4 Kasım 2020 Çarşamba

Dağlık Karabağ Uyuşmazlığında Self-Determinasyon Tezlerinin Göreceliği. BÖLÜM 1

Dağlık Karabağ Uyuşmazlığında Self-Determinasyon Tezlerinin Göreceliği. BÖLÜM 1 


Av. Dr. Deniz AKÇAY, Dağlık Karabağ Uyuşmazlığı, Self-Determinasyon, Tezlerinin Göreceliği, Avrasya İncelemeleri Merkezi,
Ruhi Alagöz, Mehmet Oğuzhan Tulun, Selim Seçkin,Ermenistan, Azerbaycan,Gürcistan,Karabağ,


AVİM 
AVRASYA İNCELEMELERİ MERKEZİ 
Rapor • No: 18 • Eylül 2020 



Dağlık Karabağ Uyuşmazlığında Self-Determinasyon Tezlerinin Göreceliği 
Av. Dr. Deniz AKÇAY 
Ankara • 2020 
Avrasya İncelemeleri Merkezi 
Eylül 2020 
Ankara 
AVİM Rapor No: 18 
TERAZİ YAYINCILIK 
Terazi Yayıncılık Bas. Dağ. Dan. Eğt. Org. Mat. Kırt. Ltd. Şti. 
Abidin Daver Sok. No. 12/B Daire 4 06550 Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 (312) 438 50 23-24 • Faks: 0 (312) 438 50 26 
E-mail: teraziyayincilik@gmail.com 
Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) 
ISBN: 978-605-69199-5-4 
YAZAR 
Av. Dr. Deniz Akçay 
EDİTÖR 
Selim Seçkin 

REDAKSİYON 
Mehmet Oğuzhan Tulun, 

TASARIM 
Ruhi Alagöz, 
BASKI 
Sonçağ Yayıncılık Matbaacılık 
İstanbul Cad. İstanbul Çarşısı No: 48/48-49 İskitler / ANKARA 
Tel: +90 312 341 36 67 
Sertifika No: 47865 
BASKI TARİHİ 
Eylül 2020 

© Avrasya İncelemeleri Merkezi - 2020 Her hakkı saklıdır. Bu yayının hiçbir bölümü izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz ya da çoğaltılamaz. 
Bu ve diğer AVİM yayınlarına ulaşmak için: www.avim.org.tr adresini ziyaret Ediniz. 

İÇİNDEKİLER 
Sunuş ............................................................................................................................................................V 
Yazar Hakkında ......................................................................................................................................VII 

Giriş 
Dağlık Karabağ İhtilafının Kısa Tarihçesi ...................................................................................1 
Dr. Turgut Kerem TUNCEL 
Dağlık Karabağ Uyuşmazlığında Self-Determinasyon Tezlerinin Göreceliği.......21 
A) Hocalı Katliamı, Birleşmiş Milletler Üyeliği, Güvenlik Konseyi Kararları........21 
1) Minsk Grubu: BM İlkelerinin Görecelileşmesi...............................................................23 
2) Minsk Grubu'nun Çözüm Arayışı: “Ortak Devlet” Formülü ve Devam Eden Görecelilik..........26 
3) BM Genel Kurulu'nun Dağlık Karabağ Sorununun Çözümüne İlişkin Çizdiği Çerçeve: 14 Mart 2008 tarihli ve 62/243 sayılı Karar ....28 
4) Minsk Grubu'nun Çözüme Yönelik Mevcut Eğilimi: 9 Mart 2019 tarihli Açıklama..................29 
B) Self-Determinasyon İlkesinin Dağlık Karabağ Uyuşmazlığında Uygulanabilirliği..................31 
1. Self-determinasyon İlkesinin Devletler Hukuku'nda Uygulanma Koşulları.......31 
1.1. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 1514 (XV) sayılı Bildirisinin Uygulanma Koşulları ve Sınırları ....32 
1.2. Self-determinasyon ve BM Genel Kurulu'nun 2625(XXV) sayılı Bildirisi .........................................34 
1.3. UAD'nin 22 Temmuz 2010 Tarihli Kosova Kararı .............................................37 
2. Dağlık Karabağ Açısından Self-Determinasyon Tezlerinin Geçerliliği......................39 
2.1. Self-Determinasyona İlişkin Koşullar.............................................................39 
2.2. Chiragov Kararı Işığında Dağlık Karabağ Hakkındaki Selfdeterminasyon Tezlerinin “Gerçekliği”..........41 
Sonuç ......................................................................................................................................44 
Kaynakça...................................................................................................................................46 

AVİM Rapor No: 18 • Eylül 2020 

SUNUŞ 
Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, yaklaşık kırk beş yıl süren iki bloklu Soğuk 
Savaş dönemi sona ermiş, önce tek kutuplu, kısa bir süre sonra çok kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılan yeni bir döneme girilmiştir. Tarihte yaşanan 
en önemli ideolojik ve jeopolitik dönüşümlerden biri olan bu sürecin, yaşanan değişimlerin boyutlarına kıyasla görece istikrarlı ve çatışmasız bir şekilde 
yaşanmış olması dikkat çekicidir. Bu anlamda, Doğu Blokunun dağılması ideolojik ve siyasi bir ‘medeni boşanma’ olarak tanımlanabilir. SSCB’nin 
dağılmasının, Rusya Federasyonunun kimliğini korumasının da, bu sürecin fevkalade sonuçları düşünüldüğünde, aynı şekilde, göreceli olarak oldukça 
‘yumuşak bir geçiş’ olduğu söylenebilir. 
Bu süreçte, ‘medeni olmayan’ boşanmalar da yaşanmıştır. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dağılması ile bu federatif yapıyı oluşturan altı 
anayasal sosyalist cumhuriyetin ve Kosova’nın bağımsız devletler olarak ortaya çıkması sürecinde yaşanan etnik çatışma, savaş ve katliamlar, ‘medeni 
olmayan’ boşanmaların dramatik bir örneği olarak görülebilir. Eski Sovyetler Birliği’nde ise Çeçenistan (Rusya), Transdinyester (Moldova), Abhazya ile 
Güney Osetya’da (Gürcistan) ve Karabağ’da (Azerbaycan) yaşanan çatışmalar diğer örnekler olarak karşımızda durmaktadır. 
1989-1991 yıllarındaki büyük altüst oluşun bir sonucu olarak ortaya çıkan bu çatışmaların bir kısmı çözüme ulaşmışken, diğer bir kısmı halen 
süregelmektedir. Yaklaşık otuz yıldır çözüme kavuşmamış bu sorunları bir kısım yazar ‘donmuş çatışma/ihtilaf’ olarak adlandırmaktadır. Ancak bu 
adlandırmanın var olan durumu tanımlamakta yetersiz olduğu da görülmektedir. Bu çatışmalar ‘donmuş’ olmak bir yana sürekli evrilmekte, 
tarafların iddiaları şekil değiştirmekte, yeni çözüm önerileri gündeme getirilmekte ve dünya siyaseti dönüştükçe bu çatışmaların niteliği de 
farklılaşmakta, bunun bir sonucu olarak üçüncü tarafların tutumları da değişmektedir. Bu nedenle, bu çatışmalar için ‘sürüncemede kalmış 
çatışma/ihtilaf’ adlandırması günümüzde daha çok kabul görür hale gelmiştir. Ermenistan’ın mücavir alanlarıyla işgal ettiği Dağlık Karabağ (Azerbaycan) 
bölgesi böyle bir çatışmanın önde gelen örneğini oluşturmaktadır. 
1989-1991 sürecinde ortaya çıkan sürüncemede kalmış çatışmaların tümünün Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede yer alan ülkelerde olması Türkiye 
açısından ayrı bir önem arz etmektedir. 
Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Karabağ çatışması kapsamında ortaya çıkan ve çatışmanın farklı boyutlarını ve tarafların iddialarını şekillendiren 
temel hususlardan birisi, çatışmanın özüne dair farklılaşan iddialardır. Ermeni tarafı çatışmayı kendi kaderini tayin hakkı – self-determinasyon ilkesi 
çerçevesinde tanımlarken, Azerbaycan ülkesel bütünlük – toprak bütünlüğü ilkesine dayandırmaktadır. Bu iki ilkenin uluslararası hukuktaki temel 
ilkelerden olması, çatışmanın hukuki boyutu konusunda kavram karışıklıklarına ve fikir ayrılıklarına neden olabilmektedir. 
Avrupa Konseyinde Daimi Temsilcilik dönemimde beraber çalışmakla üstün niteliklerini yakından gözlemlediğim, Avrupa Konseyi ve bünyesinde bulunan 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile iki ortak hükümet ajanından biri olarak atanan, değerli hukukçu Dr. Deniz 
Akçay, daha önce Ermeni Araştırmaları dergisinin altmış beşinci sayısında aynı başlıkla Türkçe, Review of Armenian Studies dergisinin kırk birinci 
sayısında “The Relativity of Self-Determination Conceptions Regarding the Nagorno-Karabakh Conflict” başlığıyla İngilizce yayınlanan, “Dağlık Karabağ 
Uyuşmazlığında Self-Determinasyon Tezlerinin Göreceliği” başlıklı çalışmasında, uluslararası anlaşmaları, mahkeme kararlarını ve 
tavsiye görüşlerini, Birleşmiş Milletler kararlarını inceleyerek, Karabağ çatışmasında kendi kaderini tayin hakkı – self-determinasyon tezinin ne ölçüde 
uygulanabilirliğini değerlendirmektedir. Bu değerlendirmenin, çatışmanın özüne dair aydınlatıcı bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. 
Karabağ çatışmasının izini sürmeye en az iki yüz yıl öncesinden başlamak mümkündür. Son otuz yıldır çözülememiş bir çatışma olarak uluslararası 
gündeme yerleşmiştir. Bu ihtilaf, yukarıda belirtildiği üzere ‘sürüncemede kalmış’ ve otuz yılı aşkın süre boyunca farklı boyutlar edinmiştir. Bu süreçte 
sürdürülen barışçı bir çözüm sağlama görüşmelerinde maalesef arzulanan sonuç sağlanamamış, işgalin cezalandırılması bir yana, Ermenistan’ın işgali 
kalıcı bir statüye dönüştürme girişimlerine sessiz kalınmıştır. Barış görüşmelerinin sürdürülmesi sorumluluğunu üstlenen AGİT Minsk Grubunun 
çalışmalarında da değişimler gözlemlenmiştir. Karabağ ihtilafının tarihsel köklerinin ve barış süreci de dâhil olmak üzere bu ihtilaf kapsamdaki 
gelişmelerin genel hatlarıyla okuyucuya sunulması maksadıyla, elinizdeki rapora Merkezimizin kıdemli uzman analisti Dr. Turgut Kerem Tuncel’in 
kaleme aldığı “Dağlık Karabağ Sorununun Kısa Tarihçesi” başlıklı bir giriş bölümü de dâhil edilmiştir. 
Değişen küresel jeopolitik ve evrim içinde bir Avrasya oluşumu bağlamında, hem Avrupalı hem Asyalı olan ve Avrasya’nın bağlantısını oluşturan 
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorun ve fırsatların anlaşılmasına katkı sağlamak amacıyla Avrasya bölgesindeki gelişmeler hakkında çalışmalar yapan 
bir düşünce kuruluşu olarak, elinizdeki bu raporu, Karabağ ihtilafıyla ilgili önemli bir kaynak oluşturduğu inancıyla sunmaktan mutluluk duyuyoruz. 
Alev KILIÇ 
E. Büyükelçi 
AVİM Başkanı 
AVİM Rapor No: 18 • Eylül 2020 

Av. Dr. Deniz AKÇAY 
1982 yılında Nancy Üniversitesi’nden Devlet Doktorası (Doctorat d’Etat en Droit Public) diploması 
alan Deniz Akçay, 1986-1988 yılları arasında BNP-AK Bankası’nda hukuk müşaviri olarak görev yapmış, 1988 
yılında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi Nezdindeki Daimi Temsilciliği’nde uzman 
hukukçu statüsünde çalışmaya başlamıştır. 1998 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Ortak Hükümet Ajanı 
unvanına layık görülülen Deniz Akçay, 2005 yılında Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yönetim Komitesi’nin 
(CDDH) yardımcı başkanlığına, 2007’de de aynı Komitenin başkanlığına seçilmiştir. 
Deniz Akçay, 2010 yılında emekli olmuştur. 
Giriş 

