bilimidir. Ancak bu arkaik anlamının toplumsal değişme ve devrimler çağı içerisinde giderek değiştiği de bir gerçek. Toplumsal çatışmaların ya da çatışmacı yorumların en gözde kavramlarından biri. Özellikle de toplumsal ve siyasî hareketler söz konusu olduğunda ideolojinin önemi ortaya çıkmaktadır. Gruba aidiyet hissi duymanın koşullarından biri olarak ideolojiyi görebiliriz. Yani birey dünyayı ve toplumu anlama ve yorumlama biçimine sahip olan bir ideolojinin arayışı içerisinde iken karşısına kendi yorum ve yaklaşımına uygun bir grup, örgüt ya da toplumsal hareket çıkarsa psikolojik olarak içsel bir bağlılıkla o gruba ya da harekete aidiyet hissine sahip olur. Bu anlamda toplumsal hareketler konusunda ve özellikle de gençlik hareketlerinde duygusal süreçlerini yoğun biçimde yaşayan bu gençlik özellikleri ideolojinin benimsenişinde önemli bir etkendir. Biz ideolojiyi kuramsal açıdan ele almayıp geleceği hedefleyen yanıyla muhalif toplumsal hareketlerin amaçlarını belirgin bir kalıp içerisinde düşünsel örgünlük sağlayan yapılar olarak değerlendireceğiz.

İdeolojinin sosyoloji sözlüğündeki anlamını gözden geçirecek olursak: “Fransız filozofu Destutt de Traccy (1755-1836) tarafından ‘Element d’ideologie” (İdeolojinin Unsurları) adlı eserinde kullanıldı. Destutt de Traccy ideolojiyi fikirleri, düşünceleri inceleyen bilim olarak kullandı. Fakat kısa bir süre sonra terim, bu anlamından uzaklaştı ve fikirler ve düşünceler bilimi yerine; dünya­ya, topluma ve insana yönelik duygular, tutumlar ve düşünceler sistemi bütünü anlamında kullanılmaya başlandı. Daha sonraları terim; bir kişiye, gruba, toplu­ ma ait özel çıkarları haklılaştırmaya (meşrulaştırma) yarayan fikirler sistemi anlamında kullanıldı. Günü­müzde ideoloji daha çok bu anlama gelmektedir. Buna ilaveten ideolojinin siyasal düşüncelere, duygulara ve tutumlara yönelik yaygın olarak kullanıldığı görülmek­tedir.”[15] biçimindeki bilgilendirme ile karşılaşırız ki burada geçen “ideolojinin siyasal düşüncelere, duygulara ve tutumlara yönelik yaygın olarak kullanıldığı görülmek­tedir” yargısı tam da çalışmamızın bağlamı içerisine oturmaktadır. Buna ek olarak çalışmamızda ideolojinin bizi ilgilendiren anlamlarından biri de zamana ilişkin boyutudur. Önal Sayın ideolojinin bu boyutu için “İdeoloji aynı zamanda geçmiş, an ve gelecekle ilgili olabilir. Milliyetçi ideolojilerde, ideoloji kaçınılmaz olarak ulusun tarihsel kökenlerinden hareket eder, tarihsel ögeleri kullanır. Egemen ideolojiler için an önemlidir. Böyle bir durumda ideoloji, yürürlükteki düzeni savunur ve kaçınılmaz olarak muhafazakar bir tutum içine girer. İktidarı hedefleyen toplumsal kesimlerin ideolojileri, kaçınılmaz olarak geleceğe yöneliktir, gelecekte gerçekleştirmeyi arzuladıkları amaçları, hedefleri içerir.”[16] İdeolojinin bu özellikleri çerçevesinde konumuzun ideolojiye yaklaşımı iyice belirginleşmektedir. 1968 gençlik hareketleri var olan toplumsal ve ekonomik kurumların eleştirisini yapan, yeniye yönelen, politikleşme ile birlikte iktidarı da hedefleyen bir özellik taşır.

Özetlemek gerekirse çalışmamızda ideolojinin siyasal boyutunu daha ön planda tutacağız. Yani iktidarı hedefleyen muhalif düşüncelerin dünyayı yorumlama ve değiştirmeye ilişkin düşünme ve eyleme yöntemleri olarak anlayacağız. Bunu böyle anlamakla birlikte gençlik hareketleri ile olan bağını da gençliğin atılımcı ve heyecanlı olma özelliği ile birlikte düşünerek, gençlik hareketlerindeki değerler sisteminde ideolojiye ayrılan konumun önemine dikkat çekeceğiz. İdeolojiye bağlılık biçimlerinin farklı siyasal gençlik gruplarında kendilerine özgü bir kültürel geleneğe yol açışına gözlemci olacağız.

İDEOLOJİK ÇEŞİTLİLİK

Türkiye’de 1960’lı yıllarla birlikte gelişen gençlik hareketlerinde başı çeken öğrenci gençlik, ilk eylemlilik dönemlerinde belirli bir ideolojiden referans alarak çalışmalar yürütmüyordu. Türkiye’nin siyasal ortamına bağlı olarak yaşanan tartışmalar ve partileşmeler süreci içerisinde giderek ideolojik bir kimlik kazanma sürecine girilmiş oldu. Önceleri fikir ve tartışma klüpleri aracılığıyla öğrenci sorunları tartışılıyorken, giderek politize olma süreci içerisinde yeni yeni gruplar dünyadaki gelişmeler ışığında Çin sosyalizmini, SSCB sosyalizmini, Küba sosyalizmini  örnek almaya başladılar. Aynı farklılaşma islamcı öğrenciler arasında da tarikat farklılaşmaları olarak yansıyordu. Yani sürekli bir bölünme, ayrışma ve kopuş yaşanmaktaydı. Aynı ülke üzerine onca farklı biçimlerde “kurtuluş” düşünceleri üretiliyordu ki çoğu zaman aynı tandans içerisinde olan ve fakat farklı ideolojik grupların bir birlerine yönelik eylemleri gerçekleşebiliyordu. İşte çalışmamız boyunca bu ideolojik çeşitlenme üzerinde duracak ve ideolojik çeşitlenmeyi sürekli birbirlerinden kopan grupların, kopuş nedenlerini dayandırdıkları siyasal düşünce ve eylem farklılıkları olarak ele alacağız.

DÜNYADA 1968

1968 yılının dünya tarihindeki yansıması uzun süreli ve son derce etkili oldu. Bu etkinin ön plandaki aktörleri ise kuşkusuz öğrencilerdi.

ABD’de Berkeley ve Columbia üniversitelerinde Vietnam Savaşı karşıtı gösteriler, Berlin’de Rudi Dutschke’ye* yönelik suikast girişiminin ardından yükselen kitlesel gerilim, Paris’te Sorbonne’un işgali... Berkeley’den Tokyo’ya uzanan yolda Mexico City, Londra, Madrid, Varşova, Belgrad gençliğin eylemlerinin önemli duraklarıydı.[17]

Bayhan’ın Alpay’dan alıntıladığı şekliyle öğrenci gençlik hareketlerinin 1968’de hızlı gelişimi ve dünya bağlamında etki yaratması farklı ülkelerin, farklı sosyo ekonomik, kültürel ve siyasal gelişmelerine bağlı olarak faklı nitelikler taşıyordu. “1968 yılında ABD’den Japonya’ya, Meksika’dan Fransa’ya, Çekoslovakya’dan Çin’e kadar uzanan bir çok ülkede bir “gençlik ayaklanması” yaşandı. Bu ‘ayaklanma’, her ülkenin farklı koşullarında, farklı çıkış noktalarından hareket ediyor; farklı nitelikler taşıyordu. Ama tüm ülkelerdeki ortak özelliği, kurulu düzene karşı bir ‘başkaldırı’ olmasıydı. ‘İletişim devrimi’nin o güne kadar görülmedik bir etkileşimi oluşturduğu dünyamızda, bir ülkedeki başkaldırı, başka bir ülkedekinin işareti olmuştu.”[18]Fakat 1968 ve hemen sonrasındaki 10 yıla bakıldığında farklı ülkelerdeki gençlik hareketlerinin hepsinde kurulu toplumsal düzene yönelik başkaldırı niteliğinin olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi kurulu toplumsal düzenden kastettiğimizin sadece siyasal rejimler olduğunu anlamak bu yargımızı yanlış anlamak olur. Her ülkenin kendisine özgü sistemi içerisinde yer alan irili ufaklı bir çok iktidar odakları yer almakta ve gerek hukukî dayanakları ve gerekse kültürel arka planı açısından farklılıklar arz etmektedir. Biz 1968 gençlik hareketlerinin kurulu düzen içerisindeki bir çok irili ufaklı iktidar yapılaşmasının sorgulanmasına vurgu yaparak anlaşılması taraftarıyız. Yani gençlik hareketleri bu dönemde kişisel özgürlük, kültürel kurumların sorgulanması, savaş karşıtlığı, üniversite reformları, köylülük ve feodalite gibi çeşitli başlıklar üzerinde sorgulama ve eleştiriler yapmışlar ve  kimi zaman topyekün siyasal sistemi yeniden inşa çabasına yönelik hareketler örgütlemişlerdir.

