21 Eylül 2019 Cumartesi

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN İDEOLOJİK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ BÖLÜM 2

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN İDEOLOJİK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ  BÖLÜM 2



3. 1930 Sonrası Ekonomi Politikalarında Yön Değişimi: Devletçilik 

1929-30 Dünya Ekonomik Bunalımı ile dünya genelinde liberal ekonomi politikalarının yerini devletin ekonomiye müdahalesini savunan Keynesyen politikalara bırakması, CHP kadrolarının 1923’ten beri savundukları “iktisadi liberalizm” görüşünün yerini “devletçilik” politikasının almasına neden olmuştur. Nitekim, 1931 yılında toplanan 3. CHF Kurultayı’nda kabul edilen CHF Programı ile ekonomide ılımlı devletçilik anlayışı (CHF, 1931: 31), 1935 yılında toplanan 4. CHP Kurultayı’nda kabul edilen parti programı ile de liberalizm karşıtlığına dayanan, piyasayı ve özel sektörü devlet kontrolü altına alan aşırı devletçilik anlayışı benimsenmiştir (CHP, 1935: 9; Bila, 1979: 113). 

1930’lu yıllarda devletçilik politikaları ile çok sayıda imtiyazlı yabancı şirket millileştirilmiş, sanayi planları yapılmış, iktisadi devlet teşekkülleri kurulmuş, yabancı sermaye ve işbirlikçilerine karşı net tavır ortaya konulmuş, büyük bir ekonomik kalkınma süreci başlatılmıştır (Demirel, 2014: 159). Devletçilik 
politikaları ile başlatılan ağır sanayi hamlesi kentlerde ve kasabalarda hızlı bir refah ve istihdam artışı sağlamıştır. Ancak, taşrada toprak ağalarının baskısı altında yaşayan köylüler milli gelir artışından pay alamamışlardır (Demirel, 2014: 159). Bu sorunun çözümü için feodalizmin de tasfiyesi anlamına gelen toprak reformu çalışmaları başlatılmıştır. Bu konuda ilk adım 1930’ların başında İskan Kanunu ile atılmış, Atatürk 1936 yılında Bütçe Kanunu’nun ve 1937 yılında da Meclis’in açılış konuşmasında bir toprak reformunun hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi yönünde tavır geliştirmiştir (Ecevit, 2015: 15; Emre, 2015: 173; Koçak, 2010: 175). 
Aynı şekilde, CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü 29 Aralık 1937’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada “Toprak mahsulünü ancak bir vaziyette verir. Bu vaziyet de o toprağın işleyenin malı olmasıdır (Bila, 1979: 111)” sözü ile CHP üst kadrolarının toprak reformu konusundaki ısrarlı tutumunu ortaya koymuştur. Ancak, 1938 yılında Atatürk’ün vefatı ve kısa bir süre sonra 2. Dünya Savaşı’nın başlaması ile toprak reformu rafa kaldırılmıştır (Giritlioğlu, 1965’den akt. Ahmad, 2010: 23). 

4. 6 İlke ve Resmi İdeoloji Olarak Kemalizm.

1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın rejim karşıtlarının odağı haline geldiği gerekçesiyle kısa bir süre sonra kapatılması ve 1926 yılında Mustafa Kemal’i hedef alan İzmir Suikastı planının ortaya çıkarılmasının ardından, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinin başarısız 
olması rejimin ve devrimlerin geleceği açısından CHP kadrolarında büyük bir endişe ve hayal kırıklığına neden olmuştur. Devrimlerin yaygınlaşması, halkın devrimleri içselleştirmesi ve rejime yönelik tehditlerin ortadan kaldırılması için öncelikli hedef olarak ideolojik mücadeleye yoğunlaşan CHP kadroları, bu amaçla 1932 yılında “halkevleri”ni kurmuşlardır (Yükseliman, 2002: 60; Bozkurt, 1976: 84). 

1931 yılında toplanan 3. CHF Kurultayında cumhuriyetçiliği, halkçılığı, milliyetçili ği, laikliği, devletçiliği ve devrimciliği 6 ilke (6 ok) olarak benimseyerek ideolojik konumunu netleştiren CHP, 1935 yılında toplanan 4. CHP Kurultayı’nda kabul edilen parti programında “Kemalizm”i partinin “resmi ideolojik kimliği” olarak benimsemiştir (CHF, 1931: 31; CHP, 2004: 17). Böylece, 6 ilkeye dayanan Kemalizm “devleti kuran iradenin ideolojisi” olarak CHP ile bütünleşmiştir. Bu süreç 6 ilkenin (dolayısıyla Kemalizm’in) 1937 yılında anayasaya eklenmesi ile devam etmiştir. Kemalizm’in 1935 yılında partinin, 1937’de de devletin resmi ideolojisi olarak benimsenmesini CHP kadrolarının 1930’lu yıllarda yürüttüğü 
ideolojik mücadeleye yoğunlaşma stratejisinin bir parçası olarak kabul etmek mümkündür. 

Yine, Kemalizm’in resmi ideoloji olarak kabul edilmesi, CHP kadrolarının gerek aşırı sağcı gerekse de aşırı solcu ideolojilerle organik bir bağ içerisine girmediklerini, yani bu ikisi arasında herhangi bir tercih yapma eğiliminde olmadıklarını, bu anlamda Türkiye’ye özgü bir ideolojik duruş sergilediklerini göstermeleri bakımından önemlidir (Hatipoğlu, 2012: 156). 

5. Otoriterleşme ve Bürokratik Muhafazakarlaşma Eğilimleri.

1930’lu yıllarda İtalya’da faşist Mussolini, Portekiz’de korporatist Salazar, Almanya’da nasyonal sosyalist Hitler, İspanya’da falanjist Franco, Sovyet Rusya’da da komünist Stalin’in liderliğinde totaliterdiktatöryal rejimler oldukça popüler hale gelmiştir (Uyar, 2012a: 25). Bu ideolojilerin aşırı merkeziyetçi ve 
tektipleştirici yönetim anlayışı o dönem CHP kadroları üzerinde de etkisini göstermiştir (Öz, 1996: 97; Ahmad, 2010: 21). 1930’ların tek parti döneminde rejimin yerleştirilmesi, devrimlerin içselleştirilmesi ve yaygınlaştırılması sürecinde ekonomide müdahaleci devlet anlayışı, halkçılığın sınıfları yok sayan bakış açısı, aşırı laisist uygulamalar ve kendine özgü demokrasi algısı ile Türkiye’de toplumsal muhalefeti baskılayan otoriter (totaliter değil) bir yönetim anlayışı hakim olmuştur (Duverger, 1993: 358-364; Koç, 2014: 28). 

1935 yılında toplanan 4. CHP Kurultayı’nda kabul edilen parti programında ülkede sınıf esasına dayanan ve sınıf mücadelesi veren örgütlerin kurulması yasaklanmıştır (CHP, 1935: 49). Bu politika CHP kadroları ile henüz filizlenmeye başlayan işçi hareketi arasındaki bağları koparma noktasına getirmiştir. 
Otoriter yönetim anlayışının bir göstergesi olarak Kurultay’da parti-devlet bütünleşmesinin ilk sinyalleri verilmiş, 1936 yılında Başvekil ve CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü tarafından yayımlanan bir genelgeyle CHP Genel Sekreterinin aynı zamanda hükümet üyesi (teamülen İçişleri Bakanı), valilerin de il başkanı olarak görev yapacağı bildirilmiştir (Demirel, 2014: 212; Bila, 1979: 116; Uyar, 2012b: 43; Bozkurt, 1976: 87). Ancak, bu uygulama ile Batı’daki totaliter rejimlerin aksine parti devleti ele geçirmemiş, tam tersine devlet bürokrasisi partiyi ele geçirmiştir. Yaygın görüş bu durumun tek parti dönemindeki otoriter yönetim anlayışının Batı’daki faşist ülkelerde olduğu gibi totaliterleşme eğilimlerini engellediği yönündedir (Akşin, 1996: 190). 

Nitekim, kısa bir süre sonra parti-devlet bütünleşmesinin neden olduğu sakıncalar görülmüş, 1939 yılında toplanan 5. CHP Kurultayı’nda bu uygulamadan vazgeçilmiştir (Kabasakal, 1991: 136; Uyar, 2012b: 58). 

CHP lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938 yılında vefatı sonrası toplanan 1. Olağanüstü CHP Kurultayı’nda İsmet İnönü “milli şef” ilan edilerek genel başkanlığa (ve cumhurbaşkanlığına) seçilmiştir. Bu süreçte İnönü’nün önüne iki önemli mesele çıkmıştır: Toprak reformu ve çok partili demokrasiye geçiş. 
İnönü, Atatürk’ün son yıllarında başlayan toprak reformu çalışmalarını sürdürmüş, ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlaması bu sürecin ertelenmesine neden olmuştur. Diğer taraftan, İnönü 6 Mart 1939’da İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada çok partili demokratik sisteme geçiş mesajı vererek CHP 
kadrolarının çok partili demokrasi hedefinden vazgeçmediğini ortaya koymuştur (Uyar, 2012b: 54). 

1939 yılında toplanan 5. CHP Kurultayı’nda çok partili demokratik sisteme geçiş sürecinin altyapısını oluşturmak için parti içi muhalefet anlamına gelen “müstakil grup” kurulmuş, parti-devlet bütünleşmesinden vazgeçilmiştir (Bila, 1979: 159). Müstakil grup her ne kadar “güdümlü muhalefet” olarak etkin bir işlev yerine getirmemiş olsa da (Demirel, 2014: 263; Bila, 1979: 161; Öz, 1996: 159), CHP kadrolarının otoriterizmden totalitarizme geçiş gibi bir niyet taşımadıklarını, aksine otoriterizmin yumuşatılarak kısmen demokrasiye geçiş şartlarını oluşturma amacı taşıdıklarını göstermiştir (Uyar, 2012b: 61,69). Yine, yerel 
kongrelerde kabul edilen taleplerin kurultay gündemine getirilmesini sağlayan “dilekler sistemi” her ne kadar parti-devlet bütünleşmesinin izlerini taşıyor olsa da, aşırı merkeziyetçi otokratik yönetim anlayışı nedeniyle yerel örgütlerle arasındaki bağ kopma noktasına gelen CHP açısından katılımcı demokrasiyi 
yaşatma arzusunun işaretlerinden biri olmuştur (Öz, 1996: 175). Yerel örgütler tarafından gönderilen bu dilek ve istekler toplumun sosyo-ekonomik eğilimlerinin CHP kurultaylarının gündemine taşınmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca, 1943 Genel Seçimlerinde 455 milletvekilliği için 533 adayın gösterilerek ikinci seçmenlere tercih hakkının tanınmış olması çok partili demokrasiye geçiş sürecindeki önemli adımlardan biri olmuştur (Uyar, 2012b: 64). 

1930’lu yıllarda CHP kadrolarının devrimci-reformist kodlarına aykırı şekilde bürokratik muhafazakârlıkla hareket etmesi (Ecevit, 2015: 8,29) CHP’nin halktan kopuş sürecinin başlamasına neden olmuştur (Tuncay, 1996: 137). Milletvekili seçimlerinin iki dereceli olması nedeniyle yerelde 2. seçmen olarak 
eşrafın temsilde ön plana çıkması (Ahmad, 2010: 17; Hatipoğlu, 2012: 192), 1920’lerde mutemetlerin, 1930’larda il başkanlarının yerel egemen güçlere teslim edilmesi CHP’nin halktan kopuş sürecini hızlandırmıştır (Bila, 1979: 131-133). Dahası, otoriterleşme-merkezileşme eğilimleri CHP’nin merkez ve yerel 
örgütler arasındaki bağlarını da oldukça zayıflatmıştır (Bektaş, 1993: 24). Aynı dönemde CHP’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da örgütlenmesinin oldukça zayıf olması o bölgelerin CHP kurultaylarında ve TBMM’de temsilinde ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur (Turan, 2011: 97-106; Demirel, 2014: 215; 
Hatipoğlu, 2012: 191; Koçak, 2012: 158). 

6. Aşırı Otoriterleşme ve CHP Kadrolarının Devrimci-Reformist Arayışları. 

2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye savaş ekonomisi uygulamak zorunda kalmıştır. Aktif üretken genç nüfusun önemli bir kısmının silah altına alınması üretim kapasitesini azaltmış, ithalatın düşmesi ile sanayi-tarım üretimi büyük bir düşüş yaşamıştır (Uyar, 2012b: 61). Savunma harcamalarındaki artış da bütçe 
dengelerini altüst etmiş, enflasyon ve hayat pahalılığı tavan yapmıştır. 
Ekonomik sıkıntılar sosyal ve kültürel yozlaşmayı da beraberinde getirmiş, rüşvet, karaborsa ve spekülasyon hayatın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. 
Diğer yandan, savaş ekonomisinin kendi zenginlerini yaratmış olması gelir 
adaletsizliğinin derinleşmesine neden olmuştur (Bila, 1979: 167; Ayata, 2010: 72). Böyle bir ortamda ilk olarak 1940 yılında Milli Korunma Kanunu ile hükümete ekonominin tümünü düzenleme ve denetleme yetkisi tanınmıştır. 
Bu kanun sermaye kesiminin kolay kazanç yollarının tıkanması, çiftçilerin üretimlerinin bir kısmına el konulması, işçilerin zorla çalıştırılması, çalışma saatlerinin artırılması ve hafta tatilinin kaldırılması gibi bir dizi uygulamayı yasal hale getirmiştir (Ahmad, 2010: 24; Demirel, 2014: 267). Ancak, 1920’lerde filizlenen, 1930’larda devletçilik uygulamaları ile büyük bir güç elde eden ve artık devlet bürokrasisi ile güç yarışı içine giren milli burjuvazi açısından bu kanunun uygulanabilirliği sınırlı olmuş (Bila, 1979: 168), işçi ve köylülerin büyük kesiminin CHP ile bağları –telafi edilemez şekilde-kopma noktasına gelmiştir (Hatipoğlu, 2012: 198). 

İsmet İnönü 1942 yılında yaptığı TBMM açılış konuşmasında savaşı fırsata çeviren fırsatçı kesimi “300-500 kişiyi geçmeyen batakçı çiftlik ağası, gözü duymaz vurguncu tüccar, hangi milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı (Bila, 1979: 170)” olarak tanımlamış, bu kesimi açıkça karşısına 
almıştır. Savaşın ekonomik ve sosyal yaşam üzerindeki yıkıcı etkisi arttıkça CHP kadroları Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi ile doğrudan milli burjuvazi ve toprak ağalarını hedef almaya başlamıştır. Ancak, bu vergiler tam olarak uygulanamadığı gibi istenen hedeflere de ulaşmamıştır. CHP içerisinde 1930’lu yıllarda İsmet İnönü ve Celal Bayar arasında yaşanan devletçi-liberal çatışması 1940’lı yılların ilk yarısında CHP bürokrasisi ile burjuva-toprak ağaları ve işbirlikçileri arasında bir çıkar çatışmasına dönüşmüştür (Bila, 1979: 173). 1943 yılında toplanan 6. CHP Kurultayı’nda parti içinde gelişen farklı ideolojik eğilimler ve değişen güç dengeleri de kendini göstermiş, devletçilik politikası esnetilerek sermaye kesimine yönelik belli tavizler verilmiştir (Bila, 1979: 179). 

CHP kadroları 1939-1945 yılları arasında Türkiye’yi savaş dışında tutarak büyük bir dış politika başarısı göstermiş, ancak 1920’lerde Kurtuluş Savaşı ve büyük devrimlerin, 1930’larda da devletçilik politikalarının sağladığı ekonomik gelişme nin yarattığı heyecan halk nezdinde yerini umutsuzluğa bırakmıştır. Savaşın siyasette, toplumsal yaşamda ve ekonomide yıkıcı etkileri arttıkça CHP kadroları gerek parti içi muhalefete, gerekse de toplumda yükselen muhalif seslere karşı aşırı otoriter ve muhafazakâr bir tavır göstermiştir (Turan, 2011: 129). 
Bu süreçte ekonomik sorunlarla boğuşan halk CHP’nin dış politikada elde ettiği başarıya fazla ilgi duymamıştır. 

Atatürk döneminde gerçekleştirilen üstyapı devrimleri savaşın da etkisiyle 1940’lı yılların ilk yarısında sürdürülememiş, altyapı devrimleri için de uygun ortam bir türlü sağlanamamıştır. Buna rağmen, 1940-1946 arasında yaşanan üç önemli gelişme CHP kadrolarının aşırı otoriter ve bürokratik muhafazakar 
eğilimlerine rağmen devrimci-reformist motivasyonlarını kaybetmediklerini ortaya koymuştur: 

-Birinci önemli gelişme, 1940 yılında parti içi muhalefete rağmen “köy enstitüleri”nin açılmış olmasıdır. Köy enstitüleri Kemalist ideolojinin ve devrimlerin köylerde yaygınlaştırılması, köyler ile kentler arasındaki derin kültürel ve sosyal farklılıkların giderilmesi amacıyla hazırlanmış (Demirel, 2014: 269) Türkiye’ye özgü bir projedir. Esasen geç kalınmış bir proje olan köy enstitülerine ileride yapılması planlanan toprak reformunun altyapısını hazırlaması bakımından büyük önem verilmiştir (Uyar, 2012b: 54). 

-İkinci önemli gelişme, daha önce ertelenen toprak reformunun 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile parti içi sert muhalefete rağmen kabul edilmiş olmasıdır. 
Ancak, CHP içindeki güç dengelerinde ve toplumsal koşullarda yaşanan büyük değişim, henüz tasarı halindeyken kanunun TBMM’de yumuşatılmasına, kabul edildikten sonra da pratikte uygulanamamasına neden olmuştur (Demirel, 2014: 310; Bila, 1979: 192). CHP’nin toplumsal tabanının o dönemki sosyolojik analizi yapıldığında, gerek TBMM’de, gerekse merkezde ve yerel örgütlerde feodal güçlerin etkili konumu bu kanunun ölü doğmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. 

- Üçüncü önemli gelişme, 1924 ve 1930 yıllarındaki iki başarısız denemeden sonra 1945 yılında yeniden çok partili demokratik sisteme geçiştir. CHP’nin uzun yıllar tek başına iktidarda olmasına rağmen kendi isteğiyle çok partili demokrasiyi getirmiş olması örnek bir uygulamadır (CHP, 2004: 16; Bakşık, 2009: 83; Uyar, 2012b: 16). CHP kadroları cumhuriyetin henüz ilk yıllarında arzu ettikleri çok partili demokrasi ideallerini iç ve dış dinamiklerin de hızlandırıcı etkisiyle 1945 yılında gerçekleştirmeyi başarmışlardır (Sarıbay, 2001: 51). 

3. CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder