Lozan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lozan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2020 Çarşamba

12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?

 12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?


12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?
Sermet Atacanlı -Emekli Büyükelçi – Aralık 2019
“12 Adalar” Ege Denizi’nin güney doğusunda yer alan bir grup adaya verilen isimdir. Bunlar “12 Adalar” olarak tanımlanmakla birlikte, sayıları aslında 12’den biraz daha fazladır. 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun tartışılmaz bir parçası olan bu adalar 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı ile birlikte elimizden çıkmıştır.
Şunu da kaydedelim; 12 Adalar’ı Ege’nin daha kuzeyinde yer alan Sakız, Sisam, Midilli, İkaria, Limni, Semadirek vs gibi diğer Doğu Ege adaları ile karıştırmamak gerekir. Bunların pek çoğu 1912-1913 Balkan Savaşları sonucu kaybedilmiştir.
Şimdi gelelim 12 Adalar’ın özet hikâyesine:
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi öncesi neredeyse 300 yıldır bir duraklama ve gerileme sürecine girmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren artık Avrupa’nın “hasta adamı” konumuna düşmüş ve dönemin büyük devletleri çökmekte olan bu imparatorluğun mirasını nasıl paylaşacakları konusunda aralarında anlaşamadıkları için, adeta sun’i olarak ayakta durmaktadır. Bu arada fırsatını bulanlar da sürekli olarak Osmanlı’dan toprak kopartmaktadırlar. Mısır ve Kıbrıs’ın hukuken olmasa da fiilen İngilizlerin eline geçmesi, Fransızların Tunus’a, Avusturya’nın Bosna’ya el koyması böyle olmuştur. Osmanlı’nın eski topraklarında yeni devletler kurmuş olan bazı ülkeler de bu furyada yer almışlardır. Türk tarafı için büyük bir yenilgiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Balkanlarda bize epey toprak kaybettirmiştir. Girit adasının Yunanistan’a geçme süreci de yine 19. yüzyılın sonlarında hız kazanmıştır.
O sıralarda ulusal birliğini yeni tamamlayan ve İngiltere, Fransa ve Almanya gibi dönemin emperyalist devletlerinin politikalarına özenmekte olan İtalya 1911’de Trablus’u işgal etmeye başladı. Burada düzenli bir Osmanlı ordusu bulunmadığı gibi, devletin bir ordu gönderecek gücü ve imkânı da yoktu. Sadece, tarihimizde çok iyi bilindiği üzere, aralarında Mustafa Kemal Bey ve Enver Bey’lerin de olduğu bir grup subay Libya’daki mahalli güçleri İtalyan işgaline karşı örgütlemek amacıyla bölgeye gitmişlerdi.
Trablus’da savaş sürerken İtalyanlar Meis dışında kalan 12 Adaları da işgal ettiler. Hatta İtalyan donanmasına bağlı savaş gemileri Çanakkale Boğazı’na kadar gelerek Boğaz kıyılarını bombaladı. Ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin Ege’de buna karşı koyabilecek bir deniz gücü mevcut değildi. 12 Adalar’ın kaybedilmesi süreci de böyle başladı.
Türk-İtalyan Savaşı 18 Ekim 1912 tarihinde İsviçre’deki Lozan kentinin Ouchy semtinde imzalanan ve “Ouchy (Uşi) Antlaşması” ya da “Birinci Lozan Antlaşması” olarak bilinen anlaşma ile sona erdi. Buna göre Osmanlı Devleti Libya’daki askerlerini geri çekecek, bölge özel bir statüye konulacak, karşılığında İtalyanlar da işgal ettikleri 12 Adalar’ı geri verecekti.
Bununla birlikte Uşi Antlaşması sonrası gelişmeler farklı biçimde cereyan etti. İtalyanlar Trablus’daki mahalli güçlerin arasında hâlâ bazı Osmanlı subayları bulunduğu bahanesiyle bu adaları bırakmadılar. Bizim bakımımızdan çok hazindir ki, Osmanlı Hükümeti de konunun bu şekilde sürüncemede kalmasına göz yumdu; zira İtalyanlar geri çekilirse Ege’deki deniz hâkimiyetini elinde tutan ve zaten fırsat kollayan Yunanların bu adalara kolayca el koyup yerleşecekleri çok güçlü bir ihtimal idi. Bu bakımdan, Osmanlı Hükümeti Ege’deki deniz gücü dengesinin değişebileceği ümidiyle bir süre beklemeyi tercih etti. Ama bu beklenti de boşa çıktı; hemen arkasından patlak veren Balkan Harbi 12 Adalar’daki İtalya lehine statükonun devamı sonucunu getirdi. Buna ek olarak, Yunan donanması Balkan Harbi’nde orta ve Kuzey Ege’deki diğer adaları da Osmanlı’nın elinden kolayca kopartıp aldı. Osmanlı Hükümeti’nin bu “oldu bitti’lere karşı Avrupalı ülkeler nezdinde diplomatik planda yürüttüğü çabalar bir sonuç vermedi; yine kısa bir süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı ise konuya çok farklı bir boyut getirdi. 12 Adalar böylece İtalyan işgalinde kaldı.
Türk İstiklal Savaşı sonrası imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 15. maddesi ile bu fili durum hukuken de tescil edildi; 12 Adalar İtalya egemenliğinde kaldı. Ekleyelim ki aynı antlaşma ile Türkiye Mısır (ve hatta Sudan) üzerindeki tüm haklarından vazgeçmiş (Madde 17) ve Kıbrıs’taki İngiliz egemenliğini tanımıştır (Madde 20). Yani bu adalar ve topraklardan Lozan’da bahsedilmiş olması sadece “malumun ilamı” olmuştur. Zira tıpkı Mısır ve Kıbrıs gibi 12 Adalar da artık zaten bizim değildi.
12 Adalar’ın statüsü İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar böyle sürmüştür. Savaş sonunda ise 10 Şubat 1947 tarihli Paris Antlaşması ile savaşın mağlubu İtalya adalardan çekilmiş ve adalar savaşta galiplerin safında yer almış olan Yunanistan’a devredilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrası süreci sırasında 12 Adalar Türkiye tarafından geri alınabilir miydi, bu sırada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün politikası neydi… Bu konu epeyce bir süreden beri tartışma konusu yapılır ve İnönü’ye fevkalade haksız eleştiriler yönetilir. Bu eleştirilerin bir kısmı kötü niyetlidir; iflah olmaz İnönü düşmanlarından kaynaklanır. Bu kesime cevap yetiştirmeye çalışmak beyhudedir; bunlar Atatürk’e de düşmandırlar ve doğrudan saldıramadıkları Atatürk’e İnönü üzerinden yüklenmek gibi bir strateji izlerler.
Öte yandan, konunun art niyet olmaksızın, akademik bir bakışla ve daha objektif olarak ele alınıp tartışıldığı da görülmektedir. Bu çerçevede, İkinci Dünya Savaşı sırasında 12 Adalar’ın Türkiye’ye önerildiği, ya da bu konuda Türkiye lehine fırsatlar doğduğu, ancak İsmet Paşa’nın buna karşılık “çekingen” davrandığı iddiaları mevcuttur.
Bu bağlamda şu hususları belirtmek uygun ve yararlı olacaktır:
Savaşın başlamasıyla muharip iki tarafın lideri konumundaki ülkelerden İngiltere ve Almanya Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmek için büyük çaba harcamıştır. Churchill’in bu konudaki girişimleri (Adana ve Kahire görüşmeleri) dönemin çok iyi bilinen kilometre taşları arasındadır. Cumhurbaşkanı İnönü Churchill’in bu girişimlerine tarihi kişiliği ve devlet adamı vasfına uygun bir stratejiyle ustaca mukabele etmiş, savaşların yıkımını en yakından bilen bir kişi olarak Türkiye’yi toplamda 55 milyon insanın öldüğü, ülkelerin ve şehirlerin harap olduğu bu felaketin dışında tutmuştur. Kuşkusuz ki İnönü, o siyasi konjonktürde, birer Türk azınlığının bulunduğu ikisi hariç tutulursa nüfusları tümüyle Yunanlılardan oluşan 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesinin gerçekçi bir gelişme olamayacağını, bunun maliyeti çok yüksek bir maceradan öteye geçmeyeceğini takdir edebilecek deneyim ve basirete sahipti. Kaldı ki İngilizlerden de bu yönde, yani “savaşa girme karşılığı 12 Adalar” biçiminde bir öneri ya da ima vaki olmamış, Churchill’in zihninde başlangıçta mevcut bu yöndeki bazı düşünceler İngiltere’deki diğer devlet birimlerinin itirazı nedeniyle hiçbir zaman somutlaşmamıştır.
Gelelim Almanya’ya… Geçtiğimiz haftalarda bir televizyon programında bir akademisyen tarafından “Başbakanlık Hususi Kalemi”nde bulunan bir belgeden bahsedildi. Buna göre 1943 yılı Eylül ayında Ankara’daki Almanya Büyükelçiliği’nin bir istihbarat görevlisi, o tarihte Türk İstihbarat Örgütü’nün başında bulunan Naci Perkel’i ziyaret ediyor ve şunları söylüyor:
“Sefirimiz Von Papen bana şunları söyledi: Karargâh-ı Umumi’den (Genel Karargâh’tan) bir telgraf aldım ve bu telgrafta ‘Adaları Türklere teslim etmek istiyoruz. Kendileriyle konuş, bu teklifimizin kabul edilip edilmeyeceğini bize bildir’ deniyor”.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu durumu hemen o sırada Kars’da bir yurt gezisinde bulunan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bildiriyor ve talimat istiyor. İnönü’nün cevabı şöyledir:
“… Adaları kayıtsız ve şartsız kullanmak üzere alabiliriz. Yoksa bu yüzden İngilizlerle Yunanlılarla ihtilafa giremeyiz”.
Şimdi bu yazışmayı nasıl yorumlayacağız, nasıl bir sonuca varacağız? Belge yayımlamak yetmez; belgeleri bağlamından koparmadan, içinde bulunduğu tarihi, sosyolojik ve stratejik ortamın şartlarını dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Tarih 1943 yılının sonu. Savaşın seyri artık Almanların aleyhine dönmeye başlamış. Almanlar yavaş yavaş son kozlarını oynamaya çalışıyorlar. Son bir gayretle Türkiye’yi savaşta kendi yanlarına çekmek istiyorlar. İşgal ettikleri, ellerinde artık daha fazla tutamayacaklarını anladıkları adaları bu amaçla sözüm ona Türkiye’ye öneriyorlar. Sanki bu önerinin -eski tabirle- bir “kıymet-i harbiyesi” var… Sanki İngilizler ve diğerleri yenilmekte olan Almanya’nın bu çocukça hamlesini kabul edecekler… Sanki İsmet Paşa gibi neler görmüş geçirmiş, Yemen’den Birinci Dünya Harbi’ne, İstiklal Savaşı’ndan Lozan’a her türlü imtihanı yüz akıyla arkasında bırakmış, Atatürk gibi bir strateji dâhisinin “rahle-i tedrisinden” geçmiş bir büyük devlet adamı bu oyuna gelecek… Sanki 12 Adalar’ı geri almak gibi biraz tarih ve uluslararası ilişkiler bilgisi olan, dönemin konjonktürünü okuyabilen herkesin “realizm”le yakından uzaktan ilgisi bulunmadığını tespit edeceği bir macera uğruna Türkiye’yi Almanların yanında savaş cehennemine sürükleyecek…
İnönü’nün Başbakan Saraçoğlu’nun mektubuna verdiği kısacık cevap bütün İkinci Dünya Savaşı boyunca izlediği politikanın da adeta bir özeti gibidir. İki tarafı da doğrudan karşısına almamak, onlarla diyalogu koparmamak, bir satranç oyuncusu gibi birkaç hamle sonrasını önceden görebilmek, maceralara itibar etmemek ve Türkiye’yi kesinlikle bu savaşın batağından uzak tutmak…
Bu politika başarıya ulaşmıştır. Henüz 20 sene önce 10 yıllık yıpratıcı bir savaş sürecinden çıkmış olan ülke, Cumhurbaşkanı İnönü’nün dirayetiyle önüne serilen tuzaklara düşmemiş ve yeni ve çok daha yıkıcı bir savaştan uzak tutulmuştur.
Savaş sonrası Müttefikler ile İtalya arasındaki barış antlaşması görüşmelerinin yapıldığı 1947 Paris toplantısına Türkiye’nin davet edilmemesini, Türkiye’nin de bu yönde bir talepte bulunmamış olmasını da aslında aynı realist bakış açısıyla değerlendirmek gerekir. Daha 23 yıl önce Lozan’da Ege’deki adalar meselesi de dahil olmak üzere Türkiye’nin neredeyse tüm taleplerine karşı çıkan, İsmet Paşa’ya her konuda en büyük muhalefeti yapan İngiltere’nin, Churchill’in bütün çaba ve ısrarlarına karşın savaşa bile girmemiş olan Türkiye’ye Paris’de 12 Adaları “hediye” edeceğini düşünmek ne kadar doğru olurdu?
Tekrar edelim: Fırsattan istifade ile 12 Adaları geri almak düşüncesi dönemin şartları ve konjonktürü içinde gerçekçi değildi ve sadece bir hayal idi. Hayal ile ülke yönetilmez. Özellikle uluslararası ilişkilerde hayallerden kopamayan yöneticiler ülkelerini zor durumlara sürüklerler. İsmet Paşa engin tecrübesiyle doğru olanı yapmıştır. İşin özü budur.

