Armağan KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Armağan KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2021 Cuma

S-400 BASKISI

S-400 BASKISI




Armağan KULOĞLU

oakuloglu@gmail.com

19 Şubat 2021 Cuma 00:00

    S-400 Sistemi'nin satış anlaşması dört yıl önce Rusya'yla yapılmış, 2019 yılı ikinci yarısında Türkiye'ye gelmiş ve Nisan 2020'de aktif hale getirileceği beyan edilmiştir. Pandemi gerekçesiyle aktifleşmesinin geciktiği söylense de, esas olarak ABD'yle olan politik anlaşmazlık nedeniyle bugüne kadar kullanılır hale getirilememiştir. Türkiye'yle ABD arasında sorun olmaya devam etmektedir.

ABD, Türkiye'ye, Batı ve NATO standartlarıyla uyum sağlamayan bir Rus sistemini almasından dolayı CAATSA yaptırımları uygulamış, F-35 uçaklarını da vermemiştir. Hal böyleyken Türkiye, S-400 ikinci paket alımı için Rusya'yla görüşmeye devam ettiğini ve S-400'den vazgeçilmeyeceğini açıklayarak bu konuda kararlı olduğu mesajını vermiştir.

ABD kararlı görünüyor

Türkiye, başka bir şekilde temin edemediğinden, güvenlik gerekçesiyle böyle bir sistem almak mecburiyetinde kaldığını, bunun NATO sistemine bir zararı olmadığını, bu konuda görüşmeye hazır olduğunu söylemesine karşılık ABD, sürekli olarak tutumlarında bir değişiklik olmadığını belirtmektedir.

Türkiye, Yunanistan ve NATO üyesi Sovyet ardı ülkelerde de S-400'ün bir önceki modeli S-300 füzeleri bulunduğunu söylemesine rağmen ABD, yaptırımların kalkması için Türkiye'nin topraklarında S-400 bulundurmaması gerektiği ve sistemin NATO sistemleriyle uyumlu olmadığı konusunda ısrar etmektedir.

Türkiye arayış içinde

Türkiye, ABD'nin bu kararlı tutumuna rağmen, bir taraftan S-400'den tamamen vazgeçme niyetinde olmadığını belirtirken, diğer taraftan da ABD yapımı silah ve malzemenin tedarikinin sürdürülebilmesi, ekonominin zarar görmemesi, Halk Bankası davasında sıkıntıya uğramaması, Doğu Akdeniz dahil diğer sorunlu alanlardaki tepkilerin yumuşatılması için çeşitli alternatifler ortaya koymaktadır. Bloomberg'e konuşan yetkililer, S-400 konusunda tavizler vermeye hazır olduğumuzu, bunların kısıtlı olarak kullanılabileceğini söylemişlerdir.

Alternatiflerden biri Girit Modeli: Türkiye, S-400'leri Yunanistan'ın Girit'teki S-300'ler gibi kullanmayı önermiş, sistemin sürekli kullanılması yerine tehdide göre hareket edilebileceğini açıklamıştır.

GKRY, S-300'leri 1997 yılında Rusya'dan almış, ancak Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında Yunanistan'a devretmek zorunda kalmıştır. Yunanistan da, bu füzeleri uzun süre Girit'te depoda tutmuş, son yıllarda da tatbikattan tatbikata kullanmıştır.

S-400'ler, NATO sistemine sokulmasa dahi tehdidin tırmandığı bölgeye intikal ettirilerek, kendi radarının kabiliyeti dahilinde millî olarak kullanılabilir. Millî "erken ihbar ve komuta kontrol ağı" kurulur ve bu ağa entegre edilebilirse etkinliği artar. Ancak ayrı sistemler kurulması oldukça zordur. Bu nedenle sadece tatbikatlarda kullanılmayı öngören Girit Modeli, S-400'leri elde tutarak sadece prestijimizi muhafaza etmeye yarar. Savunmaya faydası olmaz. 

Diğer bir alternatif ABD veya NATO ülkelerinden füze almak: Türkiye, Patriot veya bir başka NATO müttefikinden füze sistemi satın alınması için görüşme yapabileceğini belirterek, iş birliğine hazır olduğunu ve ABD yönetimiyle yeni bir sayfa açabileceğini söylemiştir.

Bu alternatif, sadece ABD ve NATO'yu tatmin etmeye yöneliktir. S-400'leri almamızın sebebinin, Patriotların bize, önce istenilen şartlarda, sonra da hiç verilmemesinden kaynaklandığını sürekli hatırlatmak gerekir.

Esas amaç direnç kırmak

Türkiye, S-400'lerin sınırlı kullanılmasına ilişkin bazı tavizler vererek, karşılığında yaptırımları ve kısıtlamaları engellemeyi ve Suriye'nin kuzeyindeki SDG/PYD/PKK'ya olan desteğin önüne geçmeyi düşünmüş olabilir. Ancak ABD, S-400'lerin Türkiye'de bulunmasını kabul etmemektedir. Bu konu, ABD'nin istediği gibi sonuçlanmış olsa dahi, karşımıza başka engeller çıkaracağından da şüphe yoktur.

ABD'nin amacı, Türkiye'yi kendi çıkarları yönünde hareket edecek duruma getirmek, özellikle Suriye kuzeyindeki yapıyı ve SDG'yi dayatmaktır. Bu kapsamda S-400 konusu direnç kırmayı hedeflediğinden, Türkiye'nin egemenlik meselesi haline gelmiştir. Konu aynı zamanda güvenirlik ve onur meselesidir. Bu nedenle pazarlık konusu yapılmamalı, her akla gelen, alternatif diye ortaya atılmamalı, ciddi, akılcı ve çıkarlarımızı gözeten politik argümanlar üretilmelidir.


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/mobi/s-400-baskisi-58298yy.htm


***


14 Aralık 2020 Pazartesi

Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun

    Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun




Armağan Kuloğlu 
14 Haziran 2014

 Jandarma Genel Komutanlığı’nın tasfiyesine ilişkin, 5-6 yıldır tartışmalar, yorumlar ve programlar yapılmakta, yazılar yazılmaktadır. Bunu gündeme taşıyanların, iktidarı destekleyen ve onun propagandasını yapan medya grubu olduğu dikkat çekmektedir. Son zamanlarda yönetimin, bu konunun planlanarak gerçekleştirilmesi için hazırlıklar yaptığı da anlaşılmaktadır. Bunun gündeme getirilmesinin sebebinin, AB giriş süreci çerçevesinde güvenlik teşkilatlarının AB normlarına uyum sağlaması olduğu ifade edilmektedir. Bu kapsamda yeni sınır güvenlik birimlerinin oluşturulması, jandarmanın tasfiyesi, TSK’nın yeniden yapılandırılması, ordunun profesyonelleştirilmesi gibi konuların yer aldığı görülmektedir. Ancak sebebin AB olarak gösterilmesinin gerçeklik yönü olsa da, bunun yanında çözüm sürecinde bölücülere verilen sözlerin ve yönetimin ideolojik yaklaşımlarının da bu çalışmalarda önemli rol oynadığı dikkatlerden kaçmamaktadır. 

Sebebin AB olduğuna bakacak olursak, Türkiye’nin coğrafi konumunun AB ülkelerinden farklı olduğunu, komşularımızın onlarınkine benzemediğini, jeopolitik ve tehdit ortamının, dolayısıyla güvenlik algılamasının mukayese edilemeyeceğini açık olarak görmek mümkündür. Ayrıca ülkelerin tarihi geçmişlerini, gelenek ve teamüllerini, kuruluş şekillerini ve felsefesini de bu kapsamda düşünmek gerekir. Bu nedenle ülkelerin, özellikle Türkiye’nin güvenlik yapısının farklı olabileceği, her şeyin AB ülkelerindeki gibi olamayacağı kabul edilmelidir. Ancak başka düşüncelerle bunu bahane ederek bir zorlamaya gitmenin ve kamuoyunu da yanıltmanın doğru bir yaklaşım olmayacağı aşikârdır. Bu kapsamda Ermenistan, İran, Irak, Suriye, hatta Yunanistan gibi ülkelerle olan sınırlarımızın asker olmayan sınır güvenlik birimleriyle korunmasının mümkün olamayacağını, buradaki konunun sadece uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve gümrük hususlarının çok ötesinde olduğunu bile bile böyle bir uygulamaya gitmek hatadır. Avrupa ülkelerinde sınır geçişlerinin fark edilmediğini de orada seyahat edenler bilir. Jandarmanın tasfiyesinin de Oslo görüşmelerinde görüşüldüğü ve bugüne kadar da bölücüler tarafından ısrarla üzerinde durulduğu haberlerine rastlanmaktadır. Jandarmanın askeri niteliğinin ortadan kaldırılması ve TSK’dan da koparılması söz konusudur. AB normlarını uygulayacağım derken, İtalya, Fransa, Belçika gibi ülkelerde askeri nitelikte jandarma teşkilatı bulunduğu, ihtiyaç duyulduğunda jandarma birliklerinin Kara Kuvvetlerini destekleyeceği, buna uygun eğitim, teçhizat ve teşkilata sahip olduğu dikkate alınmamaktadır. Bugüne kadar başta Kıbrıs Harekâtı olmak üzere iç güvenlik ve dış güvenlikteki başarılı ve kahramanca hizmetleri görmezden gelinmektedir. Jandarma subay ve astsubaylarının, özellikle komutanlarının yetişmesinin kolay olmadığı, Kara Harp Okulu’ndan sonra Piyade Okulu’nda, sonra da buna ilave olarak jandarmanın görevleri olan mülki ve kolluk görevleri, adli kolluk görevleri ve iç güvenlik hizmetleri için uzun süre öğretim ve eğitimden geçtikleri bilinmelidir. Eğitim, öğretim, teçhizat, malzeme, teşkilatının askeri olması ve asker nosyonuna sahip olmalarından dolayı sahip oldukları ruh hali ve motivasyonun ülke güvenliği açısından önemi ve değeri dikkate alınmalıdır. Sadece adli kolluk görevinin üzerinden alınması faydalı olabilir. Aynı durumda olan Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın da sivilleştirmeye çalışılması yanlıştır. Yunanistan’ın dahi Sahil Güvenlik Örgütü’nü tam askerleştirdiği bir ortamda bu yanılgıya düşülmemelidir. Bu komutanlığın da gerekli zaman ve yerde Deniz Kuvvetleri’nin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bunların dışında, TSK’nın yapısının değiştirilmesi konusunda da çalışmalar yapıldığı duyumu alınmıştır. 

Bu çerçevede, Genelkurmay Başkanlığı karargâhının küçültülmesi, MSB karargâhının büyütülüp operasyonel nitelik kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapıldığı, neticede TSK’nın geleneksel yapısının tasfiyesinin ön görüldüğü değerlendirilmektedir. TSK’nın da tam profesyonel yapılarak, mükellefiyet yoluyla olan askerliğin ortadan kaldırılmasının planlandığı anlaşılmaktadır. 
Bu uygulamayla milletle ordu arasındaki bağın, muhabbet ve iletişimin kopacağı bilinmelidir.
Bu çalışmalar dikkate alındığında amacın AB normlarının ötesinde, bölücülere, AB ülkelerine ve küresel güçlere şirin görünmek olduğu algılanmaktadır. Ayrıca Jandarma’nın tasfiyesiyle TSK’nın insan gücünün azaltılmasının hesaplandığı değerlendirilmektedir. TSK’nın yapısının değiştirilmesiyle de Genelkurmay Başkanlığı’nın etkinliğinin zayıflatılmasının, bununla, hâlâ böyle bir yaklaşım ve ihtimal olmamasına rağmen, siyasi bir propaganda aracı olarak kullanılan, olası darbe düşüncesinin engellenebileceğinin hesaplandığı kıymetlendirilmektedir. İktidarın devamlılığının, devletin güvenliğine tercih edilebileceği gibi yanlış bir algılamaya sebebiyet vermemek için bu oyuna gelinmemelidir. Bu konuda gerekli hassasiyetin gösterilmesinde fayda mütalaa edilmektedir.

Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik

Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik




Armağan Kuloğlu 
15 Şubat 2014

Kıbrıs konusunda defalarca müzakere yapılmış, ancak bu müzakerelerden sonuç alınamamıştır. Bundan önceki müzakerenin kesintiye uğradığı zamana baktığımızda, Yunanistan’ın ve GKRY’nin özellikle ekonomik kriz içinde olduğu ve bunun politik alanda zafiyet yarattığı bir döneme rastladığı görülmektedir. Ülkelerin politik alanda güçlü olmadıkları zamanlarda istedikleri sonuçları alamayacakları, diplomasi tecrübeleriyle sabittir. Şimdi de özellikle ABD’nin, bunun yanında da AB ve BM’nin teşvik, telkin ve örtülü baskılarıyla yeni bir müzakere süreci başlamıştır. Ancak bu yeni müzakere sürecinin, Türkiye’nin iç ve dış siyasette yaşadığı sıkıntılı döneme denk gelmesi dikkat çekmektedir. 
Müzakerelere başlanmasında, özellikle Kıbrıs adası etrafında tespit edilen ve çıkarılması için uluslararası şirketler tarafından çalışmalar yapılan petrol ve doğal gaz kaynaklarının, arama, çıkarma ve işletme hakkıyla aidiyet konularındaki anlaşmazlıkların ve bu konuda menfaat sağlama düşüncelerinin ağır bastığını da söylemek mümkündür. 

***
Öngörülen Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası temsil, dış politika, maliye ve tek egemenlik konularındaki yetkisi, merkezi yönetimde olacağından, ortaya çıkacak statü özellikle Türkiye’nin aleyhine bir durum yaratacaktır.  Bilindiği üzere GKRY, Kıbrıs Cumhuriyeti sıfatıyla İsrail’le hidrokarbon arama ve işletme anlaşmaları yapmıştır. Ancak Türkiye söz konusu bölgelere gemilerini ve uçaklarını göndererek bu çalışmalara engel olmaya çalışmıştır. Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tesisiyle, yapılan anlaşmaların önünde bir engel kalmayacaktır. TSK ve özellikle Deniz Kuvvetleri üzerinde son yıllarda oluşturulan baskı da, moda deyimiyle “manidar”dır. Yeni kurulacak cumhuriyetle Türkiye arasındaki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırları orta hattan geçecek, Doğu Akdeniz’in diğer sahalarındaki münhasır ekonomik bölge anlayışında da Türkiye’nin ciddi kayıpları olacaktır. Neredeyse kendi kara suları dışında arama ve işletme yapma imkânı kalmayacaktır.

***
Türkiye; AB’ye üyelikte Rum engellemesinden kurtulacağı, dış politikada elinin rahatlayacağı telkinleriyle, KKTC de; AB statüsüne kavuşacağı, ambargolardan kurtulacağı söylemleriyle heveslendirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye ve KKTC, müzakerelere yeniden başladığı ve Rum kesimiyle ortak bir başlangıç metninde uzlaştığı için boşuna tebrik edilmemektedir. Bunun altında ABD ve AB’nin menfaatleri yatmaktadır. Ortak metindeki tek egemenlik durumu, bugüne kadar Türkler tarafından sürekli duyarlılık gösterilen bir konuyken, başlangıçta bundan vazgeçilmesi anlaşılır gibi değildir. Hür ve egemen olmak, Kıbrıs Türkünün hakkıdır. Bundan vazgeçilmemelidir.

***
Kıbrıs’ın hâlâ Türkiye ve Kıbrıs Türkü açısından önemi idrak edilememiştir. Kıbrıs bize tarihi bir mirastır. Tarihi mirastan ve onun yükümlülüklerinden kaçınmak, tutarlı bir devlet için mümkün değildir.
Kıbrıs, Türkiye’nin güvenliği konusudur. Türkiye’nin; güney emniyetini, deniz alaka ve menfaatlerini, münhasır ekonomik bölge anlayışını devam ettirmesi, enerji güvenliğini sağlaması, hava sahası konusunda sorun yaşamaması ve Doğu Akdeniz’de etkili olması için, adanın, mutlaka kendi kontrolünde bir statüde olması gerekmektedir. Kıbrıs, Türkiye’nin güvenirliği konusudur. 60 yıldır süren meseleyi kendi ve Kıbrıs Türkü’nün menfaatleri istikametinde halledemeyen bir Türkiye, kendisine güven duyan ve duymak isteyenlere güven vermez. Aynı zamanda Kıbrıs meselesi duygusal bir konudur. Türk kamuoyunu tatmin etmeyen bir çözüm kabullenilemez.

Kıbrıs; Ada’daki Türkler için, güven içerisinde, hür ve egemen olarak varlıklarını devam ettirebilecekleri bir vatana sahip olunması, Türkiye için de, ulusal güvenliğinin sağlanması, Doğu Akdeniz’deki etki alanının kısıtlanmasına engel olunmaması ve milli menfaatlerinin korunması meselesidir.
Konuyu mutlaka çözeceğim diye bugüne kadar sürdürülen politikalar bir tarafa 
bırakılamaz ve katlanılan fedakârlıklar görmezden gelinemez. Kıbrıs konusu, başka düşüncelerle taviz verilecek bir konu olarak algılanamaz. 

Kıbrıs konusu 1974’te çözülmüş, 1983’te bitmiştir. Zaten ırkı, dili, dini, kültürü, sosyal yapısı, tarihi, hatta hiçbir şeyi birbirine benzemeyen toplumlardan müşterek bir devlet olamayacağı aşikârdır. Başkalarının menfaati için zoraki evlilik yaptırılamaz.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/kibrista-zoraki-evlilik



Suriye Politikasında Yanlış Hesap



Suriye Politikasında Yanlış Hesap




Armağan Kuloğlu 
18 Ocak 2014

Arap Baharı, Suriye dışında yaşanan ülkelerde beklenen sonuçlara ulaşamamış, Suriye’de ise üç yıldır devam eden iç savaşa neden olmuştur. Bu iç savaşta Esad rejimine karşı savaşan muhalefet parçalara bölünmeye devam ederken, cihatçı grupların yarattığı kargaşa gittikçe artmaktadır. 

Esad güçlerine karşı mücadele için kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), şimdilerde El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti’yle (IŞİD)çatışmaktadır. Diğer bir silahlı muhalefet olan İslami Cephe de, IŞİD ile ters düşmüş ve bu örgüt de IŞİD’e karşı savaşmaya başlamıştır. Aralarında yabancı ülkelerden gelen radikal İslamcıların da bulunduğu grupların, daha önce beraber oldukları ÖSO’ya karşı savaşması, mücadelenin hangi boyuta geldiğini göstermektedir.  Gelinen aşamada IŞİD gittikçe başarı sağlamış ve birçok bölgede kontrolü ele geçirmiştir. İŞİD sadece Suriye’de değil aynı zamanda Irak’ta da mücadele etmekte ve başarı da sağlamaktadır. İŞİD, Irak ve Suriye’yi ortak bir savaş alanı olarak nitelendirmekte ve her iki cephede de eşgüdümlü olarak çarpışmaktadır. 
***
Görüldüğü üzere El Kaide, ortaya çıkan her boşluğu değerlendirmektedir. Önce Afganistan ve Pakistan, ABD işgalinin sona ermesinden sonra Irak ve son olarak da Suriye’de otorite boşluğundan yararlanmaktadır. Amaç, bölgede katı şeriat kurallarına uygun bir devlet yaratmaktır. Artık bölgedeki bütün iç ve dış güçler bu tehdidi bertaraf edebilmek için uğraş vermektedir.
Irak merkezi yönetimi, bir taraftan Irak’ın kuzeyindeki yönetimin davranışlarını denetim altına almaya, diğer taraftan da IŞİD’le savaşarak onların kontrolüne geçen bölgeleri geri almaya çalışmaktadır. Bu durumdan istifade etmeye çalışan Irak’ın güneyindeki Basra, Misan ve Zigar illeri ise federal yapıya geçiş için ortak protokol imzalamışlardır. Musul’u da içine alan Sünni çoğunluğun yaşadığı Ninnova bölgesi de merkezi hükümete bağımsızlık resti çekmiş durumdadır.
Suriye’de Esad’ı devirme mücadelesi başarıya ulaşamamış, uzayan iç savaş El Kaide’ye fırsat yaratmış, iç ve dış güçler El Kaide’yle mücadeleye odaklanmışken ortaya çıkan boşluk, Suriye’nin yanında Irak’ta da parçalanma tehlikesi oluşturmuştur. ABD ve Batı, Esad’ı devirme mücadelesinden oldukça geriye çekilmiştir. El Kaide destekli IŞİD’in bazı bölgelerde sağlamış olduğu kontrol ve İslami terörist grupların iktidara gelme olasılığı, yalnız Batı’nın değil, aynı zamanda Rusya’nın da endişesi haline gelmiştir. Kimyasal silahların denetimi yaklaşımı, Batı ve Rusya’nın ortak tutum göstermesine vesile teşkil etmiştir. Hatta radikal İslami terör örgütleriyle mücadelede Batı istihbaratının, Esad’la işbirliği yaptığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır.

***
Türkiye’nin başlangıçta Esad rejiminin çabuk gideceği yönündeki değerlendirmesi, ÖSO’ya aşırı destek vermesine, hatta Suriye’ye doğrudan müdahalenin öncüsü olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin bu şekilde hareket etmesini, insani olmanın yanında Sünni bir politika izlemesine ve gelecek yönetimle ekonomik ve politik ilişki kurmada ön alma arzusuna bağlamak mümkündür. Ancak bu yanlış politikanın sonucu takındığı tutum ve sergilediği davranışların, 1.000.000 mülteciyle karşı karşıya kalmamızda ve çatışmaların uzamasında rol oynadığı kıymetlendirilmektedir. 

Suriye’ye gidiş gelişlerin kontrolden çıktığı, gelenlerin sınır şehirlerimizde huzursuzluk yarattığı, mültecilerin artık yurt sathına yayıldığı ve polisiye hadiselerin arttığı, uluslararası kamuoyunda devletimize ilişkin teröristlere destek verdiği algısının oluştuğu, neticede yanlış olduğu değerlendirilen uygulamaların ülkemize zarar verdiği düşünülmektedir. Şimdi durumun farkına varıldığı, El Kaide terörünün yurt içinde tehdit olabileceği düşüncesiyle bazı yerlere baskınlar düzenlendiği görülmektedir. Yanlış hesap Bağdat’tan da Şam’dan da dönmüş durumdadır. 22 Ocak 2014 “Cenevre II” bir ümit olabilir. İyi değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Ancak, artık Batı’nı çoktan vazgeçtiği Esad inadından bizim de vazgeçmemiz gerekir.
 
https://21yyte.org/tr/suriye/suriye-politikasinda-yanlis-hesap


ABD Dış Politikasındaki Değişim


ABD Dış Politikasındaki Değişim





Armağan Kuloğlu 
22 Aralık 2013


    Soğuk Savaştan sonra iki kutuplu dünya düzeni, ABD odaklı tek kutupluya dönüşmüştür. Bu durum, ABD’nin dünya hâkimiyeti kurmaya yönelik hegemonik düşüncelerini ön plana çıkarması için fırsat teşkil etmiştir. ABD’nin dünya hâkimiyetini; Rusya ve Çin’in, müttefiklerinin de katkısıyla çevrelenmesi, Avrasya’nın merkezden etki altına alınması ve özellikle enerjinin kontrolüyle mümkün olabileceğini değerlendirdiği ve politikalarını da buna göre düzenlediği bir gerçektir.

ABD bu kapsamda, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) olarak isimlendirilen ve Afrika’nın kuzeyinde batıdan doğuya doğru konuşlanan devletleri, Orta Doğu’daki ülkeleri ve Orta Asya’daki devletleri kontrol almayı içeren projeyi hayatiyete geçirmiştir. 1991-2011 yılları arasında 20 yıl içinde cereyan eden Körfez Savaşları, Afganistan Operasyonu, Orta Asya’daki Renkli Devrimler, Ilımlı İslam düşüncesiyle ortaya çıkan ve halen sonu alınamamış olan Arap Baharı hareketleri ve bu ana konuların içinde vekaleten yürütülen savaşlar, aynı çerçevede mütalaa edilmektedir.

***
Ancak 2010’lu yıllara yaklaştıkça ABD’nin, politik, ekonomik ve özellikle askeri alanda gücünün üstünde operasyonlar içine girdiğini düşündüğü, BOP’a çok fazla angaje olmasından dolayı Rusya’nın ve özellikle Çin’in çevrelenmesi ve manevra alanının kısıtlanmasında yetersiz kaldığını değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Bunun bir işareti olarak da kuvvetlerini Irak’tan ve Afganistan’dan çekmesini görmek mümkündür.
Ayrıca Arap Baharı’nın uzantısı olan ve sahada tam bir vekâleten savaş örneği olarak cereyan eden Suriye’deki çatışmaya askeri anlamda müdahil olmaması da bu düşüncenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan, BM bünyesinde İran’ın nükleer araştırma projesinin kontrolü karşılığında bu ülkeye uygulanan yaptırımların hafifletilmesi de aynı kapsamda mütalaa edilmektedir.
Bütün bu gelişmeler ABD’nin dış politika ve buna paralel güvenlik anlamında ağırlık merkezini, BOP’tan Çin’e kaydırdığını göstermektedir. ABD’nin bu politikasını yakın geçmişte açıkladığı ve uygulamaya da geçtiği görülmektedir. Ancak bu değişim, ABD’nin Orta Doğu’ya olan ilgisinin azaldığı anlamını da taşımamaktadır.
Enerjinin kontrolü ve İsrail’in güvenliği kendisi için yine önemlidir. Sadece bu bölgedeki yükünü azaltmayı ve bu yükünü bölgedeki müttefikleriyle paylaşmayı planladığı değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Suriye meselesinde Rusya’yla ve nükleer araştırmaların sınırlandırılması konusunda İran’la da olan ilişkilerini mümkün olduğu nispette sorunsuz ve çözüme yönelik tutarak bölgede büyük sorunlar çıkmasını önlemeye çalıştığı da kıymetlendirilmektedir. Hatta müttefiki durumundaki Barzani yönetimini dahi Türkiye’yle yaptığı enerji anlaşması konusunda Irak merkezi hükümetiyle mutabakat sağlamaya teşvik etmesini de bu düşünce çerçevesinde düşünmek gerekir.

***
ABD’nin bu yeni politikayı yürütürken bölgedeki müttefiklerini kullanmanın yanında, müttefik olmasalar dahi kendine yardımcı olabilecek ülkelerle de işbirliği yapabileceği değerlendirilmektedir. Ayrıca müttefikleri arasındaki sorunları gidererek işini kolaylaştırmaya çalıştığı da görülmektedir.
Türkiye’nin dış politikasındaki değişim ve hareketlenmeleri de bu kapsamda düşünmenin doğru bir yaklaşım olduğuna inanılmaktadır. Bunun işaretleri olarak, Suriye konusunda, radikal İslami hareketlerin Türkiye aleyhinde kullanılmasının da etkisiyle, katı tutumdan vazgeçmesini, İran’la ilişkilerde yumuşamayı, İran’ın da etkisiyle Irak merkezi hükümetiyle yakınlaşmayı, Ermenistan konusunda yeniden diyalog hamlelerinde bulunmayı, İsrail’le ilişkilerin düzelmesi için Obama’nın Netenyahu’yu ikna edip Türkiye’den özür diletmesini ve bundan sonra ilişkilerin kısmen yumuşamasını göstermek mümkündür. Sırada Mısır’ın olabileceğini de söylemek herhalde kâhinlik sayılmaz.
Gelişen bu durum karşısında Türkiye’nin, kendisine çıkar sağlamayan angajmanlar içine girmemesine, çıkarlarına zarar getirmeyenler için de karşılığının mutlaka alınmasına dikkat etmesi kaçınılmazdır. Hatta kurulan oyun içinde rol seçmek yerine kendisinin oyun kurmasının daha onurlu bir politika olacağına inanılmaktadır.

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/abd-dis-politikasindaki-degisim

***

Eylemsizlik kararı ve beklentiler


Eylemsizlik kararı ve beklentiler




Armağan KULOĞLU 
25 Eylül 2010

PKK, 20 Eylül’e kadar eylemsizlik kararı aldı. Bu eylemsizlik kararı ile birlikte bazı isteklerini de dile getirdi. Önce isteklerinin yerine getirileceğine dair söz verilmesi halinde, BDP tarafından açıklanan referandumdaki boykot kararının  “evet” e dönüşebileceğini, bu gerçekleşmeyince de, en azından müzakere sürecinin başlayabileceğinin sağlanması halinde eylemsizlik kararının uzatılabileceğini, hatta müzakere sürecinin başlaması durumunda, eylemsizliğin kalıcı olabileceğini üstü kapalı bir şekilde ima etti.Bölücü siyaset yapanlar ve bölücü terör örgütünün arzusu, eylemsizlik kararını bir pazarlık malzemesi yaparak devlet ve hükümet yetkilileri ile müzakere masasına oturmaktır. Müzakerede de terörü, bir baskı aracı olarak kullanarak tavizler koparmaktır. Bu konuda İmralı avukatları, İmralı’dan aldıkları eylemsizlik kararını uzatma tavsiyesini, bölücü terör örgütüne ulaştırmış, bölücü terör örgütü de bir hafta sonra bu konuda alacakları kararı açıklayacaklarını duyurmuştur.

İmralı siyaset sahnesinde!

Medyaya intikal eden haberlerden, terörün sona erdirilmesi için hükümetin bölücü siyaset yapanlarla doğrudan görüşmeler yapacağı anlaşılmıştır. Milletvekillerinin ve siyasi partilerin hükümetle de olsa karşılıklı görüşmesi doğal karşılanabilir. Ancak İmralı ile devletin organlarının ihtiyaç duyması halinde dolaylı olarak görüşmeler yapılabilmesine bir anlam verilememektedir. Hatta sivil bir heyetin İmralı’da görüşmeler yapmakta olduğuna ilişkin haberler de vardır. Bu durum, İmralı’nın siyaset sahnesinde rol alması demektir. Can ve konforu uluslararası garanti altında olan bir terörist başından neyin karşılığında neyin istenebileceği anlaşılamamıştır. Ondan medet ummak, devletin onuru ile bağdaşmaz. 

Terörist başı ile bazı görüşmelerin, hatta işbirliğinin yapılabileceği, bundan sonuç alınabileceği, hatta şartların elverişli duruma gelmesi halinde af bile çıkarıla bileceği yolunda, halkı bazı konulara alıştırmaya veya yanıltmaya yönelik beyanlar, doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Bölücü başına itibar edilmemeli, ona önem verilmemelidir. Bu konuda, halkı doğru bilgiyle aydınlatmaya yönelik açıklamalar yapılmadığı ve önlemler alınmadığı takdirde yönetim ve dolayısı ile ülke zor durumda kalabilir.Halen Kürt kökenli vatandaşlarımıza, bireysel hak olarak adlandırılabilecek tüm kolaylıklar sağlanmış durumdadır. Bundan daha öteye bir yaklaşım, terörle bir noktaya gelindiğini gösterir ki, bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin savunduğu ilkelere ters düşer. Aksi bir durum terörün, siyasetin önünü açacak ve devletle müzakere edilebilecek bir platform olarak kullanılmasına imkân yaratacaktır. Eylemsizlik kararının devam ettirilmesine yönelik çabalar da, bir yol olarak kullanılacaktır.Terör can yaktığından dikkat çekmektedir. Bu nedenle yönetim, doğal olarak bütün dikkat ve gayretini PKK bölücü terör örgütünün eylemlerinin önlenmesine yönlendirmektedir. Hâlbuki terör eylemleri, bölücülük faaliyetlerinin iç ve dış kamuoyuna taşınmasını sağlamak, toplumda bezginlik, bıkkınlık, korku, endişe ve ümitsizlik yaratmak ve bu konuda dikkat çekmek maksadıyla yapılır. Bu nedenle sadece terörün önlenmesine yönelik yaklaşım tarzı, bölücü siyaset kapsamında faaliyet gösteren BDP’nin, İmralı’nın, DTK’nın, bazı uluslararası STK ve örgütlerin, dış güçlerin, bunların propagandasını yapan yazarların, diğer yazılı, sesli ve görsel medya sözcülerinin bölücülük faaliyeti yapmalarının önünü açar. Maalesef özellikle görsel medya, tarafsız habercilik adına, bölücü siyaset yapanlara programlarında yer vermekte, böylece bölücü siyaset yapan ve bunları savunanların, ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği ve ülkenin kuruluş ve varoluş felsefesi olan ulus-devlet ve üniter-devlet anlayışı aleyhinde propaganda yapmalarına imkân sağlamaktadır.
Bölücü faaliyetler engellenmeli  Siyasetçilerden beklenti, sadece terörle mücadeleyi ön planda tutmak değil, bölücü terörle birlikte, hatta ondan da önce, bölücü siyaset ve her türlü bölücü akımla mücadeleyi de dikkate almaları ve söylemlerinde bunu da vurgulamalarıdır. Bölücü faaliyetlerin engellenmesi, terörün de ortadan kalkmasını sağlar. Devlet ve hükümet yetkililerinin gerekli zaman ve yerlerde tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet kavramından vazgeçilmeyeceğini ısrarla vurgulamaları olumlu ve kararlı bir yaklaşımdır. Ancak her şeyden önce bölücü terör örgütünün askeri anlamda tam bir yenilgiye uğratılması ve onun bölücü siyasetin önünü açan bir vasıta olarak kullanılmasına fırsat yaratılmaması gerekir. Bu konuda ulusal, uluslararası ve sınır ötesi tedbirler alınmalı, ısrarla takip edilmeli, bu konu iç ve dış politikanın esasını teşkil etmelidir. Ülkenin halen en önemli konusu budur. Başka şekildeki çözüm arayışları ülke çıkarları ile bağdaşmaz. 

Kaynak Yeniçağ: Eylemsizlik kararı ve beklentiler - Armağan KULOĞLU 


Yeni anayasa hevesi nereden geliyor?


Yeni anayasa hevesi nereden geliyor?





Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
02 Ekim 2010

    Toplumun önemli bir kesimi yeni bir anayasa istiyormuş! Bu ne demek? Türkiye’deki 50 milyon seçmenin 40 milyon kadarının bu istekte olması demek.Toplumun büyük bir kısmı anayasanın ayrıntılarını bilmez. Bilmesi de çok gerekmez. Anayasa ve anayasa değişikliği teknik bir konudur. Değişikliklerde, basit cümlelerle ifade edilenler hariç, cümlelere  “virgül, ve, veya” koyarak, birkaç kelime ilave edip, çıkarılarak anlam değiştirilmektedir. Değişikliklerin ne anlama geldiğini ancak bu konuya özel ilgi gösterenler ile ihtisas sahibi hukukçular anlayabilmektedir. Bu nedenle son yapılan referandumun propaganda faaliyetlerinde siyasetçiler, anayasa değişikliğini anlatmamış, başka konulara dikkat çekmiş ve değişik hassasiyetlerin istismarına yönelmişlerdir.

Anayasadan sorunu olanlar!Aslında sokaktaki sade vatandaşın anayasa ile ilgili bir sorunu bulunmamaktadır. Sorunu olanlar, kendi etnik ve ideolojik amaçlarının önünde anayasanın hükümlerini engel olarak görenlerdir. Mevcut anayasa, esas itibariyle bölücülüğe, irticaya ve anarşiye geçit vermemekte, Atatürk Milliyetçiliğini rehber olarak almakta, ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği, ulus-devlet, üniter-devlet, laik-devlet ilkelerini içermektedir. Toplumun ihtiyaçlarına ve zamanın gereklerine istinaden değişiklikler her zaman için yapılabilir. Bu değişiklikler yapılmıştır ve yapılmaktadır. Ancak ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, başlangıç bölümü ile değiştirilemez ve milletin kabul etmesi mümkün olmayan maddelere dokunulamadığı için, Türkiye Cumhuriyeti’ni dönüştürmek isteyenler, yapılan ve yapılabilecek değişikliklerden tatmin olmayacaklardır. Bölücüleri en çok rahatsız eden konular bunlardır.Medyada görevlendirilen bölücüler, başlangıç bölümünün kendilerini rahatsız ettiğini, değiştirilemez maddelerin sıkıyönetim maddelerine benzediğini televizyonlarda açıkça söylemektedirler. Bu düşüncede olanlar, başlangıç bölümünün çıkarılarak Atatürk Milliyetçiliğine son verilmesini arzu etmektedirler. Değişmez maddelerin de anayasada bulunmamasını, ulus devlet anlayışının ortadan kalkmasını, çok uluslu bir yapıya dönüşülmesini, ulusun kimliği olan “Türk” kelimesinin ve anlayışının anayasadan çıkarılmasını istemektedirler. Ayrıca, yerel yönetimdeki yetkilerin genişletilerek üniter yapının bozulmasını, “Demokratik Özerklik” konusunun, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, “Bölge Yönetimi” adıyla oluşturulmasını talep etmektedirler. Mevcut yapıyı bozacak isteklerini de çekinmeden ortaya koymaktadırlar. Okullardaki “Andımız”dan ve her türlü  “Türk” ibaresinden rahatsız olduklarını her vesile ile dile getirmektedirler.Yeni bir anayasa yapılırken esaslardan ayrılabilineceği iki yıl evvel hazırlanan taslaktan anlaşılmıştır. Bu nedenle yeni anayasa isteği samimi değildir, endişe taşımakta ve tehlike arz etmektedir. Yeni anayasa beklentisinin altında, belirtilen esaslardan rahatsız olan çevrelerin maksat dışına çıkılarak, esaslardan sapma ve saptırma arzusu yatmaktadır. Uluslararası örgütler ve dış güçler dönüşüm için içeride kendilerine ortak arama peşindedir. 

Bunlar tuzaktır. Farkında olmak gerekir.

Düşündürücü mutabakatBölücü terör, bölücü siyasete uygun bir ortam sağlamış durumdadır. Sağlanan bu ortamda bölücü siyaset yapan tüm aktörlerin açılımdan ve müzakerelerden beklentileri bunlardır. Hükümet elemanlarının BDP milletvekilleri ile TBMM çatısı altında görüşmeleri son derece doğaldır. Ancak görüşmelerden çıkan mutabakatın yeni anayasa yapılması konusunda olması düşündürücüdür. Diğer taraftan tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak anlayışının değişmesinin söz konusu olmadığı, ana dilde eğitimin mümkün görülmediği, teröriste müsamaha edilmeyeceği yönündeki kararlılık ifade eden söylemler memnuniyet vericidir. Bu durumda seçimlerden önce oyların olumsuz etkileneceği düşüncesi ile yeni bir anayasa yapılması gündemde olmayacaktır. Gündeme geldiği zaman da mutabakat sağlamak, mutabakat sağlansa da, gerçekler açıklandığı takdirde milletin kabul etmesi mümkün görülmemektedir.Anayasa değişikliklerinin nasıl yapılacağı, anayasada mevcuttur. Ancak yeni bir anayasa yapılmasının nasıl olacağı mevcut anayasada yer almamaktadır. TBMM’nin yeni bir anayasa yapma yetkisinin olmayabileceği, yeni anayasanın devletin yeniden kurgulanması durumunda yapılabileceği, belki de kurucu meclis gerekebileceğine ilişkin yorumlara rastlanmaktadır. Bu konunun da açıklığa kavuşturulmasına ihtiyaç duyulabilir. 


Armağan KULOĞLU 
Kaynak Yeniçağ: 
Yeni anayasa hevesi nereden geliyor? - Armağan KULOĞLU 





Tek tip ve bedelli, gerilim yarattı


Tek tip ve bedelli, gerilim yarattı




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
09 Ekim 2010


      Önceki Genelkurmay Başkanı zamanında başlatılan ve çalışmaları son aşamaya gelen tek tip askerlik konusunda her kesimden farklı tepkiler geliyor ve dirençler oluşuyor. Bedelli ise bu konudan beklentisi olan siyasetçilerin ve vatandaşların gündemini meşgul ediyor.TSK’nın tek tip askerlik konusundaki çalışmayı üç maksatla yaptığını değerlendiriyorum. 

Bunlardan birincisi (SADELİK); dövizli askerliği bir tarafa koyacak olursak, mükellefiyet yoluyla yapılmakta olan uzun dönem, kısa dönem, yedek subay uygulamasını sadeleştirmek suretiyle kışla içindeki kısa dönem-uzun dönem ile kısa dönem-yedek subay arasındaki çelişkilere son vermektir. İkincisi (EŞİTLİK); mükellef vatandaşların vatani hizmetini eşit şartlar altında ve eşit zaman dilimi içinde yapmasına imkân yaratarak sosyal ve psikolojik olarak eşitliği sağlamaktır. Vatandaşlarımızın tümü kanunlar, fırsatlar ve oy kullanmada eşit olduğuna göre, askerlik mükellefiyetini de eşit olarak yapmalarını sağlamak suretiyle bu konudaki hoşnutsuzlukların giderileceği düşünülmüştür. 

Üçüncüsü de (UZUN SÜRE İSTİFADE); eğitimli insan gücünden daha uzun süre etkin olarak istifade etmektir. Kısa dönem askerlik süresi 6 aydır. Bunun, 2 ayı eğitim, 15 günü intibak, 15 günü de izin süresi olduğundan yararlanacak zaman 3 ay kalmaktadır. 3 aylık süre etkin kullanıma imkân vermemekte, hatta bu mükelleflere çatışma bölgelerinde görev verilmesi de pek mümkün olmamaktadır. 

Ancak bu konu, toplumun özellikle üniversite mezunları kesiminde tepki görmüş, hayatlarını kısa döneme göre planlamışken mağdur olacaklarını ifade etmişlerdir. Hâlbuki üniversite mezunlarının kısa dönem askerlik yapmasının garantisi yoktur. Her ne kadar istekler dikkate alınsa da TSK, ihtiyacı dikkate alarak yedek subay veya kısa dönem ayırımını yapmaktadır. Tek tip uygulamasına geçerken mağduriyet yaratılmaması için önlemler alınacağı da düşünülmektedir. Bu konuda, yönetimdeki parti yetkili kurullarında yapılan bazı alternatif çalışmalar dışarı sızdırılmış ve kısa dönemde 4 ay, uzun dönemde 9 ay gibi bir uygulama olabileceği ifade edilmiştir. Bu durum, mevcut aksaklıkları daha da arttıracağından, uygulanmakta olan statünün muhafazası daha uygundur.  

Diğer taraftan Genelkurmay Başkanlığından brifing alınacağı, ondan sonra karar verileceği ifade edilse de, tek tip konusuna hükümet tarafının da sıcak bakmadığı siyasilerin beyanlarından anlaşılmaktadır.  

Sıcak bakmamasının sebebinin bedelli askerlik konusunda TSK’dan olan beklentidir. 

TSK’nın, bedelli askerliğe, bulunulan ortamda parası olanların askerlik yapmaması, parası olmayanların askerlik yapması ile ortaya çıkacak psikolojik olumsuzluğun görev motivasyonuna etki edeceği, aynı zamanda 1988-1996 arasındaki yıllarda erkek doğum sayısının azlığından dolayı sistemin, kaynak açısından yeteri kadar desteklenemediği, dolayısı ile 2015-2016 yılına kadar bedelli askerlik uygulamasının fiziki olarak zorluk yaratacağı düşüncesi ile benimsemediğini kıymetlendirmekteyim. Ancak siyasetçilerin de, sempati toplamak ve bunu oya tahvil etmek için sürekli olarak bedelli askerlik konusunu dile getirmelerinin de yanlış bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyim.

Bedelli askerlik beklentisi içinde olanların, çeşitli sebepler ileri sürerek haklı olduklarını göstermeye çalışmaları yönündeki iddiaları, bazen hakikatlerden uzaklaşmakta, hatta son yıllarda bazı kişiler tarafından TSK hakkında yürütülmekte olan karalama kampanyalarındaki argümanlara yalan yanlış yenilerinin de eklenmesine sebep olmaktadır.

TSK’nın askerlik sistemi ile ilgili son kararı verecek makam tabiî ki hükümettir. 
Bununla birlikte TSK’nın değerlendirmelerine de itibar etmek ve olabilecek sonuçlar üzerinde fikir birliğinde olmak da önemlidir. 

Karar verilirken başta seçim kaygısı olmak üzere hiçbir düşüncenin, güvenlik konusunun önüne geçerek olumsuzluklar yaratmasına sebep olunmamalıdır. 

Ancak siyasetçiler sürekli olarak askerlik konusunu dile getirmektedir. Bu durum, mükellefleri ve onların yakınlarını tedirgin etmekte, beklentiler içine sokmakta ve toplum üzerinde olumsuzluklar yaratmaktadır. 

Bu konuların derhal sonuçlandırılması ve sonucun ivedilikle topluma kesin ifadelerle açıklanması zaruri hale gelmiştir. 



   Kaynak Yeniçağ: Tek tip ve bedelli, gerilim yarattı - Armağan KULOĞLU 


TSK üzerinde devam eden bir operasyon


TSK üzerinde devam eden bir operasyon


Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
16 Ekim 2010



Türkiye’nin AB sürecindeki girişimlerinin artmasıyla birlikte AB’nin Türkiye’den istekleri de artmaya başlamış, bunlardan bir kısmını da Türkiye’nin güvenliğine olumsuz yönde etki eden konular oluşturmuştur. Türkiye’nin AB’ye üye olması için AB normları adı altında ileri sürülen ve müzakere sürecinin başlamasını sağlayacak konulara ilişkin, uyum paketleri kapsamında birçok düzenlemeler yapılmıştır.Bu kapsamda AB tarafından üzerinde durulan önemli konulardan birini de, TSK’nın demokratik sistem içindeki rolü çerçevesinde, Türkiye’nin konumu ve jeopolitik ortam dikkate alınmadan, AB ülkelerinin ordularına benzemesi yönündeki girişimler teşkil etmiştir. Bu amaçla Hollanda, AB tarafından, sivil bir girişim başlatması için görevlendirilmiş veya durumdan vazife çıkararak kendisi bu konuyu doğrudan sahiplenmiştir. 

Konunun hayatiyete geçirilebilmesi için Hollanda’da, uluslararası camiada bilinen düşünce kuruluşlarından CESS (Center for European Strategic Studies), Hollanda Dışişleri Bakanlığınca finanse edilen  “Türkiye’de sivil-asker ilişkileri”  başlıklı bir çalışma başlatmıştır. Bu çalışmaya, Türkiye’deki bazı düşünce kuruluşlarının ve üniversitelerden tespit ettiği öğretim üyelerinin katılmasını sağlamıştır. 2003-2004 yıllarında sürdürülecek bu çalışmanın sonunda ortak bir rapor hazırlanması ve bu raporun AB yetkili kurumlarına sunulması planlanmıştır. Hazırlanacak raporun Türkiye’de de yayımlanarak sürece katkı sağlaması düşünülmüştür.Türkiye’deki düşünce kuruluşlarından o zaman en etkin olan ve benim de mensubu olduğum ASAM’a, projede yer alması için teklif yapılmıştır. Yönetimle gerekli istişare sonucunda projede yer alacağımız CESS’e bildirilmiştir. Yukarıda belirttiğim hususların çoğu projeye girdikten sonra anlaşılmıştır. 

Ancak, bu projeyle TSK’nın; Türkiye’nin şartlarına özgün özelliklerinden uzaklaştırılacağı ve etkisizleştirilmeye çalışılacağı, bu durumun da güvenliğimize olumsuz olarak yansıyacağı başlangıçtan itibaren sezilmiştir. 
Projede yer alınması teklifinin ASAM tarafından kabul edilmemesi halinde, kendilerine göstermelik de olsa başka bir düşünce kuruluşu bulabilecekleri, istedikleri yönde bir rapor çıkarabilecekleri düşünülmüş ve tarafımızdan projenin dışında kalıp seyretmektense, içinde bulunup yönetmenin daha doğru olacağı değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmede ana düşünce, proje çalışmalarında gerçekleri ortaya koymak, TSK ve Türkiye’nin güvenliği için olumsuz bir proje olmasını önlemek, önlenemediği taktirde ileri bir safhada çekilerek projeyi akamete uğratmak olmuştur. 

Olaylar düşündüğümüz gibi gerçekleşmiş ve olumsuzlukların önlenemeyeceği ortaya çıktığı bir zamanda ASAM projeden çekilmiştir. CESS projeye kalanlarla devam etme kararı almış ve bir rapor hazırlamıştır. Raporun birkaç yerinde bizim karşı görüşlerimizin ve itirazlarımızın belirtilmesi ile yetinilmeye çalışılarak raporun etkin olmasına çalışılmışsa da rapor, arzu ettikleri etkinliği sağlayamamıştır.  

Projede; TSK’nın küçültülmesi, MSB’ye bağlanması, Genelkurmay Karargâhı’nın küçültülmesi, MSB Karargâhı’nın genişletilmesi ve etkinleştirilmesi, MSB’de teşkil edilecek karar organında sadece Genelkurmay Başkanı’nın bulunması, diğer üyelerin MSB’deki sivillerden oluşması, Milli Güvenlik Kurulu ve Genel Sekreterliğinin yapısının ve işlevinin askerlerin etkinliğini azaltacak şekilde değiştirilmesi, YÖK’teki TSK temsilcisinin kalkması, OYAK’ın yapısının ve varlığının incelenmesi, TSK Güçlendirme Vakfının yeniden ele alınması, Askeri Yargı ve buna benzer konular ön planda olmuştur. Bilindiği üzere bunlardan bir kısmı gerçekleşmiş durumdadır.CESS daha sonra, Ankara’daki bir vakıf üniversitesinde aynı konuda çalışmalar yapmak üzere bir seri toplantılar düzenlemiştir. 

Bu toplantılardan birine davet edildiğimde yine bilinen konulardaki itirazlarımı ifade ettiğim için rahatsız olmuşlardı. Şimdi aynı düşünce kuruluşunun aynı üniversitede 4 günlük bir seminer düzenlediğini öğrendim. CESS, Türkiye’de bu işi başarmak için azimle çalışmakta ve kendine uygun bir platform bulmakta da zorluk çekmemektedir. Seminerde öğrendiğim kadarı ile gerçekleri ortaya koyabilecek nitelikte katılımcılar bulunmasına rağmen, 2003-2004 ve sonraki yıllara göre ortamın daha uygun olduğu dikkate alınırsa, bu seminerden çıkacak rapora dikkat edilmesi gerekmektedir. TSK’nın hem içten hem de dıştan operasyonlara maruz kaldığı ve bunun devam ettiği göz ardı edilmemelidir. 


Kaynak Yeniçağ: TSK üzerinde devam eden bir operasyon 



Kırmızı Kitap arzuya göre değil gerçeğe göre oluşturulur


Kırmızı Kitap arzuya göre değil gerçeğe göre oluşturulur




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
23 Ekim 2010


   Halk arasında Kırmızı Kitap olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB), sonu “5” ve “0” ile biten yıllarda gözden geçirilerek yeniden düzenlenir. Ara yıllarda ise ihtiyaç halinde revize edilir. MGSB, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin koordinatörlüğünde ilgili bakanlık ve kurumların katkısı ile hazırlanmakta, hazırlanmayı müteakip başta Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları ve diğer ilgili kurumların görüşü alındıktan sonra dokümana son şekli verilerek MGK’ya sunulmaktadır. Bu usul kapsamında MGSB yeniden düzenlenmiş ve son aşamaya gelmiştir. Devletin milli güvenlik siyasetinin tespiti ve uygulaması sorumluluğu esas itibariyle Bakanlar Kurulu’na aittir. Belge, önümüzdeki günlerde gerçekleştirilecek olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında ele alınacak, karara bağlanacak ve görüş olarak Bakanlar Kurulu’na sunulacaktır.Çok gizli olması gereken ve “Bilmesi Gereken” prensibine göre ancak ilgili kişilerin bilgi sahibi olduğu bu dokümanın bazı ayrıntıları geçenlerde medyada yer almıştır. Bu konun medyaya bir ihmal neticesinde mi sızdığı, yoksa iç siyasi düşüncelerle bilinçli olarak mı sızdırıldığı bilinmemektedir. Medyadan edinilen bilgilere göre dış ve iç tehdit algılamalarında radikal değişiklikler olduğu, birçok ülke ve anlayışın tehdit olmaktan çıkarıldığı veya dönüşüme tabi tutulduğu anlaşılmaktadır. Ancak diğer taraftan çağın gereklerine uygun bazı yeniliklerin getirildiği de görülmektedir.MGSB, ülke güvenliğinin stratejisini çizer, ilgili kurumlar bu stratejiye göre kendi dokümanlarını hazırlar. 

Örneğin bunlardan biri de Türkiye Milli Askeri Stratejisi (TÜMAS)  dokümanıdır. TÜMAS, anayasa, kanunlar, MGSB ve kendisine verilmiş vazifeleri yerine getirmek için TSK tarafından hazırlanır. Hazırlanmasında genelde 20 yıllık bir süre içindeki Milli Askeri Stratejik hedefleri, bu hedeflerin elde edilmesinde uygulanacak stratejileri, buna göre ihtiyaç duyulan kuvvet yapısını, harbe hazırlık durumunu, idame ve geliştirme esaslarını kapsar. 2 yılda bir revize edilir. Harp silah ve vasıtalarının tedarik planlaması da bu esaslardan yola çıkılarak, Stratejik Hedef Planı ve On Yıllık Tedarik Programları halinde hazırlanır.Yukarıda TSK ile verilen örnekte görüleceği üzere MGSB, sadece mevcut duruma göre değil, geleceğin planlamasına ışık tutacağından, yapılacak değerlendirme neticesinde muhtemel gelişmeler ve potansiyel tehditler dikkate alınarak hazırlanması gereken bir doküman durumundadır. Ancak hazırlanmakta olan MGSB’nin önemli birçok bölümünde, mevcut durumun, niyet ve arzuların, hatta ideolojik düşüncelerin etkisinde kalındığına ilişkin bir kanaat oluşmaktadır. Tehditler, düşünceye göre kâğıt üzerinden silinmekle ortadan kalkmaz. Gerçektirler. İyi komşuluk münasebetleri ve zaman zaman ortaya çıkan ortak menfaatler, o an ve birkaç yıl için sorunların derin dondurucuya konmasına sebep teşkil edebilir. Ancak zaman ve şartlar değiştiğinde sorunların buzları yeniden çözülebilir.

Dış tehditlerin değerlendirilmesinde tarihi süreç mutlaka dikkate alınmalı, ülkelerin niyet ve maksatları ile bunları uygulama imkân ve kabiliyetleri hesaba katılmalı, ulusal çıkarlar ve ulusal hedefler gözetilmeli, aldatıcı ve geçici durumların etkisinde kalınmamalıdır. Güvenliğin, komşularla iyi geçinerek de sağlanabileceği gibi yanıltıcı bir durum içinde de olunmamalıdır. Bu durum düşmanca hareket edilmesi anlamında değil, tedbirli olunması anlamında algılanmalıdır.İç tehdit kapsamında, devletin vatandaşının potansiyel tehdit olarak görülmesi gibi yanıltıcı bir söylem içinde olunmamalıdır. Vatandaşlarımızın içinde iyi niyetli olmayanların, hatta teröristlerin de bulunduğu ve bulunabileceği dikkate alınmalıdır. Eğer durum böyle kabul edilmeseydi halen mevcut olan ikiyüzbin kadar emniyet personeline de gerek kalmayacağı sonucu ortaya çıkardı.ABD ve Rusya gibi güçlü ülkeler Milli Güvenlik Stratejisi olarak hazırladıkları belgelerini internetten dahi yayımlamaktadırlar. Ancak yayımlanan kısımları ya arzu ettikleri dış politikanın oluşmasına, ya da caydırıcılık etkisi yaratmasına imkân sağlaması maksadını taşımaktadır. Bizim de buna benzer uygulama içinde olmamız düşünülebilir. Ancak gizli olması gereken kısımları mutlaka gizlenmeli ve belge duygulara değil, gerçeklere dayanmalıdır. 

Kaynak Yeniçağ: Kırmızı Kitap arzuya göre değil gerçeğe göre oluşturulur 
- Armağan KULOĞLU 

***

30 Ekim 2020 Cuma

Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı!

Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı! 

Kaynak Yeniçağ: 

Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: 


Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı! 

02.03.2020 17:30

İdlib saldırısı sonrası bölgedeki son durumu Yeniçağ’a değerlendiren Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu, Erdoğan ve Putin arasında 5 Mart’ta yapılacak 
görüşmeden yeni bir mutabakat beklediğini söyledi. 

Kuloğlu, Türkiye’nin bölgede güvenirliğini kaybetmiş iki süper gücün arasında kaldığını belirterek; ‘Bu yüzden yapacağınız anlaşmalar sonrası dahi dikkatli 
olmak gerekiyor.' dedi. 

Erman Çimen / YENİÇAĞ

27 Şubat'ta Suriye'nin İdlib kentinde Rusya destekli rejim güçlerinin düzenlediği hava saldırısı sonrası 34 askerimiz şehit oldu, 

32 asker yaralandı. Saldırı sonrası Ankara ve Moskova’dan karşılıklı suçlamalar gelirken, Türkiye bölgede Barış Kalkanı harekatı harekatını başlattığını 
açıkladı. 

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar harekat kapsamında bugüne kadar; Rejime ait 2 savaş uçağı, 2 İHA, 8 helikopter, 135 tank, 5 hava savunma sistemi, 
86 top/obüs/ÇNRA, 16 tanksavar/havan, 77 zırhlı araç, 9 mühimmat deposu, 2 bin 557 Rejim unsuru ve askeri etkisiz hale getirildiğini söyledi.  

Bölgedeki son durumu Yeniçağ’a değerlendiren Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu ise Türk askerinin Suriye’de bulunmasının terörden kaynaklı 
güvenlik endişesi nedeniyle doğru bir yaklaşım olduğunu ancak İdlib bölgesindeki harekatın siyasi hedefin net olarak telaffuz edilmediğine dikkat çekti. 

    YENİ BİR MUTABAKAT BEKLİYORUM

Erdoğan’la Putin arasında 5 Mart’ta yapılacak görüşmede yeni bir anlaşma beklediğini söyleyen Kuloğlu; ‘Görüşmeden İdlib’deki gözlem noktalarının 
emniyetini sağlamak için, M4 ve M5 yolunun müşterek kontrolünü sağlayacak şekilde ikinci bir Soçi mutabakatı gibi bir anlaşmanın ortaya çıkması 
mümkün.’ dedi.

‘TÜRKİYE İKİ SÜPER GÜÇ ARASINDA KALDI’ 

İdlib’deki saldırının, Türkiye’nin Rusya ve Amerika başka olmak üzere kimseye güvenmemesi gerektiğini gösterdiğinin altını çizen Kuloğlu; 
‘Türkiye güvenirliğini kaybetmiş iki süper güç arasında kalmıştır. 
Bu yüzden yapacağınız anlaşmalar sonrası dahi dikkatli olmak gerekiyor. Kendi işimizi kendimiz görecek şekilde tedbirlerimizi almamız gerekiyor.” dedi.
Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu’nun Yeniçağ’a yaptığı açıklamalar şöyle:



İDLİB’DE NE İŞİMİZ VAR?

  "Öncelikle soruyu doğru sormak lazım. ‘Suriye’de ne işimiz var?’ derseniz, evet Suriye’de bir işimiz var. 
Çünkü Suriye’den çok zarar gördük oradan gelen terörden dolayı. Ama ‘İdlib’te ne işimiz var’ derseniz o doğru soru olur.

HAREKAT ÖNE ALINDI

Biliyorsunuz Barış Kalkanı harekatı daha sonra yapılması planlanıyordu ama İdlib saldırısı sonra öne çekildi. 
 
Türkiye daha önce eğer Suriye rejimi gözlemci noktalarının tespit edildiği yerin gerisine çekilmezse ve bu noktaları Türkiye’nin kontrolüne bırakmazsa 
böyle bir harekât yapacağını söylemişti. İşte sınırımızın dışındaki bu gözlem noktalarına takviye yaparken 34 şehidimizin olduğu İdlib saldırısı gerçekleşti. 
Dolayısıyla bu harekat erken ve daha etkili şekilde yapılmaya başlandı.  

İDLİB’DE SİYASİ HEDEFİMİZ NET DEĞİL

Burada önemli olan konu İdlib’teki siyasi hedeflerin ne olduğunun tespit edilmesi lazım. Dikkat ederseniz bizim buradaki siyasi hedefimiz net belli değil. 
Terörle mücadele noktasında bizim daha önce yaptığımız Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonları PKK/PYD ve IŞİD terör örgütlerine karşı 
yapılmıştı.  
İdlib’te yapılan operasyonu ise teröre karşı yapılan bir operasyon olarak nitelendirmek mümkün değil.Bir başka nokta harekatlar icra edilirken bu bölgelerde bir tampon bölge veya güvenli bölge oluşturmak suretiyle sığınmacıların buraya yerleştirmesi hedeflendiği söyleniyordu. 
İdlib’teki durum bu olaydan da farklı.

YİNE ZAAİYAT VEREBİLİRİZ   

İdlib’deki harekat, gözlem noktalarının rejim güçlerinin kontrolü altında kalmasından dolayı yapılan bir harekâttır. 
Bu operasyonlarla bölge rejim unsurlarından temizlenerek sınır güvenliğimizin uzaktan sağlanacağı ifade edilmektedir.  
   Rusya hava sahası güvenliği konusunda garanti veremeyeceğini söyledi. Bu Türkiye’ye hava kuvvetlerini kullanma mesajıydı. 
Ama Türkiye bunu çok dikkate almadan, risk de göze alarak İHA ve SİHA’larını kullanarak bölgede harekat icra ediyor. Siz zaten hava sahasının inisiyatifini karşı tarafa bıraktığınız zaman  yine zayiat verme ihtimaliniz çok yüksek .  


ERDOĞAN VE PUTİN ANLAŞACAK:  İKİNCİ SOÇİ MUTABAKATI GELEBİLİR!

Bölgedeki son gelişmelerden sonra Erdoğan’la Putin görüşmesinden makul bir sonuç çıkma olasılığını yüksek buluyorum. 
Yani İdlib’deki gözlem noktalarının emniyetini sağlamak için, M4 ve M5 yolunun müşterek kontrolünü sağlayacak şekilde ikinci bir Soçi mutabakatı gibi bir 
anlaşmanın ortaya çıkması mümkün.

ARTIK KİMSEYE GÜVENMEMEK GEREKLİ’

Ancak son İdlib saldırısı sonrası ilişkilerin eskisi gibi olma olasılığı yok. 
Bu yüzden yapacağınız anlaşmalar sonrası dikkatli olmak gerekiyor. 
Kendi işimizi kendimiz görecek şekilde tedbirlerimizi almamız gerekiyor.  
Rusya destekli rejim unsurları ile yeniden karşı karşıya gelme olasılığını unutmadan hareket etmemiz gerekiyor. 
Son saldırıda sonrası Ruslar ve Amerikalılar, kimseye güvenmemiz gerektiği ortaya çıkmıştır. Türkiye güvenirliğini kaybetmiş iki süper güç arasında kalmıştır.

NATO’DAN DA DESTEK BEKLEMEYİN.,  

   NATO’da bizi desteklediğini açıkladı ama fiili bir destek beklememek lazım. 
Biz 4. Maddeye göre NATO konseyini topladık. 4. Maddeye göre bir NATO ülkesine saldırı olduğu zaman konsey toplantıya çağılır. 
Bu toplantıdaki istişareler neticesinde uygun görülürse 5. maddeye geçiş yapılır. 5. Maddenin esası ise bu saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış kabul edilmesi ve bunun  için NATO gücü gönderilerek bu saldırının püskürtülmesi amaçlanır. Ama burada böyle bir durum yok çünkü bizim sınırlarımız içine yani topraklarımıza bir saldırı yok şu anda. Bu yüzden NATO’dan söylem dışında bir destek çıkmaz." 

Kaynak Yeniçağ: Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı! 

***

Türkiye dönüşüme zorlanıyor

Türkiye dönüşüme zorlanıyor.


Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
29 Ocak 2011
Kaynak Yeniçağ: Türkiye dönüşüme zorlanıyor 




   Tek kutuplu dünya düzeninde hegemonik düşünceler ortaya çıkmış, küreselleşme denen, uluslararası sermayenin, baskın kültürün hüküm sürdüğü, mal, hizmet ve sermayenin sınır tanımadığı, egemenliğini muhafaza etmeye çalışan ulus-devletlerin hedef haline geldiği bir ortam doğmuştur.Bu ortamda, Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş bir coğrafyada jeopolitik bir boşluk oluşmuştur. 

Bu coğrafya, dünya hâkimiyet düşüncesinde önemli yer oluşturan Büyük Orta Doğu bölgesidir. 

ABD tarafından, bölgede kontrolün sağlanabilmesi için BOP adı altında bir proje uygulamaya sokulmuştur. Projede Türkiye’ye de sahip olduğu özelliklerinden dolayı yeni roller biçilmiştir. Yeni roller, var olan tehditleri arttırmış ve yeni şekillere dönüştürmüştür.Türkiye’nin projedeki önemi; NATO üyesi, AB aday ülkesi olması, Batı içinde kabul edilmesi, nüfusunun %99’unun Müslüman olması, belirtilen coğrafyadaki ülkelerle kültürel benzerlikleri ile tarihî ilişkilerinin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Projede, Türkiye’nin, kendi amaçlarına uyum sağlayacak bir şekle dönüştürülmesi ve gücünün kontrol edilebilir olması düşüncesi de yer almıştır.Varlığını ulus-devlet, üniter-devlet, laik-devlet esaslarıyla sürdüren Türkiye, açıklanan bu düşüncelerle, dış güçlerin etkisi ile dönüşüme zorlanmaktadır. Bu süreçte, etnik farklılıklar ile dinî duyguların istismar aracı olarak kullanıldığı, hedefin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve benimsediği yapı olduğu anlaşılmaktadır.Bu değişim ve dönüşümde, ulus-devlet ve üniter devlet anlayışının bozulması için etnik bölücülük ön planda tutulmuştur. Bu bölücü tehdit terörle başlamış, siyasetle devam etmektedir. Terörden kurtulmak için açılım adıyla başlatılan girişim, tehlike yaratmıştır. Mevcut anayasanın değiştirilmesi ile dönüşümün sağlanamayacağı anlaşıldığından, yeni bir anayasanın yapılması ülke gündemine getirilmiştir.Türkiye’nin rolünü gerçekleştirebilmesi için, bölge ülkeleri ve İslam dünyası ile iyi iletişim kurması, ancak demokratik ve hukuk devleti anlayışını muhafaza etmesi, laik-devlet anlayışından kısmen İslamî yaşam tarzına doğru bir görünüm alması,  “ılımlı İslam” olarak adlandırılan bir yapı ve davranış biçimini benimsemesi düşünülmüştür. 

Bu nedenle, iç siyasetin ve dinî hassasiyetlerin kullanılması gündeme gelmiştir. 

Yeni anayasa düşüncesi, bu yaklaşımı da kapsamaktadır.İki yönlü tehdit altında olan Türkiye’nin, bu tehditlere karşı, savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi doğaldır. Devletin savunma mekanizmaları anayasal kurumlardır. 

Değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmek isteyen güçlerin, savunma mekanizmalarını etkisiz hale getirmeyi planlandığı ve bu maksatla psikolojik bir propaganda sürecini başlattığı kıymetlendirilmektedir. Psikolojik propagandada öncelikle TSK’nın, sonra da yargı sisteminin esas alındığı algısı mevcuttur. Neticede kurumların, amacın önünde engel olmaktan çıkarılarak, kurulması istenen sisteme uyumlu hale getirmesinin düşünüldüğü değerlendirilmektedir. 

İmkânsızlıktan dolayı bilgi sahibi olamamaktan, yanlış yönlendirilmekten, olumsuz propagandaya maruz kalmaktan, dış baskılar veya iç siyasî kaygılar gibi çeşitli nedenlerden dolayı olayları doğru teşhis edemeyen ve tehlikeyi fark edemeyenler olabilir.Hatta değişim ve dönüşümü, ileri demokrasiye geçiş olarak nitelendirenler de bulunabilir. Ancak ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği, ulus-devlet ve üniter yapısı ile cumhuriyet ilkeleri ciddi tehlike altındadır.Bilmeyerek veya istemeyerek de olsa bu sürece destek veren veya sürecin içinde olanların, tehlikenin farkına varmaları önem arz etmektedir.Türkiye, tehlike ve tehditleri bertaraf edebilecek güçtedir.Bu gücü tarihî geçmişinden, gelenek ve göreneklerinden, kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik öneminden, anayasal kurumlarından, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus-devlet, laik-devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir.

Türkiye’nin enerjisini, çeşitli düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. 

Bu zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemelidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesini esas alan girişimlerden vazgeçilmeli, ülkenin kutuplaşmasına, vatandaşların ayrışmasına ve ortamın gerginleşmesine 

imkân tanınmamalı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değişimine ve dönüşümüne yol açılmamalıdır.  

Kaynak Yeniçağ: Türkiye dönüşüme zorlanıyor 

Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiye-donusume-zorlaniyor-16753yy.htm

***

14 Mart 2019 Perşembe

Renkli Devrimden, Çiçekli Devrime.,

Renkli Devrimden, Çiçekli Devrime.,




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
22 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 


Geçtiğimiz günlerde Tunus’ta bir halk ayaklanması olmuş ve devlet başkanı ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Hatta devrik başkanı, en yakını olan ülkeler dahi kabul etmemiş ve ABD’nin tavassutu ile Suudi Arabistan kabul etmek zorunda kalmıştır. Olayların yasemin satan bir üniversiteli gencin kendini yakmasıyla başlamasından dolayı bu devrime, halk tarafından Yasemin Devrimi adı verilmiştir.Bu olaydan Kuzey Afrika ülkeleri olan Fas, Cezayir, Libya ve Mısır ile Ortadoğu’daki  Ürdün, Yemen ve Suriye gibi ülkeler tedirgin olmuştur. Bu ülkelerin ortak özelliği, kalıcı, baskıcı, otoriter rejimlere sahip olmaları ve halkın refah düzeyinin düşük olmasıdır. Ayrıca iktidarda olanların, ülkenin ekonomik olarak çöküntü içinde olmalarına karşılık refah içinde yaşamaları ve servetlerini sürekli arttırmalarıdır.

İlk bakıldığında otoriter bir idareden bunalmış, işsizlik ve ekonomik zorluklardan dolayı sıkıntı içine girmiş toplumun bir isyanı olarak görülen bu hareketin arkasında, başka düşüncelerin olup olmadığı hususu merak uyandırmıştır.Bilindiği üzere ABD’nin dünya hâkimiyet politikası çerçevesinde ön görülen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Afrika’nın kuzeyinde batıdan Fas ile başlayıp, doğuya doğru Kuzey Afrika ülkelerini içine almakta, bilinen Ortadoğu ülkelerini ve Türkiye’yi kapsamakta, Kafkasya’dan doğuya doğru uzanarak Orta Asya’yı da kavramaktadır.  Hâkimiyetin sağlanması, ülkelerin ve bölgelerin özelliklerine göre değişmekte, siyasi etkiden askeri güç kullanımına, Sivil Toplum Örgütlerinin faaliyetlerinden propaganda çalışmalarına kadar geniş bir yelpazede gerçekleşmektedir. Önemli olan rejimlerin değişerek veya el değiştirerek kontrol altında tutulmasıdır. Birçok ülkede bu kontrol, Turuncu Devrimler olarak adlandırılan hareketlerle sağlanmıştır.Bu durum şimdi de, Kuzey Afrika’da çiçek isimleri ile mi başlatıldı sorusunu akla getirmektedir. Tunus’ta olanların diğer ülkeler ve yönetimler üzerinde bir domino etkisi yapıp yapmayacağı konuşulmaktadır. 

Ancak yapacağı kanaati hâkim dir. Kuzey Afrika ülkelerinin bazı ortak özellikleri vardır. Fas hariç diğerleri cumhuriyet’tir. Demokrasi anlayışı ve uygulaması kısıtlıdır. Bir kaç istisna dışında genelde laik anlayış hâkimdir. Ancak tam demokrasiye geçilmesi halinde, İslamcı partilerin seçimleri kazanacağı, iktidar olacağı ve laikliğin ortadan kalkacağı bilinmektedir. Bu nedenle otoriter rejimlerin devam etmesi söz konusudur.Bazı ülkelerde ABD hâkimiyeti ya yoktur, ya da tam sağlanamamıştır. Hatta bölgede, ABD-Fransa rekabetinden de bahsedilebilir. ABD için ülkelerin demokratik olması önemli bir konu değildir. Bazı ülkelere demokrasiyi getirme bahanesiyle yaptığı müdahaleler, aldatmacadır. Öyle bir durum olsa ilk hedef Suudi Arabistan olurdu. Hâlbuki S.Arabistan, ABD’nin en yakın müttefikidir.Tunus’ta henüz istikrar sağlanamamıştır. Ancak ordu, halk hareketini desteklediğinden, kısa bir süre içinde sükûnetin tesis edileceği beklenmektedir. Ancak bu olaylardan sonra Tunus’un tam demokrasiye geçip geçemeyeceği, halkın refah seviyesinin yeterli düzeye gelip gelemeyeceği bilinmemektedir. Bilinen bir gerçek varsa, o da Tunus’un uluslararası güç odakları tarafından bir kaos içine sürüklenmesine göz yumulamayacağıdır. 

Çünkü Tunus, bu ülkeler içinde eğitim düzeyi en yüksek, laik, ekonomisi turizm ile düzelebilecek, diğerlerine nazaran yüz ölçümü küçük, nüfusu az ve uluslararası ortama en kolay uyum sağlayabilecek bir ülke konumunda dır. Yukarıdaki gerekçelerle Tunus’ta kontrol daha kolay sağlanabilir. Bu nedenle, Tunus, rejiminin değiştirilmesi arzu edilen diğer ülkeler için özellikle örnek olarak seçilmiş bir ülke olabilir. Diğer benzer ülkelerde de, Tunus’taki olayları örnek alan ayaklanma teşebbüslerine rastlanmaktadır. Küresel güç odaklarınca, rejimlerinden memnun olunmayan ülkelerde bu gibi olayların çıkmasına, BOP gereği kayıtsız kalınması ve hatta teşvik edilmesi de mümkündür. 

Tunus’taki rejimin, Batı dünyasını rahatsız ettiği söylenemez. Bu nedenle Tunus’taki hareketin tamamen dışarıdan yönlendirildiğini söylemek de mümkün değildir. Daha çok iç dinamiklerin etkisi ile gerçekleşen durumun, dış güçler tarafından bir fırsat olarak kullanılabileceği düşünülmelidir. 

Tunus örneği, baskıcı ve korku ortamı yaratan yönetimler için de bir uyarı olarak değerlendirilmelidir 

Kaynak Yeniçağ: 
Renkli devrimden çiçekli devrime 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/renkli-devrimden-cicekli-devrime-16653yy.htm


***