DAĞLIK KARABAĞ İHTİLAFININ KISA TARİHÇESİ., 

Dr. Turgut Kerem TUNCEL 
Dağlık Karabağ Sorununun Tarihsel Arka Planı 

16. yüzyılın ortalarından itibaren doğuya doğru genişlemeye başlayan Moskova Çarlığı, 1721’de Rusya İmparatorluğu adını almıştır.1 Rusya 
İmparatorluğu, 18. yüzyılın sonlarında Kafkasya’ya doğru yayılmaya başlamış, Gürcistan’ı ilhak ettikten sonra, güneye doğru ilerleyişini sürdürmüştür. 1804 
yılında başlayan Rus-İran Savaşı devam ederken, 1805 yılında Karabağ Hanlığı, Rusya İmparatorluğu’nun himayesine girmiştir. 1813’de Rus-İran 
Savaşı’nı sonlandıran Gülistan Anlaşması imzalanmış, böylece İrevan ve Nahçıvan hanlıkları haricindeki kuzeydeki etnik Azerbaycan topraklarıyla (İng. 
Ethnic Azerbaijani territory) birlikte Karabağ Hanlığı Rusya İmparatorluğu’nun topraklarına katılmıştır. Rusya İmparatorluğu’nda yaşanan 
kargaşalı dönemden yararlanarak kaybettiği toprakları geri almak niyetindeki İran, 1826 yılında Rusya İmparatorluğu’yla yeniden savaşa girişse de bu savaşı 
da kaybetmiş ve 1828 yılında iki devlet arasında İrevan ve Nahçıvan hanlıklarının da Rusya İmparatorluğu topraklarına dâhil edildiği Türkmençay 
Anlaşması imzalanmıştır. Böylece etnik Azerbaycan toprakları Rusya İmparatorluğu hâkimiyetindeki ‘Kuzey Azerbaycan’ ve İran hâkimiyetindeki 
‘Güney Azerbaycan’ olarak ikiye bölünmüştür. 
Dr. Turgut Kerem TUNCEL 
1828 Türkmençay Anlaşması, İran içinde yaşayan Ermenilerin Rusya İmparatorluğu sınırlarına dâhil olan Güney Kafkasya’ya göçlerinin önünü 
açmıştır. Bunu, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan Edirne Anlaşması ile Osmanlı Ermenilerinin Güney Kafkasya’ya göçleri izlemiştir. 
1828-1830 yıllarında Güney Kafkasya’ya, 18.000’i Karabağ Hanlığı topraklarına olmak üzere, 130.000 Ermeni’nin göç ettiği varsayılmaktadır. 
Bundan sonraki on yılda, yani 1830-1840 yıllarında, ise en az 84.000 Ermeni’nin bölgeye geldiği düşünülmektedir. Bu rakam bazı kaynaklarda 
200.000’e kadar çıkabilmektedir. 1853-1856 Kırım Savaşı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı da bölgeye yönelen Ermeni göçlerinin arttığı dönemler 
olmuştur. 1896-1908 yılları arasında da 300.000’den fazla Ermeni’nin bölgeye yerleştirildiğini gösteren belgeler mevcuttur. Aynı dönemde aksi yönde, yani 
Rusya İmparatorluğu’nun hâkimiyetine giren topraklardan İran ve Osmanlı topraklarına doğru Azerbaycanlıların göçleri olduğu da bilinmektedir. Bir başka 
deyişle, 1828 yılından 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar geçen süre zarfında bir yandan Güney Kafkasya’ya Ermenilerin büyük çaplı göçleri yaşanırken, diğer 
yandan Azerbaycanlıların bu bölgenin dışına doğru hareketleri söz konusu olmuştur. 
Bu nüfus hareketleri neticesinde, 1823 yılında Dağlık Karabağ’da %9 olan Ermeni nüfus oranı 1880 yılında %53 seviyesine çıktığı, Karabağ genelinde 
ise, 1917 yılında, nüfusun %57’sinin Azerbaycanlılar, %41’inin Ermeniler tarafından teşkil edildiği belirtilmektedir. Farklı kaynaklarda verilen nüfus 
oranlarının mutlak anlamda doğru olmayabileceği akla gelse bile, kesin olan şey içeri doğru (Ermenilerin Güney Kafkasya’ya göçleri) ve dışarı doğru 
(Azerbaycanlıların Kafkasya’dan göçleri) yaşanan nüfus hareketlerinin bölgedeki etno-demografik dengeyi ciddi şekilde değiştirmiş olduğudur. Bunun 
yanında, Kafkasya’yı ilhak eden Rusların, bu bölgede İran ve Osmanlı ile tarihi, dini ve etnik bağları nedeniyle güvenilmez unsurlar olarak gördükleri 
Azerbaycanlılara karşı daha güvenilir bir unsur olarak addettikleri Ermenilere yönelik kayırmacı bir politika sergilemeleri, bölgedeki etnik gruplar arasındaki 
sosyo-ekonomik ve siyasi dengelerin Ermeniler lehine değişmesi sonucunu da doğurmuştur.2 
1804-1828 sürecinde etnik Azerbaycan topraklarının ikiye bölünmesi, Güney Kafkasya’ya yönelen Ermeni ve Güney Kafkasya dışına doğru yaşanan 
Azerbaycanlıların göçleri ve Rusya İmparatorluğu’nun politikaları bölgedeki sosyo-ekonomik ve siyasi dengeleri bozmuştur. Bu gelişmeler günümüzde otuz 
yılı aşkın süredir devam eden Dağlık Karabağ sorununun arka tarihsel arka planını oluşturan tarihsel olgulardır. 
20. Yüzyıl Başlarında Güney Kafkasya’da Etno-Teritoryal Mücadele Güney Kafkasya’da Azerbaycanlılar ve Ermeniler arasındaki ilk büyük etnik 
çatışma 1905 yılında, 19. yüzyılın sonlarına doğru petrol endüstrisinin gelişmesi sonucu önemli bir merkez haline gelen Bakü’de ve Karabağ’ın Şuşa 
kentinde yaşanmıştır. Erivan, Gence ve Nahçıvan’da da benzer çatışmalar meydana gelmiştir. Bu olayların neden ve sonuçları hakkında farklı yorumlar 
söz konusudur. Ermeni Devrimci Federasyonu-Taşnaksutyun’un (ARFTaşnaksutyun) Azerbaycanlılara saldırılarının olayları başlattığı ve bu olaylar 
neticesinde 10.000 civarında Azerbaycanlının hayatını kaybettiğini belirten araştırmacılar vardır. Ermeni yanlısı yazarlar ise olayların Azerbaycanlıların 
saldırıları ve Ermenilerin bu saldırılara karşılık vermesi nedeniyle ortaya çıktığını iddia etmektedir.3 
Bundan on üç yıl sonra, 1918 yılının Mart ve Eylül ayları arasında, yine Bakü başta olmak üzere çeşitli bölgelerde Azerbaycanlılar ve Ermeniler arasında 
önemli kayıpların yaşandığı etnik çatışma ve katliamlar meydana gelmiştir. Aynı yılın 28 Mayıs’ında Azerbaycan ve Ermenistan bağımsızlıklarını ilan 
etmişler ve bunu takiben ‘sınır anlaşmazlıkları’ nedeniyle özellikle Erivan, Karabağ, Nahçıvan, Zengezur’da çatışmalar yaşanmıştır. ARF-Taşnaksutyun 
önderliğindeki Ermeni birlikleri sınırları belli olmayan Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’ne nüfusu Ermenilerden oluşan bir ülke oluşturmak üzere 
buralardaki Azerbaycanlı nüfusun temizlenmesine yönelik, yani etnik temizlik kastıyla, silahlı faaliyetlerde bulunmuşlardır. 
1918 yılının sonlarında İngilizler bölgede hâkim hale gelmiştir. İngilizlerin büyük ölçüde Rusların 19. yüzyıldaki politikalarına benzeyen, ancak bunlardan 
farklı olarak Azerbaycanlıları gözeten politikalarına rağmen, Ermeniler bu dönemde de, özellikle Karabağ, Nahçıvan ve Zengezur’da Azerbaycanlılara 
karşı saldırılarına devam etmiştir. Bu dönem, Kızıl Ordu’nun 1920 yılında Kafkasya’yı işgal etmesinden sonra ARF-Taşnaksutyun’un Zengezur’da kalan 
son unsurlarını da yok ettiği 1921 yılına kadar devam etmiştir.4 
Büyük oranda Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nde iktidarda olan ARF-Taşnaksutyun’un nüfusu Ermenilerden oluşan homojen bir Ermenistan ülkesi 
oluşturma maksadıyla Azerbaycanlılara karşı giriştiği etnik temizlik kampanyasının bir sonucu olan bu çatışmalar, farklı şartların hâkim olduğu 
farklı bir tarihsel dönem içinde yaşanmış olsa da, günümüzde halen devam eden Dağlık Karabağ sorununun öncülü olan bir tarihsel dönem olarak 
düşünülebilir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Dağlık Karabağ ihtilafının özet tarihçesinin sunulduğu bu metinde, başlıca olayların kronolojisi çıkartılırken, çok sayıda çevrimiçi haber, yorum ve 
analiz portalı, AGİT Minsk Grubu resmi websitesi ve Azerbaycan ile Ermenistan’ın ilgili devlet kurumlarının websitelerinden faydalanılmıştır. 
Bunun yanında, temel olarak şu kaynaklar kullanılmıştır: Cavid Abdullahzade, Hukuki Yönleriyle Dağlık Karabağ Sorunu (Ankara: Adalet Yayınevi, 2014); 
Svante E. Cornell, The Nagorno-Karabakh Conflict, Report no. 46 (Uppsala, Department of East European Studies Uppsala University, 1999), 
https://is.muni.cz/el/1423/podzim2012/MVZ208/um/35586974/Cornell_The_NagornoKarabakh_Conflict.pdf; 
Thomas de Waal, Black Garden: Armenia and Azerbaijan through Peace and War (New York ve Londra: New York University Press, 2013). 
Philip Remler, Chained to the Caucasus: Peacemaking in Karabakh, 1987-2012 (New York: International Peace Institute, 2016). 
Metinde, çok sayıda dipnottan kaçınmak maksadıyla, olayların kronolojisi çıkartılırken faydalanılan çevrimiçi portallara, AGİT Minsk 
Grubu resmi websitesine ve devlet kurumlarının websitelerine atıf yapılmamış, yalnızca yukarıda başlıkları anılan kaynaklara referans verilmiştir. 
2 Abdullahzade, Hukuki Yönleriyle Dağlık Karabağ Sorunu, 26-42; Cornell, The Nagorno-Karabakh Conflict, 5-6. 
3 Abdullahzade, Hukuki Yönleriyle Dağlık Karabağ Sorunu, 44; Cornell, The Nagorno-Karabakh Conflict, 6; 
4 Abdullahzade, Hukuki Yönleriyle Dağlık Karabağ Sorunu, 45-52; Cornell, The Nagorno-Karabakh Conflict, 6-8. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Amerikan Savaş Stratejisi ve Askeri Devrim.,

 Amerikan Savaş Stratejisi ve Askeri Devrim.,


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü,  

28 Mart 2003


     Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin Irak’da  gerçekleştirdikleri işgal harekatı hiçte ABD’nin beklediği gibi gitmiyor.

     Ancak, savaşın başlama şekli, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin kullanılması da birçok askeri gözlemciyi çok şaşırttı. Çünkü savaş başladığından bu yana Amerikalıların yaptığı hiçbir harekat askerlik biliminin klasik esaslarına uymuyor. Öncelikle ağır ve uzun süren bir Amerikan ağır bombardımanında sonra, ezilmiş ve yıkılmış olan Irak birliklerine karşı girilecek bir kara operasyonun düzenlenmesi bekleniyordu. 1991'de Amerikan ordusu tam altı hafta süren ağır bir bombardımandan sonra Kuveyt'e ve Irak'a girmişti. Oysa hava bombardımanı ile kara saldırısı eş zamanlı olarak başladı. Öte yandan 1. Körfez Savaşında 640 bin kişilik Müttefik ordusu Irak ordusunu sadece Kuveyt'ten çıkarmak için gelmişken şimdi 67 bin kişilik bir Amerikan-İngiliz kuvveti Irak içinde 450 km girmiş durumda ancak geçtiği yerlerdeki kent merkezlerinin etrafından dolaşmıştır. Gerçekleştirilen ve devam eden "Şok et ve korkut" isimli hava bombardımanının ise henüz yıkıcı bir etki yapmadığı gözleniyor.

Ulaşılan noktada Amerikan kuvvetleri Nasiriye ve Necef'de durdurulmuş görünüyor. Bu iki noktada Irak ordusu şiddetle direnirken, Amerikan kuvvetleri takviye güç alamadıkları için ilerleme sağlayamıyorlar. Gelinen bu noktayı nasıl izah edebiliriz. Eğer Amerikan ordusu, çok az bir kuvvet ile saldırmak gibi stratejik bir hata yaptı ise bu hata neden yapıldı? Bu yazıda kısaca bu soru üzerinde duracağız.

ABD kuvvetlerinin bu kadar erken kara operasyonuna başlamasının iki izahı var. Birinci izah, önümüzdeki birkaç gün içinde Irak'da kum fırtınalarının başlayacak olması Amerikan ordusunu daha Kuveyt'te ciddi bir yığınak yapmadan saldırmaya zorladı. Eğer bu izah doğru ise gerçekten çok büyük bir hata söz konusu. Çünkü, henüz 130 bin civarında Amerikan askeri hala Akdeniz'de gemilerde ve Körfez'e ulaşması ve savaşa dahil olması 15 günlük bir süreyi gerektiriyor. Bu durumda Amerikan güçleri mutlak bir hava hakimiyetine sahip olmalarına rağmen, Amerikan kuvvetleri Irak'da büyük bir tehdit altında bulunuyorlar.

      Öte yandan ABD'nin stratejik bir hata yağmadığı ve farklı bir stratejik konsept uyguladıklarına dair elde ipuçları da var. 1980'liyıllardan bu yana askeri teknoloji ve anlayış da hızlı bir değişim var. Bu değişimin ilk sonuçları, 1991'de Birinci Körfez Savaşı'nda görülmüştür. Körfez Savaşını gözlemci olarak inceleyen, Sovyet askeri uzmanları, " komuta-kontrol, muhabere, istihbarat ve keşif, elektronik savaş ve konvansiyonel ateş gücü tarihte ilk kez bu ölçüde bütünleştirilerek kullanılmış" olduğunu kaydetmişlerdir.

Kosova Savaşı'nda askeri teknolojideki ilerleme bir daha ortaya çıkmıştır. En son olarak Afganistan Savaşı'ndaki hızlı ve yanıltıcı Amerikan galibiyeti askeri devrimin sonuçlarını tekrar ortaya koymuştur. Körfez Savaşı ile birlikte, ABD silahlı kuvvetlerinin diğer dünya ordularından teknolojik olarak kopuşu önemli bir aşamaya ulaşmıştır. Kosova Savaşı sırasında Almanya Genelkurmay Başkanının" ABD'nin düşmanı olmak değil, müttefiki olmak ta zor bir hale gelmiştir." Böylece, ABD ordusu üçüncü nesil ordu denilen ordu haline gelirken, diğer dünya orduları ikinci kuşak ordu halinde kalmışlardır.

Teknolojide gerçekleşen yenilenme ve teknolojinin Amerikan ordusuna sağladığı imkanlar Amerikan silahlı kuvvetlerinde kısmi yeniden örgütlenmeler sonucunu vermiş tümen ve alay yapısında değişiklikler yapılarak, tugay unsuru ön plana çıkılmıştır. 1990'lar boyunca, enformasyon savaşı, şebeke (network) merkezli savaş, entegre komuta-kontrol, sistemlerin sistemi süreçleri askeri devrimin parçaları olarak yaşama geçmiştir.

Yukarıda da vurgulandığı gibi, Askeri Devrim, birçok faktörün bir araya gelişinin sonucudur. Bir yandan enformasyon teknolojilerinde son 30 yılda gerçekleşen büyük gelişmeler, öte yandan silah teknolojilerinde gerçekleşen gelişme ve üçüncüsü silah teknolojisi ile enformasyon teknolojisinin birleşmesi ile yeni bir silah kalitesine ulaşılması. Askeri Devrim'de nihai aşamayı oluşturan dördüncü faktörü ise yeni bir ordu yapılanmasının gerçekleştirilmesi oluşturuyor.

      Gerçi Amerikan ordusunda bazı temel değişimler yapılmıştır ama Amerikan ordusu da halen Napoleon Bonapart döneminde yapılan ordu teşkilatlanmasına dayanmaktadır. Amerikalı askeri bilimciler, uzunca bir süreden bu yana sanayi devrimi ordusundan enformasyon çağı ordusuna geçişin gerekliliği üzerinde durmaktadırlar. Enformasyon çağı ordusunda kuvvet yapısının, kuvvetler arası ilişkilerin yani askeri kültürün değişmesi gerektiği savunulmuştur ve savunulmaktadır.

Amerikan askeri literatüründe ordunun kapsamlı bir reformdan geçmesi gerektiği konusundaki en devrimci tespitleri yapan Andrew Marshal'dir. 1973'den bu yana Pentagon'da çalışan ve halen 79 yaşında olan bu stratejist kamuoyunda pek tanınmamakla birlikte, askeri çevrelerde adı çok bilinen bir isimdir. Marshal, 1977'de kurulan ve Sovyet balistik füze tehdit i üzerinde de çalışmalar yapan "B-Takımı" adlı bir çalışmanın elemanı olarak, Marshal bugün ki yönetimin önde gelenleri, özellikle de Savunma Bakanı Rumsfeld ile iyi ilişki içinde olmuştur. Savunma Bakanı Rumsfeld, Savunma Bakanı olur olmaz, Andrew Marshal'den Amerikan ordusunun yeniden yapılandırılması ile ilgili bir rapor istemiştir.

Esasen Bush daha seçim kampanyası sırasında Amerikan silahlı kuvvetlerinin enformasyon çağının ordusu dönüşmesi için büyük bir reformdan geçirileceği haber vermiştir. Andrew Marshal'de esasen 1993 senesinde askeri devrim konusunda ilk raporunu bitirmiş ve geride bıraktığımız on yıl içinde olgunlaştırmıştır.

Rumsfeld'in Savunma Bakanı olmasından sonra Pentagon'da başlayan sadece askeri devrimin gerçekleştirilmesine yönelik bir reform değil ayni zamanda geçmişin tasfiyesi ileilgili çalışmalardır. Geçmişin ise halen Dış İşleri Bakanı olan 1980'lerin sonu 90'ların başında Genelkurmay Başkanı olan Colin Powell ile yakından ilişkisi vardır. Powell 1980'lerin ikinci yarısında hiçbir genelkurmay başkanının olmadığı kadar güç alanını genişletmiştir. Powell, Vietnam Savaşının sonuçlarını üzerinden atamayan Amerikan ordusu ve Amerikan halkına tekrar bir Vietnam Savaşı yaşatmayacak bir askeri strateji üzerinde çalışmıştır. Bu çalışmanın neticesinde geliştirilen strateji Amerikan silahlı kuvvetlerinin düşmanın üzerine ezici bir güçle gitmesi, hızla darbe vurması ve sonuç alması üzerine kurulu idi. Powell Doktrini bir anlamda Napoleon tipi ordunun enformasyon çağı silahları kullandığı bir savaş gerçekleştiriyordu.

Rumsfeld, göreve başlar başlamaz Powell'ın hem Pentagon'un yapısında gerçekleştirdiği düzenlemeleri ortadan kaldır hem Powell doktrinini tartışmaya açtı. Ve savaşın başlayış şekli Amerikan ordusunun Powell Doktrinini tamamen terk ettiğini gösteriyor. Bu noktada eğer Powell Doktrini ortadan kalktı ise yerini hangi doktrin almıştır sorusunun sorulması gerekmektedir. Hatta daha da ileri giderek, ABD'nin Andrew Marshal'in görüşlerinin de dikkate alındığı Askeri Devrimin sonuçlarının ordu yapılanmasına da indirgendiği bir stratejiye mi geçildiği sorusunun sorulması gerekmektedir.

Amerikan ordusunun başarılı veya başarısız halen Irak' da uyguladığı askeri strateji, yaklaşan kum fırtınasının ve sıcak havanın baskısı ile hızlandırılmış olsa da yeni bir konsepte dayanmaktadır. Artık Amerikan basının da Rumsfeld Doktrini diye anılmaya başlayan bu doktrin askeri birliklerin açık dan yaptıkları manevralar veya uçar birlik harekatları ile düşmanın arkasına ulaşmasını, düşmanı şaşırtmasını ve kuşatmasını öngörmekte, birlik komutanları gözü pek, riskli eylemlere kendi başlarına karar vermeye teşvik edilmektedirler.

      Öte yandan Amerikan hava bombardımanı, 1991'den farklı olarak Irak ordusunun imhasından çok hareketsiz ve etkisiz kılınması üzerine kurulmuştur. Çünkü Amerikan Yönetimi, açık kaynaklara inanmak gerekir ise savaştan sonra Irak'ın işgalini sadece Amerikan ordusu ile değil, Irak ordusunu da kullanarak gerçekleştirmek istemektedir.

Bunun için Amerikalı yetkililer, Amerikan bombardımanının Irak ordusundan çok öncelikle BAAS sisteminin sinir merkezleri ve Cumhuriyet Muhafızlarını hedeflediklerini ileri sürmektedirler. Ama Irak ordusunun gösterdiği direnişin devam etmesi durumunda Amerikan bombardımanının Irak ordusunun bütün birliklerini ve Irak halkını daha açık bir şekilde hedef alacağı anlaşılmaktadır.

Bütün bu gelişmelerin detaylarına dalmadan konu incelendiğinde, ise görülen odur ki, Rumsfeld Doktrini diye takdim edilse de yeni doktrinin kökleri 1997'de hazırlanan "Birleşik Kuvvetler 2010" adlı Amerikan ordusunun 21. yüzyıldaki yapılanması ile ilgili projeye dayanmaktadır. Birleşik Kuvvetler 2010 projesinin temel hedefi düşman üzerinde "Mutlak Denetim". Mutlak Denetim konseptinin temel ilkeleri ise

a) Hakimiyetci Manevra: Değişik noktalardan başlayan ve bir hedefe yönelen manevralar,

b) Hedefe Kesin Vuruş: Saldırı yapılan hedeflerin büyük bir doğrulukla tespiti sonucu mümkün olan en yüksek vurma yüzdesini sağlamak,

c) Tam Boyutlu Koruma: Dost güçlerin düşman saldırıların mutlak korunmasının sağlanması,

d) Odaklanmış Lojistik: Lojistik planların en gerekli olanaklara indirgenmesi ve birliklerin kendi kendilerini taşır hale gelmesi

Bu Dört ilke incelediğinde Mutlak Denetim konseptinin bazı ana çizgileri, Amerikan işgalinde çok açık bir şekilde görünüyor. Özellikle, hakimiyetci manevra ve hedefe kesin vuruş ilkeleri çok belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.

     Özetle, ABD'nin Irak'ı işgal planında yeni bir askeri stratejinin uygulanmasından çok arayışı var demek daha yerinde bir yaklaşım olacaktır. Türkiye'nin Kuzey Cephesinin açılmasını engellemesi, yaklaşan sıcaklar ve çöl fırtınası, Amerikan kuvvetlerinin henüz yerleşecek bir cephe bulamadıkları için açık denizde bulunmaları ve Askeri Devrim'in sonuçları birleşince, başlayan bu arayışın Irak' da Amerikalılara zaferi getirip getirmeyeceği görülecektir. Ancak, bunun sanıldığı kadar kolay olmadığını artık Washington'da anlamış durumdadır.

Çok küçümsenen Irak ordusu kendisinden beklenenden ve Kuveyt' de gösterdiği etkiden çok daha fazla bir etki gösterdiği anlaşılmaktadır. Üstelik, Saddam Hüseyin'in ölmesi, Irak ordusunun resmi bir ateş kes yaparak mağlubiyeti kabul etmesi, savaşın bittiği anlamına gelmeyebilir. Amerikan ve İngiliz kuvvetlerine karşı düşük yoğunluklu çatışmanın başlaması büyük bir olasılıktır. Afganistan'da başlayan 21. yüzyılda Amerikan tek kutupluluğunun devamı için yapılan savaşın Orta Doğu cephesi Irak' da başlarken, Washington Irak' da Pandora nın kutusunu açtı. İçinden çıkacak şeyler herkesi ancak öncelikle Washington'u şaşırtabilir hatta şaşırtmaya başlamış görünüyor.

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/amerikan-savas-stratejisi-ve-askeri-devrim


***

ABD Destekli Gruplar Silah Mı Bırakıyor.

 ABD Destekli Gruplar Silah Mı Bırakıyor.,



Mete Han Kutlusan 
19 Nisan 2020



   Esad yönetimine bağlı resmi haber ajansı SANA’da çıkan habere[1] göre dört aydan uzun süredir devam eden planlama ve koordinasyonun sonucunda silahlı bir grubun Suriye-Irak sınırlarına yakın El-Tanf bölgesinden çıktığı; militanların silah ve teçhizatını Suriye Arap Ordusuna teslim ettiği aktarıldı. Haberde konuya ilişkin diğer detaylara da yer verildi:
Bu süreçte yer alan bir yetkiliye dayandırılan habere göre; ABD silahlı unsurlarıyla koordineli bir şekilde hareket eden ve Ürdün tarafından da desteklenen “Ceyş Megavir el-Tavra” (diğer adıyla Devrimci Komando Ordusu) grubundan 28 militan ve 6 sürücü silah ve teçhizatını teslim etmek üzere Palmira şehrine geldi. Tüm silah ve teçhizatlarını teslim eden grup “af kanunundan” yararlanmak istedi.

Grubun lideri olan Ganam Samir el-Kedair -diğer adıyla Ebu Hamza-, SANA'nın muhabirine kendisinin ve diğer militanlarının IŞİD yüzünden Sweida'nın doğusundan çıkarak Dera'ya yerleşiğini ve buradan da Ürdün'e gittiklerini söyledi. Burada “Ahrar el-Aşir” lideri ile koordinasyon kurduktan sonra eğitim gördüklerini ve daha sonra el-Rukban Kampında faaliyet göstermeye gönderildiklerini söyledi.

Bir noktada, yardım malzemelerinin çoğunun IŞİD’e satıldığını keşfettiklerini ve “Ceyş Megavir el-Tavra” ya katıldıktan sonra bu grubun IŞİD’i desteklediğini keşfettiklerini; böylece artık grupların hiçbirine güvenmediklerini ve Suriye Ordusu'na teslim olmaya karar verdiklerini söyledi.

El-Kedair, El-Tanf'ta kendileri gibi silah bırakmak isteyen başka gruplar olduğunu, ancak uygun fırsat beklediklerini söyledi. Zira kendi grubunun bölgeyi terk ettiklerinde saldırıya uğradığını da belirtti.

Silah bırakan bu gruptan yola çıkarak genel bir resim çizmek pek mümkün olmasa da Suriye özelinde silahlı grupların taraf değiştirmesi yeni rastlanan bir durum değil. SANA’da yayınlanan bu haber, sayısal açıdan büyük önem taşımayan bu grubun silahlarını teslim etmesinden ziyade Esad tarafından iç ve dış kamuoyuna bir mesaj niteliği taşıyor. Öte yandan Suriye istihbaratının sahadaki bazı gruplarla, özellikle HTŞ gibi daha sert bir hiyerarşiye tâbi olanlar hariç, temaslarının sürdüğü ve kısmen etkili olabildiğini de söyleyebiliriz. 

Küçük ölçekli olan bu çözülmelerin etkisi, daha büyük çözülmeleri beraberinde getirmediği sürece yalnızca bir iç ve dış propaganda olmakla sınırlı kalacaktır.

[1] https://sana.sy/en/?p=190136

https://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/abd-destekli-gruplar-silah-mi-birakiyor

***

3 Kasım 2020 Salı

GÜNCEL GELİŞMELER IŞIĞINDA., TÜRK DIŞ POLİTİKASININ GELENEKSEL PARAMETRELERİNE BİR BAKIŞ.,

 GÜNCEL GELİŞMELER IŞIĞINDA., TÜRK DIŞ POLİTİKASININ GELENEKSEL PARAMETRELERİNE BİR BAKIŞ.,



Güncel Gelişmeler, Türk Dış Politikası, Geleneksel Parametreler, Bir Bakış, Dr. O. Can Ünver, Ortadoğu, Balkanlar, Akdeniz, Kafkasya, Karadeniz,

Dr. O. Can Ünver*
*EKOAVRASYA YAYIN KURULU BAŞKANI
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net


TÜRKİYE’NİN İÇİNDE BULUNDUĞU BÖLGE, DEĞİŞEN KÜRESEL KOŞULLAR NEDENİYLE DE GİDEREK AĞIR VE ÇÖZÜMÜ GÜÇLEŞEN YENİ SORUNLARI  ORTAYA ÇIKARMAKTA, BU SORUNLAR VASITASIYLA BÖLGESEL GÜÇ OLMA 
İDDİASINDAKİ TÜRKİYE’NİN DAHA DA  GÜÇLENMESİNİN ÖNÜNE GEÇİLMEK  İSTENMEKTEDİR. 


Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaşırken yakın coğrafyasında tarih boyunca siyaseti belirleyen ve bitip tükenmek 
bilmeyen kronik meselelerin iç ve dış güvenliğini tehdit etmesi olgusuyla karşı karşıyadır. Ortadoğu, Balkanlar, Akdeniz, Kafkasya ve Karadeniz’in kuzeyi devam eden veya her an patlamaya hazır krizlere sahne olmakta, mevcut çatışmaların çözümü hususunda olumlu işaretler görülmemektedir. 
Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, değişen küresel koşullar nedeniyle de giderek ağır ve çözümü güçleşen yeni sorunları ortaya çıkarmakta, 
bu sorunlar vasıtasıyla bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin daha da güçlenmesinin önüne geçilmek istenmektedir. 
Bu durum hakkında yorum yaparken küresel koşulların dayatmasının dikkate alınması kadar farklı bölgesel ve küresel aktörlerin rekabeti ve çıkar çatışmalarının da göz önüne alınması gerekmektedir. Söz konusu aktörlerin güncel siyasal ve ekonomik nüfuz mücadelesi bölgedeki taşları yerinden oynatmış; etnik, ekonomik, siyasal ve askeri nitelikli çatışma odakları Türkiye’nin çevresini sarmıştır. Bu durum, bir imparatorluğun mirası üzerinde oturan, ancak günümüzde imparatorluk politikaları gütme imkân ve kabiliyetine sahip olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politika parametrelerini de etkilemiş 
bulunmaktadır. 
O halde geleneksel dış politika parametrelerini muhafaza gerekliliği de düşünülerek Türkiye’nin dış politikadaki pozisyonu gelecekte nasıl bir gelişme 
gösterecektir? 
Bu makalede Türk dış politikasının mevcut konumunun dışında hangi farklı ufuklara yönlenebileceği ve pozisyonunu koruması için nasıl bir tutum takınmasına ilişkin görüşlerimiz ele alınmıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık 250 yıl süren bir duraklama ve yıkılış dönemi yaşayan Osmanlı Devleti’nin mirasını devralan bir ulus-devlettir. 
Devlet yeniden kurulmuş, fakat tabiatıyla bulunduğu coğrafya değişmemiş, bölgesinin müzmin sorunları zaman içerisinde değişkenlikler de gösterse, 
hemen her dönemde Türkiye’nin dış politikasının belirleyicisi olmuştur. Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Akdeniz, Karadeniz ile Ege ve Akdeniz’deki gelişmeler Türk dış politikasını devamlı sınayan gelişmelerle doludur. Sorunlarla ve bazen de tehditlerle bezenmiş böyle bir coğrafyada öncelikli parametre 
tabiatıyla güvenlik olmaktadır. 
Cumhuriyetin kurulması zorlu bir kurtuluş mücadelesinin ardından yokluklarla yaşanan bir dönemde gerçekleşmiştir. 
Millet, yüzyıllar süren ve kuşakları yok eden savaşların peşinden küllerinden doğmuş, barış ve huzur içinde kalkınmayı öngören bir yaklaşımla sonraki 
kuşakların artık harpler tarafından öğütülmesine müsamaha göstermemiştir. 
Fakat dünyanın konjonktürü daha ilk büyük savaşın yıkıntıları ortadan kalkmadan çok daha yıkıcı ikinci büyük savaşı getirip Türkiye’nin sınırlarına 
dayatmıştır. 
Ülkenin güvenliğine odaklı yüksek menfaati hiç kuşkusuz bu savaşın dışında kalmayı zorunlu kılmıştır. 
Nitekim devletin tavrı bu doğrultuda olmuş ve Türkiye barışçılık ilkesini muhafaza etmeyi bilmiştir. 
Böylece hem büyük bir yıkım, hem de büyük ihtimalle galip güçlerden Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında dağılan uydularından biri olma tehlikesi 
bertaraf edilmiştir. 
Fakat girilmeyen dünya savaşı sonrasında coğrafya dayatmalarını bitirmiş değildir. 
Stalin’in Kars ve Ardahan’ın ilhakı ihtirası ve Boğazlar üzerindeki hukuk dışı talepleri Türkiye’nin karşılaştığı tehlikelerin pek kolaylıkla 
geçmediğinin en güçlü kanıtlarıdır. 1946-1950 arası Sovyet diktatörünün iç ve dış güvenliğimizi tehdidinin yaşandığı zorlu yıllardır. 
Sonuç olarak bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruma konusunda Cumhuriyetin kuruluşundan beri duyarlılık gösteren Türk dış politikası esasen belki de çok arzu edilmeyen bir kamplaşmanın tarafı olmaya itilmiştir. 
Bu noktada güvenlik mülahazalarının bilhassa öne çıktığı konusunda tereddüt yoktur. 
Kore Savaşı’na bir tugayın gönderilmesi ve bine yakın şehit verdikten sonra da Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) giriş, genellikle Türkiye’nin Cumhuriyet 
dönemindeki tercihinin daima batıdan yana olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Bu kanaatimizce kısmen doğrudur. 
Türkiye’nin, “muasır medeniyetin” ulaştığı seviye olarak Batı uygarlığını benimsemiş olduğu ve Tanzimat’tan itibaren devletin ve toplumun 
gelişmesini “Batılaşmada” gördüğü sahihtir. 
Fakat bu benimseyiş, körü körüne Batı’nın askeri ve siyasi kampında yer alma tercihini içermemiştir. 
Sovyet tehlikesi ile karşı karşıya kalan Türkiye, güvenliğinin bu şekilde teminat altına alınacağı düşüncesinden hareketle ve biraz da çaresizlikten 
bu yönde tercihini kullanmıştır. 
Bunun için de bir bedelin ödenmiş olmasını yadırgamamak gerekir. Bu noktada Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada öncelikli kaygısının güvenlik olduğu gerçeği unutulmamalıdır. 
Türkiye’nin dış politikasını belirleyen diğer önemli parametre ise ekonomik kalkınmadır. 
Ülkenin ve halkının kalkınması daima Türk dış politikasının  öncelikleri arasında yer almıştır.

TÜRKİYE’NIN DIŞ POLİTİKASINI BELİRLEYEN DİĞER ÖNEMLİ PARAMETRE İSE EKONOMİK KALKINMADIR

BU MAKSATLA KÜRESEL DÜZENE UYUM VE EKONOMİK AÇILIMLAR TÜRKİYENİN DIŞ POLİTİKASININ DEĞİŞİK DÖNEMLERİNDE  GÜVENLİK FAKTÖRÜNÜN YANINDA ULUSLARARASI İLİŞKİLERİNİN BELİRLEYİCİ UNSURU OLMUŞTUR. 

Bu maksatla küresel düzene uyum ve ekonomik açılımlar Türkiye’nin dış politikasının değişik dönemlerinde güvenlik faktörünün yanında uluslararası ilişkilerinin belirleyici unsuru olmuştur. Dış ticaretin gelişmesi ve ülkenin yabancı turistler için bir cazibe merkezi haline getirilmesi özellikle seksenli yıllardan itibaren dış politikanın belirlenmesinde vazgeçilmez hedefler olmuştur. Küreselleşme olgusu bu unsurları zaman içinde daha da önemli kılmış, dünya ekonomisi ile bütünleşme maksadıyla ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. 

Bu yolla ülkenin ekonomik kalkınmasına hız verilmesi mümkün kılınmış, ancak bu kalkınmanın küreselleşmenin olumsuz etkileriyle de toplumsal dengelerde ciddi sorunlara da yol açması kaçınılmaz olmuştur. 
Küresel ekonominin katı rekabetçiliği üretim, eğitim ve istihdamda bazı olumsuz doku değişikliklerini tetiklemiş, bu da bazı toplumsal, ekonomik ve siyasal çalkantılar yol açmıştır. 
Genel olarak güncel koşullara hızla intibak edebilen Türkiye’nin tarihin ve koşulların da zorlamasıyla geçmişte, bugüne kıyasla dış politikasında daha pasif bir yol izlediği şeklindeki eleştirinin gelişmeler düşünüldüğünde çok da haklı olmadığı düşünülmektedir. 

Meseleye geniş bir perspektiften bakıldığında farklı dönemlerde pasif olduğu ileri sürülen dış politikada önemli kırılma noktaları göze çarpmaktadır. 
Kurucu ilkelerin bağımsızlıkçı karakterinin 1938/39 Hatay meselesinde ve nihayet 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile belirgin olduğu, özellikle Kıbrıs meselesi sırasında Batı kampında yer almış olmakla birlikte Kıbrıs’a antlaşmalardan doğan hakkını kullanarak müdahale etmekten çekinmeyen bir Türkiye’nin diğer geçerli dış politika parametresinin de bağımsızlık olduğu görülmektedir. 

Türkiye her defasında bu tavrı nedeniyle bedeller ödemek zorunda kalmış, müttefiklerinin ambargoları ile karşılaşmış, iç barışının dış müdahalelerle 
bozulması ve nihayet demokrasisine ara vermek gibi ciddi sorunlarla baş etmek zorunda kalmıştır. 
Güneydeki savaşlar ve kargaşalar, içeride dış kaynaklı ve yıpratıcı bir terör hareketi, küreselleşmenin getirdiği ekonomik kırılganlıklar ve siyasal krizler 
ister istemez dış politikada bir takım zaaflara yol açmıştır. 
Özellikle askeri yönetim sonrası yaşanan istikrar döneminin ardından zor kurulan çabuk yıkılan koalisyon hükümetleri ve farklılaşan siyasal aktör yelpazesinin 
siyasal partiler dışına taşması gibi meseleler ile ekonomik krizler, Soğuk Savaş sonrasında bölgesel bir güç olmaya niyetlenen 

GÜNEYDEKİ SAVAŞLAR VE KARGAŞALAR, İÇERİDE DIŞ KAYNAKLI VE YIPRATICI BİR TERÖR HAREKETİ, KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ EKONOMİK KIRILGANLIK LAR VE SİYASAL KRİZLER İSTER İSTEMEZ DIŞ POLİTİKADA BİR TAKIM ZAAFLARA YOL AÇMIŞTIR. 

Türkiye’nin dış politikasında genellikle manevra yeteneğinin kısıtlanması sonucunu getirmiştir. 
Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve eski Sovyet coğrafyasında kartlar yeniden dağılırken Türkiye’nin geleneksel dış politika parametrelerini de korumak suretiyle bölgesel bir güç olma çabasına girdiği veya başka bir deyişle eskiden de var olan bu çabasını hareketlendirme eğiliminin canlandığı görülmüştür. 

Ancak bunun için bazı ekonomik siyasal nitelikli nesnel koşulların oluşması gerekmekte, dış politikanın giderek kayganlaşan zemininde bu koşulların her zaman istenen doğrultuda gelişmediği görülmektedir. 
Türkiye’nin her şeye rağmen pasif bir dış politika izlemekten çok olanakları ölçüsünde proaktif olmaya çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır. 
Bu noktada dış politikadaki barışçı tutumun her zaman pasiflik olarak anlaşılmaması gerektiği de unutulmamalıdır. 

Özellikle bölgeye özgü ciddi sorunların olduğu dönemlerde bu sorunlardan etkilenmemeyi yeğleyen Türkiye’nin tümüyle bölgeye dışarıdan 
bakan bir ülke olmadığı ve aslında olmasının da mümkün görülmediği unutulmamalıdır. 

Bölge ülkeleriyle geçmişte de tesis edilen güçlü işbirlikleri bunun kanıtıdır. 
Ancak belirtilmesi gereken bir diğer husus da, geleneksel Türk dış politikasının zorunlu olmadıkça bölgesel krizlerde doğrudan müdahil olmama tutumunun günümüzde de geçerli olduğudur. Ne var ki, bu tutumun nerede başlayıp nerede bitebileceği, ulusal çıkarların hangi hareket tarzlarını meşru ve haklı kılacağı ve dış tesirlerin gücü gibi meseleler mevcut koşullarda bu sorulara peşinen yanıt verilmesini son derece güçleştirmektedir. 

Bu da, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın tarihe ve geleceğe bir tür dayatması olarak anlaşılmalıdır. 

EKOGÖRÜŞ 
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

***

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera,ABD,RUSYA, AB, İngiltere,Şeyh Ubeydullah,Abdurrezzak Bedirhan,


Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.

Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.



Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

  Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet bütün dünya kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…

Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?

(Al Jazeera)


http://www.aljazeera.com.tr/interaktif/buyuk-guclerin-kurt-karti


***

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1

        BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1  


Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera, ABD,RUSYA, AB,


21.04.2016 10:05

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.


Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***