12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ, DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1
1981’ ROMANLARINDAN HAREKETLE 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAŞANAN DEVLET GÜDÜMLÜ BASKI VE ŞİDDET SORUNSALI
Ahmet ALVER*
Özet
Bu Çalısmada, 12 Eylül askeri darbesini baskı ve siddetini direkt konu alan Kaan Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ ile Mehmet Erogiu’nun Yüz:1981 romanları incelenmistir. Türkiye’de darbe sonrası, yönetimi siyasilerden devralan askeri idarenin, toplumun bütününe uyguladıgı baskı ve siddete, dönemin aydınları gözüyle bakılarak, bu olguların edebi eserlerde nasıl konu edildigi incelenmistir. Böylelikle, romancıların dönemin siyasi ve toplumsal gelismelerini sanatla nasıl bütünleıtirdikleri üzerine yogunlasılarak 12 Eylül askeri darbesinin kültürel bellekteki izleri sürülmüstür. Devrimciler romanı yönetimin baskısı ve sansürüne ragmen dönemin gerçeklerini en cüretkar bir sekilde yansıtan romanlardan biri
olması sebebiyle önem arz eder: ‘Yüz: 1981’ romanı ise ‘Devrimciler’ romanı gibi bireylere uygulanan siddet ve baskıyı kurgusunda yer vermesi, askeri
idarenin topluma uyguladıgı siddet ve baskıyla olusturmayı arzuladıgı apolitik birey ve toplum modelini konu etmesi yönüyle önemli bir yere sahiptir. Bu roman ayrıca, olayları toplumda ezilen toplumun bakıs açısıyla degil, yönetime el koyan orduda vazifeli bir astegmenin bakıs açısıyla ele alması yönüyle de önem arzetmektedir. Çalısmada aynı zamanda, Türk siyasal hayatında, 1960’lı yıllarda baslayıp 1970’li yıllarda etkisini arttıran sosyo-politik olaylar kısaca özetlenmis, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yasanan baskı ve siddet olaylarının istatiksel olarak genel bir anatomisi yapılmıstır.
Giriş
Edebiyat, sosyal bilimler arasında insanı ele alan ve buna baglı olarak da insanın içinde yasadıgı toplumu en çok inceleyen bilim dallarının basında gelir. Dnsanı gerek bireysel gerekse de toplumsal bir bakıs açısı ile degerlendiren edebiyat bilimi, diger bir ifadeyle yasamın estetik ve sanatsal bir tarzda ifade edilmesidir. Edebiyat bu özelliginden dolayı, toplumun her kesiminden insanı; duygu ve düsüncesi, yasama dair yaklasımları, yasamı yorumlayısı, sevinci, kederi, özlemleri, bunalımları ve hayal kırıklıkları ile konu etmistir. Yasamı estetik bir tarzla aktarmayı gaye edinen edebiyat, bu fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda içinde var oldugu toplumun gerçekleri çerçevesinde, mensubu oldugu toplumun deger yargılarını, etkilesimlerini, tarihi ve siyasi dinamiklerini, sanatsal varlıgını, lisanını, o toplumun politik ve ekonomik yapısıyla bir bütün olarak inceler. Bu çalısmamızda, tarihsel anlamda Türkiye’de genis çaplı toplumsal ve siyasi kırılmalara sebep olmus 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kültürel hayata etkileri incelenecektir; bu vesileyle toplumun sindirilmesi için yapılan hukuk dısı uygulamalarıyla belleklerde yer edinen 1980 döneminin özellikle de baskı ve siddet olgusunun kültürel hayata özellikle de romanlara yansıyan izleri ele alınacak. Ahmet Türkes, Mehmet Narlı ve Murat Belge gibi o dönemi yazılarında sıkça ele alan elestirmenler, Türk Edebiyatı’nda gerçek anlamda politik roman sayılabilecek ilk çalısmaların, 12 Mart 1971 askeri
müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları oldugunu belirtirler (Belge, 1994: 114; Türkes, 2004: 428; Narlı 2007, 169). Türkiye’de romanın ilk defa politize olması 1970’li yıllarda baslayıp 1980’li yıllarda ivme kazandıgı kabul edilse de aslında bu durumun Tanzimat’a kadar uzandıgı, yasanan büyük siyasî ve toplumsal gelismelerin roman sanatını dogrudan etkiledigi bir gerçektir. Bunda, Tanzimat kusagı romancılarının yazıları vasıtasıyla, toplumun egitilmesi ve yeniden insası hususunda kendilerine büyük bir vazifenin düstügü bilincinin ciddi etkisi vardır. Bu durum, Tanzimat’ın birinci kusak sanatçılarını birer edebiyatçı olmaları yanısıra aynı zamanda, dönemin politik ve toplumsal meseleleriyle yakından ilgilenen politikacı, gazeteci ve fikir adamı olmalarından da kaynaklanmaktadır (Sevinç, 2004: 512). Cumhuriyetin ilanından sonraki
süreçte, devrimleri ve Kemalist düsünceyi topluma yayma görevini üstlenen Türk romanı, 1940’lardan sonraki süreçte de, devrimlere ve merkezi hükümete karsı tavır takınmıs, fakir Anadolu insanının maddimanevi anlamda çektigi sıkıntılara ve yoksulluga dair sosyal gerçekleri elestirel bir dille ifade etmede bir araç olarak kullanılmıstır.