Dünyada 1968’i ele alacak olursak, toplumsal hareketlerin ve tabiki belirgin aktörleri olan gençlik hareketlerinin biçimlendiği süreçte ABD, Japonya, Almanya ve Fransa’nın itici dinamiklerle dolu olduğunu görebiliriz.

ABD’de öğrenci dünyasında hareketlilik, Kuzey California’lı siyah öğrencilerin ırk ayrımcılığına karşı düzenlediği ve kısa sürede tüm güney eyaletlerine yayılan oturma eylemiyle 1960’ta baş göstermişti. 1968-70 arasında Amerika kampüslerinde yayılacak olan kurulu düzene başkaldırı eylemleri, altmışlı yılların ilk yarısında ortaya çıkan siyahların sivil hakları hareketi bağrında mayalandı. Sivil haklar hareketine koşut olarak toplumun diğer kesimleri de harekete geçmişti. Barış yanlılarının nükleer denemelere karşı eylemlilikleri sürüyor, Jack Kerouac’un Amerika yaşam tarzını reddeden beat kuşağının el kitabı Yolda elden ele dolaşıyor, Tek Boyutlu İnsan’ın yazarı Herbert Marcuse’un da içinde bulunduğu aydınlar eleştirel bir düşünce tarzını geliştiriyor, öğrenciler üniversite bürokrasisine başkaldırıyor, kapitalizm ve ABD’nin dünya üzerindeki rolü ve özelliklede Vietnam’a yönelik tutumu alabildiğince genişlikle tartışılıyor ve protesto eylemlilikleri polisin şiddetli müdahalelerinin arttığı oranda hareketlerin de şiddet dozajını yükseltiyordu. Vietnam savaşı, polisin artan şiddeti öğrenci hareketini giderek radikalleştiriyordu. Boykotlarda yükselen aşama Nisan 1968’de Columbia üniversitesini işgaliyle geldi ve 1969-70-71 döneminde giderek arttı.[19]

Japonya’nın 1968’de bıraktığı iz ise; radikal sol Zengakuren hareketinin örgütlediği ABD karşıtı öğrenci gösterileri, Amerikan hedeflerine -askerî hastane, savaş üsleri ve gemileri- yönelik saldırılar, öğrenci yayınlarının sansürlenmesine yönelik protesto tepkileri, üniversite yönetimine katılım hakkı için geliştirilen eylemlilikler, şiddetli polis-öğrenci çatışmaları ve sonuç olarak Japonyanın bir çok üniversitesinde öğrencilerin taleplerinin ya tamamının ya da büyük kısmının kabulü ile noktalandı.[20]

Federal Almanya’daki öğrenci hareketlerinin ardında ise; Vietnam savaşı ve Amerika karşıtlığı, Alman ekonomik mucizesinden doğan tüketim toplumunun eleştirisi ve bir önceki, Nasyonal Sosyalizme boyun eğmiş kuşağa başkaldırı yatmaktadır. Almanya’daki SPD (Sosyal Demokrat Parti)’nin gençlik örgütü olan SDS  üyesi ve sempatizanı gençler; Vietnam savaşı için protesto gösterileri düzenliyorlar ve İran şahının Almanya’yı ziyaretinde caddelere dökülüyorlardı. Springer basın grubu ise öğrenciler aleyhine yazılar yayınlıyordu. 1968’de SDS önderi Rudi Dutschke’nin bir gösteri sırasında yaralanması üzerine hareket olanca yakıcılığı ile Berlin’de, Hamburg’da ve diğer kentlerde Springer grubunun binalarına yöneldi. Ancak Almanya’da öğrenci hareketleri diğer ülkelerdekine oranla daha kısa süreli oldu. 1970 başlarında neredeyse tam bir durgunluk hakim olmuştu Almanya’ya.[21]

İlginçtir, Fransa’daki öğrenci hareketlerini başlatan ve örgütleyen Daniel Cohn-Bendit, 23 yaşında bir sosyoloji öğrencisiydi.[22]Fransa’da öğrenci hareketlerinin kökeni altmışların başlarına, Cezayir savaşı sonlarına, 121’ler Manifestosu’na (1960) ve Fouchet Planı olarak da bilinen, üniversite reformu projesine karşı ilk protestolara dayanır. Bunları 1965, 1966, 1967’de Vietnam savaşı gösterileri izler. 1967 Nisan’ında, özellikle Orsay, Lyon, Marsilya, Nantes ve Nanterre’de öğrenci yurtlarında disiplin tüzük ve yönetmeliklerini, özelliklede karşı cinsten öğrencilerin birbirlerinin odasına girmesini yasaklayan uygulamaları sorgulayan olaylar baş gösterir. Kasım’da Nanterre üniversitesi grev kararı alır. Aralık’ta eğitim reformuna karşı grev ulusal düzeye sıçrar. Bu arada Vietnam Savaşı karşıtı gösteriler büyük oranda yaygınlaşır. 1968’de UNEF (Fransa Ulusal Öğrenci Birliği) üniversitelerde oldukça örgütlüdür. Özellikle de Sorbonne’da. Fakat 22 Mart 1968’de Vietnam Komitesini altı üyesinin tutuklanması sonucu Nanterre Üniversitesinin yönetim kulesi öğrencilerce işgal edilir. Böylece üniversite işgallerinin bir eylem çeşidi olmasının ilk örneği de yaşanmış olur. Bu olaylar üzerine Fransa’nın çeşitli üniversiteleri kapatılır. Ancak kapatma kararları öğrenci kitlelerini daha da mücadeleci bir ruh içerisine sokar ve giderek kriz haline dönüşen olaylar da sokak barikatlarının kurulduğu, kaldırım taşlarının polisle çatışmalarda silah olarak kullanıldığı bir evreye geçilmiş olur.[23]

İtalya’da öğrenci sayısındaki artış ve üniversite öğreniminden sonraki iş bulamama kaygıları öğrenci huzursuzluğunun temelini oluşturur. Burada da tıpkı Fransa’daki gibi öğrenci sayısındaki şişkinlik karşısında hükümetin ekonominin yeni taleplerine uyarlamak amacıyla çıkartmak istediği reform projesi (Gui reformu) öğrencilerin tepkisine neden olur. 1967’den 68’e taşınacak olan grevler, işgaller, Vietnam protestoları birbirini izler.

İspanya’da ise öğrenci hareketlerinin arkasında 1947’den o zamana kadar devam edegelen Frankizm uzantılarına karşı yürütülen ideolojik mücadele yatmaktadır. Buna ilaveten bir başka belirleyici etken de Prag Baharı’dır.[24]

Özetleyecek olursak Fransa’da başlayıp bir çok ülkede karşılık bulan 1968 öğrenci hareketleri hem eğitim sorunlarının çözümüne ilişkin talepler bağlamında ve hem de ideolojik politik yaklaşımlar bağlamında ele alınabilir. Ancak her iki bağlam da birbirinden kopuk ve ilgisiz değildir. Bir diğer önemli etken de Amerika’nın Vietnam’a karşı sürdürdüğü savaşın haksız olduğuna yönelik inancın yaygın olması ve Amerika karşıtlığı diyebileceğimiz politik bir yaklaşımı ortaya çıkmasıdır. Dönemin iki kutuplu dünya düzeninde Amerika’ya beslenen bu düşmanlıklar sosyalist ideolojiyle buluştuğunda öğrenci hareketinin dinamikleri sanayileşmiş ülkelerin işçi sınıfları ile de organik bağlar geliştirmelerine yol açmış ve çoğu yerde de kurulu düzeni yıkma eylemlerine dönüşmüştür diyebiliriz. Bu yanıyla 1968 öğrenci hareketleri solun izlerini taşır, ondan etkilenmiştir ve de 1968 kuşağı ile sonraki dönemi de etkilemiştir.

TÜRKİYE’DE  GENÇLİK HAREKETLERİ

Türkiye’de gençlik hareketlerinin kökenini Osmanlı’ya götürüp dayandırmak elbette mümkündür. Ancak biz, yeni toplumsal hareketler teorisi eşliğinde öğrenci gençlik hareketlerini, yeni toplumsal hareketler içerisindeki kadın hareketleri, çevre hareketleri, savaş karşıtları hareketleri gibi kategoriler içerisine dahil ederek ele alacağız. Bu nedenle Türkiye’de gençlik hareketlerini Cumhuriyet sonrası dönemden günümüze dek kısaca ele alarak belki gençlik hareketlerinin gelişme evreleri içerisindeki ideolojik ve tutumsal kökenleri hakkında bazı ip uçları yakalayabileceğiz. Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan günümüze öğrenci hareketlerinin ardında yatan temel görüş nedir ya da öğrenciler ilk dönemlerde daha aktif bir katılımla neden toplumsal sahneyi etkilediler sorusuna Alpay Kabacalı’nın verdiği yanıtı büyük ölçüde açıklayıcı bulmaktayız. Bu cevabı kısaca şöyle izah edebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’un (Söylev) sonunda cumhuriyeti gençlere emanet eder. O’na ait olduğu kanıtlanan Bursa Nutku’nda ve bir çok konuşmasında da gençlere duyduğu güveni dile getirmiştir. Cumhuriyet’in bu ilk kuruluş ve kurumlaşma aşamasında, gençliğe idealizm aşılanmasını öngören bir resmî anlayış egemendir. Bunun temelini de Nutuk’un sonundaki “Gençliğe Hitabe”de bulabiliriz. Yine bu dönemde resmî görüş, “ulusu aynı ülküye bağlı bir kütle halinde örgütlemek, kültür ve düşünce birliğini sağlamak, ulusal birliği oluşturan kültür ögelerini ortaya çıkarıp geliştirmek, kır-kent ve köylü-aydın ayrımını ortadan kaldırmak” hedefini de gütmektedir. 1930’lara kadar yukarıda sayılan bu amaçların gerçekleştirilmesinde kullanılan organ Türk Ocağı iken Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (sonra CHP) 1931’de toplanan üçüncü kurultayında Türk Ocağı’nın kapatılması ve bu amaçları gerçekleştirmek üzere Halkevleri’nin kurulması öngörülür. Dil-Edebiyat, Güzel Sanatlar, Temsil, Halk Dershaneleri, Kurslar, Tarih ve Müze gibi şubeler oluşturularak resmî görüş doğrultusunda “cumhuriyet kuşakları” yetiştirilmek hedeflenmiştir. Tabi bu anlamda idealize edilmeye çalışılan gençliğin yoğun duygular eşliğinde bilinçlendirilmesi hedeflendiğinden dolayı da bu örgüt ve derneklerin söylemi alabildiğince milliyetçi ve çoğu zamanda ırkçı motiflerle doludur. “Örneğin asker ve siyaset adamı Hasan Cemil (Çambel) Mart 1934’te Ankara’da, Muhafız Alayı Zabit (Subay) Gazinosu’nda verdiği konferansta, Mustafa Kemal’in ‘Gençliğe Hitabe’sini okuduktan sonra şöyle konuşuyor: Büyük şef, en derin ruhsal yenileşme ile yeni devleti ve yeni milleti yapma kesin kararlılığındadır. Onun amacı bir Türk cihan devleti kurmak ve bir Türk kültür milleti yetiştirmektir. Bu bir dünya kuvveti olacak ve temelleri Türk ırkının yetenek ve karakterine ve Türk kanının asil ve fedakâr gücüne dayanacaktır. Her gençlik kuruluşundan beklediğimiz amaç budur. Bu ruh ve ahlâkta derinleşmeyen, bu büyük fikri hedef tutmayan her dış örgütlenme yüzeyseldir, cansız ve değersizdir. Bu nedenle dış örgütler ancak büyük millî amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlardan başka bir şey değillerdir.”[25] Bu konuşmadan da görüleceği üzre dönemin gençlik üzerindeki temel siyaseti gençliği istenilen resmî görüş doğrultusunda alabildiğince aktif ve de milliyetçi bir çizgide örgütlendirilmesidir.

Şimdi bu amaca dayanan gelişmeler eksenindeki bazı temel öğrenci hareketlerini başlıklar ve kısa açıklamalar temelindeki özet tarihini sıralamak yerinde olacaktır.

   Cumhuriyet sonrası dönemin en etkili ve geniş katılımcıya sahip olacak geçlik örgütü Millî Türk Talebe Birliği (MTTB) 1924’te kuruldu. Başkanlığına İbrahim Öktem getirildi. Kısa sürede Türkiyeli öğrencileri temsil eden tek örgüt niteliğini kazanan MTTB 1926’da Roma’da düzenlenen toplantıya ve 1927’de Paris’te düzenlenen Uluslar arası Öğrenci Kongresine, Balkan Öğrenci Federasyonu Temsilcisi sıfatı ile Başkan İbrahim Öktem’i gönederdi.[26]

   1924 yılının Kasım ayında öğrenciler Belçika kökenli İstanbul Tramvay Şirketi’ni protesto amacıyla büyük bir yürüyüş düzenlemişlerdir. [27] Protesto nedeni ise öğrencilere biletlerde indirim yapılmamasıdır. Bu yürüyüş sırasında polislerle öğrenciler arasında çatışmalar çıkmış, bir çok öğrenci yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Rektör İsmail Hakkı Baltacıoğlu üniversiteye sığınan öğrencilere sahip çıkmış polis yöneticileri ile tartışmaya girmiştir.

   Yüksek öğrenim gençliği MTTB aracılığı ile 1928’de “Vatandaş Türkçe Konuş”, “Yerli Malı Kullanalım” kampanyalarını yürütmüştür.

   1928 yılında Zekeriya Sertel’in çıkarttığı Resimli Ay dergisinde Nazım Hikmet’in yazdığı “Putları Kıralım” yazısı ve bu yazının içeriğinde yer alan Abdulhak Hamit, Mehmet Emin Yurdaul’a yönelik eleştiriler, yerleşik edebiyat anlayışını ve düzenini sarsıyordu. Öte yandan Nazım Hikmet’in yeni şiir anlayışı da bu sarsıntının şiddetini artırıyordu. Doğal olarak bir direnç gelişivermişti. O dönemde Türk Ocağı henüz kapatılmamıştı ve başında bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim gibi şairler Nazım Hikmet’in eleştirdiği şairleri savundular. Türk Ocağı çevresinin yönlendirmesi ile kimi üniversiteliler Resimli Ay dergisini basma girişiminde bulunduysalar da Nazım Hikmet’in onlarla konuşması sonucunda özür dileyerek ayrıldılar.[28]

   1933 yılında Yataklı Vagonlar Şirketi (Vagon-Li) müdürünün, bir memurun Türkçe konuşmasına kızarak Türkçeye hakaret etmesi olayında MTTB öğrenci gençliğin tepkilerini örgütleme misyonuyla bu kez daha şiddetli eylemliliklerle ortaya çıkmıştır. Binlerce genç, şirket binasını tahrip etmiş ve değişik yerlerde gösteriler düzenlemiştir. Bu olaylar sırasında Peyami Safa’nın “Türk diline dil uzatanların dilleri kurusun!”[29] sözleri gençleri iyice coşturmuştur.

   1934 yılında Sofya’daki bir Türk mezarlığının Bulgar gençleri tarafından tahrip edilmesi (16 Nisan) MTTB’yi harekete geçirmiş, Bulgar Konsolosluğu önünde toplanan gençler ve halk, heyecanlı konuşmalardan sonra Bulgar mezarlığına giderek çelenk koymuşlar (20 Nisan), polisin karşı koymasına rağmen Taksim’e doğru yürüyüş olayı büyütmüş ve 80’den fazla öğrencinin tutuklanmasına sebep olmuş, Hükümet, MTTB’yi feshetmiştir (21 Nisan). 22 Nisan’da MTTB delegeleri toplanarak Gazi Mustafa Kemal’e, İsmet Paşa’ya ve Halk Fırkası Genel Sekreteri Recep Peker’e olaya hangi amaçla giriştiklerini belirten bir mektup gönderdiler. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e yazılan mektubun yanıtı üç gün sonra gelmişti. Mektupta “Gençliğin çalışkan, hassas ve milliyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir. Gençlik her türlü faaliyetlerinde Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet kuvvetlerinin usûl ve kaidelerine riayetkâr bulunmaya da dikkatli olmalıdır. Cumhuriyet hükümetinin millî meselelerde vazifesini bilir olduğuna ve kanunların ve adlî kuvvetlerin adaletine emin olunuz”[30] deniliyordu. Tecemmüat Kanunu’na (sonradan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası halini alacak olan yasa) dayanılarak tutuksuz yargılanan öğrenciler, Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılacak olan genel aftan yararlandırıldılar.

   1933-34 yılları, MTTB yayın organı Birlik dergisi ile Kadro dergisi arasında polemiklerin yaşandığı bir dönemdir. Kadro dergisi, Cumhuriyet inkılaplarının ideolojisini hazırlamak üzere Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Asaf Belge ve Şevki Yaman tarafından 1932’de yayınlanmaya başladı. Ancak kısa sürede hükümet çevrelerinden tepki almaya başlayınca ve Mustafa Kemal’in de desteğini çekmesi üzerine Aralık/Ocak 1934-35 tarihli 35-36. sayısında kapatıldı. Kadro, kimi çevrelerce solcu olarak niteleniyordu. Temel fikri “Kemalizm, kapitalizm ve komünizm dışında bir üçüncü yoldur.” olan dergi; ekonomide devletçilik, sınıfsız çelişkisiz toplum, yeni tarih ve dil anlayışı gibi iddialı düşüncelerle ortaya atılmıştı. Ortaya çıkışından itibaren de gençliğe seslenen yazılara yer veriyordu. Bu yazılarda genellikle gençliğin dağınık hareketlilikleri eleştiriliyor, sokaklardaki çatışmacı tavrı eleştiriliyordu ve gençlik daha gelişkin birliktelik içerisinde tek vücut örgütlenmeye çağrılıyor, Halkevlerinin bu örgütlenmeyi gerçekleştiremediği vurgulanıyordu. Derginin gençlik konusundaki düşünceleri şöyleydi “Sokağın, dağınıklığın, zevk ve duygu sertliklerinin olumsuz atmosferinden kurtarılan, ikılap heyecanının, inkılap disiplininin havası ve çatısı içinde örgütlenen bir genç neslin, milletin ruhuna vereceği gurur ve güven coşkusunu düşünüyorum. Türk yurdunun her bucağına serpilmiş, binlerce, yüz binlerce, milyonlarca Türk çocuğunun aynı örgüt içinde aynı kılık, aynı hareket temposu, aynı düşünüş altında vereceği şen, kendine güvenli ve görkemli birliğin manzarası ruhu sarsan bir şeydir.”[31] Kadro dergisindeki bu sözlere karşılık, 1933 yılında kongre kararıyla MTTB yayın organı olarak çıkan Birlik Dergisi’nin 1. sayısında şöyle deniliyordu. “Türk gençliği papağan değildir. Türk gençliği inkılabın anlamını başkalarının anlatmasına gerek duymayacak kadar iyi ve derin anlamıştır... Biz bu görevleri kimseden istemiş veya isteyecek değiliz... Yaptığımız şey körebe oyunu değil ki yolumuzu karanlık bir tünele saptırmış olalım. Hayır. Biz güneşin altında apaçık gözlerle yürüdük. Bizi anlamıyorsunuz, anlayamayacaksınız. Örgüt. Yani ‘Kadro’ mu? Eğer böyleyse size ilk ve son kez Hayır! Diyoruz. Hayat çemberlenmez. Hem niçin bunu istiyorsunuz? Tam tersine, siz içinde sıkıştığınız ve sizi gerçeklikten ayıran o dar ‘Kadro’yu kırın!”[32]

   MTTB’nin giriştiği öteki eylemler de Birlik dergisinden izlenebilmektedir. Bunlar: Yabancı okullara ve Genç Hristiyanlar Cemiyetine karşı eylemler, Çanakkale şehitleri için anıt istemleri, Beyoğlu’nda yabancı isim taşıyan dükkanların isimlerinin Türkçeleştirilmesi kampanyaları, üniversite reformu, yerli malı kullanma kampanyaları, Hatay’ın Türkiye’ye katılması yönünde bir çok izinli ve izinsiz eylemlilikler içerisinde olmuştur.

   1930’lu yılların sonlarına doğru Türkiye’de de otoriter devlet olma yönündeki eğilimde artış gözlenmektedir. Bu dönem Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini’nin revaçta olduğu günlerdir. Etkisi Türkiye’de de hissedilmektedir. 1936 yılında 141. ve 142. maddeler İtalyan Faşist Ceza Yasası’ndan alınarak bizde de uygulamaya konulmuştur.

   Yine bu dönemde Nazım Hikmet’in şiirlerinin Harp Okulu’nda okunması nedeniyle büyük çaplı soruşturmalar başlatılmış ve Nazım Hikmet 141-142’den değil ama “orduyu ayaklanmaya kışkırtmaktan” 20 yıl ceza almıştır.

   1944’te Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde yayınladığı bir yazı ile o tarihe kadar tek tek çıkışlarla kendini belli eden Irkçı ve Turancı görüşler su yüzüne çıkmış ve bir cephe olmaya başlamıştır. Buna karşı aynı yıl Faşizm ve vurgunculukla savaşmak amacı ile İstanbul Üniversitesi içinde İlerici gençler Birliği (İGB) kurulmuştur.[33] İGB, Süleymaniye Camisi’nin iki minaresi arasına “Saraçoğlu (Başbakan) Faşisttir” yazılı, “Vurgunculuk ve Faşizme Karşı Savaş Cephesi” imzalı bir flama astığı için de çok kısa sürede yargı sürecine dahil olmuştur.

   Rusya’da yasadışı varlığını sürdüren Türkiye Komünist Partisi’nin gençlik örgütü TKP Genç Komünist Fırkası-Komsomol örgütünün kurulduğu da TKP’nin İstanbul’da ki gizli matbaasının ortaya çıkarılmasıyla gün ışığına çıkmış oldu. Komsomol, komünist gençlik örgütü olarak kısa zamanda Türkiye içinde bir çok lise içerisinde faşizme karşı görüşler ile örgütlenmiştir.[34]

   1940’lı yıllarda Irkçılık-Turancılık olaylarındaki artış 1942’de Başbakanlığa atanan Şükrü Saracoğlu’nun 5 Ağustos 1942 günü TBMM’de hükümet programını okurken belli çevrelere cesaret vermiş olmasına dayandırılabilir. Bu konuşmada şöyle diyordu Başbakan Saracoğlu: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve en az bir o kadar vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her zaman bu yönde çalışacağız.”[35] Bu anlayışta bir hükümetin yürütmeye başladığı dönemi izleyen ilk birkaç yıl içinde Irkçı-Ülkücü-Tutancı dergilerin sayısında bir patlama olmuştu. Bozkurt, Çınaraltı, Ergenekon, Gökbörü, Orhun bunların en bilinenleriydi. Aynı şekilde Irkçı-Turancı kitapçıklar da da hızla yükselen bir artış söz konusuydu. Örneğin General Pertev Demirhan’ın gençlik konusunun ele alındığı Türk Milletinin İstikbali adlı kitapçığın giriş sayfasında şöyle deniliyordu; “Ural-Altay ırkına mensup olan bizim Türk milletinin istikbali emindir. Çünkü Türk milletinin damarlarındaki kan asildir ve asırlardan beri asil kalmıştır. İnşallah hep de öyle kalacaktır... Kan çok mühimdir. Kan yalnız insanlarda değil hayvanlarda bile çok mühim bir rol oynar. Mesela cins bir Arap atı, adi bir yük hayvanına benzemez. Cins bir köpek, adi sokak köpeği ile mukayese edilemez... Dünyanın en eski ve en medenî bir milleti olan Türk milleti, Ural-Altay ırkının en mümtaz ve en kuvvetli kısmıdır. Zaten Türk kelimesinin asıl manâsı kuvvettir.”[36]

   Dönemin en bilinen Turancı ismi olan Nihal Atsız, Saracoğlu hükümetine Orhun dergisindeki yazılarında Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in görevden alınması çağrıları yapıyordu. (Orhun Sayı:16 1.04.1944) Sabahattin Ali bu yazıyla kendisine “vatan haini” denildiği gerekçesiyle Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesine dava açtı. Duruşmanın yapılacağı günden önce Irkçı-Turancı öğrenciler tüm güçleri ile mahkemede toplanmak için örgütlendiler. Dava günü mahkeme başkanı yeterli yer olmadığı gerekçesi ile duruşmayı öğleden sonraya erteledi. Öğleden sonra sıkı güvenlik önlemleri altında yapılan duruşmadan çıkan Nihal Atsız’la onu bekleyen ırkçılar, Gençlik Parkı’na kadar slogan atarak yürüdüler. Olaydan 6 gün sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencilerinden Osman Yüksel Serdengeçti, arkadaşlarıyla Sabahattin Ali’nin bulunduğu bir salona girerek onu tokatladı. Olaydan sonra suçüstü hükümlerine göre yargılanarak 12,5 lira para cezasına çarptırıldı.[37]

   Daha sonra İsmet İnönü olaylara el atarak Orhun dergisinin kapatılması işlemlerini devreye sokarak dergi kapatıldı.

   1945’te Tan Gazetesi olayları ve matbaanın tahribi olayları olmuştur.

   1946’da Rusların Şark vilayetlerimizden bazılarını istemesine karşısında gençlik Ankara’da büyük kınama mitingi yapmıştır.[38]

   1947’de Ankara Yüksek Öğrenim Gençliği, solcu hocaların Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden çıkarılmalarına yol açan büyük bir miting düzenlemişler, solcu gazeteleri yırtmışlar ve üniversite senatosundan bu yönde bazı isteklerde bulunmuşlardır.[39]

   1947 yılı gençliğin Ankara, İstanbul ve İzmir’de komünizm aleyhine düzenlediği çeşitli gösteriler ve yayınladığı bildirilerle kapanmıştır.

   1948’de MTTB iktidar tarafından eleştirildiği için öğrenci hareketinde yeni bir örgütlenmeye gidilerek Türkiye Millî Talebe Federasyonu (TMTF) kurulmuştur.[40]

   1950’de Türk Kültür Ocağı, Türk Gençlik Teşkilatı, Türk Kültür Çalışmaları Derneği, Genç Türkler Cemiyeti birleşerek Milliyetçiler Federasyonu’nu kurdular.

   1952’de TMTF’nin girişimleriyle Millî Gençlik Komitesi oluşturuldu. Bu komite yanlıları Nazım Hikmet’e daha ılımlı yaklaşıma sahiplerdi. Bu da bize MTTB’nin ırkçı yanlarının biraz silikleştiği ama hala milliyetçiliğin revaçta olduğu bir örgüt izlenimini veriyor.

   1950’li yıllar gençlerin Kıbrıs için düzenledikleri mitinglerle başlamış, Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenaze töreni büyük olaylara sebep olmuştur. Solcu öğrencilerin Çiçek Palas’ta Nazım Hikmet’in affı için düzenledikleri toplantı tutuklanmalarla noktalanmış, İstanbul ve Ankara’da komünizmi tel’in mitingleri düzenlenmiş, Kore’de şehit olan askerleri anma törenleri ile sona ermiştir.[41]

   1959 yılında “Büyük Doğu” dergisinin Atatürk aleyhinde yazıları gençlerde tepki yaratmış, mitinge izin verilmemesi üzerine olay bildirilerle kınanmıştır.

   1960 başlangıcında Saidî Nursî ve irtica karşısında gençlik sert tepki göstermiştir.

   1960 yılı Nisan ayı içinde Meclis Tahkikat Komisyonu’nun• kurulmasına karşı Ankara ve İstanbul’da gençlerin gösterdiği tepki ve onlara karşı hükümetin aldığı sert tedbirler Ankara ve İstanbul’da 28-29 Nisan olaylarına sebep olmuş, bunu Kızılay olayları ve başta komutanları olmak üzere Harbiye’nin yürüyüşü izlemiştir.[42]

   Olayların yükselen gerginliği Türkiye’yi 27 Mayıs 1960 ihtilâline sürüklemiştir.

   13 Şubat 1961 tarihinde Türkiye İşçi Partisi 12 İşçi sendikacı tarafından İstanbul’da kurulmuştur.[43]

1968 diye anılan yoğun öğrenci gençlik hareketlerine sahne olan dönem TİP’in kurulması ile mayalanmaya başlayacaktır. Günümüzden 1968’e baktığımızda öğrenci gençlik hareketlerindeki ideolojik çizgi kaymasında etkili olan unsur olarak TİP’i ve onun 15 milletvekili ile ileride parlamentoya girmesini, giderek de gençlik içerisinde ilgi uyandırmasını görebiliriz. Sonuç olarak MTTB’nin ırkçı milliyetçi çizgisinde birleşen öğrenci hareketinin TİP’li yıllarda eksen değiştirerek sosyalist anlayışlarda yoğunlaşmaya başladığını söyleyebiliriz. 1968’de dünyadaki büyük gençlik hareketleri dalgasına gelene değin Türkiye öğrenci gençlik hareketleri TİP içerisinde yer almış, ayrı örgütlenmelerinde bile TİP’in izlerine rastlanmıştır. Öte yandan Türkiye sosyalist hareketindeki ideolojik çeşitlenmeler de bir bakıma TİP içerisinde cereyan eden tartışmalardan doğmuştur. Bu özellikleriyle 1960’lı yılların öğrenci gençlik hareketlerini TİP’te yaşanan düşünsel ve eylemsel değişmeler ışığında değerlendirmek yanlış olmayacaktır. İleride göreceğimiz gibi örneğin 68’in etkili gençlik örgütlerinden biri olan Fikir Klüpleri Federasyonu oluşumu Türkiye İşçi Partisi ile direkt bağlantıları olan bir gençlik örgütlenmesidir. Bu açıdan çalışmamızın bundan sonraki bölümlerinde etkisi fazlasıyla görülmeye başlayan sosyalist öğrenci gençlik hareketleri ele alınacaktır.

TÜRKİYE’DE 1968 ÖĞRENCİ GENÇLİK HAREKETLERİ

1968 yılında Avrupa ve Amerika’da kısaca dünya bağlamında meyda­na gelen öğrenci gençlik hareketleri. Türkiye’de  görülmüştür. Ancak. dünyadaki gençlik hareketlerinin sosyolojik alt yapısı ile Türkiye’de mey­dana gelen gençlik hareketlerinin sosyolojik alt yapısı aynı değildir.[44] Kuşkusuz toplumsal yapıdaki farklılaşmalara paralel olarak gençlik hareketlerinin yol açacağı toplumsal değişmeler de farklılıklar gösterecektir. Şahin Alpay bu farklılığı şu şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre Türkiye’de 1968 gençlik olaylarını hazırlayan iç şartlar kısaca şun­lardır: “1960’lar Türkiyesi’nin en önemli özelliği 1961 Ana yasası ile ge­len, ülke tarihinde o güne kadar görülmemiş bir siyasî özgürlük ve de­mokrasi ortamıdır. Ülkenin ilk seçimle gelen yönetimi, DP iktidarına karşı 27 Mayıs 1960’da yapılan askeri darbenin hazırlanmasında ve meşrulaştırılmasında ana rolü siyasî özgürlük ve demokrasi” talepleri oynamıştı. Muhalefetin haklarını hiçe sayan ve giderek bir çoğunluk diktatörlüğü kurmaya yönelen DP iktidarına karşı ayaklanan gençler “özgürlük” ve “demokrasi” istemişlerdi. DP yönetimine karşı başkaldı­ran gençlik hareketinin bir yönüyle ‘manipüle” olduğu, yani askeri mü­dahaleyi hazırlayan ve gerçekleştiren güçler tarafından mobilize edildi­ği açıktır. 27 Mayıs askeri darbenin ardından, 1960’ların ikinci yarısın­da, 1965 seçimlerinde DP’nin mirasçısı Adalet Partisi’nin, elverişsiz se­çim kanununa rağmen, tek başına iktidara gelmesinden sonraki dönem­de gençlik hareketinin “özgürlük ve demokrasi” söyleminden uzaklaştı­ğı ve büyük çoğunluğu ile bir “düzen değişikliği”, “devrim” ve “sosya­lizm” söylemi içine girdiği görüldü.”[45]

1968 gençlik hareketlerinin temel değerlerinin devrim ve sosyalizm fikirleri içerisinde yoğrulması ve Türkiye’nin sonraki dönemlerine de izlerini taşımasını benzer bir biçimde Sina Akşin de Adalet Partisinin sert tutumuna bağlamaktadır. “1968 yılında önce Fransa’da, sonra diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD’de üniversite gençliği kurulu düzen aleyhinde ayaklandı. Bu hareket Türkiye’ye de geldi. Fakat öbür ülkelerde görece kısa sürede gelip geçtiyse de Türkiye’de yerleşti ve gittikçe sola kaydı. AP iktidarı, bu harekete karşı hukuk yolundan mücadele etmek yerine, “komando” ya da “ülkücü” denen sağcı gençlerle mücadele yolunu yeğler göründü.”[46]

1968, Türkiye’de sınıflar arasındaki mücadelenin bütün Türkiye coğrafyası üzerine yayılması kadar, toplumun her sınıfından insanların toplumsal üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinin belirlenmesi üzerinde aktif müdahalelerde bulunuşlarına da tanık oldu. Öte yandan bu mücadelenin araç ve biçimleri de mücadelenin her iki yanında yer alanlar için alışılageldik olandan giderek farklılaşmaya başladı.

AP hükümetinin yürütmekte olduğu dünya kapitalizmiyle entegrasyon süreci bir yandan büyük burjuvazinin genişletilmiş yeniden üretim için gereksindiği kaynak ve fonlann sağlanmasının, öte yandan bu kaynaklar arasında yer alan dış borçların kredi faizlerinin ödenmesi ve tarımsal ürünlerin uluslararası piyasada rekabet edebilmesi için taban fiyatlarının düşük tutulmasının maliyetinin doğrudan doğruya çalışanların ve üreticilerin sırtına yıkılması yolunu zorladı. Bunun sonucu, işçilerin ve küçük üreticilerin, özgürlüklerin nisbî genişliğinden de yararlanarak muhalefetlerini açık biçimlerde ve kitlesel ölçekte dile getirmeye başlamalarıydı. Kitlelerin kendiliğinden muhalefetini, yalnızca hükümet politikalarına değil, aynı zamanda varolan iktisadî ve toplumsal sistemin ve ülkenin uluslararası işbölümü sürecindeki bağımlı ve tabi konumunun da radikal bir eleştirisi yoluyla dile getiren ve mücadeleye her gün daha çok sayılarda katılmaya başlayan yeni kitlelerin açığa vurdukları talep ve hoşnutsuzluklarının sözcüsü olma işlevini üstlenen sosyalist harekete ve kendi mücadelelerinin kitlelerin mücadeleleriyle örtüştüğünü kavrayarak saf akademik istemlerin ötesinde sistem eleştirisine yönelen gençlik hareketine karşı girişilen resmî ve gayrı resmî bastırma hareketleri bütün 1969 yılı boyunca düzen ve toplumsal muhalefet arasındaki mücadelenin ivmesinin ve bu mücadelede şiddetin oynadığı rolün artmasına yol açtı.[47]

Yüksek öğretimdeki sorunlar doğmakta olan bu çatışmaları daha şiddetlendirdi. 27 Mayıs darbesinin başarısı bir çok üniversite öğrencisini olayın kahramanlarının kendileri olduğuna inandırdı. Menderes hükümetine karşı gösterileriyle ciddî bir risk almış ve hükümetin devrilmesiyle de haklı çıkmışlardı. 1960’lı yıllarda siyasî öğrenci aktivizminin vanasını kapatmak fiilen olanaksızlaşmıştı. Gerçekten 1968’de Paris öğrencilerinin başarılı ayaklanmaları haberleriyle eylemlilikler daha da yoğunlaşmıştı. Bunun dışında Türkiye’deki üniversite öğrencileri pek çok kişisel ketlenmeyle de yüz yüze geldiler. Öğrenci sayısında korkunç bir artış olmuş (1960-61’de 44.000, 1969-70’te 75.000), fakat öğretimde ve diğer olanaklarda buna uygun bir artış olmamıştı. TİP ve sempatizanlarının radikal kesimleri tarafından esinlenen öğrenciler Ankara’da Devrimci Gençlik Federasyonu’nu (DEV_GENÇ) 1969’da kurdular. Öğrenciler arasında Marksist örgütlenmelerin çıkış noktası olan odak bu örgüt oldu. Deniz Gezmiş’in başını çektiği Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Mahir Çayan’ın liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ve Doğu Perinçek’in önderliğini yaptığı sonradan TKP-ML’ye (Türkiye Komünist Partisi-Marksist  Leninist) evrilecek olan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) süreç içerisinde çeşitli ideolojik, örgütsel ve liderlik tartışmalarından geçerek doğdular ve 1970’lerde elliye varan çeşitli fraksiyonlarla türevlerini ürettiler.[48]

Türkiye’de gençlik hareketlerinin giderek politize oluşunun ardında yatan gerçeklerden bir diğerini de 1960’lardan 1970’lere kadar yaşanan hızlı sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değişmeler yanında aynı oranda kentleşme sürecimiz ve de 1960 anayasasının sağladığı özgürlükçü ortamda aramak gerekir. Zira Şahin Alpay şu vurgulamayı yapmaktadır. “1960’lar Türkiyesi’nin başka bir temel özelliği, l962’de başlayan ve 1970’lerin ortalarına kadar süren bir dönem için, sürekli ve oldukça hızlı bir ekonomik büyümenin ve reel ücretlerde sürekli artışın yaşanmasıdır. 1960’larda Türkiye, geniş özgürlük ve demokrasi yanında, o güne kadar tanık olmadığı ölçüde hızlı ekonomik kalkınmaya sahne oluyordu. Buna karşın. 1960 sonrasında gerçekleşen demokrasiyi de, ekonomik gelişmeyi de “yetersiz” ve “aldatıcı” bulan görüşler, seçmenler nezdinde olmasa da, aydınlar ve üniversiteli gençler arasında giderek yayıldı. Üniversite öğren­cilerine 1961 anayasasıyla tanınan derneklerde  ve siyasi partilerde örgütlenme olanağı, gençleri giderek daha aktif bir şekilde siyasal faaliyete yönlendiriyordu. Ülke tarihinde ilk kez böylesine geniş bir fikri ve siyasi çalışma özgürlüğüne kavuşan gençler, başka ülkelerde olduğu gibi Türki­ye’de de yerleşik değer, kurum ve otoriteleri sorguluyor ve kurulu düzene başkaldırıyorlardı.”[49]

Hikmet Özdemir ise yine benzer bir biçimde öğrenci gençlik hareketlerinin siyasallaşması ve giderek şiddet eylemlerine yönelmesi sürecini kurdukları gençlik örgütlerinin öğrenci sorunlarını aşarak diğer sosyalist partilerle ilişki geliştirmelerine ve ülke içi iktidar tartışmalarına bilfiil katılmalarına bağlar. Öğrencilerin siyasetin aktif özneleri olma yolundaki evrimini ana çizgileriyle şöyle özetler: “Öğrenciler arasındaki gruplaşmaların iktidar ve muhalefet par­tileri çevresinde odaklaşmanın ötesinde, düzen yanlısı (sağ) ve dü­zen karşıtı (sol) şeklinde geliştiği 1960’lı yıllarda, sosyalistlerin parti kurarak (TİP) seçime katılmaları, yine söz konusu partiye bağlı öğ­renciler tarafından Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)’nun oluştu­rulması oldukça geniş öğrenci kesiminin siyasallaşmasına neden ol­muştur. 1969’da kurulan DEV-GENÇ (Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu) dünya çapında olay niteliğindeki öğrenci hareketinin (1968 eylemi) Türkiye’de yaygınlaşmasında büyük rol oynamıştır.Başlangıçta yetersiz eğitim sistemine tepki olarak gelişen ve özellikle ana muhalefet partisi (CHP) tarafından hoşgörü ile karşı­lanan öğrenci hareketi, iç ve dış siyasal gelişmelerin etkisiyle 1968’ den itibaren üniversite ve eğitim alanı dışında Türkiye’nin bağım­sızlığı ve kalkınma modeli gibi mücadele alanlarına kayacaktır. Se­çim sistemindeki değişikliklerle sosyalist adaylara parlamento yolu­nun kapatılması, partiyi (TİP) daha en başından beri parlamento­culuk yapmakla eleştiren ve sosyalist kanatta farklı çizgileri benim­seyen grupların öne çıkarak, parlamento-dışı muhalefet düşüncesi­ni savunmalarına yol açmıştır. Öğrenciler parlamento-dışı muhale­fet düşüncesinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. 1970’e gelindiğinde genelde öğrenci hareketinin, özelde sosyalist eylemin ideolojik ve fiili önderliği, devrim için silahlı eylem birlikleri şeklinde örgütlen­mek isteyen ve silahlı mücadeleyi savunan Marksist-Leninist grup­ların denetimine geçecektir.”[50]

Türkiye’de öğrenci hareketlerinin 1968’in hemen öncesi ve sonrası dönemlerde oldukça gelişkin bir düzeye ulaşmasının ardında yatan nedenler üzerine oldukça fazla yazılı materyal mevcuttur. Kabul etmek gerekir ki konunun siyasal içerik taşıması nedeniyle farklı siyasi yaklaşımların kendi bakış açılarından aynı olay üzerine olan görüşleri çeşitlilik göstermektedir ve bu da doğaldır. Biz çalışmamızda sadece değinmek amacıyla birkaç farklı yaklaşımı sıraladık ve eğer ortak yanlarıyla özetlemek gerekirse Türkiye bağlamında öğrenci gençlik hareketlerinin 1960’lardaki yükselen trendinde hem dış ülkelerdeki yaşanan sürecin etkileri vardır ve hem de ülkemize özgü toplumsal ve ekonomik yapıdaki değişmelerin etkisi vardır. Dışarıda olanları dünyada 1968 başlığı altında ele aldık. İçerideki belirleyicileri ise; 1960 anayasasının özgürlükçü içeriği, TİP’in öğrenciler üzerindeki etkileri, Türkiye’nin Amerika ile işbirliğine duyulan tepkiler, dönemin Türkiye’sinin aynı zamanda kentleşme ve göç olaylarını yaşıyor olmasının kültürel yansımaları ve ekonomik yapının etkileri olarak özetleyebiliriz.

TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİ GENÇLİK HAREKETLERİNDE İDEOLOJİ

Yukarıda da değindiğimiz gibi öğrenci gençlik hareketlerinin ciddi biçimde Türkiye siyasasını etkilemeye başlaması bir anlamda 1960-68 arasındaki fikirsel mayalanma döneminin ardından gelişkinlik düzeyine ulaşmıştır. Biz bu döneme özellikle sosyalist gençlik hareketi açısından “büyüklerden öğrenme” dönemi diyebiliriz. Tıpkı bireyin sosyalleşmesi gibi öğrenci gençlik hareketi de bu dönemde en etkin sosyalleşme sürecini yaşamıştır. Bunu söylemekle amacımız yalnızca benzetme yapmaktır. Elbette 1923’lere dayandırılabilecek köklere sahip bir gençlik hareketi söz konusudur. Ancak sosyalist gençlik hareketi en yoğun fikirsel öğrenme ve tartışma sürecini bu dönemde yaşamıştır. İleride göreceğimiz gibi en önemli gençlik örgütünün adı da Fikir Klüpleri Federasyonu olacaktır. İşte bu fikirlerin büyüklerden öğrenildiği dönem sosyalleşme sürecine benzetilebilir. Sosyolojide sosyalleşme süreci “Topluma hazırlanma ve katılma süreci... Bireyin içinde yaşadığı toplumun kültürünü ve toplumdaki rolünü öğrenerek toplumla bütünleşmesi anlamına gelen sosyal süreç”[51] olarak tanımlanır. Bu süreçte birey, büyüdükçe içinde yaşadığı grup tarafından tanımlanmış davranış biçimlerini ve grubun değerlerini öğrenmeye başlar. Giderek grubun değerlerini kendi bireysel yapısı içerisinde içselleştirir ve böylece bir kişilik kazanarak toplumun bir üyesi haline gelir. Bu tanımlamalardan birey kavramlarını çıkarıp, yerlerine grup kavramlarını koyduğumuzda, sosyalist gençlik hareketinin hangi toplumsal çevre içerisinde yetişip, hangi grubun davranış biçimlerini ve değerlerini içselleştirdiğini saptadığımızda, onun ideolojik yaklaşımını ve giderek kopmalarla gelişen ideolojik çeşitlenmelerini anlamak daha da kolaylaşacaktır. Kurumlaşmış bir grup olan aile nasıl çocuğun topluma kazandırılması ve kültürün gelecek kuşaklara aktarılması işlevi ve bunun yanında diğer başka işlevleri yerine getiriyorsa, yine kurumlaşmış bir grup olan siyasî partiler de gençlik gruplarını siyasal yaşama dahil ederek, onlara davranış biçimleri sunarak ve ideolojik bir kültürel örüntüler bütünü sunarak kendilerine özgü işlevlerini yerine getirmiş olurlar denebilir. Sosyalist gençlik hareketindeki ideolojik kopmalar ve çeşitlenmeler de bir anlamda “büyüklerden” öğrenilmiş ve hatta çoğu zaman onlarla paralel gitmiştir. Çoğu zaman sosyalist partiler ve çeşitli akımlarda görülen kopuşlar ile gençlik hareketlerindeki ayrışmalar eşzamanlılık göstermiştir. Bu nedenle gerek gençlik hareketlerindeki ideolojik yapıyı ve gerekse ideolojik kopuş ve çeşitlenmelerin ana kaynağı diyebileceğimiz “siyasî partiler ve aydın hareketlerinin ideolojik görüşleri”ni ele alarak işe başlamak en doğrusu olacaktır.

1961 yılının başında TİP doğdu. 1961 yılının sonunda YÖN doğdu. TİP, Türkiye’nin ‘ilerici işçi’ hareketi olarak doğdu. YÖN, Türkiye’nin ‘ilerici aydın’ hareketi olarak doğdu.[52] 1965 Ekim seçimlerinden sonra da bu iki hareketteki bölünmelere bir de Türkiye Komünist Partisi eski üyesi Mihri Belli’nin Millî Demokratik Devrim tezi etrafında topladığı grup eklenince Türkiye sosyalist hareketinde belli başlı üç grup konumlanmalarını netleştirmiş oldular. Nitekim Emre Kongar’ da soldaki bölünmeyi bu üç öge üzerinden izaha çalışır.

   Türkiye İşçi Partisi

   Doğan Avcıoğlu’nun YÖN-Devrim dergileri çevresi

   Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim’cileri (MDD)

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ (TİP)

Kısa Tarihçe: TİP 13 Şubat 1961’de kuruldu. Kurucuları arasında Kemal Nebioğlu ve Kemal Türkler’in de bulunduğu 12 sendikacı yer alıyordu. İlk genel başkanı Avni Erakalın’dı. TİP ilk başlarda sosyalist bir parti olmaktan oldukça uzak bir durumdaydı. Sosyalist aydınlara açılma kararı daha sonra verildi. 1964 yılında Mehmet Ali Aybar genel başkanlığa getirildi. TİP 1960’ların ikinci yarısından sonra bütün bir solu ve muhalif kesimleri kucakladı. 1965 seçimlerinde önemli bir başarı elde etti. 2,8 oranında oy alarak 15 milletvekilliği kazandı. TİP aydınların, gençlik önderlerinin Türkiye devriminin sorunlarını tartıştıkları bir çatı oldu. Mihri Belli’nin başını çektiği grup devrimin Millî demokratik Devrim, Behice Boran ve Sadun Aren ise Sosyalist Devrim olduğunu savunuyorlardı. Bu tartışma TİP’i bölünme noktasına kadar getirdi. TİP, 1969 seçimlerinde TBMM’ne ancak iki milletvekili sokabildi. Mehmet Ali Aybar 1970’te istifa etti. Başkanlığa Behice Boran getirildi. 12 Mart döneminde kapatıldı. Yöneticileri yargılanıp mahkûm oldu.1974 affından sonra Behice Boran ve arkadaşları TİP’i tekrar kurdu. Ancak bu ikinci kuruluş döneminde hiçbir varlık gösteremedi. 12 Eylül döneminde tekrar kapatıldı. Yöneticileriyle ilgili dava açıldı. Behice Boran 12 Eylül’den sonra yurtdışına çıktı. Behice Boran’ın ölümünden sonra partinin başına Nihat Sargın getirildi. TİP, TKP ile birleşerek 1987 yılında TBKP adını aldı.[53] Bu kısa tarihçeden sonra gençlik hareketlerine olan ideolojik etkilerine göz atalım.

Parti, o günkü siyasal ve hukuksal düzen içinde kurulduğundan ve Meclis’te işlev sahibi olduğundan, demokrasiye inanıyordu.[54] Parti yöneticilerinin görüşüne göre, Türk toplumsal yapısı bir sosyalist partinin desteklenmesine yetecek ölçüde farklılaşmıştı. Toplumdaki kapitalist gelişmeler sonunda ortaya çıkan işçi sınıfı TİP’in oy kaynağı olarak kabul ediliyordu. Bu çözümleme, sosyalizmin demokratik yolla kurulabilmesinin de gerekçesini oluyordu. Toplumda sosyalist partiyi destekleyecek bir sınıf olduğuna göre, hukuk dışı yollara ve şiddet eylemlerine başvurmaya gerek yoktu. Gerçekten de Türkiye İşçi Partisi, öğrenci eylemlerine ve şiddet yöntemlerine en başından beri tutarlı olarak karşı çıkan tek örgüttü.[55]

Parti ideolojisinin en önemli belgesi hiç kuşku yoktur ki, Parti Programı’dır. O günkü koşullar içerisinde sosyalist bir program hazırlamanın bazı güçlükleri vardı. Örneğin önceki dönemlerde açılıp sonradan program nedeniyle kapatılan sosyalist partilerin düştüğü hataya düşülmemeliydi ve zaten onlar da sosyalist özlerini gizleyen üstü kapalı programa sahiptiler. Ancak 1960 Anayasası’nın sunduğu imkân değerlendirilebilirdi. “... partinin görüşlerinin bilime dayandığının programda kanıtlanmasının da büyük önemi vardı. Parti böylece, özellikle aydınlar ve ilericiler arasında, diğer partilere karşı ideolojik bir üstünlük sağlanmış olacaktı”.[56]  Bu amaçla program Aybar ve Behice Boran tarafından hazırlanıp, parti içi tartışmalar ve kurullardan sonra kabul edilmiştir. Burada konumuzla bağlantısı açısından TİP programının tüzük bölümünün başına TBMM’nin 21 Ekim 1920 tarihli beyannamesi ve Atatürk’ün 1 Aralık 1921 tarihli konuşmasının eklenmesidir. Bu her iki metin de emperyalizme ve kapitalizme karşıdır. Bunların programın başına konulma nedenini Sadun Aren şöyle açıklar: “TİP ile başlatılan hareketinin Kurtuluş Savaşı’ndaki Kuva-i Milliye ruhunun bir devamı  olduğu izlenimini vermektir.”[57] Yine benzer biçimde gençliğe ilişkin Atatürkçü yorumlara yer verilir ve  “bugün de ilerici aydınlar ve Atatürkçü gençlik, halkla iş ve kader birliği ettikleri nispette Türkiye’nin gerilikten kurtulması davasında etkin bir rol oynayacaklardır.”[58] denilir.

1964’te Mehmet Ali Aybar Genel Başkan olup, 1965 seçimlerinde 15 milletvekilliği kazanılmasının ardından, programda yazılı olmamasına karşın açıkça “sosyalizm”in sözünü etmeye başlayarak, sosyalizm, devrim, iktidar, sınıf egemenliği gibi Marksizmin temel sorunlarına ilişkin görüşlerini açıklamaya başladı. Tam da bu sıralarda YÖN sütunlarında Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve öteki YÖN yönetici ve yazarları TİP yöneticilerinin ve özellikle Aybar’ın siyasal iktidar stratejisine karşı hayli ölçülü olduğu söylenebilecek bir dille eleştiriler yöneltmeye başlamışlardı. Hemen ardından eski TKP’li Mihri Belli ve yakın çevresindekilerden Muzaffer Erdost, Rasih Nuri İleri ve başkaları TİP yönetiminin parti içinde izlediği tutum kadar siyasal perspektiflerine karşı da önceleri örtük daha sonra ise hayli açık eleştiriler yöneltmeye başlamışlar, bunlara da karşılıklar almışlardır. TİP’e yönelik eleştirilerin gerisinde diğer iki akımı YÖN ve MDD’cileri görmekteyiz. Ancak 1965 ve onu izleyen birkaç yıl içinde Mihri Belli öncülüğündeki MDD’cilerin YÖN ile ittifakı bozacaklarına tanık olunacaktır. Ne var ki Aybar liderliğindeki TİP’in eleştirildiği bu dönemde “tepeden inmeci devrim” yada “ordunun devrimci geleneği” tezlerini savunan YÖN hareketine karşı Mihri Belli çevresinin hiçbir açık eleştiri getirmediği görülüyordu. Bu tutumun tek istisnası YÖN’e “Atma Avcıoğlu Din Kardeşiyiz” başlıklı bir makale göndererek, YÖN’ün devletçi “sosyalizm”ine çok sert bir siyasal eleştiri yönelten Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Rasih Nuri İleri olmuştu.[59]

Aybar, “TİP yöneticilerinin son zamanlarda ‘sosyalizm’ sözcüğünü daha sık kullanmaya başlanmaya başlamış olmaları”nın “bazı kişi ve kuruluşların TİP paralelinde görünen fakat kapitalist ilişkileri muhafaza eden görüşleri halka telkin etmeye çalışmış olmalarından ileri geldiğini” açıklarken doğrudan doğruya YÖN çevresini ima ediyordu. YÖN ise TİP yönetimine 1965 seçimlerinden sonra ABD karşısındaki “anti-emperyalist çizgisini terk etme” ve Adalet Partisi iktidarı karşısında “uzlaşmacı bir çizgiye çekilme” eleştirisini getirmeye başlamıştı. TİP yönetimi seçimlerde elde edilen 15 milletvekilliği ve toplumun bütün uyanık kesimlerinin coşkun ilgisi ve sol basının sempatisine kavuşmuş olarak o güne kadar göreli olarak sessizlikle geçiştirmiş olduğu benzeri eleştirilere karşı cepheden bir hücuma girişti. Yayınlandığı günden beri YÖN’de yazıları çıkmakta olan Mihri Belli ve çevresinin bu çatışmada TİP yönetiminin triumvirası• Aybar, Boran ve Aren’in•* savundukları tezleri üslûpta yumuşak ama içerikte sert bir eleştiriye tabi tutarak kararlı bir biçimde Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının yanında yer almaları ideolojik çayışmanın hem alanını hem de içeriğini genişletti. Bu ideolojik mücadelenin başlıca ekseni kuşkusuz tüm temel politik meselelerde olduğu gibi devlet iktidarı sorunundan geçiyordu. Yalnızca çatışmanın daha sonraları (1968-1970) salt teorik tartışmanın ötesine geçerek şiddet aracılığıyla da yürütülmüş olmasına bakıldığında tarafların bu temel meselede esastan karşıt konumlarda oldukları sanılabilirdi. Oysa gerçekte ne TİP ne de yön çevresi devlet bahsinde birbirlerinden esasta farklı olan hiçbir şey söylüyor değillerdi. Herkes iktidara ulaşma biçimleri bakımından ve imkânları konusunda ne söylüyor olursa olsun devletin “şu aşamada” bir millî burjuva devleti olması ya da öyle kalması gerektiğinde hemfikirdi. Bu yüzden her iki kamptakiler de 1966 başlarına kadar 27 Mayıs’ın yarattığı devlet biçimini sahipleniyor, 27 Mayıs Anayasası’nın sosyalizme ulaşmak için gerekli yasal zemini sağladığını düşünüyor, 27 Mayıs’ın başlıca vurucu gücü olan Ordu’nun toplumsal gelişmede ilerici bir rol oynamış olduğunu kabul ediyor, karşılarında toplumun bu “zinde” kuvvetlerinin değil, yalnızca ABD emperyalizmi ve onun içerideki dayanakları olan “kompradorlar ve ağalar”ın bulunduğunu düşünüyorlardı. [60]

Ancak, TİP ve yön arasında iktidara “yukarıdan aşağı” mı, “aşağıdan yukarı”mı ulaşılacağı konusunda1965 seçimleri sonrasında ilk çatışma patlak verdi. Bu salt, “iktidara ulaşma tekniği” hakkında bir tartışma değil, devlet bürokrasisinin öteki sınıflarla ilişkisi üzerine bir “sınıf mevzilendirmesi” tartışmasıydı da. Aybar, TİP teorisyenlerinden İdris Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu’nun “Asya Üretim Tarzı” tartışmaları içerisinde temellendirmeye çalıştıkları “Osmanlı Devlet Sınıfları” üzerine tezleri politika planında yeniden üreterek 21 Ağustos 1966’da şu yargıları ileri sürmüştü: “Halkımız yüzlerce yıl tepeden inme yönetim metodlarının ıstırabını çekmiştir. Ve ancak 1950’de kendisini ayak takımı sayan, tepeden bakan bu ceberrut, bu yukarıdan aşağıya yönetim şeklinden kurtulmak fırsatını bulmuştur. Osmanlı tipi devlet yönetiminin mirasçısı olarak gördüğü CHP iktidarını devirmiştir. Ve o tarihten beri bu partiye iktidar fırsatı vermemiştir. Fakat o tarihte böyle bir alternatif de bulunmadığından CHP’yi devirmekle beraber onun yerine kendi temsilcilerini geçirememiştir. Bugün dava, 1950’de başlamış, devrimi tam yörüngesine oturtmak, yani TİP’in halk için tek kurtuluş yolu olduğunu halka anlatmaktır.”[61] Böylelikle aslında 1965 seçimlerine kadar TİP ve YÖN arasında varolduğu varsayılan mutabakatlardan biri, yani bir anti-emperyalist ittifak temeli üzerinde bütün “yurtsever” güçlerin ABD emperyalizmine karşı cephede ortak mücadelesi, TİP tarafından yürürlükten kaldırılmış oluyordu. Bu belirlemeyle birlikte YÖN’de Doğan Avcıoğlu titizlikle ve hayli geniş bir alanı hesaba katarak hazırladığı bir plana bağlı olarak eski TKP’lilerle (Mihri Belli çevresi) birlikte Aybar, Boran ve Aren’e karşı teorik ve programatik bir saldırıya geçti.

DOĞAN AVCIOĞLU’NUN YÖN-DEVRİM DERGİLERİ ÇEVRESİ

Kısa tarihçe: YÖN, Türkiye’de yayınlanan en uzun ömürlü sol yayın organlarından biridir. İlk sayısı 20 Aralık 1961’de çıktı. İlk sayısında imzaya açılan bildiri, Türkiye’nin sorunlarını ve çözüm önerilerini içeriyordu. YÖN bildirisi, kamuoynda geniş yankı uyandırdı ve bildiriyi 1042 kişi imzaladı. YÖN’de zamanın aydınları sık sık görüşlerini açılama fırsatını buldu. Başyazılarını Doğan Avcıoğlu yazıyordu. Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Fethi Naci, Cahit Tanyol, İdris Küçükömer, Muammer Aksoy gibi isimler de yazıyorlardı. Türk halkının çok çetin iktisadî, siyasî ve sosyal meseleler ortasında, kendisini bütün özlemlerine kavuşturacak bir yön aramakta olduğu, ciddî bir iktisadî ve sosyal buhran yaşandığı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılamadığına dikkat çekiliyor ve batılılaşmayı sağlamak, hızlı bir kalkınma için üretim seviyesini yükseltmek, bunu gerçekleştirmek içinse üretimde planlı bir devletçiliğin hayata geçirilmesinin zorunluluğuna vurgu yapılıyordu. Planlı ekonomi ile sosyal adalet sağlanacak, istismar önlenecek, yoksulluğun önüne geçilebilecekti. Bütün bunları olabilmesi için toplumda, aydın, yazar, öğretmen, politikacı, yöneticilerin bir araya gelmesi ve mücadele etmesi öngörülüyordu. Bu bir araya geliş, YÖN çatısı altında niye olmasın dı?[62]

Devrim, YÖN’ü izleyen, aynı nitelikte ve hemen hemen aynı kişiler tarafından çıkarılan bir dergiydi, YÖN ise, 27 Mayıs Devrimi’nden sonra sosyalist düşünceyi, belli yorumlarla Türkiye’ye getirmeye çalışanların çıkardığı bir dergiydi. YÖN, yayın yaşamını durdurduktan sonra, yerini Devrim almıştı. Bu iki dergi çevresinde oluşan gruba göre, Türkiye’de işçi sınıfı, bir sosyalist eylem yaratacak ve onun liderliğini yürütecek ölçüde gelişmemişti. Bu nedenle bir sosyalist partinin seçim kazanarak iktidara gelme olanağı yoktu. Bu yüzden iktidara gelmek için bir kısa yol bulmak gerekiyordu. Bu kısa yol, sosyalistlerle, toplum içindeki güçlü gruplardan biri olan asker arasındaki birlikte bulundu. Böylece, “tepeden inmeci” yöntemler uygulayan “devletçi-seçkinci” cephenin sol kanadı oluşmuş bulunuyordu. Bu grubun iktidara gelmek için inandığı yöntem, hiçbir zaman açıkça belirtilmemiş olmakla beraber, askerî bir eylemdi.[63]

39 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***