http://www.ismetinonu.org.tr/12-adalar-elimizden-nasil-cikti/


2 Haziran 2016 Perşembe

LOZAN’A DAMGASINI VURAN ADAM: HAYİM NAHUM





LOZAN’A DAMGASINI VURAN ADAM: 
HAYİM NAHUM

Türk heyetinin hiçbir hazırlık yapmadan gittiği Lozan’ın en önemli aktörlerinden biri hiç şüphesiz ki Osmanlı ülkesinin baş hahamı 
Hayim Nahum’dur.

“Hayim Nahum isimli müthiş şahıs aslen Manisalıdır; Korkunç bir Yahudi dehasına sahiptir, Bir aralık Paris’te de hahambaşılık etmiştir.

Hahambaşının sahneye çıkışı, Yahudi metodunun en korkuncuyla, Amerika’ya gitmek ve orada üniversite üniversite dolaşarak Türkler lehinde (!) konferans vermek suretiyle başladı. Böylece, daha evvel Ermeniler tarafından zehirlenmiş bulunan Amerikan umumî efkârı, Hayim Nahum gibi bir Yahudilik otoritesinin lehteki propagandasıyla düzelmeğe başlıyor ve hâdise Türkiye’de görülmemiş bir hayret, hassasiyet ve minnet uyandırıyordu.
Hayim Nahum, bir eşine âlemde rastlanmamış bir “ suret-i hak ” tertibiyle Türk milletini göklere çıkarıyor, istiklâlin bu tarihî millete ait en tabiî hak olduğunu bildiriyor, medeniyet âleminde Türkün parlak mevkiinden bahsediyordu. Halbuki bu şefkat ve himaye maskesinin altında, Türkün maddî vücudunu serbest bırakıp kalbini ve onun merkezindeki ruhunu yiyecek kanlı sırtlan dişleri pırıldıyor, fakat henüz kimse bunu fark edemiyordu. Hahambaşı Hayim Nahum, Amerika’ya hareketinden evvel, Beyoğlu’nda, Tünelin yukarısında BENEBERİT isimli Mason karargâhında, tam bir Yahudi genekurmayı olan bu yerde, Alber Karasu, Nesim Mazilya, dişçi Sami Günzberg, fotoğrafçı Vaynberg gibi, Türkiyedeki gizli Yahudilik hükümetini teşkil eden insanlara şöyle demişti:

– ‘Gayelerimizin üçü de istihsal olunmuştur. Sıra dördüncüsüne gelmiştir.(1) 

Bunun için de en mükemmel bir fırsat doğmuştur. 

İşte Anadolu’da millî bir Türk mukavemeti peydahlanmış ve ilk neticeyi almış bulunuyor. Bu hareketin başındaki zat, bizim, bütün şahsî fikir ve temayüllerini tanıdığımız bir kimsedir. Son derece ileri görüşlü, ananeye zıt kafalı bir zattır. Ruhunda, garp medeniyetine karşı çözülmez rabıta ukdeleri vardır. Fevkalâde tesir ve telkin kabiliyetindedir. Türk milleti gibi uysal bir kitleye her türlü yenilikleri sindirecek bir şef olmak kabiliyeti yalnız bu zattadır. İşte bizim de plânımız, şimdi, bu müstesna kabiliyet ve istidatları vaat eden zata, İslâm birlik ve şuurunu çözdürmek olmalıdır. Bu ân, Türkiye’de din hâkimiyet ve timsalini yıktırmak için en bulunmaz tarihi fırsat dakikasıdır.”
Âzasını teker teker saydığımız ve bilâhere biri rejimin alâyiş fotoğrafçılığını, öbürü de rejim şefinin dişçiliğini yapan iki malûm şahısla beraber Yahudi meclisi, bu fikirlere tamamen iştirak etmiş, aralarında gerekli bütün plânlar tespit olunmuş ve bunun üzerinedir ki, Hayim Nahum isimli zata Amerika seferi düşmüştür. Fakat hâdiseden, tertibattan, görüşülen şeylerden ve alınan kararlardan hiç kimsenin, hattâ bahis mevzuu büyük zatın da haberi olmamıştır. Böylece Hayim Nahum, bir gölge gibi sinsi, vapura bindiği gibi Amerika’ya çekip gitmiştir.
Hayim Nahum, her şeyden evvel Amerika’daki Yahudilik merkezleriyle temas edip bunların mütalâa, tasvip ve himayesini temin ettikten sonra, daha evvel bildirdiğimiz, Türkiye lehindeki konferanslar serisine geçmiştir. Ve işte bu harikulâde melek haslet(!) ve Türk dostu(!) zatın beklenmedik propagandaları üzerinedir ki,Hayim Nahum ismi, Türk matbuatının minnet ve şükranla baş köşesine geçirilmeğe başlanmıştır.
Hayim Nahum, Amerika’da işini bitirir bitirmez, plân icabı, hemen Londra’ya geçti ve aynı propagandaya orada da devam etti.

Fakat iş kuru bir propaganda ile bitecek soydan değildi. Propaganda, ancak zemini hazırlayabilirdi. Bu zemine atılacak temel için bir devlet 
eli lâzımdı. Hayim Nahum ise bu devlet elini, daha plânının en başında hesaba katmıştı.
Hayim Nahum, Londra’da Lord Curzon ile temas aradı ve temin etti. O zaman ki, İngiliz politikasının nâzımı mevkiinde bulunan bu Lord, nesebinin bir tarafıyla Yahudi idi. Hahambaşı, dâvayı aynen kabul etmek için bütün şartlara malik bulunan Lord’u, ancak Türkiye’ye bazı ivazlar (bedeller e.k.) vermek ve istiklâlini kabul etmek mukabilinde ona İslâmiyet’e arka döndürtmenin mümkün olacağı mevzuunda ikna etti. Böylece Türkiye’de, İslâm âlemi üzerinde nüfuz ve ehemmiyet ifade edecek hiçbir vasıf kalmayacaktı. Hayim Nahum, İngiliz Lordu’na, milyarlarca Sterling ve yüz binlerce insan feda ederek elde edilemiyecek bir kazancı, basit ve bedava bir formülle takdim ediyordu. 

Hayim Nahum‘un son sözü şu oldu:

– Türkiyenin Mülkî tamamiyetini kabul ediniz; onlara, ben, İslâmiyet temsilciliğini attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum!

Lord Curzon, Hahambaşının bu teklifi karşısında o kadar heyecana düştü ki, bir İngiliz politikacısına yakışmayacak bir tarzda hislerini belli eden bir taşkınlık gösterdi, elini hararetle uzatıp teklifi kabul ve Hayim Nahum‘u tebrik etti.
Bunun üzerine Hayim Nahum, derhal koşar adımla Lozan’ın yolunu tuttu.
İsmet Paşa Lozan’daydı ve o güne kadar hemen her devletle anlaşmış olduğu halde bir türlü İngilizlerle anlaşmanın çaresini bulamamıştı. 
Şüphesizdir ki, Ankara’yla beraber hiç bir tertipten haberdar değildi.”(2)
Lozan’da ismi resmi listelerde görünmeyen, Osmanlı Yahudilerinin Başhahamı olan bu zatı İsmet Paşagayri resmi danışman olarak yanına alır.

Peki nereden tanıyordu onu?

İsmet Paşa Harbiye’nin Topçu sınıfında okurken, Hayim Nahum onun Fransızca öğretmeniymiş.(3)

“İSMET YAHUDİNİN DOLABINA GİRDİ”

Lozan görüşmelerine katılanlardan Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı eserinde onun müdahalelerinden şöyle söz ediyor:
“Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Nahum bizim otelde görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet‘e yanaşmış. Yaman Yahudi!.. Artık İsmet‘ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor. 
Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet‘i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. 

Sonra yemek salonunda, İsmet‘le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: “İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır.” diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor. 
Ne diye kandırdı da bilmem, bu sadedil (saf) İsmet, Yahudi’nin dolabına girdi.”(4)
Lozan da, “ Osmanlı borçları, Türk – Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapütülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapıldı. 
Ancak kapütülasyonların kaldırılması, İstanbul’un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştı. Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesildi.”(5)

“ TÜRKİYE İSLAMLA ALAKASINI KESSİN ”


“Görüşmelere ara verilirken İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Curzon nihayet baklayı ağzından çıkarır ve en mânidar sözünü söyler. 

Der ki:
‘Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.’ Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
‘Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda Türk milletine beslediğimiz - yâni İsmet‘in beslediği- kat’i azim inkâr edilemez bir delildir.’Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk baş murahhasının, yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kast ettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.”(6)

RAUF ORBAY:” HALİFELİĞİN KALDIRILMASINI İSMET’E NAHUM KABUL ETTİRDİ ”

Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye’de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay‘ın belirttiğine göre hahambaşı Hayim Nahum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir’e şunları söylemişti:
“İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Nahum Efendi’nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.

Peki, ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat’i ifadeler, ve İslam âlemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu?“(7)

Lozan’da İsmet Paşa’nın yanından ayrılmayan Nahum efendi, görüşmelere verilen ara sonrasında Mustafa Kemal ile İzmir İktisat Kongresi esnasında (17 Şubat 1923) görüşerek, Lord Curzon’un görüşmelerin sonunda serdettiği “Ancak hilafetin kaldırılması ile sulhün mümkün olabileceği” mesajını kendisine iletir.

Bu andan itibaren Mustafa Kemal’in tavrı değişir.

Halbuki Lozan görüşmelerinin yapıldığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu’da yaptığı konuşmalarda hilafet müessesesinin korunacağını ifade ediyordu. İşte bugünlerde Ankara’daki Meclis-i Mebusan’da (Mebuslar Meclisi’nde) yaptığı konuşmada söyledikleri:
“Türkiye’nin vazifesi makam-ı hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir davayı mahsustur (Özel davadır). Bunu makam-ı hilafet olarak nihayetine kadar göstermek ve onun kurtarılmasına çalışmak bizim için hayırlı bir davadır. Bizim için bu dava Âlem-i İslam nazarında fevkalade takviye eden bir meseledir. Bunu sarsmak doğru değildir.”(8)

02. 11. 1922 tarihinde Bursa’da, Le Petit Parisien Muhabirine verdiği demeçte de, ”Hilâfeti muhafaza edeceğiz. 

Şu şartla ki, Büyük Millet Meclisi ve millet, hilâfetin dayanacağı bir mesnet ve kuvvet olacaktır.“ ve ” Esasen bu mesele yalnız Türkiye’ye ait olmayıp bütün islâm alemini ilgilendiren bir meseledir.”(9) derken;18.01.1923 tarihinde İzmit halkıyla konuşmasında “Bütün İslâm aleminin gerçek kurtuluşuna kadar varlığını korumayı görev bildiğimiz hilâfet makamı Türkiye Devleti’nin ne istiklâli, ne idaresi ve ne de hakimiyeti ile zıtlık teşkil etmez.”(10) diyordu.

7 Şubat 1923’te İzmir’e giderken Balıkesir Zağanos Paşa Camii minberine çıkarak cemaate hutbe irad eden Mustafa Kemal, Hayim Nahum’la 17 Şubat’ta yaptığı görüşmeden ve Lord Curzon’un mesajını aldıktan sonra tamamen hilafet müessesesinin aleyhine dönmüştür.

“ DİN ÖLDÜRÜLECEKTİR ”

Mustafa Kemal, İzmir’de Hayim Nahum’la görüşüp, İzmir İktisat Kongresi’nin açılışını yaptıktan sonra Ankara’ya dönmek üzere yola çıkar. 
Bu tarihte İnönü de Lozan’dan yola çıkmıştır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu‘su o günleri şöyle yazıyor:

“Konferansın birinci bölümünde Türk baş murahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve durumu büyüğüne, yani Mustafa Kemal‘e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren, devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor (18 Şubat 1923 e.k.). Bir arada ve baş başa seyahat… 
Sonra Ankara’da gizli meclis toplantıları (27 Şubat 1923 e.k.)… Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet’in beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.“(11)

” … Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk için her şey yapılacaktır. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti), bundan böyle bu millette İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip (haçlı e.k) kumandanlarından daha hevesli olduğunun örneklerini vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir.”(12)

Erol Karayel – 
http://www.kafkasevi.com/ (29.12.2009)
ekarayel@superonline.com

Dipnotlar

1. Birinci Cihan Harbinde, Yahudiliğin A, B,C, D halinde tam dört tane dâvâsı vardı:
A) Bilhâssa dinî ve askerî mahiyetiyle Rus Çarlık manzumesinin ortadan kalkması…
B) Alman militarizmasının ve askerî kudretinin ortadan kalkması…
C) Avusturya imparatorluğunda tecessüm eden Katolik birliği mefkûresinin ortadan kalkması…
D) İslâmiyet tehlikesinin, müstakil İslâm devletleri bünyesinin ve İslâmî temsil ifadesinin ortadan kalkması…

Nitekim Birinci Cihan Harbi sonunda, Garp demokrasya âleminin perde gerisi “görünmez insan heyulâsı olan Yahudilik, bu dört gayesinden dördünü birden istihsal edivermiştir. Şu kadar ki, harb biter bitmez ilk üç gaye derhal istihsal edildiği hâlde sonuncusu, yani yegâne müstakil İslâm cemiyetinin bütün dinî bağlarından koparılması gayesi, birdenbire devşirilememiştir. Bunun için biraz beklemek, bazı zuhuratı kollamak ve bazı cereyanları netice bakımından zıt gayeye doğru kanalize etmek, Türk birliği içindeki zümrevî temayülleri 
zamanında ve mekânında ustaca istismar etmek lâzım gelmiştir.

2. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu, 4. Dönem, Sayı: 3 ve 4
3. Mustafa Armağan, Zaman Pazar, 23 Kasım 2008
4. Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım”
5. tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antlaşması  
6. Necip Fazıl, Lozan’ın İçyüzü, Büyük Doğu, Sayı 29 
7.Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s, 96–9
8. H. Hüseyin Ceylan, Büyük Oyun, C. 3, sh. 36, Rehber Yayınları, Ankara, 1995
9. Devrin Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal (Der: Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, N. Birinci, A. Uçman), 
İst. 1981, sh. 1079-1081.
10. İzmir Yollarında, Yayına Hazırlayan Mehmet Önder, S: 28, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989,
11. Lozan’ın İçyüzü, Büyük Doğu, Sayı 29
12. Lozan’ın İçyüzü, Büyük Doğu, Sayı 29


http://yakintarihimiz.org/lozana-damgasini-vuran-adam-hayim-nahum.html

..

17 Ekim 2015 Cumartesi

MUSUL SORUNU ve LOZAN


Musul Sorunu Ve Lozan

Sezen Kılıç
ÖZET
1118’den itibaren bir Selçuklu toprağı ve 1517’den itibaren de bir Osmanlı vilayeti olan Musul, Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesi bahane edilerek İngilizler tarafından işgal edilmiş, bunun üzerine İngilizlerle Türkler arasında şiddetli bir mücadeleye sahne olmuş, sorun silahlı mücadeleyle çözülememiş ve konu Lozan Konferansı’na bırakılmıştır. Musul bu konferansta büyük tartışmalara neden olmuştur. Ancak Musul’un statüsü burada da kesin olarak belirlenemediği için sorunun çözümü bir sonraki görüşmelere ertelenmiş, bu görüşmelerden de bir sonuç alınamaması üzerine 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması’yla İngiliz mandasındaki Irak’a bırakılmıştır. Makalede, Musul’un bugünkü Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde yer almamasının nedenleri hakkında bilgi verilecektir.
Anahtar Kelimeler:
Musul, Lozan Konferansı, Türkiye Cumhuriyeti, İngiliz Mandası, Irak.

THE MOSULISSUE AND LAUSSANNE
ABSTRACT
Mousul, which was the land of Seljuks since 1118 and a province of Ottoman since 1517, was occupied by alleging the seventh proviso of the Mondoros Truce by the British after the World War I ended. As a result of this there was violent combats between Turks and British, but the matter could not be solved by armed combats and was abandoned to the Lausanne Conference. It entailed great negotiations at Lausanne Conference, but was left to the next session since its status could not precisely be conferred; and after the failure of the negotiations it was ceded to Irak which was under the British mandate, with the Ankara Treaty in 1926. In this study, information on the reasons why Mousul is not included today within the borders of the Turkish Republic will be given.
Key Words:
Mousul, Laussanne Conference, Turkish Republic, British Mandate, Irak.
GİRİŞ
Anadolu ile Asya arasında tarihi bir yol üzerinde bulunan Musul, geçmişte önemli bir kültür ve medeniyet merkezi olduğu gibi yer altı ve yer üstü zenginliğiyle de bir çekim alanı olmuştur. İslamiyetten önce Asur ve Babil uygarlıkları, İslamiyetin yayılmasıyla birlikte Emevî ve Abbasî Devletleri burada kurulmuştur. Musul, Selçuklulara, Zengilere, Erbil Atabeyliği’ne, Karakoyunlu’ya, Akkoyunlu’ya ve Safevilere de yurt olmuş ve Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı toprağına katılmış ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde de bir Osmanlı vilayeti hâline gelmiştir. Musul, 19. yüzyıldan itibaren petrol yataklarıyla batılı ülkelerin dikkatini çekmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasını fırsat bilen ve bölgenin işgali için zaten önceden plan yapan İngiltere, 3 Kasım 1918’de başlattığı askerî harekâtla 15 Kasım 1918’de Musul’u işgal etmiştir. İngiltere, bölgede egemenlik kurabilmek için bölge halkının etnik ve dinî yapısının çeşitliliğini kullanarak bölgede bulunan Müslüman ve gayrimüslimleri Osmanlı Devleti’ne ve birbirlerine karşı kışkırtmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede Kürtler, Türkmenler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Yakubitler, Nesturiler ve Ermeniler yaşamaktadır.
MUSUL’UN TARİHİ VE NÜFUS YAPISI
Osmanlı Devleti yönetimindeki Musul vilayetinin batısında Şam, doğusunda İran, kuzeyinde Diyarbakır, güneyinde Bağdat yer almaktadır. Bölge yeraltı zenginliğiyle birlikte, nehir ve akarsularıyla, tarım ve hayvancılığıyla da dikkat çekmektedir. 1517 yılında Osmanlı topraklarına katılan Musul, 1534’te vilayete dönüştürülmüş ve bu vilayete Musul sancağı, Bacvanlu, Tikrit, Eski Musul, Horan ve Bana livaları bağlanmıştır. Osmanlı-İran savaşları nedeniyle vilayet sınırında zaman zaman değişiklik olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kendi iç tasarrufu nedeniyle de vilayet yönetim biçiminde değişiklik yapılmıştır. Örneğin; Musul, 1850’de vilayetten mutasarrıflığa indirilmiş; 1878’de yeniden vilayete dönüştürülmüştür. Musul vilayeti, Musul, Kerkük, Süleymaniye Sancağı ve bu sancaklara bağlı kazalar ve nahiyelerden meydana gelmiştir.1
Tarihi
Milattan önce Mezopotamya toprakları içinde yer alan Musul’da Asur uygarlığı yaklaşık 1300 yıl hüküm sürmüştür. Ardından gelen Babil hükümranlığı ise Pers saldırıları nedeniyle kesintiye uğramış ve Perslerin eline geçmiştir. Pers yönetimi sırasında büyük bir Pers akınına maruz kalan bölge, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bu dine yönelmiş ve 2. yüzyıldan sonra Hıristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiştir. 642 yılında Hz. Ömer tarafından alınan Musul, bu tarihten itibaren Arap nüfusunun göçüne maruz kalmıştır. Bölge kısa süreli Emevî hakimiyetinden sonra 751 yılında Abbasi yönetimine geçmiştir. 1050’li yıllarda Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey tarafından alınan Musul, hükümdarın ölümünden sonra önce Alparslan’ın, sonra da oğlu Melikşah’ın yönetimine geçmiştir. 1099 yılında haçlıların eline geçen bölge, iki yıl sonra yine Selçuklular tarafından geri alınmıştır. 1118’de Irak Selçuklu Devleti, Mahmud’un yönetiminde kurulmuştur. Mahmud, 1127 yılında Musul’un yönetimini Aksungur’un oğlu Zengi’ye vermiştir. Zengi ve ailesi, Musul’u 1231 yılına kadar yönetmiştir. Bu tarihten itibaren Bedreddin Lu’lu yönetimine geçen bölge 1261 yılında Moğol istilasıyla Moğolların egemenliğine girmiştir. 1365’te Karakoyunlular tarafından geri alınan Musul, 1409’da Akkoyunluların eline geçmiştir. Akkoyunluların hakimiyeti, Safeviler tarafından sona erdirilmiş, 1517 yılında da bölge tamamen Osmanlı yönetimine geçmiştir. Yavuz Sultan Selim tarafından alınan bölgenin yönetimi tam 401 yıl Osmanlı Devleti’nde kalmıştır2.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler 19-20 Kasım 1914 tarihinde Basra’yı Osmanlı kuvvetlerinden alınca, Osmanlı ordusu İstanbul ve Halep civarındaki birliklerini bölgeye sevk etmiştir. Bu arada dâhiliye vekaletinde aşiret ve muhacir işlerinden sorumlu Binbaşı Süleyman Askerî, bölgedeki aşiretleri İngilizlere karşı ayaklandırmak için görevlendirilmiş ve Nisan 1915’te İngilizlere karşı savaşta başarısız olunca bu başarısızlığı onuruna yedirememiş ve intihar etmiştir. Kutul Ammare’yi alan İngiliz ordusu, 22-23 Kasım 1915 tarihlerinde Selmanpak’ta Osmanlı ordusu tarafından bozguna uğratılmış ve Enver Paşa bölgeye Mareşal von der Goltz komutasında birçok birliği daha sevk etmiştir. Goltz’un yardımcılığına verilen Ali İhsan Bey, kısa sürede Osmanlı birliklerini disipline etmiş ve ordusuyla İngilizlere karşı savaşarak 29 Nisan 1916’da bölgedeki İngilizlerin teslimiyetini sağlamıştır. Bu arada İngilizlere destek için gelen Rusları durdurmak üzere Osmanlı birliklerinin bir kısmı İran’a kaydırılınca, İngilizler bundan yararlanarak birliklerini takviye etmişler ve önce 11 Mart 1917’de Bağdat’ı, sonra da 7 Mayıs’ta Kerkük’ü ele geçirmişlerdir3.
Birinci Dünya Savaşı bitiminde 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, İngilizlerin Musul’u işgal edeceklerini düşünemeyen Osmanlı Devleti, burada bulunan birliklerini takviye etmeyince, İngiliz ordusu 1 Kasım 1918’de Osmanlı’nın ahaliye zulmetmesini bahane ederek Musul’a girmiştir. Mütarekenin 7. Maddesini işleterek lüzumlu gördüğü stratejik noktaları işgal ettiğini belirten İngiliz generali Marshall, Türk ordusu Musul’u terk etmediği takdirde 7. maddeyi işletmeye devam ederek geri kalan bölgeleri de almak için savaşacaklarını ve bundan Osmanlı birliklerinin komutanı Ali İhsan Paşanın sorumlu olacağını bildirmiştir. Ali İhsan Paşa, 9 Kasım sabahı, yaşanan fiili durumu hükümetle görüşmek üzere İstanbul’a hareket ettiği gün, İstanbul’dan, Osmanlı birliklerinin Musul’u tahliye emri gelmiştir. 15 Kasım 1918’de Musul’u terk eden Osmanlı birliklerinin ardından İngilizler, Şeyh Mahmut yönetiminde bir Kürt hakimiyeti kurmaya başlamışlardır4.
Musul’da bu fiili durum devam ederken İngilizler, 16 Mart 1920’de İstanbul’a çıkıp meclisi dağıtmışlar, yakaladıkları milletvekillerini de tutuklamış, bundan kurtulan milletvekillerinin bir kısmı Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan Millî Mücadele’ye katılmışlardır. Musul’un Arap idaresine girmesini istemeyen Kürt ve Türkmenler de Anadolu’da başlayan bu mücadeleden cesaretle İngilizlerle çarpışmaya başlamışlar, Mustafa Kemal de onların silahlı mücadelesini desteklemiştir. Mustafa Kemal’in etkisini gören İngilizler, Lord Curzon’un tüm karşı çıkmalarına rağmen, onunla irtibata geçmek istemişler, Mustafa Kemal ise, İngilizlerle yapılacak olan görüşmelerde Türkiye’nin elini güçlendirmek için 1921 Aralık ayında bölgeye Özdemir Bey komutasında asker sevk edip Revanduz’u ele geçirtmiştir. Bölgede görevli Türk birliği, 21 Ağustos 1922’de İngilizleri yenip Musul’a iyice yaklaşmıştır; bundan iyice cesaretlenen bölge aşiretleri de İngilizlere karşı mücadeleyi şiddetlendirmişlerdir. Bu mücadele sonucunda İngilizler, her ne kadar Süleymaniye’yi terk etmek zorunda kalsalar da, Şeyh Mahmud desteğini yanlarına alınca aşiretlerin mücadele kararlılığını zayıflatmayı başarmışlardır. İngilizler, Şeyh Mahmud’un bu işbirliğinden kısa bir süre sonra Mustafa Kemal’le irtibata geçtiğini öğrenince, bu kez Seyyit Taha’yı devreye sokmuşlar ve Kral Faysal’ın Irak’taki egemenliğini yasallaştırmak için düzenledikleri seçime karşı çıkan Musul ileri gelenlerini tutuklatmışlardır. Musul’u elde etmenin tek yolunu silahlı mücadelede gören Fevzi Paşa, Özdemir Bey’e takviye birlikler göndermiş; ancak Anadolu’daki Yunan işgali nedeniyle daha önce bu bölgeye gönderilen birliklerin bir kısmını geri çekmek zorunda kalınca, buradaki Türk birliği zayıf düşmüş ve takviye edilen İngiliz birlikleri tarafından geri püskürtülmüştür. Böylece Musul, daha Lozan görüşmeleri bitmeden tamamen İngiliz egemenliğine geçmiştir5.
Nüfus Durumu
Musul vilayetinde kimi zaman tüm vilayet sınırlarında yaşayanlar, kimi zaman sadece vilayet merkezinde yaşayanlar, kimi zaman sadece erkekler, kimi zaman da tüm halk sayılmak suretiyle değişik şekillerde nüfus sayımları yapılmıştır. Bu da yapılan nüfus sayımlarının bugünkü anlamda sağlıklı olmadığının bir göstergesidir. Bölgede değişik tarihlerde yapılan nüfus sayımlarına göz atıldığında, bölge halkının temel dini yapısı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yapılan sayımlar özetle şöyledir: 1877-1878’den itibaren nüfus sayımı yapılmıştır. Bu sayımlara göre, bölgede yaklaşık 700.000 kişi yaşamaktadır. Sayımlarda dinî veya etnik yapı incelenmemiştir, 1895 yılı nüfus sayımına göre Müslümanlar 178.100, gayrimüslimler ise 20.000 civarındadır, 1897 yılı nüfus sayımına göre kadın ve erkekler ayrıca sayılmış, buna göre Müslümanlar 185.000 civarında, gayrimüslimler ise 20.000 civarındadır, 1906-1907 yılları nüfus sayımına göre Müslüman nüfus 146.000, gayrimüslim nüfus ise 14.000 civarındadır.6
LOZAN KONFERANSI’NDA MUSUL SORUNU
Konferans Öncesi Durum
15 Kasım 1918’de İngiliz ordusunun eline geçmiş olan Musul, Millî Mücadele döneminde İngiliz işgalinden kurtarılamamış ve konu Lozan Konferansı’na bırakılmıştır. Musul, güvenlik ve petrol yönünden hem Türkiye hem de İngiltere için çok önemliydi. İngiltere, Musul bölgesini seçimle Kral Faysal yönetimindeki Irak’a vermek istemişse de, bu seçim başta Şiilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin ve diğer Musul halkının onayını almamış, ancak tüm bu tepkileri göz ardı ederek Musul bölgesini Irak yönetimine bırakmıştır. Musul sorunu, ilk kez İsmet Paşa ile Lord Curzon arasında yapılan 26 Kasım 1922 tarihli görüşmede dile getirilmiş ve barış içinde bir çözüme bağlanması konusunda hemfikir olmuşlardır. Bu görüşmelerin ikincisinde Türkiye, Musul petrolünden pay istemişse de bu İngilizler tarafından reddedilmiş ve bunun üzerine Türk temsilcileri Londra’ya giderek konuyu İngiliz petrol uzmanlarıyla görüşmüşler, fakat bir sonuç elde edememişlerdir. Musul konusu, ikili görüşmelerden bir sonuç alınamayınca 23 Ocak 1923’te Lozan komisyonuna getirilmiştir7.
Lozan Görüşmeleri Sırasında Türk Tarafının Görüşleri
23 Ocak 1923’te yapılan görüşmede İsmet Paşa, Musul vilayetinin bir başka devlete etnik, siyasî, tarihî, coğrafî, ekonomik ve askerî nedenlerle bırakılamayacağını özetle şöyle açıklamıştır: Musul vilayetinde yerleşik nüfus 503.000 kişiye varmaktadır. Burada Kürt nüfusu 263.830, Türk nüfusu 146.960, Arap nüfusu 43.210, Yezidi 18.000, Müslüman olmayanlar 31.000’dir. Buradaki Kürt, Arap ve Türk göçebe aşiretleri, yaklaşık 170.000 kadardır; ancak bu göçerler sürekli yer değiştirdiklerinden bölge nüfusundan sayılamamışlardır. Bu istatistiklere göre nüfusun beşte dördünü Türkler ve Kürtler, geri kalan beşte bir oranını Araplar ve gayrimüslimler oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti, Musul’da yaşayan erkekleri askere almak için vilayetin nüfusunu bilmek zorundaydı. Bu nedenle nüfusa dayalı Osmanlı istatistikleri Birinci Dünya Savaşı öncesine dayanmaktadır ve rakamlarda bir oynama söz konusu değildir. Bunun karşılığında İngilizlerin yapmış olduğu nüfus sayımı, sırf İngilizlerin haklılığını göstermek amaçlı birkaç memur tarafından yapıldığından, hem yetersiz hem de yanlıdır; bu sayıma rağmen Türk-Kürt nüfusu, Arap ve gayrimüslim nüfustan çok daha fazladır. İngilizler, Musul bölgesinde yaşayan Türkmenlerin İstanbul Türkçesi konuşmadıkları için Türk olmadıklarını öne sürmeleri çok anlamsızdır; çünkü Anadolu Türk’ü de İstanbul şivesi konuşmaz ve Türkmen olarak nitelendirilir. İngilizler, Kürtlerin İran kökenli olduklarını ileri sürseler de ansiklopedileri ”Encyclopedia Britannica”ya göre Kürtler, Turan kökenlidir. Her ne kadar Kürtler, Türklerden farklı bir dil konuşsalar da aynı gelenek göreneklere ve inanca sahiptirler. Bölgede yaşayan Hıristiyanlardan Keldaniler ve Asuriler Osmanlı yönetimiyle sorunları olmamış, Nesturiler ise Ruslarla birlikte Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır. Araplar, Müslüman olmakla birlikte Musul vilayetinde bir azınlıktır. Bu nedenle azınlık durumunda bulunan Araplara Musul’un bağlanması haksızlıktır. İngilizler Arapları, Mekke Şerifi Hüseyin önderliğinde Osmanlı’ya karşı ayaklandırmış olsalar da, Araplar 1920 ve 1921 yıllarında bu kez İngilizlere karşı isyan etmişler ve bu isyanlar çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır8.
İsmet Paşaya göre; Büyük Millet Meclisi Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükûmetidir ve Kürtlerin Türklerle yaşamak istemediği doğru değildir. Bunun ispatı ise Mecliste bulunan Kürt milletvekilleridir. Mecliste Musul’dan Kürt milletvekili olmayışının nedeni ise bölgenin İngiliz işgali altında olmasından dolayı sağlıklı bir seçimin yapılamamasıdır. Büyük Millet Meclisi’nde bulunan Kürt milletvekilleri Musul’un Türkiye’den ayrılmasını istememekte ve bu uğurda mücadeleye hazır olduklarını beyan etmektedirler. Musul’da yaşayan Kürtlerin de aynı duyguya sahip olduklarının işareti ise, İngilizlere karşı patlak veren Kürt isyanları, İngilizlerin asker olarak aldıkları Kürtlerin yakaladıkları ilk fırsatta Türkiye’ye kaçmaları ve Kürt köylerinin Türkiye’ye olan bağlarını koparmak için İngiliz savaş uçaklarının bu köyleri bombalamalarıdır. İngilizlerin Osmanlı topraklarında Kürt isyanı olarak lanse ettikleri 1914’te patlak veren Dersim ve Bitlis olayları, küçük çaplı önemsiz ayaklanmalardır ve yabancı konsolosların kışkırtmasıyla olmuştur. Anadolu’daki Kürtler, hem Birinci Dünya Savaşı’nda hem de Kurtuluş Savaşı’nda Türklerle tam bir dayanışma hâlindedirler; çünkü Türkiye Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de devletidir. Musul’daki Kürtler ise İngilizler tarafından bağımsızlık vaadiyle kandırılıp esir düşürülmüşlerdir. İngilizlerin Irak mandası için yapmış oldukları seçimin de bir anlamı yoktur; çünkü her şeyden önce İngilizlerin Musul’u işgal etmelerinin hiçbir hukukî gerekçesi olmadığı gibi, Wilson Prensipleri’ne göre de bir halk, kendi iradesi dışında bir devletin egemenliğinden başka bir devletin egemenliğine geçirilemez9.
Yine İsmet Paşaya göre; Musul, Selçuklu İmparatorluğu döneminden beri, yani 11. yüzyıldan itibaren aralıksız olarak Türk egemenliğindedir. Eski tarih kitaplarında Musul’un güneyinden Bağdat’a kadar olan bölgenin “Vadi-î Tatar” diye adlandırılması da boşuna değildir. Bölge ekonomik olarak Akdeniz limanlarına ve Diyarbakır’a bağlıdır; eğer Musul’u Akdeniz’e bağlayacak olan bir demir yolu yapılırsa bölge halkı Irak’tan çok daha fazla Anadolu’ya bağlanacaktır. Bölgenin Anadolu’yla ulaşımı çok daha kolaydır ve ticaretini Anadolu’yla yapmaktadır. İngiliz tezine göre; bölge, sırf ekonomik ihtiyaçlarını Bağdat ve Basra Körfezi’nden sağladığı için Irak’a bağlanacaksa, o zaman tüm dünyada ülkelerin ekonomik bağımlılığı göz önünde tutularak yeniden sınır düzenlemelerine gidilmelidir. Türk hükûmetinin Osmanlı borçlarının ödenmesine ilişkin eski Osmanlı ülkelerinin bu borçların bir kısmını üstlenmesini istemesi, mandat ülkelerini kabul ettiği anlamına gelemez. Musul’un, nüfusunun dörtte birini dahi oluşturmayan Araplara verilmesi kabul edilemez. Boğazlardan ve İstanbul’dan yabancı savaş gemilerinin geçmesi Türkiye’nin varlığı için nasıl bir tehdit oluşturmuyorsa, Musul’da Türklerin bulunması da Bağdat’ın güvenliği için bir tehdit oluşturmaz. Musul’un mütarekeden sonra İngiliz ordusu tarafından işgalinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur; çünkü Osmanlı birlikleri kuvvet kullanmaktan ve savunma yapmaktan kaçınmaları doğrultusunda emir almışlar, İngilizler de ancak bu durumdan yararlanarak bölgeyi işgal edebilmişlerdir. Musul, Türkler için bir petrol sorunu değil, bir ülke sorunudur, çünkü Musul, Türkler için ana yurdun bir parçasıdır. Musul, Türkler tarafından alınsa dahi petrol yataklarından dünyayı yoksun bırakmaları söz konusu değildir. Türklerin Londra’ya temsilci göndermelerinin nedeni de petrol imtiyazlarına sahip şirketin, Türklerin bu bölgeyi almalarından sonra petrol işletme haklarının kendilerine tanınıp tanınmayacağını öğrenmek istemeleridir. Bir ülke halkının kimler tarafından ve nasıl yönetileceğini saptamanın genel yolu plebisittir. Emir Faysal’ın seçimi konusunda Irak halkının oyuna başvuran İngiltere, bu bölge halkının kendi kaderini tayin etme konusundaki görüşünü açıklamasına imkân vermek istememesini anlamak güçtür. Plebisite başvurulma isteğinin reddi Türk tezinin haklılığını göstermektedir. Bu da Musul’un Türkiye’ye ait olduğunun en büyük kanıtıdır. Türk hükûmetinin ne Musul vilayeti hakkında ne de buradaki doğal kaynakların kaderi hakkında Milletler Cemiyeti’nin hakemliğini kabul etmesi mümkündür. “Sykes-Picot Anlaşması”yla İngilizler, Musul’u Fransızlara bıraktığına göre, demek ki Musul Irak ve İngiltere için hayatî önem taşımamaktadır10.
Lozan Görüşmeleri Sırasında İngiliz Tarafının Görüşleri
Lord Curzon, İngiliz görüşünü özetle şöyle açıklamıştır: Tüm Mezopotamya, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Türk orduları yenildikleri için bölgeden ayrılmışlardır. İngilizler, bölge Türk yönetiminden kurtarıldığı takdirde Araplara bağımsızlık vaadinde bulunmuşlardır. Zaten, Musul halkına Bağdat’la birleşmeyi isteyip istemedikleri sorulduğunda, halkın birleşmek istediği, ancak bir Arap kralla yönetilme konusunda kararsız kaldıkları görülmüştür. 1919 Barış Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınmış ülkelere mandat sistemi uygulanmasına karar verilmiş ve bu karar Başkan Wilson‘un etkisiyle alınmıştır. 1920 Nisanı’nda Müttefik devletler San Remo’da Mezopotamya’nın mandatını İngiltere’ye vermeye karar vermişler ve Ağustos 1920‘de Sevres Anlaşması ile bunu onaylamışlardır. Irak’ın kuzey sınırı, Musul vilayetinin kuzey sınırı olarak belirlenmiştir ve Araplar oy birliği ile Emir Faysal’ı Irak kralı seçmişlerdir. Irak’ın topraklarından hiçbir şekilde taviz verilmemesine dair Irak Devleti ile İngiliz Devleti anlaşmıştır. İsmet Paşa, Osmanlı borçlarını mandat ülkeleriyle paylaşmakla mandat ülkelerini tanıdığını kabul etmiştir. Musul vilayeti askerî işgal altında değildir, çünkü Musul’da İngiliz askerleri değil o bölgenin yerel kuvvetleri görev yapmaktadır. Müttefik devletler Asya’daki savaşı kazanmışlardır, bu nedenle Osmanlı meclisinin 1920 Şubatı’nda kabul ettiği “Misak-ı Millî” ile Musul topraklarının kendisine bırakılmasını istemesi ciddiye alınamaz, zaten savaştan zaferle çıkmış bir ulustan da böyle bir talepte bulunulamaz. Türk hükümetinin Musul vilayetine dair vermiş olduğu nüfus istatistikleri sadece askerlik hizmeti için tutulduğundan bu nüfus istatistiklerinin gerçeği yansıtması mümkün değildir11.
Curzon’a göre, 1921 yılında İngiliz subaylarının büyük bir özenle tespit etmiş olduğu rakamlar şöyledir: Araplar 186.000, Kürtler 455.000, Türkler 66.000, Hıristiyanlar 62.000, Yahudiler 17.000 olmak üzere Musul vilayetinin nüfusu 750.000 ile 800.000 arasındadır. Musul, yüzyıllarca süren Türk işgali boyunca bile Arap karakterini yitirmemiştir ve Türk nüfusu toplam nüfusun on ikide biri kadardır. Burada bulunan Türklerin kullandıkları Türkçe İstanbul şivesi de değildir. Kürtler, İsmet Paşanın iddia ettiği gibi Turan değil İran asıllıdırlar, bir tür İran dili konuşmaktadırlar, gelenek-görenek ve kadınlarla ilişkileri Türklerden o kadar farklıdır ki, her zaman için bir Türk’ü Kürt’ten ayırt etmek mümkündür. Kürtler, her zaman dağlarda yaşamış ve Türk hükûmeti güney “Kürdistan”da hiçbir zaman otorite kuramamıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kürtler, Türklere değil İngilizlere yardım etmiştir. Süleymaniye’den Türk meclisinde tek bir milletvekili yoktur ve meclisteki diğer Kürt milletvekillerinin çoğu Türkçe bilmedikleri için meclis çalışmalarına dahi katılamamaktadırlar. Kürtler, Türklerden hoşnut değildir ve özerklik istemektedirler. İngiliz yönetiminde Kürtlere özerklik verilecek ve kendi dillerinde okulları olacaktır. Bölgede plebisite başvurulmasını Kürtler değil Türkler istemektedir. Aslında bölgede mahallî bir plebisite başvurmak istenmesi kan dökülmesine neden olacaktır ve plebisitin sınır saptamasında kullanılmasının ne gibi kötü sonuçlar doğurduğu Birinci Dünya Savaşı öncesi uygulanan plebisitlerden çok iyi anlaşılmıştır. Musul’da yapılacak bir plebisitin güvenliğini ne Türk ne de İngiliz ordusu sağlayabilir. Musul’daki Hıristiyanlar, hiçbir şekilde Türklerle birlikte yaşamak istememiş ve birçoğu kendi bölgelerinden uzaklaşarak Mezopotamya’ya gelmiş ve İngilizler tarafından büyük paralar harcanarak bu bölgeye yerleştirilmişlerdir. Hıristiyanlar, Türklerden korktukları için silahlanmışlardır. 1920-1921’de Musul’daki Arap ayaklanmaları Türk propagandasının sonucudur ve bu ayaklanma bastırıldıktan sonra yeni bir ayaklanma olmamıştır. Musul’a birçok gıda ürünü Türkiye’den değil Avrupa‘dan gelmektedir. Eğer Musul, Türklere bırakılacak olursa Türkler savaşçı bir millet olduklarından Arap devletini baskı altında tutup bu devletin yok olmasına neden olacaklardır. Mütarekeler kesin sınırları çizmediği gibi Mondros’ta gerçekleşen mütareke Türkiye’nin stratejik noktalarının müttefik kuvvetlerince işgaline izin vermektedir.12
Yine Curzon’a göre İngiliz hükûmetinin Musul’u elinde bulundurmasının sebebi olarak petrol gösterilmektedir; aslında Musul’da ne kadar petrol olduğunu İngiliz tarafı dahi bilmemektedir ve bu konuda hiçbir imtiyaz sahibiyle görüşülmemiştir. Halbuki Türk tarafı Londra’ya gönderdiği üç temsilciyle petrol imtiyazı konusunda İngiliz anonim şirketi “Turkish Petroleum” şirketiyle görüşmelerde bulunmuştur. Eğer İngiliz petrol şirketi başarılı olursa, bundan Irak olduğu kadar Anadolu da kazançlı çıkacaktır. Araplar, Musul vilayetinin dörtte birini oluşturmalarına rağmen bu bölgenin Araplara bağlanmasını kabul etmeyen İsmet Paşa, bölge nüfusunun on ikide birini oluşturan Türklere verilmesini isteyebilmektedir. Türk temsilcisi Milletler Cemiyeti’nin hakemliğini kabul etmelidir, kabul etmediği takdirde dünya basınının eleştirilerine hedef olacaktır. Musul sorunu Türk temsilcisinin istediği doğrultuda çözümlenmezse Türkiye bu sorunu askerî yollardan çözmeye çalışacaktır, bu da bölgede savaşa neden olacaktır. Halbuki, İngiltere bölgede savaş yerine barış istediği için Musul meselesini Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine götürmek istemiş ve bu isteği, Japon, Fransız, İtalyan temsilciler tarafından desteklenmiştir 13.
LOZAN KONFERANSI SONRASINDA MUSUL SORUNU
İngiltere’nin Musul konusundaki uzlaşmaya yanaşmayan tutumu nedeniyle İsmet Paşa sırf barışa engel olmamak için sorunu bir yıl içinde İngiltere’yle çözmeye razı olur, konu konferans gündeminden çıkarılır ve anlaşmanın 3/2 maddesi şöyle düzenlenir:
“Türkiye ile Irak arasındaki sınır bu anlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülecek süre içinde iki hükûmet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne götürülecektir. Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz hükûmetleri kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askerî ya da başka bir harekâtta bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler”14.
Musul sorunu İngiltere’nin isteği doğrultusunda Milletler Cemiyeti’ne bırakılmıştır. Ancak bu karar Büyük Millet Meclisi’nde büyük tartışmalara neden olmuş ve Mustafa Kemal bu kararı savunmuştur; çünkü ona göre Musul’u vermemekte direnen Türkiye’nin İngiltere ile bir savaşı göze alması gerekir; oysaki Türkiye’nin o gün içinde bulunduğu durum buna olanak vermemektedir. Mustafa Kemal, Musul’un geri alınmasını bir sorun olarak görmemekte, ancak savaşın uzun sürmesi durumunda Türkiye’nin bunu göze alamayacağını savunmaktadır. Günümüzde bile İsmet Paşanın sırf batılılaşma ve İngiltere’yle anlaşma uğruna Musul’u gözden çıkardığı eleştirileri bundan dolayı yapılmaktadır.15
Haliç Konferansı (İstanbul Konferansı)
İngiltere, Lozan’dan sonra Ekim 1923’te Türk hükûmetiyle Musul konusunda görüşmelerde bulunmak istediğini belirtmişse de bu görüşmelere ancak 19 Mayıs 1924’te Haliç’te başlanabilmiştir. Türk temsilcilerin başında bu kez Fethi Okyar vardır ve o da İsmet Paşanın tezlerini savunmuş, sadece tek bir yenilik olarak Süleymaniye, Kerkük ve Musul Türkiye’ye bırakıldığı takdirde buradaki petrolden İngilizlere ortaklık vermeyi önermiştir. Buna karşın İngiliz heyetinin başında bulunan Cokes ise hiç beklenmedik bir şekilde Musul’dan başka Hakkari’nin Nesturilere verilmesini istemiştir. İngilizler, Türkiye’nin Hakkari’yi vermeyeceğini bile bile isteklerini yüksek tutmuşlar ve bu şekilde sorunu çıkmaza sokarak konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürüp istedikleri sonucu burada elde etmeyi amaçlamışlardır. 5 Haziran 1924’te toplantının sona ermesinin ardından İngiliz tahriki sonucu 7 Ağustos 1924’te Hakkari civarında Nesturi ayaklanması başlamıştır.16
Nesturi Ayaklanması
Nesturilik genellikle halk arasında Süryanilikle karıştırılır. Nesturilik, Hz.Yahya’dan beri Ortadoğu’daki Hıristiyanlar arasında yer alır. Nesturilik, Mesih’in kutsallığı üzerine çıkan dinî tartışmalardan sonra 428 yılında İstanbul ruhbanı olan Rahip Nestroius’un Papa tarafından kınanması üzerine Roma’dan ayrılmasıyla doğmuş yeni bir mezheptir. Müslümanların himayesi altında İran hududunda ve Reval Gölü civarında yaşayan Nesturiler, aşiret ve reaya olmak üzere iki sosyal ve ekonomik sınıfa ayrılırlar. Reaya yaylada oturup tarımla ilgilenirken, aşiretler göçer olarak dağlarda yaşarlar17.
Nesturiler, Osmanlı döneminde bölgedeki Kürt aşiretleriyle sorunlar yaşamaktaydılar, ancak asıl sorunlar gelen misyonerlerle birlikte başlamıştır; çünkü misyonerler Nesturilerin Müslümanların baskısı altında yaşadıkları fikrini ve ayrılıkçı fikirleri güçlendirmişlerdir. Özellikle 19. yüzyılda bölgeye gelen “Amerikan Board” teşkilâtı misyonerleri başta olmak üzere, İngiliz ve Fransız misyonerler bu konu üzerinde çok yoğun bir şekilde çalışmışlardır. Rus ve İngilizler, Nesturileri Ermenilerle iş birliği yapmaya teşvik etmişler, ancak buna karşı çıkan Nesturilerin bir kısmı Ermenilerce katledilmiş ve Kiliseleri yakılmıştır. Fakat misyonerlerin faaliyetlerinden asıl Kürtler etkilenmişler ve toprakların ellerinden gideceğini düşünerek Nesturilere düşman olmuşlardır. Nesturiler, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslardan destek alarak Patrik Mirşumin önderliğinde Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlar ve“Melik” olan Ağa Petros ayaklanmada büyük rol oynamıştır. Ağa Petros, Osmanlı Devleti’nde Rumiye Konsolosu olarak görev yapmış, zamanla Nesturilerin Ortodoks olmasını ve bu suretle Ruslara yakınlaşmasını sağlamış ve Kürt aşiretlerini Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştır. Ruslarla aynı cephede Osmanlı’ya karşı çarpışan ve Müslümanları katleden Nesturiler bölge halkının tepkisini çekmişlerdir. 1917 Bolşevik İhtilali ile bölgeden geri çekilen Rus birliklerinin bıraktıkları silah ve cephanelerle Kürt aşiret reislerinin desteğini alarak Osmanlıya karşı savaşlarını sürdürmek isteyen Nesturilerin lideri Patrik Mirşumin, Şırnak’taki Kürt Aşiret Reisi Simko ile görüşme yapmak için gittiğinde burada Kürtler tarafından öldürüldüğü için Nesturiler başsız kalmış ve İran ve Irak’a kaçmışlardır. Irak’a kaçanlara İngilizler sahip çıkmış ve onları bir kampa yerleştirerek onlardan yerel askerî bir birlik oluşturup kendilerine karşı yapılan ayaklanmalarda kullanmışlardır. Hatta Ağa Petros İngiliz desteği sayesinde Hakkari’ye saldırmış, ancak başarılı olamamıştır. Lozan görüşmeleri sırasında Nesturilerin istekleri İngilizler tarafından Türk heyetine karşı kullanılmıştır. Nesturilerin toprak taleplerine, İngilizlerin Ermenilere söz verdikleri Van’ı da katmaları İngilizlerle aralarının bozulmasına neden olmuştur.18
Nesturi ayaklanması, 7 Ağustos 1924’te Hakkari valisinin esir alınması ve birçok jandarmanın öldürülmesiyle başlamıştır. Vali daha sonra kendisini esir alan Nesturilerin İngiliz üniformalı olduklarını açıklamıştır. Bakanlar kurulu, bu olaylar üzerine 14 Ağustos 1924’te toplanıp isyanı bastırma görevini Cafer Tayyar Paşa’ya vermiştir. Rauf Orbay, hatıralarını kaleme alan Feridun Kandemir’e, Cafer Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya söylediği şu sözleri aktarmıştır: “Nasıl İngilizler Musul’u bir oldu bitti ile aldılarsa ben de böyle bir harekât yapabilirim ve başarılı olduğum takdirde Musul meselesi halledilmiş olacaktır; ancak başarısız olduğum takdirde hükümetin izni olmadan böyle bir harekâta kalkıştığımı ve bu yüzden divan-ı harbe verileceğimi söylersiniz.” Mustafa Kemal, kendisine bu sözleri ileten paşaya onun bu işi başarabileceğine inandığını ve kendisinden haber beklemesini belirtmişse de, bu konuda hiçbir zaman bir emir vermemiştir. Cafer Tayyar Paşa, Nesturi ayaklanmasını bastırmış ve çatışmaya katılan Nesturilerin birçoğu öldürülmüş, çok azı sağ yakalanmış, diğer büyük çoğunluk ise İran’a kaçmıştır. Nesturiler, 4 Mayıs 1924’te Kerkük’te elli Müslümanı öldürdükleri ve bu nedenle bölge halkının tepkisine neden olduklarından İngilizler, Nesturi ayaklanmasının bastırılmasına önemli bir tepki göstermemişlerdir19.
Musul Konusunun Milletler Cemiyeti’ne Götürülmesi
Haliç Konferansı’nın başarısızlığa uğramasından sonra İngilizler, Lozan Anlaşması’nın 3/2 maddesi uyarınca sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürmek istemişlerdir. Türkiye, burada son bir kez “Turkish Petroleum” şirketinden İngilizlerin kendi lehine bir etkide bulunmasını istemişse de sonuç alamamış ve konu Milletler Cemiyeti’nde 20 Eylül 1924’te görüşülmeye başlanmıştır. Türkiye, geçici üye (30 Ocak 1923) statüsü ile katıldığı bu görüşmelerde plebisit isteğini yinelemiş; fakat İngiltere plebisitin mümkün olamayacağı cevabını vermiştir. Türkiye, yine de bölge halkının duygularını öğrenmenin tek yolunun plebisit olduğu görüşünde ısrar etmiştir20.

Musul Petrolü Üzerindeki Rekabet
II. Abdülhamit, İngiliz ve Alman arkeologların yaptıkları kazılarda ortaya çıkardıkları Musul petrollerinin bulunduğu bölgeyi, 1890’da çıkardığı “İrade-i Seniye” ile “Padişah Hazinesi” ilan etmiştir. Musul petrolü Lozan’da ve başka görüşmelerde pazarlık konusu olmuş, bu da İngilizleri çok rahatsız etmiştir; çünkü İngiliz işgalindeki Musul petrollerinin neredeyse tamamı Padişah hazinesi içindedir. İngilizlerin Musul petrollerine ilişkin düzenlemelerinden ABD rahatsız olmuş ve bu rahatsızlığını İngiltere’ye verdiği sert notalarla ifade etmiştir. Amerikan petrol şirketleri bununla da yetinmeyerek II. Abdülhamit’in varislerini bularak onlar sayesinde petrol çıkarılan alanlar üzerinde söz sahibi olmak istemişler ve Abdülhamit’in söz konusu Padişah hazinesini II. Meşrutiyet’in tarihi olan 1908’den sonra maliye hazinesine devretmesinin yasal olmadığını, ittihatçilerin baskılarıyla böyle bir şeye mecbur kaldığını ispat etmeye çalışmışlardır. Amerikalıların bu girişimi, İngiliz petrol şirketlerini telaşlandırmış ve konunun hukukî boyutunu araştırmaya başlamışlar ve Osmanlı’nın o dönemdeki resmî gazetesi olan “Takvim-i Veka-yi”den Padişah hazinesinin artık padişahın şahsına ait olmadığı ve maliyeye devredildiğini tespit etmişlerdir21.
Bu konuda karşılıklı iddialar devam etmiş ve Türk tezini Lozan’da ABD’nin desteklemesinden telaşa kapılan İngiliz başbakanı, Amerikan oyununu bozmak için Türklere Lozan’da Turkish Petrolün payından (Irak hükûmetine geçen payından) % 20’sini teklif etmek istemişse de Curzon, buna gerek olmadığını söylemiştir, çünkü ona göre Türkler çok daha az paya razı olacaklardır. Türk heyeti, petrolden Abdülhamit’in varislerine pay verilmesinin Osmanlı Devleti’nin varlığının devam ettiği anlamına geleceği için İngiliz tezine yaklaşmıştır. Sonuçta İngiltere, Amerikalıların baskılarına dayanamayıp 31 Temmuz 1928’de yapılan nihaî anlaşma ile Musul petrolünden Fransız ve Amerikalılara da pay vermek zorunda kalmıştır22.
İngiltere’nin Kürt Politikası
İngiltere’nin Kürt politikasında zaman zaman değişiklik olsa da, İngilizlerin tek amacı Kürtlerin yaşadıkları bölge üzerinde güvenlik ve petrol nedeniyle kontrolü elinde tutmaktır. İngiltere, Irak ve Türkiye’yi de kapsayacak bir Kürt devleti başta olmak üzere, özerk bir Kürt bölgesi, Kürt devletçikleri ve sadece Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti gibi birçok alternatifi çözüm olarak öne sürmüş; ancak bu çözüm modellerini uygulamak, düşünüldüğü gibi hiç kolay olmamıştır. Bunun da temel nedeni İngilizlerin aynı topraklar üzerinde hem Araplara, hem Ermenilere hem de Kürtlere devlet vaadinde bulunmuş olmasıdır. Şöyle ki; Sevres Antlaşması’yla kurulması vadedilen Ermeni devletinin; ancak güneyinin güneyinde kendilerine bir toprak vadedildiğini öğrenen Anadolu’da yaşayan Kürtler, bir Ermeni devleti içinde yaşamaktansa Türklerle birlikte Milli Mücadele’ye katılmayı tercih etmişlerdir. Diğer bir neden ise, İngilizlerin Kürtleri denetim altına almada ve Kürtlerin kendi aralarında uzlaşı sağlamada zorlanmasıdır23.
İngiltere, Kürtler ve bölge konusunda uzman olan Binbaşı Noel’i 1918’de bölge hakkında istihbarat faaliyetlerinde bulunması için Musul’a göndermiştir. İngiliz dışişlerinin bile fazla Kürt yanlısı bulduğu Noel, Kürtlerin İngiltere ile bağlarını artırarak bir Kürt devleti kurma teşebbüsünün dışında, Sivas Kongresi’ni basma girişiminde bulunmuş; ancak bu teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kürt meselesi önce Nisan 1920’de San Remo’da ele alınmış, sonra Sevres Antlaşması’yla düzenlenmiştir. Bu düzenlemeyle Kürtlerin yaşadığı bölgenin kuzey ve güney olarak ikiye ayrılması kabul edilmiş, Musul’un, yani güneyin, İngiliz hakimiyetinde olmasında ve kuzeyde bir Kürt devleti kurulmasında sakınca görülmemiştir. Çünkü kuzey bölgesinde petrol yoktur ve bölge dağlık olduğundan denetlenmesi oldukça güçtür, güney ise düz ve denetlenebilir olmasının dışında petrol yataklarına sahiptir ve bu yüzden İngiliz egemenliğinde kalması şarttır. Kuzeydeki Kürtler bir Ermeni devleti içinde yaşamaktansa Türklerle kurtuluş mücadelesine katılmayı tercih etmişler, Güney Irak’taki Kürtler de ayaklanmalarla İngilizleri uğraştırmışlardır24.
Şeyh Sait Ayaklanması
Şubat 1925’te başlayıp Nisan 1925’e kadar süren Şeyh Sait Ayaklanması, cumhuriyetin kuruluşundan beri çıkan çok sayıda Kürt ayaklanmasının ilki ve en geniş kapsamlısıdır. Ayaklanma, fazla hazırlık yapılmadan başlamış olmasına rağmen Diyarbakır bile kuşatılmış, ancak demir yoluyla asker sevkiyatı yapılarak isyan bastırılabilmiştir. Şeyh Sait Ayaklanması, dinsel görünümlü bir isyandır, bunu duruşmalar esnasında mahkeme başkanı da ifade etmiştir. Ayaklanma, Hilafet’in 1924’te kaldırılmasından kuvvet almıştır. Kürt bağımsızlığı için çalışan Kürt muvazzaf subaylar tarafından kurulan “Azadi” örgütü, dinsel eğilimi ağır basan Kürt halkı üzerinde milliyetçi bir etki yaratamayacaklarını bildikleri için harekâtın başına halkın dilinden anlayan bir din adamı olan Şeyh Sait’i geçirmişlerdir. Nakşibendi olan Şeyh Sait, zaten “Azadi” lideri Cibanlı Halit’in eniştesidir. 1924 Nesturi ayaklanmasını İngiltere’nin tahrik etmiş olması, bu isyanın da arkasında İngiltere’nin olduğu fikrini çağrıştırmış olsa da, bu konuda yeterli deliller bulunamamıştır. İngilizlerin bu ayaklanmadan sonra Musul’u elde etmelerinin çok kolaylaşması da bu fikrin oluşmasına neden olmuştur. Çünkü İngilizler bu isyandan sonra bir Türk-Kürt kardeşliğinin varlığını savunan Türk tezine karşın, Kürtlerle Türklerin çok farklı olduğunu ve Kürtlerin Türklerle bir arada yaşamak istemediklerine dair kendi tezlerini Milletler Cemiyeti üyelerine daha kolay kabul ettirebilmişlerdir25.
16 Eylül 1924 tarihli İngiliz dışişleri belgesi, Ankara’nın komşu ülkelerdeki Kürtlerin Musul meselesinde kendi lehlerine bir tavır almalarını sağlamak üzere nasıl Türkiye’deki kardeşlerine bazı imtiyazlar vermeyi düşündüklerini yazıyordu. Bu belgeye göre 1 Ağustos’ta Diyarbakır’da bir kongre tertip edilmiş ve burada Güneydoğu Anadolu’ya otonomi verilmesi anlamına gelecek bazı yeni düzenlemelerin kararı alınmıştır. Bu düzenlemeler kabilinden olmak üzere genel af, bütçeden özel ödenek, beş senelik vergi muafiyeti, şer-î mahkemelerin yeniden tesisi kabul edilmiştir. Buna karşılık Kürtler, Ankara’ya Musul meselesinde destek olacaklarını taahhüt etmişlerdir. Ancak mesele daha meclise getirilmeden Şeyh Sait Ayaklanması patlak vermiştir. Ayaklanmanın İngiltere’ye sağladığı diğer bir fayda ise fırsattan istifadeyle Irak’a karşı askerî bir harekâta girişmediği sürece iç ayaklanmayla uğraşan bir Türkiye’nin Musul meselesinde direnmesini de zorlaştırmış olmasıdır26.
Komisyon Raporu
Baskın Oran kitabında, Milletler Cemiyeti’nde oluşturulan komisyonun Musul hakkında vermiş olduğu kararı şu şekilde açıklamıştır: Milletler Cemiyeti, İngiltere’nin görüşü doğrultusunda tarafsız devletlerden oluşan üç kişilik bir komisyon kurma kararı almıştır. Bu komisyon Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis ve İsveçli A. Wirsen’den oluşturulmuştur. Bu arada İngilizler yeni topraklar edinmeye çalıştıkları için kuzeyde sınır çatışmaları çıkmıştır. Bunun üzerine Milletler Cemiyeti, 29 Ekim 1925’te Musul’u Hakkari’den ayıran bir yerden geçici bir çizgi çekmiştir. Bu hat “Brüksel Hattı “olarak anılmaya başlamıştır. Bölgede incelemeler yapan komisyon, 16 Temmuz 1925’te sunduğu raporda, coğrafi ve etnik açıdan Irak’ın verdiği istatistikleri geçerli saymış ve Kürtlerin ne Türk ne de Arap olduğunu belirtmiştir. Komisyon, Brüksel Hattı’nı coğrafi sınır olarak ileri sürmüş ve Musul’da 11. yüzyıldan beri devam eden Türk egemenliğini teyit etmiştir; ayrıca bölgenin ticaretini daha çok Irak ve Suriye’yle yaptığı, halkın ne Irak’a ne de Türkiye’ye katılma hususunda bir coşkusunun olmadığı sonucuna varmıştır. Bölgedeki şeyh ve aşiretler Türkiye aleyhinde konuşmuşlardır. Komisyon bölgenin çıkarı açısından bölge arazisinin taksim edilmemesinde yarar olduğunu, dolayısıyla Brüksel Hattı’nın güneyinin Irak’a ilhakını uygun görmüştür. Komisyona göre; ülke yirmi beş yıl Milletler Cemiyeti mandası altında kalacak, (Irak 1932’de mandadan kurtulmuştur) adaletin yürütülmesi ve okullar için Kürtlerden memur istenecek ve Kürtçe resmî dil olacaktır; eğer manda sona erer ve Kürtlere özerklik sağlanmazsa halk, Araplar yerine Türkiye’yi tercih edecektir ve bölge taksim edilecekse Musul Türkiye’ye, Kerkük Irak’ a kalmalıdır”27.

Divanın Kararı
Milletler Cemiyeti Milletlerarası Daimî Adalet Divanı, 21 Kasım 1925’te Lozan Anlaşması’nın 3/2 maddesine göre bağlayıcı karar almıştır. Bu arada Brüksel Hattı’nın Türkiye tarafına sokulmayan Estonyalı generalin Türklerin bölgedeki Hıristiyanlara kötü davrandığını rapor etmesiyle ve çıkan Şeyh Sait ayaklanmasının etkisiyle Milletler Cemiyeti, Türkiye’nin katılmadığı 16 Aralık 1925’te divan kararını benimseyerek Brüksel Hattı’nın kuzeyini Türkiye’ye, güneyini ise Irak’a bırakma kararı almış ve Musul bu suretle Irak’a bırakılmıştır. Bu karar, Türkiye’de büyük tepkiyle karşılanmış; hatta Türkiye, Cenevre temsilcisini geri çekmiştir. Mustafa Kemal, Cumhuriyet Halk Fırkası kurultayında Musul meselesi kararıyla Avrupa’nın şark milletlerini ezmek arzusundan vazgeçmediğini belirtmiştir. Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra SSCB ile 17 Aralık 1925’te yaptığı dostluk ve tarafsızlık anlaşmasıyla karara tepkisini ortaya koymuştur. Bu arada Türk kamuoyunda İngiltere aleyhine oluşan tepkiyle Türkiye’deki İngiliz şirketlerinin çoğu işlerini tasfiye etmişlerdir28.
MUSUL SORUNUNUN TÜRKİYE ALEYHİNE SONUÇLANMASI VE ANKARA ANTLAŞMASI
Türkiye henüz Milletler Cemiyeti’ne üye bile değilken İngiltere’nin örgütün en etkili üyesi olması ve Türkiye’nin yeni savaştan çıkan ve iyice yorgun düşen ordusuyla, İngiltere ile savaşı göze alamaması Musul’un Türkiye aleyhinde sonuçlanmasında önemli etkenlerdir. Ancak Türkiye’nin Adalet Divanı’na temsilci göndermemesi ve Estonyalı generali Türkiye topraklarına sokmayarak onun bölgedeki Hıristiyanlara baskı yapıldığına dair bir rapor düzenlemesinin etkisi de göz ardı edilemez. Musul sorunu sırasında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde olduğu tezini İngiltere lehine dönüştürmüştür. 3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılmasını İngilizler, dünya Müslümanlarını Türkiye aleyhine etkilemede çok iyi kullanmışlardır. Tüm bunların yanında Türkiye’nin bölgedeki savaş tehdidini bir an önce yok ederek ülkedeki reformlara başlamak istemesi ve yeni kurulan cumhuriyetin başkentinin dahi yabancı ülkelerce tanınmaması asıl nedenler arasında sayılabilir29.
Türkiye’nin Musul konusunda tek kazanımı, 25 yıl süreyle Irak petrol gelirlerinden Türkiye’ye %10 pay verilmesinin kabul edilmiş olmasıdır. Türkiye’nin bu hakkından 500.000 sterlin alarak feragat ettiği söylenmişse de bu doğru değildir. İngiltere ile 5 Haziran 1926’da yapılan Ankara Antlaşması’yla Brüksel Hattı, Türkiye-Irak sınırı olarak kabul edilmiş, Türkmenlerin azınlık haklarından hiç söz edilmemiştir. Nedeni ise, Musul konusunda Türkmen azınlık haklarından söz eden Türkiye’nin kendi ülkesinde yaşayan Kürtlerin azınlık haklarının İngiltere tarafından gündeme getirilme endişesidir. Antlaşmanın onaylanmasından sonra Türkiye, hem İngiltere’yle hem de Fransa’yla ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. Antlaşmadan önce Almanya dışında başta İngiltere ve diğer batılı ülkelerin çoğu büyük elçiliklerini İstanbul’da tutmuşlardır ki, bu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve başkenti Ankara’yı tanımama anlamına geliyordu. Antlaşmadan sonra ise bu tutumlarından vazgeçip büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımışlardır. 1932’de Irak, İngiliz manda rejiminden kurtulmuştur. Türkiye, İngiltere ile ilişkilerini iyi bir şekilde devam ettirmiştir. Türkiye Irak petrollerinden 1954 yılına kadar pay almış, ancak bu paydan alması gereken 2.000.000 sterlin alacağını, 1958’de Irak yönetimini darbeyle devralan General Kasım’dan sonra alamadığı için, bütçe gelir cetvelinde alacak olarak 1986 yılına kadar göstermiş ve aynı yıl Turgut Özal tarafından Arap ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi politikası doğrultusunda bu alacak bütçeden çıkartılmıştır30.

SONUÇ
Son Osmanlı Meclisi, Musul’u her ne kadar daha önceden “Misak- ı Millî” hudutları içerisine almış olsa da Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başarıyla çıkmış Türkiye Cumhuriyeti, askerî ve ekonomik yetersizliği nedeniyle bölge için bir savaşı göze alamamıştır, çünkü o esnada millî devlet olma çabalarıyla giriştiği reformlar neticesinde dinî ya da etnik etkenli isyanlarla karşı karşıya kalmıştır. Ülkesindeki bu ayaklanmaları, savaştan yeni ve yorgun çıkmış ordusuyla bastırmakta zaten güçlük çeken, hatta bu isyanlarda Millî Mücadele döneminde kaybettiği asker sayısından çok daha fazla asker kaybetmiş olan Türkiye’nin bir de Musul için savaşı göze alamamış olması yadırganamazdı. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti Musul’u İngilizlere bırakmamak için ünlü İngiliz oyun ve taktiklerine karşı koymaya çalışmış; ancak sonuçta bölgeyi 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması’yla İngiliz mandasındaki Irak’a bırakmak zorunda kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgeyi, İngilizlere bırakmaktan başka bir seçeneğinin o gün için pek mümkün olmadığı görülmüştür. Zaten bölge kısa bir süre sonra İngilizlerin de hakimiyetinden çıkmış bağımsız Irak’ın egemenliğine geçmiştir.
Ankara Antlaşması’nın imzalanmasının üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bölgede hâlâ huzurun egemen olduğu ve bölgenin statüsünün tartışma konusu olmaktan çıktığı söylenemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü politikası, Musul ve Kerkük petrollerinin bulunduğu bu bölgenin merkezi Irak yönetiminin kontrolü ve denetimi altında olması iken, Irak özerk Kürt yönetimi ise, bölgenin tamamen kendi denetimlerinde ve kontrollerinde olmasını istemektedirler. Bugün hâlâ Musul’da demokratik bir düzenden bahsedilemediği gibi sağlıklı bir otoritenin varlığından da bahsedilemez. Bölgede hâlen büyük bir Kürt, Arap ve Türkmen nüfusu vardır. Bu etnik gruplar arasında sorunlar olduğu gibi aynı etnik grup içinde dahi sorunlar mevcuttur ve bir türlü uzlaşı sağlanamamaktadır. Zaman zaman meydana gelen Kürt grupları arasındaki otorite çatışmaları buna tipik bir örnektir. Tabii ki bölgede güvenliğin sağlanamamasının nedeni olarak, bölgenin kendi başına bırakılmaması görülebilir; ancak aşiret reislerinin bölgenin feodal yapısını sürdürmedeki menfaatlerinin, bölgede demokratik bir sistemin kurulamaması üzerindeki etkileri de göz ardı edilemez. Bugün Amerika’nın Irak’ı demokrasi için değil, bölge petrolünü kontrol etmek için işgal ettiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Irak’ta demokrasi kurma söylemiyle yapılan Amerikan müdahaleleri yaraya geçici müdahale olmak bir yana, yaranın kangren olmasına neden olduğu gibi, ileride çok daha büyük problemlere yol açacağı şeklinde değerlendirilmektedir. Musul’da kurulabilecek yabancı hiçbir yönetim bölgeye demokrasiyi getiremeyeceği ve petrol varlığı nedeniyle bölgenin daha uzun süre büyük ülkelerin çıkar çatışmalarına vesile olacağı düşünülmektedir. Bugün Musul konusunda İsmet İnönü gibi millî bir kahramanı suçlamaktan vazgeçmeli ve Musul nedeniyle Türkiye’nin var olan problemlerinin çok daha fazla ve çıkılmaz nitelikte olabileceğini, şu anki demokrasi çabalarının bile olamayacağını ve bugün bazı Türk vatandaşları tarafından beğenilmeyen demokrasi ve hayat standartlarının dahi aranıyor olabileceği, Musul’un o günkü şartlar altında İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılmaktan başka çarenin olmadığı, sırf Musul’u almak için Türkiye’nin girişebileceği bir savaşta başarısız olduğu takdirde bugünkü Türkiye yerine Irak benzeri bir kaosun hakim olabileceği de düşünülmelidir.
Musul Türkiye toprakları içersin de olsaydı, Diyarbakır örneğindeki gibi aşiret egemenliği ve aşiret çıkarları uğruna çatışmaların yaşanmadığı modern bir il olabilir miydi? Yoksa 1984 yılından beri Türkiye üzerinde oynanan PKK terör oyununun çok daha şiddetlisi yabancı güçler tarafından sırf petrol uğruna oynanır mıydı? Bunları tahmin edebilmek çok zor, ancak gerçek olan şu ki; Türkiye, her şeyden önce kendi toprakları içinde yaşayan insanlarla Atatürk’ün daha Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk insanına çizmiş olduğu daha demokratik, daha modern ve daha müreffeh bir toplum olma hedefine ulaşabilmenin savaşımını vermelidir.

KAYNAKÇA
Akgül, S., Musul-Kerkük Harekatı, Berikan, Ankara 2001.
Akgül, S., Musul Sorunu ve Nesturi İsyanı, Berikan, Ankara 1992.
Aydın, A., Musul Meselesi 1900-1926, Turan, İstanbul 1995.
Bayur, Y. H., Türk Devletinin Dış Siyasası, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1942.
Demirbaş, H. B., Musul Kerkük Olayı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kuveyt Meselesi, Arba Yayınevi, İstanbul 1995.
Karacan, A. N., Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları , İstanbul 1943.
Meray, S. L., Lozan Barış Konferansı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993.
Mısıroğlu, K., Musul Mes’elesi ve Irak Türkleri, Sebil 1972.
Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Kerkük ve Erbil Meselesi Sempozyumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1998.
Oran, B.,Türk Dış Politikası, Cilt II, İletişim Yayınları, İstanbul 2001.
Öke, M. K., Binbaşı E.W.C.Noel’in Faaliyetleri.
Öke, M. K., Musul Meselesi Kronolojisi(1918-1926), Türk Dünyası Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul 1980.
Öke, K., Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926, Türk Kültürünü Araştırma Ensitütüsü, İstanbul 1992.
Sonyel, S.,Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991.
Türkmen, Z., Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm Arayışları 1922-1925, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2003.
Yamaner, Ş., M Dosyası, Misak-ı Milli ve Musul, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul 2000.
Yıldız, H., Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral, İstanbul 1990.
Yıldız, H., Büyük Oyun Irak-Musul-Kerkük Üçgeni, IQ Kültür Sanat, İstanbul 2004.
www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm

1 Ayhan Aydın, Musul Meselesi 1900-1926, Turan, İstanbul 1995, s. 5-13; Suat Akgül, Musul Sorunu ve Nesturi İsyanı, Berikan, Ankara 1992. s. 1-22;; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
2 Yamaner, Ş. M Dosyası, Misak-ı Milli ve Musul, Harp Akademisi Komutanlığı, İstanbul 2000, s. 1-14; S. Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 5-13; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
3 Yamaner, a.g.e., s. 1-14; Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 5-13; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
4 M. Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926, İstanbul,Türk Kültürünü Araştırma Ensitütüsü, 1992, s. 1-23; Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm Arayışları 1922-1925, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2003, s. 35-70; Yamaner, a.g.e., s. 15-54; Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 15- 46; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
5 H. Bülent Demirbaş, Musul Kerkük Olayı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kuveyt Meselesi, Arba Yayınevi, İstanbul 1995, s. 11-46; Öke, a.g.e., s. 1-23; Türkmen, a.g.e., s. 35-70; Yamaner, a.g.e., s. 15-54; Akgül, a.g.e., s. 22-43; Aydın, a.g.e., s. 15- 46; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
6 Şerafettin Yamaner, M Dosyası, Misak-ı Milli ve Musul, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul 2000, s. 1-14; Akgül, a.g.e., s. 1-22; Aydın, a.g.e., s. 5-13; http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_a.htm _b1-b12.htm.
7 S. L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993, s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 11-46; Türkmen, a.g.e., s. 35-70; Yamaner, a.g.e., s. 15-81; Akgül, a.g.e., s. 29-43; Aydın, a.g.e., s. 15- 46.
8 Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 27-34; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
9 Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 27-34; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
10 Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 27-34; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
11 Öke, a.g.e., s. 89-97; Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 11-26; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
12 Öke, a.g.e., s. 89-97; Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 11-26; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
13 Öke, a.g.e., s. 89-97; Meray, a.g.e., s. 343-378; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 11-26; Yamaner, a.g.e., s. 82-134; Akgül, a.g.e., s. 57-61; Aydın, a.g.e., s. 47-70.
14 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt II, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 71-80; Yamaner, a.g.e., s.135-175. 22 Oran, a.g.e., s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 71-80.
15 Oran, a.g.e., s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Türkmen, a.g.e., s. 71-80; Yamaner, a.g.e., s.135-175.
16 Öke, a.g.e., s. 133-140; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Akgül, , a.g.e., s. 61-175.
17 Öke, a.g.e., s. 133-140; Demirbaş, a.g.e., s. 83-86; Akgül, a.g.e., s. 61-175.
18 Öke, a.g.e., s. 129-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Akgül, a.g.e., s. 61-175; Yamaner, a.g.e., s.135-175.
19 Oran, a.g.e., s. 260-263; Öke, a.g.e., s. 140-158; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Yamaner, a.g.e., s.135-175.
20 Öke, a.g.e., s. 97-119; Demirbaş, a.g.e., s.67-82; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 78-82.
21 Öke, a.g.e., s. 97-119; Demirbaş, a.g.e., s.67-82; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 78-82.
22 Öke, a.g.e., s. 23-46; Oran, a.g.e., s. 260-263; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 27-35.
23 Öke, a.g.e., s. 23-46; Oran, a.g.e., s. 260-263; Aydın, a.g.e., s. 95-98; Yamaner, a.g.e., s. 27-35.
24 Öke, a.g.e., s. 158-165; Demirbaş, a.g.e., s. 47-65; Aydın, a.g.e., s. 102-111; Yamaner, a.g.e., s. 156-160.
25 Öke, a.g.e., s. 158-165.
26 Oran, a.g.e., s. 264-265.
27 Oran, a.g.e., s. 264-265.
28 Öke, a.g.e., s. 165-184; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Aydın, a.g.e., s. 70-102; Yamaner, a.g.e., s. 160-184.
29 Öke, a.g.e., s. 165-184; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Aydın, a.g.e., s. 70-102; Yamaner, a.g.e., s. 160-184.
30 Öke, a.g.e., s. 165-184; Demirbaş, a.g.e., s. 87-92; Aydın, a.g.e., s. 70-102
..