1960 ile 1980 yılları arasında yasanan üç askerî müdahale ve basarısızlıkla sonuçlanan iki askeri müdahele girisimi, sosyal hayatın yeniden sekillendirilmesi ve üstünlerin istedigi toplum modelini dayatmıstır. Dnsa edilen veya edilmeye çalısılan bu yeni toplum anlayısı, daha önceki dönemlerde de oldugu gibi sosyal gerçekleri ve kültürel hafızayı yansıtmaları açısından dönemin edebi çalısmalarında romancılar için etkin bir rol oynamıstır. Bu yıllardan itibaren edebiyat özellikle de roman, süratle siyasi ideolojilerin etkisi altına girmis ve bu ideolojilerin genis halk kitlelerine yayılmasında etkili bir araç olarak kullanılmıstır (Coskun, 2004: 531).
1960’ların sonunda Avrupa’da patlak veren ve bir süre sonra Türkiye’de de kendini hissettiren ögrenci hareketleri, ülkedeki sag-sol çatısmasının fitilini ateslemistir. Özellikle büyük sehirlerde yogunluk gösteren bu olaylar, önceleri basit anlamda karsıt görüsteki üniversite gençligi arasında baslamıs, sonrasında da ülkenin ileride sosyal ve siyasi dengelerini altüst edecek silahlı bir mücadele haline dönüsmüstür. Politikacıların meseleleri çözmedeki yetersizligi, isteksizligi, siyasi uzlasının bir türlü saglanamaması ve birtakım güvenlik birimlerinin saga
karsı tarafgir tutumu olayların büyümesinde etkin rol oynamıs, taslı, sopalı baslayan kavganın bir süre sonra silahlı bir savasa dönüsmesine zemin
hazırlamıstır. Bu durumda asker, bir kez daha kıslasından çıkmak zorunda kalmıs ve olaylara müdahele ederek Demirel hükümetini istifaya zorlamıstır. Müdahele sonrası sokak olayları ve anarsi hız kaybetmemis aksine daha da artıs göstermistir. 1971 yılı Mayıs ayında, Dsrail Baskonsolosu Efraim Elrom’un Türkiye Halk Kurtulus Partisi Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırılması ve tutuklu arkadasları serbest bırakılmazsa öldürüleceginin açıklanması, hükümetin Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi birçok büyük sehirde askerin dayatmasıyla sıkıyönetim kararı almasına ve geriye dönük yasalar çıkarmasına sebep olmustur.
Böylece genis çaplı bir cadı avı baslamıs ve aralarında Çetin Altan, Erdal Öz, Adalet Agaoglu, Fakir Baykurt, Dlhan Selçuk, Sabahattin Eyüboglu, Azra Erhat, Vedat Günyol ve Anayasa hukuku ders kitabından ötürü AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Mümtaz Sosyal gibi tanınmıs entellektüellerin de bulundugu birçok sol görüslü insane, baskınlar sonucu gözaltına alınmıs, sorgulanmıs ve türlü iskencelere maruz kalmıstır. (Ertem, 2006: 27) 12 Mart 1971 askeri müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları, bu dönem Türk siyasi tarihinin kültürel bellegini kaydetmesi yönüyle önem arzetmektedir. Sıkı yönetim ile biraz da olsa durulan sokaklar 1974’e gelindiginde siyasi cinayetler ile tekrar sarsılmıs, 1976 yılından itibaren ise ülkedeki tansiyon ve siyasi kargasa tavan yapmıstır.
