10 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 2

 TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 2



     Köylerden kentlere iç göçün artmasında ve gerçekleşen iç göç sonunda ortaya çıkan çok sayıda olumsuz sonucun temelinde yatan nedenlerden biri de, köylerin kendi içinde dönüştürülüp, eğitilememesi dir. Bu alanda Köy Enstitüleri gibi, birçok açıdan özgün, ulusal gerçeklerden yola çıkan, kuramsal bilgi yanında sağlık, tarım, inşaat, arıcılık, sanat gibi birçok alanda bilgi ve beceriyle donatılmış köy çocuklarını tekrar köyde görevlendirerek Türk köylerini kendi içinden değiştirip dönüştürmeyi hedefleyen hızlı bir gelişmeyle kısa sürede ülkenin dört bir yanında, çok iyi seçilmiş noktalarda kurularak yirminin üstünde bir sayıya ulaşan (Kurt, 2003: 65) koca bir girişim, daha sonraki dönemde hiç de akılcı olmayan gerekçelerle kapatılmıştır. 

Özetle, tarımda makineleşme ve diğer tarımsal girdilerdeki artış ve yeniliklerin yanı sıra, modern miras hukukunun uygulanması nedeniyle tarımsal işletmelerin büyüklük ve yapısının değişmesi sonucunda kırsal kesimde yaşayanların bir bölümünün tarımsal üreticilik sıfatını yitirmeye başlamalarına yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dış dünya ile bütünleşme politikalarına bağlı olarak ulaşım ve haberleşme olanaklarının artması hem kentten haberdar olma olanaklarını artırmış hem de tarımda pazara yönelik üretime geçilmesine imkân sağlamıştır. Bu ise 1950’li yıllardan itibaren başlayan ve 1960’ lardan sonra ivme kazanan hızlı bir iç göç hareketine ve dolayısıyla kentleşmeye neden olmuştur (Kartal, 1982: 128; Ayata, 1996: 16, aktaran; Tekşen, 2003: 43). 

Sayılan bu nedenlerden dolayı, 1950 yılından itibaren kentlerde nüfus artış hızı büyük oranlarda artmış, buna karşıt kırdaki nüfus artış hızı da gittikçe düşmüştür. Kırsal alanda %o 21 dolayında olan yıllık nüfus artış hızı %o 17.4'e gerilemiş ve kentte ise %o 22.5'ten %o 55.7' ye çıkmıştır. Bu tarihlerden itibaren gecekondulaşma olgusu da uyanmaya başlamıştır. 

Bu dönemde 50 binden fazla gecekonduda yaşayan 240 bin kişilik nüfustan, 1960 yılında 240 bin gecekonduya ve buralarda yaşayan l milyon 200 bin kişilik nüfusa ulaşılmıştır (İçduygu ve Sirkeci, 1999b: 251). 

Tablo 2: Türkiye’de Yerleşim Yerlerine Göre Göç Eden Nüfus 



1960-1980 Dönemi: 

1960 ile 1980 yılları arası dönemde kır-kent gelir farklarının artışı, kentlerin ekonomik ve toplumsal çekiciliğinin yükselmesi, ulaşım ve haberleşmenin gelişimi gibi etkenler (İçduygu ve Ünalan, 1997: 44) nedeniyle artan iç göç hareketlerinin, Tablo 1’de yer alan verilere bakıldığında bir önceki dönemle benzerlikler gösterdiği görülmektedir. Başka bir ifadeyle bu dönemde de kent nüfusu giderek artmıştır. 

Bu artışın nedenlerinden biri köylerde meydana gelen dönüşümdür. Şöyle ki, 1960’lı yılların sonları ile 1980 yılının başlangıcını kapsayan dönemde, tarım büyük ölçüde piyasalaşmıştır. Köylerde 1940’lı yılların sonuna kadar yaygın olan geçimlik kesim giderek daralmış, 1970’li yılların sonuna gelindiğinde buğday, süt gibi temel birkaç gıda maddesi dışında geçimlik üretim hemen hemen sona ermiştir. Böylece tarım, büyük çapta piyasalaşmış ve ekonominin geri kalan kısmıyla entegre olmuştur (Kazgan, 1999: 32). 

Türkiye köylerinde ortaya çıkan bu dönüşüm, başka bir ifadeyle Kapitalizmin köylere girişi bazı toplumsal dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Zamanla buğday ve arpa, meyve ve sebze gibi hane iç tüketimi için de gerekli olan mahsullerin pazarlama oranları artmıştır; pamuk, tütün, şeker pancarı gibi tamamen meta olarak üretilen mahsullerin üretimine geçilmiştir. Tarımsal üretimde makineleşme eğilimleri ağırlık kazanmaya başlamıştır. 

Önceleri toprak açma yoluyla büyüyen hane toprakları, toprak açmanın sınırlarına ulaştıktan sonra toprak alım satımı ve başkalarının topraklarına ekonomi dışı baskılarla el koyma yollarıyla orta ve büyük ölçekli işletmeler haline gelmişti. Tarımsal üretimin ticarileşmesi ve metalaşmasına paralel olarak modern girdi kullanımı artmış; köyiçi ve köydışı tüccarların ilişkilerinin artması sonucunda, artan nakit para ve kredi ihtiyaçları borçlanma ve tefecilik ilişkileri içinde tedarik edilmişti (Akşit, 1999: 174). Bu sayılanlar da tarım kesiminin zararına (aleyhine) işleyen bir süreci beraberinde getirmiştir. 

Ayrıca bu dönemde, köylerin yol, su, elektrik, eğitim gibi hizmetlerden yararlanma seviyesinin son derece düşük olduğu görülmektedir. 1970’li yıllardan sonra köylerin altyapı hizmetlerinden yararlanma seviyesinin biraz daha hızlı arttığı görülmekle birlikte kırın itim gücünün sürdüğü görülmektedir (Kurt, 2003: 71). 

Bu dönemde Üner (1980: 225, aktaran; Akşit, 1999: 185) tarafından 1965-1970 yılları için yapılan göç regresyon analizine göre, kentin çekme faktörleri arasında illerin sanayi  (endüstriyel) istihdam düzeyi en başta; illerin eğitim yatırımları ve hizmet sektörü istihdam düzeyi daha sonra gelmektedir. Kırsal itme faktörleri arasında ise, illerin erkek nüfusunun büyüme hızı ve çocuk-kadın oranı başta gelmekte, kırsal istihdam imkânlarının yokluğu bunları takip etmektedir. 

Bu süreçte, teknolojide, üretim koordinasyonundaki ve büyük toprak sahibinin faaliyetlerindeki çeşitlenmeler, köylüler ve ağa arasındaki geleneksel ilişkilerle birlikte köyün toplumsal yapısında da zorunlu bir dönüşüme yol açmıştır. Toprak sahibi ve köylüler arasındaki ilişkiler, özellikle 1965 ve sonrasında mutlak bir çelişkiye bürünmüştür. Köylülerin zor yoluyla köyden kovulmaya başlamaları da yine aynı tarihlere denk gelmektedir. Tekelci bir çiftliği hedefleyen toprak sahibine karşı çıkanlar dövülür, evleri kurşunlanır ve dozerle yıkılır. Böylece, ekonomik etkenlerin yanında köydeki güvensizlik ortamı da artmıştır. Köyde hâlâ geleneksel ortakçılık statülerini devam ettirebilenler olmakla birlikte, bu hak artık, ağırlıkla toprak sahibinin politik oyununa bağlıdır (Akçay, 1999: 126). 

Bu süreç, Doğu-Güneydoğu Anadolu dışında da yaygın olan beye, ağaya ve toprağa bağlı ırgat yerine, bağımsız çiftçi ailesinin oluşturduğu bir üretici sınıfının ortaya çıkmasıyla birlikte gitmiştir; fakat söz konusu iki bölge, sosyopolitik etkenlerin de karışmasıyla henüz bu süreci tam olarak yaşayamamıştır. Bağımsız çiftçi aileleri, piyasa endekslerine göre ürün bileşimini, girdi/ürün yoğunluğunu düzenleyen, teknolojik atılım yapmaya hazır, kârlılık ilkesini kollayan yeni bir sınıf ortaya çıkmıştır (Kazgan, 1999: 32). 

Sayılan bu olumsuz koşullar kırdan kente göçleri yaygınlaştırmış ve bu evreden sonra göçü adeta kurumsallaştırmıştır (İçduygu ve Sirkeci, 1999a: 274). Tablo 1’e bakıldığında görüleceği gibi, kent nüfusunun genel nüfus içindeki oranı 1960 yılında % 28 iken, bu oran 1970 yılında % 34 ve 1980 yılında ise % 44 dolayındadır. 

Ancak bir önceki dönemde tohumları atılan ve yavaş yavaş yeşeren gecekondu ve diğer kentsel sorunların bu dönemde iyice kökleştiği görülmektedir. Ayrıca bu dönem kentsel alanların kendi yapılarının ve bu yapılardaki değişimlerin iç göç sorunsal alanlarına damgasını vurduğu dönemdir. Bu dönemde, sanayi kesiminin işgücü ihtiyacı, kırsal alanlardan çıkış noktasını bulan aşırı bir işgücü sunumu (arzı) ile desteklenmiş ve kentsel alanlar bu talebi ne konut ne de diğer altyapı imkânlarıyla karşılayabilmiştir (İçduygu ve Sirkeci, 1999b: 251). 

Diğer yandan zamanla kırsal alanlardan akan işgücünü istihdam edecek sanayi de aynı hızda gelişme gösterememiştir. Sonuç olarak, gecekondularda yaşayan ve ikincil ekonomik kesimlerde (sektörlerde) geçimini sağlamaya gayret eden bir göçmen kitlesi kent nüfusunun ağırlıklı bir parçası haline gelmiştir. Bu göçmen kitlesi, oluşan göç ağı ile birlikte göç dalgalarının devamlılığını da sağlamıştır (İçduygu ve Ünalan, 1997: 44).

Ülkede yerleşim yerlerine göre göç eden nüfusun göstermiş olduğu genel eğilimde, başka bir ifadeyle göçün yönünde bu dönemde diğerlerinin aksine belirgin farklılıklar gözlenmektedir. 

Tablo 2’ye bakıldığında kentten kente göçlerin özellikle 1975 yılından sonra hâkim göç türü olmaya başladığı ve bundan sonra da bu özelliğini koruduğu görülmektedir. 

1975 yılından önce -1960 ile 1970 yılları arasında- hâkim olan göç türü, kır-kent göçü iken bu yerini 1970’lerin başında kent-kent göçüne ve 1970’lerin ikinci yarısından sonra kırsal kesimlerin yanında, küçük ve orta ölçekteki kentlerden büyük kentlere aile göçüne dönüşmüş (İlkkaracan ve İlkkaracan, 1999, 305) olmasının yanı sıra, bu dönemde göç vermede bir önceki dönemin aksine ilçe merkezleri yerine köy ve bucaklara göç önem kazanmıştır. Bu değişim eskiden beri nüfus çekim merkezleri olan büyük şehirlerin çekiciliklerinin devam etmekte olduğunu, beraberinde artık iller içinde mahalli merkez durumunda olan bazı ilçe merkezlerine gitmenin önem kazandığını göstermektedir. Böylece Türkiye’deki iç göçlerde nüfus alan alanlarda da değişim görülmektedir (Tümertekin, 1977: 68, aktaran; Gürkan, 2006: 51). 

Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeydeki kentleşme oranının gerçekleştiği bu dönemde, iç göç hareketleri başta İstanbul olmak üzere; Ankara, İzmir, Mersin, Gaziantep, Bursa, Adana, Sakarya, İzmit gibi illere olmuştur. Göç veren illerin çözümlemesi yapıldığında ise özellikle Sivas, Kars, Kastamonu, Trabzon, Rize, Giresun, Çorum, Malatya gibi iller en yüksek oranda göç veren iller grubunu teşkil etmektedir (İçduygu ve Sirkeci, 1999b: 252). 

3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***


TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 1

 TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 1


TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME∗ 

Hakan ÖZDEMİR∗∗


∗ Bu makale, yazarın 2008 yılında “Kent ve Göç: Malatya Örneği” başlıklı İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda hazırlamış olduğu yüksek lisans tezinden üretilmiştir. 

∗∗ Bitlis Eren Üniversitesi Adilcevaz Meslek Yüksek Okulu Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Programı Öğretim Görevlisi, 

ozdemirhakan44@gmail.com 

AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ 

Sayı: 30 Mayıs – Haziran 2012 

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası

Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – KIRGIZİSTAN 

http://www.akademikbakis.org 


Özet: 


Araştırmada, ülkemizde iç göçün ortaya çıkış nedenlerinin tarihsel koşullar altında incelenmesi ve iç göçün doğurduğu sonuçların ‘kentsel etkiler’ bağlamında belirlenmesi amaçlanmıştır. 

İç göç çevresel, ekonomik, sosyolojik, siyasal ve kültürel yönleri bulunan karmaşık bir olgudur. İç göçün nedensel bağlamda ve çok yönlü olarak çözümlenmesiyle yararlı bulgulara erişilecek tir. 

Bu bulgulara dayalı olarak oluşturulacak sosyal politikalar, günümüzde kentlerde yaşanan birçok sorunun ortadan kaldırılmasını veya minimize edilmesini sağlar. Ayrıca iç göç olgusunun incelenmesi sonucunda elde edeceğimiz veriler, bir sosyal bilimci olarak yaşadığımız kenti ve toplumu daha iyi tanımamıza ve çözümlememize katkıda bulunacaktır. 

Bu amaçlarla yürütülen çalışmada, tarihsel ve betimsel araştırma metotları birlikte kullanılmıştır. Çalışmada Türkiye’de iç göç, öncelikle nedensel ve dönemsel olarak ele alınmıştır. Türkiye’de iç göçün sonuçlarına değinilerek çalışma sonlandırılmıştır. 

1. GİRİŞ 

Ülke sınırları içerisinde bölge, kent, kasaba ve köy gibi bir yerden diğerine yerleşmek amacıyla gerçekleştirilen nüfus hareketi (Üner, 1972: 77) veya başka bir ifadeyle iktisadi, siyasi, sosyal nedenlerle ülke sınırları içerisinde bir bölge ya da kesimden başka bir bölge ya da kesime doğru akan nüfus hareketleri (TDK, 2011) olarak ifade edilen iç göçün hikâyesi çok derinlere gitmektedir. Ülkemizde günümüzde yaşanan siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, kentsel ve yapısal birçok sorunun temelinde yatan nedenlerin ortaya çıkarılabilmesi, bunlara yönelik çözümler ve politikalar getirilebilmesi için, iç göçün arka planında yatan nedenlere bakmak gerekmektedir. 

Bu çalışmada iç göç olgusunun temelinde yatan nedenler Cumhuriyet tarihimizin  başlangıcın dan günümüze kadar ele alınmıştır. Özellikle 1950’li yıllarda ülkemizde kırsal kesimde tarımda makineleşmeyle hızlanan, daha sonra da kırsal alana Kapitalizmin girmesiyle ivme kazanan iç göç, devletin tarım kesiminden el çekmesi, kamu hizmetlerinin ve sanayi yatırımlarının ağırlıklı olarak büyük kentlerde konuşlanması, toprak iyeliğinde meydana gelen artışla beraber kır topraklarının aşırı derecede parçalanması, terör ve güvenlik, kan davası gibi ülkemize özgü kültürel çıkmazların itici etkisiyle doruk noktasına erişmiştir. Bunda daha önceden kente göç edenlerin verdikleri bilgi ve destekler, ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler gibi iletici nedenler etkili olmuştur. 

Bu nedenlerle ortaya çıkan iç göçler ülkemizde kentsel doku üzerinde birçok olumsuz etki uyandırmış, ekonomik ve toplumsal planları sekteye uğratmıştır. Başta gecekondulaşma olmak üzere, kentsel altyapının taşıma kapasitesinin zorlanması sonucu kentlerde içme suyu, kanalizasyon ve toplu taşıma araçlarının yetersizliği, hava ve gürültü kirliliği gibi birçok sorun ortaya çıkmıştır. Ayrıca göçle kente gelen, fakat kentle tanışıklığı olmayan kitleler sosyo-kültürel uyum sorunları yaşamışlar, kentler de köyleşmeye başlamıştır. Kentlerdeki siyasal hayatın kırsal ilişki ağları ve birtakım çıkarcı anlayışlarla ters yüz olmasına neden olan iç göçler, önemli miktarda kamusal kaynağın israfına da yol açmıştır. 

Ülkemizdeki neden ve sonuçları kısaca bu şekilde ifade edilebilen iç göç olgusuna ışık tutmak için bu çalışmada, iç göçler dönemsel olarak ele alınmıştır. Bu bağlamda belirlenen dönemler ülkenin içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullar ışığında irdelenmiş olup; özellikle kırsal alanda yaşanan dönüşüm, kır ve kent arasında belirginleşen farklılaşmalar, devlet anlayışında meydana gelen değişimler, ülkeye özgü kültürel özellikler, konjontürel gerekler ve ekonomik-siyasi temelli sorunlar üzerinden çalışma sürdürülmüştür. 

2. DÖNEMSEL VE NEDENSEL OLARAK TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLER 

Türkiye’de iç göçlerin çeşitli dönemler halinde ve bu dönemlere özgü nedenler ışığında incelenmesinde yarar görülmektedir. 

Bu bağlamda çalışmamızda Türkiye’deki iç göçler; 1923-1950, 1950-1960, 1960-1980 ve 1980 sonrası dönemler halinde incelenmiştir. 

1923-1950 Dönemi: 

1923 yılından itibaren başlayan ilk dönemde, önemli bir göç hareketi yaşanmamıştır. Bu dönemde kırdan kente ve kentten kente doğru gerçekleşen cılız bir göç söz konusu olmuştur. Evlilikler, memur tayini, okul gibi nedenler bu dönemdeki göçlerin temel nedenleri arasında yer almıştır (Tüfekçi, 2002). 

Söz konusu dönemdeki iç göç hareketinin somut bir şekilde ortaya konması için Türkiye’de sayım yıllarına göre nüfusun ve bu nüfus içinde kent ve kır nüfusunun oranının incelenmesinde yarar vardır. 


Tablo 1: Türkiye’de Sayım Yıllarına Göre Nüfus, Kent ve Kır Nüfusu 

Tablo 1’e bakıldığında 1927 ile 1950 arası dönemdeki Türkiye nüfusu ve bu nüfusun kent ve kıra göre dağılımı incelendiğinde kentli nüfusun % 0.72 oranında arttığı görülmektedir. Buradan kent nüfusunun bu dönemde sayı bakımından durağan olduğu görülmektedir. 

1950’li yıllardan önce artan nüfusla birlikte toprağın bireyler arasında paylaştırıldığı, ölüm ve doğum oranlarının yüksek olduğu, göçün olmadığı geleneksel köy toplumlarında hane ve topluluk düzeyindeki yaşam döngüleri toprakla ve devletle varolan dengeler çerçevesinde sürmüştür (Akşit, 1997: 24). 

Ancak söz konusu dengeler zamanla bozulmaya başlamıştır. Özellikle 1945 ile 1950 yılları arası dönemde Türkiye’deki doğal nüfus artış hızı, 2. Dünya Savaşını izleyen yıllarda tarım ürünlerinde görülen fiyat artışları ve bu fiyat artışları neticesinde doğal olarak küçük toprak sahibi köylüleri arazilerini genişletmeye ve işgücü oluşturacak çocuklarını artırmaya yöneltmesi; Marshall planına rastlayan dönemde kırsal alanlara daha geniş çapta tıbbi yardımın sağlanması ve ilaç dağıtım hizmetlerinin de yapılması ile çocuk ölüm oranındaki görülen azalma gibi (Vergin, 1986: 28-29) nedenlerle yükselmiştir. Ayrıca haber kanallarının artması ile köylünün kentsel yaşamdan haberdar olması (Peker, 1999:195), İçduygu ve diğerleri (1998, 208-220, aktaran; Gürkan, 2006: 50)’nin belirttiği gibi 1940’lı yıllardan sonra Batı’dan gelen maddi yardımların da etkisiyle hızlanan modernleşme, tarımda görülen makineleşme gibi nedenler kırlarda toprağa dayalı işlerden kopuşa, kentlerde ise sanayi ve hizmet sektörü için ciddi bir işgücü ihtiyacına neden oldu. Sonuçta mevsimlik tarım işçilerinin göçüne, sürekli yerleşme amaçlı ve dolayısıyla yeni kent profiline dahil olacak olan kır insanlarının sanayi merkezlerine göçü eklenmiştir. Bu süreçle birlikte şüphesiz kırdan kente yönelen göç, 1945’ten sonra yaşanan kentleşme olgusunun temel nedenini teşkil etmiştir. 

1950-1960 Dönemi: 

1950’li yıllar, Türkiye’nin kentleşme ve yerleşme tarihi üzerinde, ekonomik oluşumunda, toplumsal endekslerinde derin izler bırakan ve etkileri günümüze dek süren köylerden kentlere doğru olan göçün başladığı, doruklarına ulaştığı ve sonra yavaşladığı dönemin başlangıç noktasıdır (İçduygu ve Ünalan, 1997: 25). 

Bu dönemin başlangıç noktası olan 1950’li yıllardan önceki beş yılda -1945 ile 1950 yılları arasında- köyden kente yapılan net iç göç 214 bin’dir. Fakat bundan sonraki beş yıllık dönemde, 1950 ile 1955 yılları arası dönemde, bu rakam 904 bin’e çıkmıştır (TÜİK, 2011b). 

Tablo 1’e bakıldığında Türkiye’de kent nüfusunun 1955 sonrası hızlı bir şekilde arttığı  gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Bu artışın kentlerin kendi iç dinamikleriyle açıklanamayacak  kadar fazla olması sebebiyle, bu noktadan kırdan kopan nüfusun kentlere yöneldiği sonucuna  erişilebilir (Yalçın, 2004: 114). 

Kırdan kopan bu nüfusun kente göçü, 1950’li yıllarla birlikte ülkenin kırsal alanlarında görülen ekonomik ve toplumsal değişme ile başladığı ve hızlandığı ilgili yazında yoğun olarak ele alınmıştır. Genelde dünya sistemi ile eklemlenmesi hızlanan Türkiye’deki toplumsal oluşum içinde tarımın makineleşmesi ve modernleşmesi, geleneksel toprak sahipliği rejiminin değişmesi, tarımda verim düşüklüğü, tarımsal gelirin yetersizliği, topraksızlaştırma ya da toprağın belirli ellerde toplanması, ulaşım koşullarındaki gelişmeler gibi faktörlerle kırsal alanlarda yaşayan nüfus kentsel alanlara doğru hızla hareketlenmiştir 

(İçduygu ve Ünalan: 1997, 43; Keleş, 2002: 66). 

Döneme ilişkin istatistiklerin de yukarıda yer alan özellikleri destekler nitelikte olduğu  görülmektedir. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) Genel Tarım Sayımı sonuçlarına göre, tarım işletmelerinin sayısı 1952 ile 1963 yılları arasında 1 milyon 527 bin’den 3 milyon 100 bin’e; tarımdaki nüfus % 8’lik bir artışla 17.2 milyona ulaşmıştır. Toprak işleyen hane halkı, çiftçi veya işletme sayısında ise % 100’lük bir artış görülmüştür. Toprak dağılımındaki eşitsizlik ve dengesizlikte kökten değişmeler görülmemişti. Ancak, 50 dekardan küçük tarım işletmelerinin sayısı 1952’de 1 milyon 570 bin (toplam çiftçi hanelerinin % 62’si) iken 1963’te bu sayının 2 milyon 132 bin’e (toplam çiftçi hanelerinin % 69’a) çıktığı görülmüştür. Küçük tarım işletmelerinin sayısında % 36’lık bir artış gözlenirken, toplam işletmeler içindeki yüzde dağılımında sadece % 7’lik bir artış söz konusudur. 200 dekardan büyük işletmelerin sayısının ise, aynı dönemde 146 bin’den (% 6) 116 bin’e düştüğü gözlenmiştir (Akşit, 1999: 177). 

 Toprak iyeliğinde meydana gelen artışın beraberinde getirdiği tarım topraklarındaki küçük parçalara ayrılmanın yanı sıra, bu dönemde tarımda makineleşme eğilimleri de belirmeye başlamıştır ve bu giderek artmıştır. 1948 ile 1956 yılları arasındaki dönemde Marshall programının uygulanmasıyla ülkedeki traktör sayısı bin 800’den 44 bin’e; 1963 yılından sonra ülke içinde büyük ölçüde montaj olsa da traktör üretimine başlanması ile bu dönemde traktör sayısı 100 bin’e erişmiştir (Tekeli ve Erder, 1978: 301, aktaran; Yalçın, 2004: 210) 

Ancak tarım kesiminde makineleşme kırsal alanlarda eksik istihdam ve gizli işsizlik sorununu daha da pekiştirerek, fazla işgücünün emilememesine neden olmuştur (Vergin 1986: 29). 

Bu nedenlerle kırsal alanda artmaya başlayan işsizlik, kamu olanaklarından yoksunluk,  tarımsal üretkenlikte yetersizlik ve yukarıda da kısmen ifade edildiği gibi toprağı kıt köylerin genişleme sınırlarına çoktan varmış olmaları gibi itici nedenlerle umut vaat eden kentlere doğru yönelmeler hız kazanmıştır (Akşit, 1997: 26). 

Diğer taraftan ülkemizde, karayolu ve motorlu taşıt kullanımının artması ile birlikte köy ve kent arasında her türlü ilişkinin yoğunluk kazandığı söylenebilir. Haberleşme sisteminin gelişmesiyle köylünün ve kentlinin sistemden haberdar olma ve buna göre karar almaları da kolaylaşmıştır (Hurma, 2004: 79). Göçün iletici nedenlerini gösterir nitelikte olan bu gelişmeler de, kır insanının hareketliliğini artırdı ve onları köylülükten uzaklaştırarak modern kentsel toplumla tanıştırdı (İçduygu ve Sirkeci, 1999a: 273). Kentlerde artan işgücü talebi de bu göçü kolaylaştırmıştır. Bu dönemde fiilen kente taşınanların sayısı sınırlı kaldıysa da, sürekli ve geçici göç, hanelerin gelir elde etme stratejilerine katılabilecekleri gerçekçi bir seçenek haline dönüşmüştür (Keyder, 1999: 164). 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

8 Ekim 2021 Cuma

5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU? BÖLÜM 2

 5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?  BÖLÜM 2



Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek, Arap Baharı, Demokrasi, Sivil Kültür, Kaos, Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Hüsnü Mübarek,Zeynel Abidin Bin Ali, Muammer Kaddafi , Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Maslak Kampüsü,


Böylesi durumlarda hedeflenen dönüşümün sağlanamamasının en temel sebebi ortaya çıkan güç boşluğu sonrasında gücün yeniden paylaşımında aktörler arası asgari uzlaşmaya gidilememesidir. Bir diğer ifadeyle aktörler ekonomik yapının yeniden şekillendirilmesinden güvenlik ve dış politika konularına kadar ortak bir konsensüsün sağlanmasından ziyade bireysel güçlerini maksimize etme yolunu seçmektedirler. (Asseburg ve Wimmen,2016:6) 

Bu nedenden ötürü Suriye başta olmak üzere Arap Baharı’nı tecrübe eden ülkelerin çok büyük bir kısmında muhalif hareketler tek bir merkezden yürütülememiş ve muhalif cepheler içerisinde de gerek etnisite, gerek mezhep gerekse de ideoloji odaklı çok sayıda fraksiyon türemiştir. Sadece Suriye özelinden hareket edecek olursak, sayıları yaklaşık 100.000’i bulan silahlı direnişçiler yaklaşık 25 alt gruba bölünmüştür.

( http://t24.com.tr/haber/suriyede-muhalifler-bin-parca-hangi-grup-ne-istiyor,242860 )

Enflasyon, işsizlik ve sosyal gelir adaletsizliği gibi nedenlerin yanında siyaset özelinde toplumsal sisteme katılım eksikliği de Arap Baharı’nın meydana gelmesindeki en önemli nedenlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. En temel haliyle otokratik rejimlerin, uygulamalarına veya kendilerine karşı muhalif hareketleri gerek kolluk kuvvetleri gerekse devletin istihbarat birimleri tarafından bastırılmasının neticesinde en temel insan haklarından birisi olan ifade özgürlüğü Arap toplumlarının birçoğunda gelişme imkanı dahi bulamamıştır. Bu bağlamda siyasetin neden olmuş olduğu toplumsal baskılar ilk fırsatta rejimleri devirmeye yönelik silahlı mücadele hareketine dönüşmüştür. 2011 yılında Libyalı hukukçu ve insan hakları aktivisti Fathi Terbil’in iktidarı hedef alan muhalif açıklamalarının neticesinde tutuklanmasının ardından ülkedeki ilk geniş kapsamlı hükümet karşıtı protestolar başlamıştır.( http://outernationalist.net/?p=1927&page=4 ) Burada üzerinde durulması gereken

önemli noktalardan birisi de siyasal katılım kültürünün eksikliğinin Arap Baharı sürecine olan etkisidir. Her ne kadar demokratik haklar bağlamında siyasi katılım, ifade özgürlüğü gibi talepler bu hareketin doğuşundaki temel etkenler olsa da siyasi katılım kültürünün Arap toplumlarındaki eksikliği yeni düzenin kurulması aşamasında da kendini göstermiştir ve eski düzende muhalif olunan değerlerin ve uygulamaların benzerleri de yeni düzende kendini göstermeye başlamıştır. Bu durum ise en azından Arap Baharı hareketinin gelişim sürecinindemokratikleşme talepleri doğrultusunda ortaya çıkan bir taban hareketi olmadığı, tam aksine tamamen iktidar ve güç paylaşımı olduğu yönündeki düşünme eğilimini arttırmaktadır. Bir başka ifadeyle son 5 yıldır Arap toplumlarında devam eden bu güç boşalmasının temel sebebi eski düzenin uygulamaları değil; uygulamaların kimler tarafından tatbik edildiği sorunsalıdır.

Son olarak ise basın sansürü ve sosyal medya yasaklarının Arap Baharı sürecinin başlamasındaki en önemli etkenlerden birisi olduğunu söyleyebiliriz. Küreselleşme süreciyle beraber uluslararası sistemdeki etkileşimin önemli bir kısmının sosyal medyaya kaydığını iddia etmek mümkündür. Özellikle genç neslin kendini gerçekleştirmesinde ve dış dünyaya açılmasında sosyal medyanın oynamış olduğu rol yadsınamaz.

Aslına bakılacak olursa internet kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan sanal toplumun da klasik topluma benzeyen ortak yanları mevcuttur. Tıpkı klasik toplumlarda olduğu gibi sanal dünyada da bir birlikteliğe ait olma duygusu ve ortak bir hedefi gerçekleştirme eğilimi vardır.(Szajkowski, 2011) Bu bağlamda Arap ülkelerinde gelenekselleşmiş basın sansürlerinin yanında bir de Mısır’ın ve Suriye’nin devrimci hareketler öncesinde ve esnasında sosyal medyayı yasaklaması özellikle genç nüfusun Arap Baharı’na büyük oranda destek vermesine sebebiyet vermiştir. Öyle ki süreç boyunca toplu gösterilerde halkın bir araya gelebilmesi, muhalif grupların aralarındaki iletişimi ve yardımlaşmayı sağlayabilmesi çok büyük oranda sosyal medya üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Arap Baharı’nı ortaya çıkaran temel dinamikler analiz edildikten sonra ortaya çıkan temel soru şu olmalıdır: “Arap toplumlarının sosyal ve siyasal dinamikleri Arap Baharı’nın öngörmüş olduğu demokratik yeni yapılanmayı kabul etmeye müsait midir?” Bu noktada, bahsedilen uyumluluk analizi Gabriel Almond ve Sidney Verba’nın Sivil Kültür çerçevesine oturtularak sunulmaya çalışılacaktır.

3. Politik Kültür Kuramı Bağlamında Arap Baharı’nın Analizi


Uluslararası sistem toplumsal ve siyasal dönüşümler üzerinden açıklanmaya çalışıldığında ilk akla gelen kırılma noktası şüphesiz ki Fransız İhtilali’dir. İdeolojik yönü son derece baskın olan Fransız Devrimi’nin sonrasında Sanayi Devrimi yaşanmış ve bu endüstriyel dönüşümün neticesinde çok uluslu imparatorlukların sonunu hazırlayan 1. Dünya Savaşı yaşanmıştır. 

1. Dünya Savaşı sonrasının hazırlamış olduğu dünya düzeninde Avrupa’da faşizm etkisi göstermeye başlamış ve 1945 sonrası oluşan yeni dünya düzeninde batılı değerler ve komünizm ön plana çıkmıştır. Nihayetinde 1991 sonrası Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla beraber demokrasi ve liberal değerler en güçlü halka mantığıyla uluslararası sistemdeki üstünlüğünü ilan etmiştir. Uluslararası sistemde yaklaşık iki asırlık bir süre içerisinde meydana gelen bu yıkıcı dönüşümler toplumsal ve siyasal yapıları birtakım yeni kavramlarla açıklamayı zorunlu kılmıştır.

Bu hızlı değişim sürecinde politik kültür kavramı pek çok ülkenin yaşamış olduğu sorunların nedenleri ve çözümleri bağlamında ortaya sunulan bir kavram olmuştur. Günümüzde genellikle politik kültür kavramı toplumsal değişimi, sisteme yönelen desteği, bireylerin sistemle ilişki kurma biçimlerini anlamakta ve politikanın yapım ve uygulama aşamalarını analiz etmede son derece yararlı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.(Akt. Sitem bölükbaşı, 1997) Aslına bakılacak olursa politik kültür kavramını açıklayan en güzel örnek Şaban Sitembölükbaşı’nın aktarımıyla David Elkins’in Manipulation and Consent isimli eserinden verilmektedir:

“Kanada’da adaylar seçimi kaybettiklerinde bazı tercihlerle karşı karşıya kalırlar: Yeniden sayım istemek, sonucu kabul eden öfkeli bir konuşma yapmak, en iyi kişinin kazandığını kabul etmek, tekrar aday olmak vs. bu tercihler arasında sayılabilir. Kanada’da yenilen hiçbir aday rakip bir kimseye suikast yapmayı düşünmez. Yenilen hükümetler de orduyu ve polisi hukuk dışı yollardan iktidarı ele geçirmeye davet etmez.

Bununla birlikte bunlar düşünülebilir mantıklı ihtimallerdir ve bazı kültürlerde sık sık gerçekleşen tercihlerdir.

Önceki ihtimallerin ortaya çıkması ve sonrakilerin akla bile gelmemesi Kanada siyasi kültürünün doğasını yansıtmaktadır.” (Akt. Sitembölükbaşı, 1997)

Almond ve Verba 1963 yılında Sivil Kültür adını vermiş oldukları çalışmalarında yukarıda Kanada siyaseti özelinde tartışılan ideal siyaset kültürünü katılımcı politik kültür olarak tanımlamıştır. Yine yapılan çalışmaya göre bu katılımcı siyaset kültürünün işleyebilmesinin en önemli şartı siyaset kültürü ve siyaset kurumları arasındaki uyumdur. Buna ek olarak katılımcı politik kültürün oluşturulabilmesi için devlete önemli yükümlülükler düşmektedir. Bu bağlamda Almond ve Verba’ya göre devlet vatandaşlarını kamusal olaylara daha fazla dahil olma konusunda desteklemeli ve sosyal gruplar arasındaki farklıları tolere etmede daha hassas olmalarını sağlamalıdır.(Andrews, vd.,2011) Almond ve Verba’nın üzerinde durmuş oldukları dinamikler esasen yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın mümkün olduğunca ortadan kaldırıldığı bir siyaset kültürünü işaret etmektedir. Bu sayede kurumlar, devletin halk üzerindeki baskıyı arttırma aracı olmaktan çıkıp, tam tersine katılımcı politik kültürün işleyişini sağlayan mekanizmalar haline gelmektedir. Son tahlilde, Sivil Kültür Kuramı demokratik rejimlere dönüşümün gerçekleşmesinde sadece ortak iradenin varlığını yeterli görmeyip, bunun yanında gerek toplumsal gerek kurumsal anlamda modernize edilmiş ve olgunlaşmış moral değerlerin varlığını da elzem olarak görmektedir.

Tam bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken soru Arap Baharı’nı tecrübe eden toplumların sahip olmuş olduğu sosyo-politik ve ekonomik dinamiklerin Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı’na ne kadar uyduğudur. Şüphesiz ki daha önceki bölümde değinildiği üzere sosyal adaletsizlik, siyasi katılım eksikliği, devletin halk üzerindeki baskıları ve sansür uygulamaları Arap Baharı’nı başlatan temel sebepler arasındadır ancak sosyo-politik anlamda modernize olamamış toplumlardaki siyasi katılım arzusu kısa bir süre içerisinde iktidarı paylaşma çabasından çok, gücü tekeline alma mücadelesine dönüşmektedir. İçerisinde çok fazla dinsel ve etnik çeşitliliği barındıran Arap toplumlarında bu güç mücadelesi maalesef kolayca iç savaşa dönüşmektedir.

4. Sonuç

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve kendini uluslararası kamuoyuna demokratikleşme hareketi olarak tanıtan Arap Baharı 5. yılında bizlere önceki dönemlere nazaran çok daha kaotik ve çatışmacı bir Ortadoğu coğrafyası profili sunmaktadır. Özellikle Arap Baharı hareketinin varisleri konumundaki Mısır’da ve Suriye’de durum gün geçtikçe kötüleşmektedir ve meydana gelen mülteci krizinin etkisiyle Arap Baharı küresel bir sorun haline dönüşmüştür. Hareket demokratikleşme faydası doğrultusunda başlatılmış olsa da Arap toplumlarının demokrasi geleneği konusundaki yetersizlikleri ve tecrübesizlikleri radikalizmle birleşince ortaya çıkan yeni düzen, düzensizlikten ibaret kalmıştır.

Uluslararası aktörlerin de soruna angaje olmasıyla beraber özellikle Suriye Krizi büyük güçlerin kuvvetlerini test ettikleri bir deneme tahtasına dönüşmüştür. Arap Baharı süreciyle ilgili en karamsar tablo ise yaşanan can kayıplarının yanında çöken ulusal ekonomilerin ve işlemez hale gelen devlet kurumlarının ne şekilde yeniden inşa edileceği sorunsalıdır. Son tahlilde, kısa vadede Ortadoğu coğrafyası için iyimser tahminlerde bulunmak mümkün görünmemektedir. Hareketi Arap uyanışı olarak nitelendirmekten ziyade Arap kaosu olarak nitelendirmek mevcut durumla daha çok uyuşmaktadır.

Kaynakça

Altunışık, Meliha, Benli. (2013) “Ortadoğu’da Bölgesel Düzen ve Arap Baharı”, Ortadoğu Analiz, 5(53):73

Andews, Rhys. vd., (2011) “Promoting Civic Culture by Supporting Citizenship: What Difference Can Local Government Made?”, Public Administration, 89(2): 596

Asseburg, Muriel. ve Wimmen, Heiko.(2016) “Dynamics of Transformation: Elite Change and New Social Mobilization in the Arab World”, Mediterranean Politics, 21(1): .6

Szajkowski, Bogdan. (2011) “Social Media Tools and the Arab Revolt”, Alternative Politics, 3(3): 422

Turan, İlber. (?) “Türkiye’de Siyaset, Süreklilik ve Değişim”, İstanbul: Der, Aktaran: Sitembölükbaşı, Şaban. (1997) “Siyasal

Kültürün Kavramsallaştırılmasında Karşılaşılan Bazı Güçlükler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2(?): 250

Yousif, Tarik M., (2004) “Development Growth and Policy Reform in the Middle East and North Africa Since 1950”,

Journal of Economic Perspectives, 18(3),: 92-94 ve El-Ghonemy M.Riad (1998), Affluence and Poverty in the Middle East,

Routledge: 71-151, aktaran Winckler, Onn (2013), “The Arab Spring: SocioEconomic Aspects”, Middle East Policy, 20(4),: 68

Arap Baharı’nın Ekonomik Maliyeti 833 Milyar Dolar, http://www.trthaber.com/haber/dunya/arap-baharinin-ekonomikmaliyeti-833-milyar-dolar-222944.html,   Erişim tarihi 23.02.2016

Suriye’de Muhalifler Bin Parça: Hangi Grup Ne İstiyor?: 

http://t24.com.tr/haber/suriyede-muhalifler-bin-parca-hangi-grupne-istiyor,242860,  Erişim tarihi 17.03.2016

http://outernationalist.net/?p=1927&page=4,  Erişim tarihi 17.03.2016


***


5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU? BÖLÜM 1

5.YILINDA ARAP BAHARI - ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?  BÖLÜM 1



Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek, Arap Baharı, Demokrasi, Sivil Kültür, Kaos, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, 



    5.YILINDA ARAP BAHARI: ARAP UYANIŞI MI YOKSA BÖLGESEL BİR KAOS MU?

Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl Güzelipek

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, guzelipek@gmail.com

Yeni Ortadoğu: Toplum, Siyaset ve Ekonomi Ortadoğu asırlar boyu uluslararası siyasetin merkezinde yer almış, araştırmacı ve siyaset yapıcıların ilgi odağı olmuştur. 

Bu ilgiye rağmen, 2010 yılında başlayan ve ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve bu çerçevede yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümler siyasetçiler ve sosyal bilimciler tarafından öngörülememiş ve mevcut varsayımları derinden sarsmıştır. 

Bir yandan demokratikleşme hareketleri ve ekonomik bir dönüşüm yaşayan bölge, diğer yandan iç çatışmaların, darbelerin ve vekalet savaşlarının merkezi haline gelmiş, ve tüm bu gelişmeler yeni yaklaşımları ve analizleri gerekli kılmıştır. 

Bu çerçevede Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arap Baharı’yla başlayan süreçte bölgede gözlemlenen yeni toplumsal, ekonomik, iç ve dış siyasal dinamikleri akademik alanda tartışmaya açmak amacıyla ‘Yeni Ortadoğu’ başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferans çerçevesinde 24-25 Mart 2016 tarihlerinde Maslak Kampüsü’nde bizzat sunulan ve tam metin olarak bize iletilen bildirilerden bu kitabı oluşturduk. 

Konferansa emeği geçen herkese teşekkür eder, konferans ve Bildiri Kitabı’nın Ortadoğu çalışmalarına katkı yapmasını dilerim. 

Düzenleme Kurulu adına, 

Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat 

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı 

FMV Işık Üniversitesi 

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 

ISBN 978-605-66181-1-6 (e-Kitap) 

FMV Işık Üniversitesi Yayınları 

FMV Işık Araştırma ve Danışmanlık Tic. A.Ş. 


Adres: FMV Işık Üniversitesi, Maslak Kampüsü, Büyükdere Cad. No: 2/220 

Maslak/Sarıyer/İSTANBUL Telefon: +90 (216) 528 70 50 Sertifika No: 33007 

ÖZET

Ortadoğu’da 17 Aralık 2010 tarihinde başlayan ve domino etkisi gösteren sosyo-politik hareketin 5. yılına girilmiş olmasına rağmen halen Arap Baharı’nın amacına ulaşmış başarılı bir hareket mi olduğu yoksa Ortadoğu’yu tümden kaosa sürükleyecek tarihsel bir hata mı olduğu üzerinde mutabık olunamayan bir tartışma olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tartışmanın en önemli sebeplerinden birisi hareketin, gerçekleşmiş olduğu her ülkede aynı sonucu doğurmamış olmasıdır. Bir başka ifadeyle sayısı oldukça az olmak beraber bazı ülkelerde bu süreç demokratik reform mücadelesinin ilk adımını oluşturmuş, Suriye, Libya ve Mısır örneklerinden hareketle bazı ülkelerde de uzun yıllar devam etmesi beklenen bir kaosa dönüşmüştür. Bu çalışma Arap Baharı’nın amaçları ve sonuçları arasındaki uyumu tartışmayı amaçlamaktadır. Çalışmada yöntem olarak Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı kullanılmıştır. Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre Ortadoğu toplumları siyaset kültürü bağlamında Arap Baharı’nın beklenen en önemli çıktısı olan demokrasiye uygun değildir. Arap

Baharı’nın gerçekleşmiş olduğu farklı ülkelerin birçoğunda değiştirilmesi planlanan düzenden çok daha kaotik bir yapıya sebebiyet vermesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. Son tahlilde Ortadoğu coğrafyasını ilerleyen dönemlerde 2010 öncesine nazaran çok daha kaotik bir konjonktür beklemektedir.

1. Giriş

Hiç şüphesiz ki 2010 yılında Tunuslu Muhammed Buazizi’nin toplumsal bir bunalımın kişisel bir bunalıma dönüşmesi sonucu kendini ateşe vererek başlatmış olduğu Arap Baharı pek çok insanın tahmin dahi edemeyeceği bir yapıya bürünmüştür. İşsizlik ve kötü yaşam şartları temelli bu hareket aslına bakılacak olursa Arap toplumlarının geleneksel diktatöryal yönetim yapısına karşı başlatmış oldukları bir isyan hareketi niteliğini taşımaktadır.

Öte yandan, Arap Baharı hareketinin bu kadar öngörülemez bir yapıya sahip olması iki farklı dinamikten kaynaklanmaktadır. Tunus orijinli bu hareketin, bunalım dönemlerinde vatandaşın hükümete karşı yapmış olduğu münferit protestolardan birisi olmasının ötesinde domino etkisi şeklinde son derece geniş coğrafyalara yayılan bir halk hareketi olması her şeyden önce Arap toplumlarının benzer konulardaki geçmiş tecrübelerine ters bir durumdur. Bir başka ifadeyle modern dönemde Arap toplumlarının demokratikleşme faydası doğrultusunda yönetime karşı isyanvari bir harekete girişmiş oldukları kayda değer bir örnek yoktur.

İkinci olarak ise başta Tunus Eski Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali, Libya Eski Lideri Muammer Kaddafi ve Mısır Eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek olmak üzere güçleri ve halk üzerindeki sahip oldukları kontrol ve etkiyle ün salmış diktatörlerin muhalif bir hareket sonucunda devrilecekleri de pek çok kişi tarafından beklenmedik bir olay olarak nitelendirilmiştir. Pek çok askeri darbe veya halk hareketinde olduğu gibi yönetim sınıfının iktidardan indirilmesiyle beraber yeni yönetici sınıfın ne şekilde oluşturulacağı sorusu farklı ülkeler özelinde Arap toplumunun ortak politik kaygısına dönüşmüştür. Genellikle geçici hükümet konseyleri şeklinde üretilen geçici çözümlerin neticesinde Arap Baharı’nı tecrübe eden hemen hemen bütün ülkelerde halen devam eden bu süreç bütün bu ülkeleri eskisinden çok daha kaotik bir yapıya dönüştürmüştür.

Bu nedenle, oldukça fazla bilinmezliğin bir arada yaşandığı kanlı bir süreç olan Arap Baharı, başlangıcından kısa bir süre sonra hem içsel hem de dışsal dinamikler tarafından sorgulanmaya başlanmıştır.

Arap Baharı’nın sorgulanması süreci en basit ifadeyle “Başlatılan bu hareket elde edilen sonuçlara tercih edilebilir mi?” sorusuna bağlı olarak işlemektedir. Bu bağlamda Arap Strateji Formu sadece 2010-2014 yılları arasında yaşanan gelişmelerin ekonomik maliyetinin 833.7 milyar Dolar, iç ve dış göç nedeniyle meydana gelen mülteci krizinin dış ülkelere maliyetinin 48,7 milyar Dolar; daha da önemlisi meydana gelen çatışmalar ve terör eylemleri nedeniyle hayatını kaybeden ve yaralanan insan sayısının da 1.34 milyon olduğu bilgisini vermiştir.

( http://www.trthaber.com/haber/dunya/arap-baharinin-ekonomik-maliyeti-833-milyar-dolar-222944.html )

Yukarıda verilen bu bilgiler ışığında siyasette ve toplumsal yaşamda demokratikleşme ve insan haklarına daha saygılı rejimler arzusuyla başlayan bu süreç ulaşılan mevcut durumda hedeflenen gelişmelerden hiçbirisini sağlayamamıştır. Tam aksine altyapı, üstyapı, insan gücü, siyasi gelenekler ve ekonomik yapılarının da çökmesi sebebiyle hedeflenen gelişmelerin sağlanması çok uzun bir süre boyunca da mümkün görünmemektedir.

Çalışmanın bu bölümünde öncelikle Arap Baharı’nı ortaya çıkaran dinamikler tartışılacak daha sonra ise Almond ve Verba’nın Politik Kültür Kuramı, Arap Baharı’na uyarlanacaktır.

2. Arap Baharı’nı Meydana Getiren Sosyo ekonomik ve Dışsal Dinamikler

1950’li yıllardan itibaren askeri darbelerle yönetime gelen Arap liderler idare etmiş oldukları halklarla aşağıdaki hususlarda adeta yazısız bir anlaşma yapmıştır.

1) Sosyal hizmetler, sağlık ve eğitim hizmetlerinin sağlanabilmesi için güçlü bir bürokrasi geleneğininkurulması;

2) Başta İsrail’le yaşanan sorunlar kaynaklı, genişletilmiş bir güvenlik paradigmasının ve güçlü bir askeriyapının oluşturulması;

3) Devlet sektörüne ait çok sayıda fabrika ve firmanın kurulması;

4) Temel gıdaların ve enerjinin devlet tarafından sübvanse edilmesi (Wincker, 2013)

Görüldüğü üzere Soğuk Savaş’ın başlamasıyla beraber uluslararası sistemde kendini gösteren ideolojik kamplaşmalar kendini Ortadoğu’da da göstermiş ve Mısır, Libya ve Suriye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke sosyalist ideolojiyi ve uygulamalarını benimsemiştir. Yukarıda özetlenen dört maddenin ikincisi hariç hepsi halk ile yönetici sınıf arasındaki bağları güçlendirerek rejimlerin meşruiyetini arttırırken, genişletilmiş güvenlik paradigması zamanla toplumsal özgürlükleri bastırarak sadece itaat eden halk kitleleri oluşmasını sağlamıştır. Bir başka ifadeyle Arap toplumları yaşamsal ihtiyaçları devlet tarafından karşılanarak tebaalaştırılmıştır. Tüm komünist geçmişe sahip ülkelerde olduğu gibi Arap Baharı’nı tecrübe eden ülkelerde de her ne kadar halkın, asgari yaşamsal ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmasından ötürü tatmin olması beklense de sistemin yapısı gereği gelişime ve değişime kapalı olması nedeniyle başta Libya, Mısır ve Suriye örnekleri olmak üzere ekonomik sistem yıllar içerisinde kendini yenileyememiş ve liberal kapitalist dalgaya karşı koyamamıştır.

Bu yolla ekonomik açıdan halk yanlısı görünen rejimler ilerleyen süreçlerde korku imparatorluğuna dönüşerek içsel meşruiyetlerini arttırma yoluna gitmişlerdir. Bu rejimlerin dışsal meşruiyetlerini ortadan kaldıran olay ise 11 Eylül 2001 saldırıları olmuştur. 

Bu tarihten sonra ABD’nin Ortadoğu politikası salt jeostratejik çıkarların ötesinde ideolojik kaygılarla şekillenmeye başlamıştır. Ortadoğu’daki otokratik rejimlerin liberal rejimlere dönüştürülmesini hedefleyen proje kısa ve orta vadede bölge ülkelerinin de en büyük korkusu olan İslamcıları iktidara taşıma riskini beraberinde getirmiştir. (Altunışık, 2013) Bu durumun sebep olması mümkün en büyük risk ise Arap Baharı’nın bir demokratikleşme hareketi olamayıp sadece otokratik iktidarları teokratik iktidarla dönüştüren siyasal bir hareket olma tehlikesidir.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


5 Ekim 2021 Salı

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK? BÖLÜM 2

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK?  BÖLÜM 2



Arap Baharı, Ortadoğu Çalışm  aları, politik kültür, asker-sivil ilişkileri, rantçı devlet modeli, neoliberalleşme, 

Prof. Dr. Mehmet Kaytaz , Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Doç. Dr. Ödül Celep , Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp , Yrd. Doç. Dr. Sinan Birdal , Yrd. Doç. Dr. Özlem ,Kayhan Pusane ,Yeni Ortadoğu, Toplum, Siyaset ve Ekonomi, 


3. Baskı Mekanizmalarının Sarsılmazlığı: 

Ortadoğu’da Asker-Sivil İlişkileri Ortadoğu otoriterliğini ele alan karşılaştırmalı siyaset çalışmaları içerisinde ağırlığını koruyan teorilerden biri ordu-sivil ilişiklerine dairdi. Otoriterliğin sarsılmazlığı eserinde Bellin bu konudaki en kapsamlı teorik yaklaşımlardan birini ortaya atmış ve bölgede hüküm süren liderlerin arkalarındaki ordu desteğinin belirleyici rolüne işaret etmiştir. 

   Bellin’e göre, Ortadoğu otoriterliğini açıklayan ve bu anlamda bölgeyi başka bölgelerden ayıran faktörler sıklıkla iddia edilenin argümanların aksine, kültür veya ekonomik az gelişmişlik değildir. Bu, Ortadoğu kültürlerinin otoriter olduğu tezini reddetmek anlamında değildir. Fakat yukarıda belirtildiği gibi, otoriter kültürlerin çeşitli dönemlerde hüküm sürdüğü birçok toplumda bir noktada demokratikleşme hareketi gerçekleşmiştir. Ekonomik az gelişmişlik argümanında da aynı durum söz konusudur.

Ortadoğu gerçekten de az gelişmiş bir bölgedir fakat başka az gelişmiş bölgelerde demokratikleşme olabilmiştir. O halde belirleyici olan az gelişmişlik de olamaz. Nitekim ekonomik gelişme ve demokratikleşme arasındaki ilişkiye dair iddialar yakın zamanda çürütülmüş, ekonomik gelişmenin demokrasilerin sürekliliğini sağlamaya katkıda bulunmakla birlikte otoriterlikten demokrasiye geçişte belirleyici bir rolü bulunmadığı kanıtlanmıştır (Przeworski vd., 2000). 

O halde, Ortadoğu’yu diğer bölgelerden ayıran ve otoriterliğin bu derece istikrarlı bir biçimde devamını sağlayan başka bir sebep olmalıdır.

      Bellin’e göre bu fark, bölge ülkelerinde mevcut bulunan baskı mekanizmalarında yatmaktadır.

Ortadoğu’da demokratikleşme olamamasının sebebi baskı mekanizmalarının aşırı güçlü olmasından gelmektedir.

Bu gücü sağlayan da askeri güçlerle liderler arasındaki ilişki yapısında yatmaktadır. 

Ortadoğu’da demokratikleşme şansı düşüktür, çünkü burada hüküm süren otoriter liderlerin arkasında askeri destekleri vardır ve bu şartlar altında onları devirmek çok güçtür. Bir başka deyişle, demokrasinin gerçekleşmemesinde talebe değil arza odaklanılmalıdır. Demokrasi talep edildiğinde, insanlar mobilize olup sokaklara döküldüğünde sürecin devamını bir tek soru belirler: ordu lidere destek olacak ve bu amaçla gerekirse kendi halkına silahlı müdahalede   bulunacak mı? Cevap “evet” ise halkın yapabileceği pek bir şey yoktur. O yüzden iş ordunun seçimlerinde biter ve Ortadoğu’yu ayırt eden ordunun bu tür durumlarda sıklıkla lidere destek vermeyi seçmesidir. O halde anlamamız gereken bu durumun sebepleridir.

Bir askerin kendi halkına ateş etmesi, görev tanımıyla ağır bir çelişki yaratır ve bu sebeple -teorik olarak- hiçbir asker tarafından istenmez. O halde Ortadoğu’da askerler neden kendilerini sıklıkla bu istenmeyen durumda bulmaktadır? Bellin bunu ordunun kurumsallaşamamış olmasıyla açıklar. Kurumsallaşmanın tanımı,yönetimde keyfiyet değil kuralların belirleyici olması, bu kuralların devamlı, bilinir ve tahmin edilebilir olması, yükselme ve ast-üst ilişkilerinin yeteneğe dayalı olması ve kurumsal bağımsızlık özelliklerini içerir. Ortadoğu’da gözlemlenen, yönetimin keyfi, atamaların ve yükselmenin siyasi liderle şahsi yakınlık sayesinde gerçekleştiği ve kurumun bağımsızlığı olmayıp siyasi liderin kontrolü altında bulunmasıdır. Bir başka deyişle ordu halkın ordusu değil siyasi liderin ordusu gibidir ve halk tarafında da öyle algılanır. Bu durumda bir halk isyanı söz konusu olup ordu komutanları siyasi liderden halka ateşe etme emri aldığında, bu komutanların görev tanımlarıyla çelişmek pahasına halka ateş etme ihtimali artacaktır. Çünkü bu askerler bilir ki bir siyasi devrim veya değişim olup siyasi lider devrildiği takdirde kendilerinin pozisyonları da tehlikeye girecektir. Halk onları milletin askerleri değil liderin askerleri olarak algılamaktadır ve liderden kurtulunca onlardan da kurtulacaktır. Bunu göze alamayan asker halkına ateş edecektir ve bir ordu halka ateş etmeye başlarsa halk hareketinin devamı imkansız gibidir. Sivil bir halkın bir orduya karşı gelebilmesi çok zor olacağından bu noktada isyan biter. Bellin der ki, işte bunu bildiği için Ortadoğu halkları kolay kolay isyan etmez, ederse de bunun başarıya ulaşma şansı çok düşüktür.

Ne var ki Arap Baharı olarak tanımladığımız 2011 sonrası dönemde bölgede halkların birer birer ayaklanması ve Tunus ve Mısır gibi ülkelerde ordu komutanlarının isyanlara müdahale etmemek suretiyle liderlerin devrilmesine izin vermesi, diğer taraftan Suriye örneğindeki gibi askerlerin halka ateş açmasına rağmen isyanların durmaksızın devam etmesi bu konudaki mevcut teorileri tekrar düşünmeyi gerekli kıldı.

Ortadoğu’da otoriterliğin sarsılmazlığının sebebinin orduda kurumsallaşma eksikliği ve şahsi, siyasi lider kontrolünde ordu yapılaşmaları olduğu tezi eksik veya hatalı mıydı?

Bellin ve Gause gibi karşılaştırmalı siyasetçiler Arap Baharı sürecinde yaşananlara bakıldığında tam tersine ordu desteğinin otoriterliğin devamı  konusunda belirleyici olduğu tezinin ispat edilmiş olduğunu, fakat Arap Baharı’nı tahmin edememiş olmanın, bölgedeki tüm ordu-sivil ilişkilerinin aynı kefeye konmuş olması hatasından ileri geldiğini söylerler. Yani, Tunus ve Mısır’da daha kurumsallaşmış ordular bulunması ve bu orduların sorumluluklarını  siyasi otoriteye değil halklarına bağlılıkla tanımlaması, bu ülkelerde direniş başladığında ordunun direnişten yana tavır almasına sebep olmuştur. 

    Oysa ki Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde ordu-siyaset ilişkilerinin çok daha şahsi biçimde yapılanmış olması farklı sonuçlar doğurmuştur. Beşir Esad’ın halkın çoğunluğu Sünni olmasına rağmen askeri elitleri kendisi gibi Alevilerden seçmesi, Bahreyn’de ise tam tersi, halk çoğunluğunun Şii olmasına rağmen, üst rütbeli askerlerin liderin kendisi gibi Sünnilerden seçilmesi, bu ülkelerde halkın orduyu kendine değil lidere yakın görmesine sebep olmuştur. 

Gerçekten de rütbesini ve kariyer imkanlarını liderle kurduğu dini, etnik, veya ailevi bağlara bağlı gören bir askerin önceliği bu siyasi ortamın devamını sağlamak olacaktır. Zira, bir siyasi değişim durumunda kariyerlerini ve hatta hayatlarını kaybedeceklerini bilmektedirler. Nitekim Suriye ve Bahreyn’de halka ateş etmesi emredilen askerler, görev tanımlarına tamamen ters de olsa bu emre uymuşlardır. Libya ve Yemen’de Muammer Kaddafi’nin ve Ali Abdullah Salih’in ailelerinden gelen askerler onlara bağlı kalırken, diğerleri muhalefete katılmış ve neticede her iki ülkede de lider devrilmiştir. Tunus ve Mısır’da ise rütbelerini yetenekleri sayesinde edinmiş, köklü kurumsal geçmişlere sahip orduların mensubu bulunan generaller, kendilerini siyaset üstü görmüş, kendilerine verilen ateş emrine uymamış, direniş başladıktan kısa süre sonra mevcut siyasi liderlere (Tunus’ta Ben Ali ve Mısır’da Mübarek) destek vermeyeceklerini açıklamış, bu açıklamalar da kısa süre içinde söz konusu liderlerin devrilmelerini beraberinde getirmiştir.

Özetle, otoriterliğin devamında belirleyici olan, otoriter liderlerin bir direniş söz konusu olduğunda güvenebilecekleri askeri desteğe sahip olup olmadıklarıdır. Ortadoğu’da bu destek genellikle mevcuttur çünkü asker-sivil ilişkileri genellikle kurumsal değil şahsi bağlara dayanır. Ne var ki tüm Ortadoğu ordularını aynı kefeye koymanın yanlış olduğu görülmüştür. Görece olarak daha kurumsal ordular vardır ve bu farklar bir direniş vücuda geldiğinde söz konusu ülkelerin kaderini değiştirecek kadar mühimdir.

4. Rantçı Ekonomi, Ahbap-Çavuş Kapitalizmi, ve Ortadoğu’da Ekonomi-Siyaset İlişkileri

Arap Baharı ekonomi-siyaset ilişkilerine dair mevcut varsayımlarımızı da gözden geçirme gereği doğurmuştur. Bugün Ortadoğu’da iki tür ekonomik model söz konusudur. Birisi, devletlerin gelirini büyük ölçüde petrol ihracatından sağladığı rantçı modeldir. Diğeri ise petrol geliri bulunmayıp uzun müddet devlet eliyle üretim yaparak kalkınma çabası göstermiş fakat son dönemlerde globalleşme süreçlerinin yarattığı baskılar sonucu uygulanmaya başlayan ekonomik reformlarla devlet müdahalesinin azaldığı veya şekil değiştirdiği neo liberalleşme modelidir.

Arap Baharı sonrasında rantçı devlet teorisini gözden geçirdiğimizde, bu süreçten güncelliğini büyük ölçüde koruyarak çıktığını söylemek mümkündür. Kısaca özetleyecek olursak, rantçı devlet teorisi ülke gelirlerinin çoğunun değerli doğal zenginliklerden edinildiği, üretimin ve dolaysıyla halkın katkısının ülke gelirinde rolünün az olduğu ekonomik yapıdır (Beblawi ve Luciani, 1987). Otoriter siyasi yapılara sahip ülkelerde keşfedilen doğal kaynaklar, bu kaynakların kullanımının, satışının, ve gelirlerinin dağıtımına dair kararların siyasi liderlerde toplanmasına ve bundan doğan gücün bu liderlerin sahip oldukları pozisyonları koruyabilmeleri ne yol açmaktadır (Ross, 2001). Temel ekonomik etkinliğin üretim olduğu ve hazine gelirlerinin vergilerden geldiği toplumlarda halk ödediği vergiler karşılığı siyasi haklar talep etmek suretiyle demokratikleşme için itici güç oluştururken rantçı sistemlerde bu dinamik bulunmamaktadır. 

Üretim yapılmamakta, halk vergi ödememekte, devlet harcamaları rant gelirleriyle sağlandığı için, demokrasinin bel kemiğini oluşturan  vergi-karşılığı-temsil hakkı (taxation for representation) pazarlığı gerçekleşememektedir (Ross).

Vergi ödemeksizin elde edilen hizmetler (sübvansiyonlar, bedava sağlık hizmetleri, yüklü memur maaşları vb.) Demokratik talepler için bedel ödemek istemeyen bireylerin direnişe katılımını azaltmaktadır. Buna ek olarak, rant gelirleri sayesinde polis, istihbarat, ve silahlanmaya daha fazla harcama yapma imkanı bulan yönetimler direnişin maliyetini artırmaktadır. Bu sebeple Ortadoğu çalışanları, “petro-devletler” olarak da tanımlanan Suudi

Arabistan, Cezayir, Katar, Kuveyt, Libya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde demokratik direniş ve değişim şansını öteden beri düşük görmüşlerdir. Nitekim Arap Baharı sürecine baktığımızda bu devletlerden sadece Libya’da ciddi bir direniş gerçekleşmiştir. Suudi Arabistan, Cezayir, Irak, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise Arap Baharı’nın fazla bir etkisi olmamıştır ve bu durum rantçı devlet teorisini bir kez daha ispatlar görünmektedir. Tunus direnişinin patlak vermesini takip eden Şubat ve Mart aylarında Suudi Arabistan kralının 100 milyar dolarlık bir harcama paketini onaylaması tam da bu tür politikalara örnek teşkil eder niteliktedir.

Peki ama bu durumda Libya örneğinin yarattığı istisnai durum nasıl açıklanabilir? Libya örneğinde göze çarpan petrol rantının, muadil petro devletlerdeki uygulamalardan farklı olarak, popülist veya askeri-istihbari harcamalara değil, Kaddafi’nin gücünü ispata yönelik fakat halk tarafından pek itibar edilmeyen, literatürde zaman zaman “pet projeler” olarak tabir edilen mecralara akıtıldığı, bunun ise otoriterliğin devamı açısından “isabetli” olmamış olduğudur. Üstelik bu projelerin çoğu kez tamamlanamayıp yarım kalması halkta petrol gelirlerinin israf edildiği duygusuna ve ekonomik sıkıntılarından dolayı yönetimi sorumlu görmelerine yol açmıştır. İnsan yapımı nehirler, gösterişli futbol stadyumları, başlanıp yarım bırakılmış ya da yapımı fazla uzamış iddialı inşaat projelerine harcanan petrol gelirleri, ekonomik sıkıntılar yaşayan halkta öfke ve isyan uyandırmıştır. Nitekim isyanın öncelikli olarak mobilize olduğu Bingazi’de yönetim ele geçirildikten sonra bu tür inşaat alanlarının direnişçi grupların hedefi haline gelmesi, yer yer yıkılıp grafitilerle kaplanmış olmaları anlamlıdır. O halde diyebiliriz ki, petrol rantı eğer patronaj ve baskı mekanizmalarını güçlendirecek biçimde harcanırsa, gerçekten de otoriter liderlerin elini sağlamlaştırabilir ve bu anlamda Ross’un bahsettiği “petrol laneti” gerçekleşir. Fakat “doğru” harcanmadığında rant geliri, bu geliri elinde tutup yöneten liderleri sorumlu hale getirebilmekte ve bu gelirden payını alamadığını düşünen halklarda isyan duygusuna katkıda bulunabilmekte ve rejim-sarsıcı etkiler yaratabilmektedir.

     Petrol üretmeyen Mısır, Ürdün, Fas, Tunus gibi Ortadoğu ülkelerindeki ekonomi-siyaset ilişkilerine baktığımızda ise Arap Baharı’ndan alınacak daha da önemli dersler olduğu görülmektedir. Bu ülkelerde bir süredir hem globalleşmenin yarattığı baskı, hem ekonomik yardım yapan ülkelerin talepleri doğrultusunda çeşitli ekonomik reformlar yoluyla bir neo liberalleşme sürecine girilmiştir. Bu çerçevede kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi, yabancı yatırımların özendirilmeye çalışılması, sübvansiyonların kesilmesi, serbest girişimcilere teşvikler dağıtılması gibi politikalar izleniyordu. Bu politikaların bazı kazananları ve kaybedenleri oldu. Dar gelirli kesimler üzerinde özellikle sübvansiyonların kesilmesinden ötürü ekonomik sıkıntılar arttı. Öte yandan, reformlar bir yandan da kapitalist kalkınma hedeflerine katkıda bulundu ve yeni bir zengin sınıfı yarattı.

Özellikle yönetimle iyi ilişkileri bulunan yerli girişimciler-ki bunlara sıklıkla siyasilerin aile üyeleri de dahil oluyordu- özelleştirme ve teşvik dağıtımı süreçlerinde avantajlı muamele görmek suretiyle ölçüsüz karlar elde ettiler.

Bu neo liberalleşme süreçlerinin olası siyasi sonuçları ile ilgili iki farklı görüş ortaya atılıyordu. Bir grup Ortadoğu uzmanına göre bu ekonomik reformlarla sağlanacak kalkınma bu ülkelerdeki lidere avantaj sağlayacak ve başında bulundukları rejimlerin devamlılığına katkıda bulunacaktı (Gause, 2011). Ekonomik kalkınma liderlerin ve iktidar partilerinin geniş halk kitleleri nezdinde popülaritesini artırırken, ahbap-çavuş kapitalizmi de özel sektörün sadakatini sağlayacak, siyasi değişim büsbütün zorlaşacaktı 

(Richards, 2004; Kienle, 2001; King, 2003). 

Bu görüşleri öne sürenler zaman zaman Türkiye örneğini de referans göstermekteydiler. Nitekim Türkiye’de AK Parti’nin 2002’den beri tüm seçimlerden başarıyla çıkması, ekonomik kalkınmanın bir iktidar partisini nasıl güçlendirebildiğine ispat teşkil etmekteydi (Gause).

   Öte yandan, Batılı siyasi çevreler ekonomik reformların siyasi reformları getireceğini iddia ediyordu.

Bu modernleşme çalışmalarında sıklıkla öne sürülen bir görüştür (Ruschemeyer vd., 1992). Batı modernleşmesi siyasi ve ekonomik liberalleşmenin birbirini olumlu etkilediğini göstermiştir ve bunun başka ülkelerde de böyle olması mümkündür. Ekonomik kalkınma orta sınıfı güçlendirecek, eğitim ve uluslararası bağlantıları artan orta sınıfta hem demokratik bilinç ve talep artacak hem de ekonomik gücü sayesinde bu sınıf yöneticileri demokratikleşmeye zorlayabilecektir. Bir başka deyişle, demokratik bilince sahip ve vergi veren orta sınıf yaptığı ekonomik katkı karşılığında siyasi hak talep edecek, ekonomik gücü ile siyasileri pazarlık masasına iterek siyasi gücün paylaşımına ikna edecektir. Bu demokratikleşme teorisini benimseyen yaklaşımlar, Orta doğu’daki ekonomik reformların demokratikleşmeyi teşvik etmesini beklemişlerdir.

   Arap Baharı, yukarıda özetlenen rakip teorilerin geçerliliklerinin test edilmesi için uygun bir zemin yarattı. Görüldü ki, Tunus ve Mısır gibi, ekonomik reformları en sıkı uygulayan ülkelerde bu reformlar ters tepti ve rejim sarsıcı etkileri oldu. Hükümet kontrolünde ve hükümet çıkarları gözetilmeye çalışılarak gerçekleşen neo liberalleşme, hükümete istikrar sağlamadı. Fakirleşen kesimler hükümete isyan ederken, hükümetin özel sektör ortakları da hükümete beklenen desteği sağlayamadı. Kimileri isyanlar başlar başlamaz yurt dışına kaçtı, kimileri etkisiz kaldı. Kimileri ise direnişin yanında yer aldı. Belki siyasi özgürlükler ekonomik çıkarlarına ağır bastığından, belki de direnişin galip geleceğini tahmin ederek yenen tarafta bulunma arzusuyla taraf değiştirdiler.

Sonuç itibarıyla, görüldü ki Ortadoğu’da sıklıkla görmeye başladığımız ahbap-çavuş kapitalizmi her zaman otoriter yönetimleri güçlendirmemektedir. Rüşvete ve yolsuzluğa duyulan öfke, özellikle ekonomik sıkıntılar yaşayan halklarda isyan duygusuna ve direnişe katkı sağlayabilmektedir.

5. Sonuç

Arap Baharı karşılaştırmalı siyaset ve Ortadoğu çalışmaları üzerinde sarsıcı bir etki yapmış, mevcut varsayımları çürütmüş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. Bunların başında özcü-kültürcü yaklaşımlara vurulan darbe gelmektedir. Özellikle direnişin en kanlı yaşandığı Suriye ve Bahreyn gibi ülkeler, sadece Ortadoğu’da direniş kültürünün eksikliğine dair iddiaları çürütmemiş, karşılaştırmalı sosyal hareketler çalışmalarının mevcut varsayımlarını da sarsmıştır. Rasyonelliği vurgulayan tezlere karşı, empati ve öfori duygusunun yaratabileceği etki ortaya çıkmıştır. Arap Baharı’ndan öğrendiğimiz ikinci ders, ordu-sivil ilişkilerine dairdir. Tunus ve Mısır örneklerinde gördüğümüz ordu davranışı bu konunun uzmanlarını dahi    şaşırtmış, ve bu çerçevede Ortadoğu’daki ordu yapılanmaları arasındaki farkları daha iyi anlama gereğini ortaya koymuştur. Direniş ve protesto anlarında askerlerin vereceği kararların önemi ve bu kararların tahmin edilebilmesini sağlayabilecek teorik çalışmalara duyulan ihtiyaç görülmüştür. 

Nihayet, Arap Baharı, Ortadoğu’da ekonomi-siyaset ilişkilerine dair önemli kanıtlar sunmuştur. Paranın siyasi sadakat sağlayabildiği tezi, petrol zengini ülkelerde isyanın zayıf kalması gerçeğiyle bir kez daha ispatlanmış, öte yandan iyi yönetilemeyen neo liberalleşme süreçlerinde ortaya çıkan fakirleşme ve derinleşen zengin-fakir ayrımları rejimleri sarsmıştır. Tüm bu gelişmeler, sadece Ortadoğu çalışmaları için değil, karşılaştırmalı siyaset çalışmaları için de mühim ampirik kanıtlar içermektedir ve gelecek çalışmalarda dikkatle analiz edilmelidir.

Kaynakça

Beblawi Hazem and Giacomo Luciani (eds.). 1987. The Rentier State in the Arab World. London: Croom Helm.

Beissinger, Mark. 2007. “Structure and Example in Modular Political Phenomena: The Diffusion of the

Bulldozer/Rose/Orange/Tulip Revolutions,” Perspectives on Politics 5:2, 271.

Bellin, Eva. 2012. “Reconsidering The Robustness of Authoritarianism in the Middle East: Lessons from the Arab Spring.”

Comparative Politics 44 (2), 127-149.

_______ 2004. “The Robustness of Authoritarianism in the Middle East.” Comparative Politics 36 (2): 139-157.

Fish, Steven. 2002. “Islam and Authoritarianism.” World Politics 55 (1): 4-37.

Francisco, Ronald. 1995. “The Relationship Between Coercion and Protest,” Journal of Conflict Resolution 39, 263–82.

Gause, Gregory. 2011. “Why Middle East Studies Missed the Arab Spring: The Myth of Authoritarian Stability.” Foreign Affairs July/August.

Huntington, Samuel. 1996. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. London: Simon & Shuster.

Kedourie, Elie. 1994. Democracy and Arab Political Culture (London: Frank Cass, 1994);

Kienle, Eberhard. 2001. A Grand Delusion: Democracy and Economic Reform in Egypt. London: IB Tauris.

King, Stephen. 2003. Liberalization against Democracy. Bloomington: Indiana University Press.

Przeworski, Adam, Michael E. Alvarez, José Antonio Cheibub, and Fernando Limongi (eds). 2000. Democracy and

Development. Cambridge: Cambridge University Press.

Richards, Alan. 2004. “Economic Reform in the Middle East: The Challenge to Governance,” in Nora Bensahel and Daniel

Byman, eds., The Future Security Environment in the Middle East. Santa Monica, CA: RAND, pp. 57–128.

Ross, Michael. 2001. “Does Oil Hinder Democracy?” World Politics 53 (3): 325-361.

Rueschemeyer, Dietrich, John Stephens, and Evelyne Stepehens. 1992. Capitalist Development and Democracy. Chicago: University of Chicago.

Lichbach, Mark. 1987. “Deterrence or Escalation?” Journal of Conflict Resolution 31, 266–97.

Muller, Edward and Erich Weede. 1990. "Cross-National Variation in Political Violence: A Rational Action Approach."

Journal of Conflict Resolution 34: 4 (1990): 624-651.


***


ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK? BÖLÜM 1

ARAP BAHARINDAN NE ÖĞRENDİK?  BÖLÜM 1



Arap Baharı, Ortadoğu Çalışmaları, politik kültür, asker-sivil ilişkileri, rantçı devlet modeli, neoliberalleşme, 

Prof. Dr. Mehmet Kaytaz , Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat, Doç. Dr. Ödül Celep , Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp , Yrd. Doç. Dr. Sinan Birdal , Yrd. Doç. Dr. Özlem ,Kayhan Pusane ,Yeni Ortadoğu, Toplum, Siyaset ve Ekonomi, 

Yrd. Doç. Dr. Seda Demiralp 

Işık Üniversitesi, seda.demiralp@isikun.edu.tr 

YENİ ORTADOĞU: TOPLUM, SİYASET VE EKONOMİ KONFERANSI 

Yeni Ortadoğu: Toplum, Siyaset ve Ekonomi Ortadoğu asırlar boyu uluslararası siyasetin merkezinde yer almış, araştırmacı ve siyaset yapıcıların ilgi odağı olmuştur. 

Bu ilgiye rağmen, 2010 yılında başlayan ve ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve bu çerçevede yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümler siyasetçiler ve sosyal bilimciler tarafından öngörülememiş ve mevcut varsayımları derinden sarsmıştır. 

Bir yandan demokratikleşme hareketleri ve ekonomik bir dönüşüm yaşayan bölge, diğer yandan iç çatışmaların, darbelerin ve vekalet savaşlarının merkezi haline gelmiş, ve tüm bu gelişmeler yeni yaklaşımları ve analizleri gerekli kılmıştır. 

Bu çerçevede Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Arap Baharı’yla başlayan süreçte bölgede gözlemlenen yeni toplumsal, ekonomik, iç ve dış siyasal dinamikleri akademik alanda tartışmaya açmak amacıyla ‘Yeni Ortadoğu’ başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferans çerçevesinde 24-25 Mart 2016 tarihlerinde Maslak Kampüsü’nde bizzat sunulan ve tam metin olarak bize iletilen bildirilerden bu kitabı oluşturduk. 

Konferansa emeği geçen herkese teşekkür eder, konferans ve Bildiri Kitabı’nın Ortadoğu çalışmalarına katkı yapmasını dilerim. 

Düzenleme Kurulu adına, 

Prof. Dr. Rabia Karakaya Polat 

Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı 

FMV Işık Üniversitesi 

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 

ISBN 978-605-66181-1-6 (e-Kitap) 

FMV Işık Üniversitesi Yayınları 

FMV Işık Araştırma ve Danışmanlık Tic. A.Ş. 

Adres: FMV Işık Üniversitesi, Maslak Kampüsü, Büyükdere Cad. No: 2/220 

Maslak/Sarıyer/İSTANBUL Telefon: +90 (216) 528 70 50 Sertifika No: 33007 


ÖZET 

Kısaca Arap Baharı diye tanımladığımız, 2010 sonrası Arap ülkelerinde ardı ardına ortaya çıkan ve birçok ülkede mühim siyasi sonuçlar doğuran zincirleme isyan dalgası, Ortadoğu çalışmaları alanında da sarsıcı bir etki yaratmıştır. 

Arap Baharı’nın ne akademisyen, ne siyasi çevrelerce öngörülebilmiş olması, mevcut teorilerin ve varsayımların sınırlarını göstermiş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. 

Sonuç itibarıyla Arap Baharı sonrası Ortadoğu çalışmalarının bir özeleştiri ve yenilenmeye gitmesi şart olmuştur. 

Bu çalışma da bu amaca hizmet etmek üzere kaleme alınmış ve Arap Baharı’ndan edinilmesi gereken teorik dersleri özetlemeyi hedef almıştır. 

   Bu çerçevede, Ortadoğu çalışmalarında son yıllara kadar gücünü korumuş üç teorik yaklaşım ele alınacak ve Arap Baharı sonrası edinilen perspektiften tekrar değerlendirilecektir. Daha spesifik olarak belirtmek gerekirse, Ortadoğu toplumlarında otoriterliğe itiraz ve direniş motivasyonunun ve becerisinin eksikliği, baskı mekanizmalarının sarsılmaz gücü, ve rantçı ekonomik yapılarla ekonomik globalleşmenin siyasi istikrara katkılarına dair varsayımlar gözden geçirilecektir.

1. Giriş

Kısaca Arap Baharı diye tanımladığımız, 2010 sonrası Arap ülkelerinde ardı ardına ortaya çıkan ve birçok ülkede mühim siyasi sonuçlar doğuran zincirleme isyan dalgası, Ortadoğu çalışmaları alanında da sarsıcı bir etki yaratmıştır. Arap Baharı’nın ne akademisyen, ne siyasi çevrelerce öngörülebilmiş olması, mevcutteorilerin ve varsayımların sınırlarını göstermiş, yeni teorik yaklaşımların önünü açmıştır. 

Sonuç itibarıyla Arap Baharı sonrası Ortadoğu çalışmalarının bir özeleştiri ve yenilenmeye gitmesi şart olmuştur. Bu çalışma da bu amaca hizmet etmek üzere kaleme alınmış ve Arap Baharı’ndan edinilmesi gereken teorik dersleri özetlemeyi hedef almıştır. Bu çerçevede, Ortadoğu çalışmalarında son yıllara kadar gücünü korumuş üç teorik yaklaşım ele alınacak ve Arap Baharı sonrası edinilen perspektiften tekrar değerlendirilecektir. Daha spesifik olarak belirtmekgerekirse, Ortadoğu toplumlarında otoriterliğe itiraz ve direniş motivasyonunun ve becerisinin eksikliği, baskı mekanizmalarının sarsılmaz gücü, ve rantçı ekonomik yapılarla ekonomik globalleşmenin siyasi istikrara katkılarına dair varsayımlar gözden geçirilecektir.

  Çalışmanın ilk bölümü kültürcü yaklaşımları ele alacaktır. Bu yaklaşımın temel iddiası Ortadoğu kültürlerinin otoriteye isyanı caydırıcı nitelikte olduğu, bu sebeple bölgede direniş gerçekleşmediği ve bu sayede bölgede otoriter rejimlerin devam edebildiği yaklaşımıdır. Burada vurgulanacağı gibi, popülerleştiği 1990 sonlarından beri eleştirilmekle birlikte aksi kanıt yetersizliğinden etkisini sürdürebilmiş bu özcü varsayımlar, Arap Baharı’ndan sonra savunulması büsbütün sorunlu bir hal almıştır. İkinci olarak ordu- siyaset ilişkileriyle ilgili varsayımlar gözden geçirilecektir. Geçmiş çalışmalar Ortadoğu ülkelerinde, orduları siyasi otoritelerin özel emrinde hareket eden birliklermiş gibi tasvir etmiş ve bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin sarsılmazlığını bu durumla açıklamışlardır. 

   Oysa ki Mısır ve Tunus’ta ordunun siyasi otoriteye arka çıkmaması, Libya ve Yemen’de kısmen destek vermesi, ve Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde desteğini büyük ölçüde sürdürmesi gibi farklılıklar, bölgede birbirinden ayrı ordu tipleri ve ordu-devlet ilişkileri olduğunu göstermekte, ve bu önemli farkları ortaya dökecek yeni çalışmaları gerekli kılmaktadır. Nihayet son bölümde, Arap Baharı sonrası edinilen perspektifle ekonomi-siyaset ilişkilerine dair dominant teoriler ele alınacak ve çıkarılması gereken derslere işaret edilecektir. Görülen odur ki, petrol rantlarına sahip otoriter ülkelerde isyan ve değişim imkanlarının  güçlüğünü vurgulayan rantçı devlet teorisi geçerliliğini büyük ölçüde korurken, neoliberal politikalar bazı beklentilerin aksine isyanı artırmıştır.

2. Politik Kültür: 

Otoriterlikve Direniş Ortadoğu’nun dünyanın başka bölgelerine nazaran demokratikleşmeye daha fazla direnmesi gerçeği birçok Ortadoğu çalışanı tarafından kültürel sebeplerle açıklandı. Bunlara göre, Ortadoğu’da demokratikleşme olamadı çünkü yeterince talep yoktu. 

Bunun sebebi Ortadoğu kültürlerinde tolerans, barışçıllık, bireycilik gibi demokrasinin yapı taşları olarak düşünülen değerlerin fazla yer bulmadığıydı (Kramer 1993, Kedourie 1994, Fish 2002). 

Bu görüşlere göre, bireyden çok çoğunluğun tercihlerine, güçlü liderliğe, üst akıllara önem veren Ortadoğu’da otoriter siyasi yapıların devamı şaşırtıcı değildi. 

Bu kültürcü yaklaşımlara göre söz konusu eğilimlerin altında yatan en kuvvetli sebeplerden biri de İslam dini idi. Huntington (1996) gibi muhafazakarsiyaset bilimciler tarafından en provokatif şekilde savunulan bu tür özcü yaklaşımlar elbette ağır eleştirilere de maruz kaldılar. 

Bu eleştiriler özetle şu görüşleri dile getiriyordu. Tüm kültürcü argümanlar biraz “entelektüel tembellik” içeriyor, ve başka şekilde açıklanamayan tüm “artık “ (residual) soruları “kültür” değişkeniyle açıklama kolaycılığına kaçıyoruz. Bu tür kültürcü yaklaşımlar en çok da Ortadoğu çalışmalarında öne çıkıyor, buda Batılı araştırmacıların ön yargıları ve bölge dinamiklerini anlama konusundaki eksikliklerinden kaynaklanıyordu. 

Bu şartlar altında Ortadoğu’ya dair tüm farklılıklar (otoriterlik, ataerkillik, ekonomik geri kalmışlık vb.), bir başka farklılıkla, yani “İslam” dini ve ona eşlik eden kültürel karakteristiklerle açıklanmaya çalışılıyordu. Oysa kültür-siyaset ilişkisi analiz edilmesi en zor ilişkilerden biri olduğundan çok daha dikkatliincelenmeli, ve hatta yanıltıcı siyasi sonuçlara ulaşarak çeşitli ön önyargıları besleme riskinden ötürü tamamen uzak durulmalıydı.

   Bazı Ortadoğu çalışanları ise Ortadoğu kültürlerinde otoriter eğilimlerin olduğu görüşüne karşı çıkmamakla birlikte, bu eğilimlerin başka toplumlarda da görüldüğünü, fakat bu toplumların bir noktada demokratikleşmeyi başardığını hatırlatarak, kültürün demokratikleşmeyi engellemeyeceğini savundular. 

   Bu sebeple, Ortadoğu’da demokratik taleplerin olmadığı ve demokratikleşmenin bu yüzden gerçekleşmediği tezi savunulamazdı. Ne var ki tüm bu eleştiriler, Ortadoğu’da gerçekten de organize bir direniş ve siyasi değişim hareketi gözlemlenemediğinden zayıf kalıyor, ampirik kanıt eksikliğinde kültürcü teorileri çürütmek zor oluyordu. Bölgede organize direniş sadece İslami gruplar arasında gözlemleniyor, bu grupların ise demokratik sicilleri sağlam görülmediğinden, varlıkları demokratikleşme sinyali olarak yorumlanamıyordu. Bu sebeple, kültür ve İslami kimliğin belirleyiciliği ile ilgili argümanlar teorik olarak ağır eleştirilere maruz kalmış olmak ve popülerliklerini görece yitirmiş olmakla birlikte literatürde varlıklarını sürdürdüler.

   Ne var ki bu durum, Arap Baharı süreci ile birlikte değişmek durumunda kaldı. Birbiri ardına patlak veren, üstelik de aynı anda İslamcı, sol, liberal, feminist, ve diğer ideolojik kesimler tarafından sahiplenilen, birçok grubu bir araya getiren, ve herkes için siyasi açılım talep eden organize direniş hareketleri Ortadoğu’nun yakın siyasi tarihine damgasını vurdu. Bu gelişmeler Ortadoğu’da direniş beklemeyen yahut sadece İslamcı direnişleri olası gören kültürcü varsayımları kökünden sarsarak bölge halkının demokratik taleplerinin ve direniş becerisinin muadillerinden hiç de geri kalmadığını gösterdiler. Hatta, Suriye ve Bahreyn örnekleri dünya direniş literatüründe dahi eşine az rastlanan örnekler teşkil ettiler çünkü bu ülkelerde direniş ağır mililer saldırılara rağmen devam etti. Bu karşılaştırmalı sosyal hareketler çalışanları için şaşırtıcı bir durumdu, çünkü mevcut direniş çalışmaları bir yere kadar şiddetin (örneğin polis şiddetinin) isyanları tahrik etmesiyle birlikte ağır silahlar devreye girdiğinde, yani bir ülkenin askeri birlikleri halka karşı saldırı başlattığında direnişçilerin geri çekileceklerini ön görür (Mülkler ve Weede, 1990; Lichbach, 1987; Fransisco, 1995). 

   Ne de olsa insan rasyonel bir varlıktır ve davranışlarının maliyeti olası faydalarına göre ciddi şekilde ağır bastığında davranışına son verecektir. 

Oysa ki Suriye ve Bahreynli direnişçilerin karşılaştıkları durum tam da buydu ve buna rağmen, yani vatandaşı bulundukları ülke ordularının üzerlerine ateş açmasına ve her gün yüzlerce ölü vermelerine rağmen direnişler devam etti. Bu, şaşırtıcı bir dirençti ve literatürde yeni çalışmalara yön verdi. 

Nitekim Bellin (2013), bu durumun ülke-spesifik çalışmalarla açıklanamayacağını, ancak bölgesel etkilerle anlaşılabileceğini söyler.

Yani, başta Tunus olmak üzere, Arap Baharı’nın başarılı örnekleri o derece kuvvetli bir ilham dalgası yaratmıştır ki, başarılı örnekle yapılan empati ve ortaya çıkan öfori duygusu, rasyonel hesapların önüne geçmiş, ve direnişin devamını sağlamıştır (Bellin). Direniş hareketlerinin veya demokratikleşme süreçlerinin çoğu zaman dalgalar halinde geldiği, halkların birbirinden etkilendiği zaten bilinmekle birlikte, Arap Baharı örneğinin dikkat çektiğigerçek, bu tür etkilenmelerde allanın coğrafi değil kültürel yakınlık olduğudur. Bireyler, halkını kendi halkına, yaşam şartlarını kendi yaşam şartlarına benzettiği toplumlarda gerçekleşen olumlu değişimlerden etkilenir, identifikasyon yapar, ve benzer bir sonuç yakalamak ümidiyle harekete geçer. 

Bu esnada içinde bulunulan şartlarda önemli farklı olsa da, ve bu farklar hayat-ölüm farkını belirleyecek nitelikte olsa bile, Tunus ve Suriye siyasi koşullarının farklılıkları gibi, ortaya çıkan coşku ve enerji artık bunlara kulak asmaz ve kolay kolay durdurulamaz. Aynı etki, coğrafi olarak yakın olup sosyal açıdan farklı toplumlarda gözlemlenmeyebilir. Bu sebeple Tunus’ta başlayan direniş hareketi Afrika’nın güneyine değil, Arap Yarımadası’na yayılmıştır. 

   Yine benzer sebeplerle, 2009’da İran’da baş gösteren çevreci hareket komşu Arap ülkelerinde ilgi çekmiş ve takip edilmiş olmakla birlikte ciddi bir etkilenmeye ve harekete yol açmamış, fakat iki sene sonra benzer bir şekilde Tunus’ta baş gösteren direniş, Arap ülkeleri arasında hızla yayılmıştır. 

   Özetle, Beissinger (2007)’ın dediği gibi, empati kendine benzeyenle yapılır ve Arap ülkelerinde yıllardır eksik olan değişim modeli nihayet oluştuğunda,“domino etkisi” gerçekleşmiştir. O halde, Arap Baharı yeni bir “demokratik dalga”nın sinyali olarak görülebilir mi? 

Ne var ki direniş, hatta otoriter rejimlerin çöküşü, demokratikleşmenin bir ön aşaması olmakla birlikte, her zaman  peşinden  demokratikleşmeyi getirmez. 

Görüldüğü kadarıyla, Ortadoğu’da da demokratikleşme hala çok yakın vadede gerçekleşecek gibi durmamaktadır fakat bunun sebepleri ayrı bir çalışma konusudur. 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***