1970’li yılların sonuna dogru kurulan koalisyon hükümetleri, sokaklardaki can güvenligini saglayamaz hale gelmis, ekonomi ise çöküs sürecine girmisti (Kabacalı, 1992: 244). 11 Eylül 1980’e kadar durmaksızın devam eden ve yurt geneline yayılan sag-sol çatısması ve siyasi cinayetler, partilerin kendi aralarındaki kısır çekismeler toplumdaki siyasi kutuplasmayı alevlendirmistir. Tüm bunlara ek olarak ülke, sokaktaki anarsiyle ugrasırken bir de, ülkenin dogu illerinde artan kürtçülük hareketleri ve bunun neticesinde ortaya çıkan ayrılıkçı terör günden güne artmıs, siyasileri çaresiz bir duruma düsürmüstür. Artan anarsiyi kontrol altına alabilmek, ülkedeki asayisi tekrar saglayabilmek düsüncesiyle ordu, 1960 ve 1971 yıllarında oldugu gibi bir kez daha sahneye çıkarak 12 Eylül 1980’de sabah saat 4’te, TRT radyolarından yayınlanan Dstiklal Marsı ve Harbiye Marsı esliginde Türk Silahlı Kuvvetleri “Dç Hizmet Kanunu’nun verdigi Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini…yerine
getirme kararı almıstır. 12 Eylül darbesi, yapısı geregi daha önceki müdahelelere hiç benzemeyerek, toplumun her kesimini hedef almıstır.
Böylelikle demokrasi, uygulanan asırı sertlik ile bir kez daha tarihin tozlu raflarına kaldırılmıstır (Cemal, 2004: 16). Kısa bir süre sonra da yurt
genelinde sıkıyönetim ilan ederek tutuklamalara, gözaltılara, sorgulamalara ve iskencelere baslanmıstır. 11 Eylül gecesine kadar hızını kaybetmeden süren anarsi ortamının 13 Eylül’ de derhal sükunete kavusması, anarsinin istenerek yaratıldıgı yorumlarına yol açmıstır. Darbe sonrasında, Genel Kurmay Baskanlıgı’nın 1982’de yayınladıgı istatistiksel verilere göre; Aralık 1981 - Mayıs 1982 döneminde 14.086’sı “solcu”, 2941’i “ayrılıkçı” ve 347’si “sagcı” olmak üzere 17.734 kisi hakkında örgüt davası açılmıstır. 12 Eylül döneminin Dnsan Hakları Dernegi tarafından açıklanan kayıtlar ise çok daha çarpıcıdır: Gözaltına alınanlar: 650 bin kisi, dava açılan 210 bin kisi, yargılananlar 230 bin kisi, fislenenler ise 1.683.000 kisidir (Gürsel, 1998: 812).
12 Eylül’ün toplumun çesitli kesimlerine olan etkilerini gösteren diger bir istatistiksel bilgi ise söyledir; 14 bin kisi siyasal haklarından mahrum bırakılmıs, 2000’nin üzerinde basın davası yoluyla 3000 gazeteci mahkemeye verilmis, 251 kitap yakılmıs, 937 film ise yasaklanmıstır. Böylece, 13 gazete hakkında 303 dava açılırken 458 süreli yayının yayımlanmasına izin verilmemistir. Ayrıca bu dönemde 30 bin kisi de siyasi mülteci olarak Dsviçre, Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya ve Yunanistan gibi ülkeler basta olmak üzere Avrupa‘nın çesitli ülkelerine iltica etmistir (Karaca, 2001). Yukarıdaki istatiksel bilgiler gösteriyor ki, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi, Türkiye’de toplumsal ve siyasi yapının
temelden sarsıldıgı, silah zoruyla, dayatmalarla olusan yeni bir düzenin temellerinin atıldıgı bir kopma noktası olmustur.
İskenceye maruz kalanların tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte, 12 Eylül darbesi sonrasında 650 bin kisinin gözaltına alındıgı çesitli resmi kaynaklarca dogrulanmaktadır. Bu rakamın tamamı iskence görmese de büyük bir kısmının baskı ve zulma maruz kalıp iskenceyle sorgulandıgını söylemek mümkündür. Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanında İskence’ adlı yazısında yüz binlerce insanın bilip de polisin ya da askerin bilmedigi bir seyin “sır” olamayacagını, bunun için de 12 Eylül’de yapılan iskencelerde bilgi edinmekten ziyade caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne çıktıgı, “birey”den öte “toplum”un sindirilmesi hedeflendigini belirtmektedir. İskence yapılan bedenlerden yükselen çıglıklar bir tür siren vazifesi görmüstür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymus fakat korku ve gözaltına alınma endisesinden dolayı olaylara kulagını tıkayıp bunları
unutmayı tercih etmistir (Dinçer, 2011: 2).
12 Eylül 1980 Darbesinin Kültürel Bellegi,
Ahmet Türkes’in “Cumhuriyet tarihinin en kanlı dönemi (2004: 430)” olarak tanımladıgı bu dönem, bir toplumun her yönüyle politikadan azledildigi, basın yayının yasaklandıgı, kitapların toplatılıp yok edildigi, entellektüellerin, akademisyenlerin gözaltına alınıp iskencelere maruz bırakıldıgı, binlerce gencin zindanlarda çürütüldügü bir dönem olmustur.
Nurdan Gürbilek, darbe sonrası 80’li yılları, 1960 ve 1971 yılındaki darbelere kıyasla, bir toplumun kendi devleti eliyle yasayabilecegi en sert ve siddetli, baskıcı dönemi olarak tanımlar (Gürbilek, 2007: 101). Gürbilek, 1980’li yılları aynı zamanda, daha önce ancak siyasi tasarılar içinde varolabilen, bu tasarıların diline tabi olan kültürel taleplerin, kendilerini ifade imkânını bulabildikleri yıllar olarak da görmektedir (s. 102). Söyle ki; bir yandan ifade etme ve yazma özgürlügüne kısıtlama getiren zihniyet aynı zamanda bir söz patlamasının da bilinçli bir sekilde önünü açmıstır. O zamana kadar konusulmasında sakınca görülen, mahrem kabul edilen cinsellik gibi özel hayata ait mevzular basın ve
televizyon aracılıgıyla kamuoyunun gündeminde yer almıstır. Gürbilek, özel hayata dair cinsel kavramların toplumsal bellege yerlestirilmek istenmesini daha çok bir özgürlesme ve bireysellesme söylemi içinde, her konuya hâkim olmak isteyen otoriter anlayıstan bagımsız olarak söze dökülmek istenmesini gerekçe olarak gösterir. Bu baglamda 80’li yılların önünü açtıgı degisimin en önemli ayaklarından biri olarak mahremiyetin ifsası görülmektedir (s. 23).
12 Eylül’le degisime ugruyan bir diger unsur da, devletin varlıgına tehdit olusturdugu görüsünden dolayı “sömürü ve emek” gibi sol ideolojiyi temsil eden kavramların kamuoyu nezdinde basitlestirilmesi, haber degerlerinin düsürülmesi ve sadece nostaljik çagrısımları olan içi bos, degersiz kavramlar haline getirilmeleri yönünde kamuoyu olusturulma çabalarıdır. Bu amaç dogrultusunda gazeteler sansürlenerek risksiz bir alana çekilmislerdir. Örnegin dönemin büyük gazetelerinden Hürriyet’in hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıstır. Macit Balık’a göre bütün bu haberlerde, o sırada yasanan baskının ve günlük hayatın sıradan bir olgusu haline getirilmis devlet siddetinin isaretlerini bulmak
imkânsızdır (Balık, 2009: 11). Tam da devletin tekeli haline geldigi bir durumda, siddet sanki özel hayatın bir olgusuymus gibi ayrısır; ancak aile içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dısında bir nedeni yokmus gibidir” (Gürbilek, 2007: 53). Gazeteler böylelikle sansürlenerek daha etkisiz bir hale getirilmistir.
1980’in etkileri, gazetelere uygulanan sansürün yanısıra, bir yönüyle politikaya temas eden düsünce merkezli tüm alanlar rejime karsı tehdit olarak görülmüs ve devlet tarafından baskı ve siddete maruz kalarak önce pasifize edilmisler, akabinde de yok edilerek yerlerini yeni yapılandırmalara, olusumlara ve örgütlenmelere bırakmıslardır. Sag ve sol olmak üzere her iki ideolojiden, basta entellektüeller olmak üzere okuyucuların ilgilerindeki degisimler de bu yeni örgütlenmelere ve olusumlara paralel olarak farklı renklere bürünmüstür. Böylelikle, iktidar sahiplerinin rejime muhalif kesimleri fiziksel ve psikolojik anlamda ölçüsüz bir siddetle yok etme girisiminden entelektüel hayat da payını almıstır. Bir yandan devrimciler, ülkücüler ve muhafazakâr kesim faili meçhullere kurban gitmis, iskence görmüs, hapishanelere kapatılmıs, öte yandan bu ideolojileri destekleyen yazarlar, kitaplar, yayıncılar ve okuyucular aynı derecede tehlikeli görülerek ölçüsüz bir sekilde baskı altında tutulmuslardır (Türkes, 2004: 430).
Ülkeye hâkim olan 1980 rejiminin toplumu tümüyle depolitize etme anlayısı kısa sürede sosyal yapı üzerinde kendisini hissettirmeye baslamıs, edebiyat da bu degisimden nasibini almıstır. Bu bilinçli baskıcı yapılandırmanın sebebi konusunda yazar ve elestirmenlerin birlestikleri ortak fikir ise, uzun yıllar edebiyat dünyasına hâkim olan özellikle sol ideolojiyi kırmak ve pasifize ederek yok etme fikridir. Berna Moran, Ahmet Oktay gibi entellektüeller de bu fikri destekleyerek darbenin hedeflerinden birinin, 1960’larda filizlenmeye baslayan ve ciddi bir tehlike olarak algılanan sol düsünce yapısını çökertmek olduguna inanırlar (Moran, 1994: 49; Oktay, 2004: 444). Korkunç bir baskı rejimi ile toplumu sindirmekten öte kalıcı bir etki bırakmayan 12 Mart müdahelesi asıl hedef olarak kendisine solu seçerken, 1980’deki müdahalenin agırlıklı olarak solun elini ayagını baglamak, toplumu yıldırmak degil, aynı zamanda mevcudu degistirerek toplumun geneline yeni degerler içeren bir dünya görüsü asılamaktır.
Böylelikle, sadece solu degil beraberinde islamcı ve milliyetçi sag ideolojileri de temelden çökertmenin yolu açılmıs olacagından dolayı bu hedeflere ulasmak için öncelikle siyasi partilerin kapılarına kilit vurularak toplum depolitize edilmis, üniversiteler ve basın denetim altına alınarak aydınlar susturulmus (Moran, 1994: 49), bu yolla, toplumun her kesimi üstünde bir korku imparatorlugu kurulmustur.
Moran aynı zamanda, Tanzimat döneminden baslayıp günümüze kadar uzanan süreçte, sosyal gerçekleri temasal anlamda yansıtmayı kendine vazife bilmis Türk romanının, 1980’lerde siyasetten arındırılmaya çalısılan toplum modeli anlayısıyla, yeni temaların islenmesine öncülük ettigini, farklı arayıslara girisen yenilikçi yazarların ise postmodernizm akımının da etkisiyle Türk romanında köktenci bir degisiklige zemin hazırladıklarını söyler (1994: 53). Bu degisimlerin temelinde Necip Tosun’a göre, “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde kimlik bunalımı ve arayıslar” gelmektedir (Tosun, 2005: 59). Toplumdaki sosyal ve ekonomik degisimler sonucu dar gelirli isçi sorunlarını, köy ve köylüyü, gelir dagılımındaki esitsizlikleri vurgulayan romanların yerini, tarihsel kisi ve olaylar, özel yasam, erotik/pornografik, suç ve suçluluk,
homoseksüellik gibi temalar üzerinde yogunlasarak sınıfsal olguları ve siyasi konuları dıslayan (Oktay, 2004: 447) romanlar alır. Bu dönemin romanlarında öne çıkan diger bir konu da Gürsel Aytaç’ın belirttigi gibi eylemcilerin 12 Eylül darbesi sonrası yasayıslarıdır (Aytaç, 1999: 85). Yine Necip Tosun’a göre; iskence ve cezaevi, devlet siddeti, feminism, cinsellik, özgürlük talepleri, despotism, üniversite ve diger akademik kurumlara yapılan baskı, örgüt içinde beliren siddet eylemleri, ideolojik grupların iç hesaplasmaları ve içine düstükleri çeliskiler, siyasi ideolojilere olan inancın kaybı, popülizm, ekonomik endiselerin, gündelik geçim, haz ve günlük yasama dayalı anlayısların yerlesmesi, medya kültürü, ideolojiden ziyade bireyin öne çıkarılıp yüceltilmesi, yazının tematik öneminin azalıp yazarın ön plana çıkması gibi konu ve anlayıslar, 1980 döneminde roman türünün karakteristik yapısını belirlemistir (Tosun, 2005:59).
Dönemin darbe sonrasında kaleme alınan ilk edebî ürünlerde, “yukarıdan asagıya yayılan ve giderek içsellesen sol karsıtı söylemlerle paralellik gösteren bir dil tutturan romanlarda, geçmis dönemde yasananlarla bir hesaplasmaya girisildigi gözlenir.” (Türkes, 2004: 432)
Gürsel Aytaç, 80 sonrasının egilimlerinden birinin de “tarih konularına yönelmek, romanın zaman ve mekân ögelerini geçmise yerlestirmek” (Aytaç, 1999: 86) oldugunu savunur. Ahmet Oktay ise, 1980’lerin romanının biçimlendirilirken “emperyal yazın kanunu” (Oktay, 2002: 270) diye niteledigi, kapitalist ülkelerde kaleme alınan romanların ilkesel özelliklerinin göz önünde bulunduruldugu düsüncesindedir. (Oktay, 2002: 444)
1980 Dönemi romanlarında görülen bu yenilikçi ve degisimci anlayıs, siyasi ve toplumsal gelismelerin yanısıra okur profilinin degismesi, beklentilerine cevap araması ve farklı yazınsal egilimlerin ortaya çıkması gibi kültürel kosulların dünyada oldugu gibi Türkiye’de kaleme alınan dönemin romanlarında da, farklılıgın tetikleyici unsurları arasındadır (Moran, 1994: 52). 1980’le birlikte, romanda ne yazıldıgı sorusundan çok nasıl yazıldıgına yönelik kaygılar öne çıkmıstır. Biçim kaygıları ve kuramsal tartısmalar ön planda tutulmus, yapısalcılık ve postmodernizm gibi yeni teknik ve anlatım türleri belirmistir.
1960, 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye, kardesin kardese, babanın evladına düsman oldugu siyasi çatısmalara ve askeri darbelere tanık olmustur. Yukarıda da belirtildigi üzere edebiyat, özellikle de roman sanatı sosyal hayatta meydan gelen bu gerçekliklere kayıtsız kalamayarak dogrudan etkilenmistir. Romanın sosyal gerçeklere olan bu kayıtsızlıgı, söz konusu dönemi nasıl aktardıgı dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türk siyasi ve sosyal yasamının bu karanlık dönemlerini romancıların bakıs açısı ile algıladıgımızda ortaya nasıl bir tablo çıktıgı, bu romanların tarihsel kaynaklar olarak bahsi geçen dönemden hangi izleri tasıdıgı, bizlere dönemin kültürel hafızasını nasıl betimledigi sorusu önem arz etmektedir.
Bu çalısmada incelemesi yapılan 12 Eylül dönemine ait toplumsal bir gerçeklik olan devlet baskısı ve siddetinin, darbe sonrası yazılan eserlerde nasıl ele alındıgına dair soruya en dogru cevabı verebilmek için, romanın sosyoloji ve toplumsal gerçeklikle olan iliskisini ortaya koymak gerekir. Bu nedenle, çalısmanın bir sonraki bölümünde, roman ile toplumsal gerçeklik arasındaki iliskiye deginilecektir.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder