25 Ekim 2020 Pazar

DARBELER VE SİVİL ASKER İLİŞKİLERİ.,

DARBELER VE SİVİL ASKER İLİŞKİLERİ.,

Türkiye'de Darbe ve Müdahalelerin Kısa Tarihi.,


Tevfik ERDEM
15 Temmuz 2019 09:55


İktidarı, şiddeti de içerebilecek biçimde güç uygulayarak değiştirme pratiğinin Türkiye’deki köklerinin Osmanlı geçmişine dayanan izdüşümleri olduğu, bunun arkasında da güçlü merkezi devlet yapısı üzerinden toplumu dizayn ve ülke yönetimini elinde bulundurma isteğinin yattığı görülecektir. Buradan hareketle Türkiye Cumhuriyetinde her on yılda bir tekrar eden darbelerin (iktidarın şiddete dayalı biçimde el değiştirmesi anlamında)  Osmanlı geçmişinde de oldukça sık tekrar ettiği görüldüğünden bu süreci bir gelenek yani “darbe geleneği” olarak görmek mümkündür. Ancak darbeleri gelenek kavramı ile birlikte zikretmek darbelerin meşruiyetini kabul etme anlamına geleceğinden bu tür bir ifade kullanmaktan kaçınılması gerektiği düşünülmelidir.

Darbe (coup de etat), şiddeti de içerebilecek biçimde kuvvet uygulayarak ordu (ya da ordu destekçisi gruplar) marifetiyle hükümeti yıkmak, değişmesini sağlamaktır. Örneğin 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahaleler darbedir.

Arapça uyarmak, dikkat çekmek kökünü ifade eden ‘ihtar’ kelimesinden türetilen muhtıra ise, uyarı yazısı anlamına gelir. Örneğin 12 Mart 1971 tarihinde mevcut hükümete belli konularda ihtarda bulunan ordunun girişimi tarihte 12 Mart Muhtırası olarak bilinir. Darbeden farkı görüldüğü gibi hükümetin ikaz edilmesi dışında hükümetin alaşağı edilmesine yönelik fiili bir harekâtın olmamasıdır.
Türk Siyasi hayatı bir de 28 Şubat 1997 süreciyle anılan ‘Postmodern darbe’ ifadesiyle tanışmıştır ki bu dönemde ordunun hükümete yönelik muhtıra niteliğindeki açıklamaları bir ordu mensubunun diliyle bu anlamı kazanmıştır. 12 Mart ve 28 Şubat muhtıralarının bir özelliği, doğrudan hükümeti devirme hedefi olmadığı (onları ihtar etmekle yetinme amacıyla sınırlı-imiş- gibi görüldüğü) halde mevcut hükümetlerin değişmesine neden olmalarıdır.
Yine bir hususun daha altını çizmek gerekmektedir o da (askeri) darbe ve ihtilal arasında farkın olduğudur. Bu farkı belirtme ihtiyacının arkasında yatan neden, 27 Mayıs darbesinin kendini bir ihtilal olarak tanıtmış olmasıdır. İhtilal (revolution), darbeden farklı olarak şiddet yoluyla sadece mevcut hükümeti değil aynı zamanda siyasi düzeni (rejimi) de değiştirir. Ayrıca ihtilaller darbelerde olduğu gibi bir grup azınlığın değil büyük bir çoğunluğun eseri olarak vücut bulurlar. Örneğin Fransız İhtilali ve Bolşevik İhtilali tarihin nadir ihtilallerindendir ve geniş halk kesimlerini arkasına alarak köklü sistem (rejim) değişiklikleri yapmışlardır.
Darbe karşılığı olarak görülebilecek müdahalelerin Osmanlı köklerine bakıldığında, bunların gerçekleşme sebebinin yenilik (modernleşme) çabalarından rahatsız olan ya da yeniliklerin kendi menfaatlerini engelleyeceğini düşünen kesimler (başta yeniçeriler olmak üzere) tarafından yapıldığı görülmektedir.
Osmanlının yenileşme çaba ve gayretlerinin arkasında yatan ana neden askeri alanda meydana gelen yenilgiler sonrası hem idari hem de ekonomik alanda yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğine dair bir inanç ve ihtiyacın doğmasıdır. Bu çabalar kabaca III. Selim dönemi ile başlatılır ancak yazının teması ekseninde biraz daha gerilere gidildiğinde mevcut değişim talep ve icraatlarının ne tür müdahaleler doğurduğuna dair örnekler de görülecektir. Bu örnekleri şu şekilde sıralamak mümkün

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ DARBELER.

Osmanlı dönemindeki darbelerden bahsederken bir anakronizme düşüldüğüne dair hatalı algılamayı ortadan kaldırma adına, Osmanlı dönemindeki darbelerle anlatılmak istenenin, merkezi iktidarı temsil eden padişah ya da sadrazamların şiddet yoluyla değiştirilmesi olduğunu belirtmek gerekir. Tarihsel sıra ile şiddete dayalı biçimde iktidar değişikliğini darbe ile karşılayabilecek şu örneklerden bahsetmek mümkündür, elbette ki örnekler çoğaltılabilir.

Genç Osman Vakası (20 Mayıs 1622):

İmparatorluğun yenileşme çabalarına ihtiyaç duymasına sebep olan hususların başına askeri başarısızlık ve yenilgilerle tanışma sürecinin başlaması gelmektedir. Bu başarısızlığın arkasında ise, yeniçerilerin düzensizliği, başıbozukluğu, kural tanımazlığı vb. vardır. Yeniçerilere düzen vermek isteyen Genç Osman, 1622 yılında ayaklanan yeniçeriler tarafından Yedikule Zindanı’nda öldürülür. Bu olay Osmanlı tarihinde ordunun (yeniçerinin) gerçekleştirdiği ilk şiddet yoluyla iktidar değişikliği (darbe) olarak yorumlanır.

Patrona Halil ayaklanması (28 Eylül 1730)

Bu isyanın arkasında da artan vergiler, kaybedilen savaşlar vardır. III. Ahmet döneminin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın lüks ve israfı ile bilinen Lale Devri’nin sonunu getiren isyan, bir anlamda halkın kendi yoksulluğu karşısında sarayın lüks ve israfına bir tepkiydi. Yeniçeri Ocağında ıslahat yapılacağı düşüncesine yeniçerilerin karşı çıkmasıyla birlikte tepki isyana döner. İsyanın başını çeken eski yeniçeri Patrona lakaplı Halil halkı ve esnafı tahrik ederek ayaklandırıp yeniçerileri de kendilerine kattıktan sonra isyan son halini alır.
İsyancılar padişahtan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, donanma komutanı kaptan-ı derya Kaymak Mustafa ve Şeyhülislam Abdullah Efendinin de bulunduğu otuz yedi kişinin kendilerine teslim edilmesini isterler. Bu gelişmeler üzerine Padişah III. Ahmet katli istenen devlet adamlarını görevden alır. Sonunda III. Ahmet isyanı sona erdirmek için kardeşi Mustafa’nın oğlu Şehzade Mahmud’a saltanatı bırakır. 

Kabakçı Mustafa İsyanı (25 Mayıs 1807)

İsyan ordudaki yenileşme (Nizam-ı Cedid) çabalarına bir tepki olarak görülebilir. Yeniçeri yamaklarının Kabakçı Mustafa öncülüğünde önde yer aldığı isyanda arka planda ise Şeyhülislam Ataullah Efendi yer alır. 20 bine yakın Nizam-ı Cedid askeri karşısında birkaç yüz yamakla (buna Harp Okulu öğrencisi diyebilirsiniz)  başlayan isyan III. Selim’in kifayetsizliği ve acizliği yüzünden başarılı olur ve 29 Mayıs 1807’de IV. Mustafa tahta geçirilir.

Kuleli Vakası (14 Eylül 1859)

Süleymaniyeli Şeyh Ahmed kendisine bağlılık yemini eden asker ve bürokratlarla Fedâiler Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurar. Bu cemiyet (örgüt), Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i tahta geçirmek için plan yapar ancak 14 Eylül 1859 tarihinde Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplantı halinde iken bir hükümet baskınıyla (aslında ihbarla) yakalanırlar. İsyancılar Kuleli Kışlası’na (Kuleli Askerî Lisesi) konulur. Soruşturma ve yargılama burada yapıldığından olay Kuleli Vak‘ası adıyla tarihe geçer. İktidarı kurdukları gizli bir dernekle (cunta?) değiştirmek isteyenlerin başarısızlığını anlattığından ilk başarısız darbe girişimi olarak da anılabilir.

Abdülaziz'in tahttan indirilmesi (30 Mayıs 1876)

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin arkasında dönemin sadrazamı (başbakanı), şeyhülislamı, seraskeri (genelkurmay başkanı) ve adalet bakanının ittifakı vardır. Dolmabahçe Sarayı’nın karadan ve denizden kuşatılması sonrasında Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V. Murat Osmanlı Devleti tahtına çıkarılır.

II. Meşrutiyet (24 Temmuz 1908)

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC), Rumeli vilâyetlerinde başlattığı ayaklanma ordunun baskısıyla bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmış Abdülhamit Meşrutiyet’i tekrar ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan II Meşrutiyet hem bir ihtilal hem de bir darbe olarak görülür. Bir ihtilaldir çünkü monarşiyi meşruti monarşiye dönüştürerek rejim değişikliğine sebep olmuştur.

31 Mart Vakası (13 Nisan 1909)

Meşrutiyetin ilanının üzerinden henüz bir yıl geçmeden 13 Nisan 1909’da İstanbul’da alaylı askerler bir isyan başlatır. Başında Derviş Vahdeti’nin olduğu ve halktan da destek alan bu ayaklanma 13 gün sürer. 31 Mart olarak geçme sebebi olayın Hicri takvimle 31 Mart 1325 tarihinde geçmesidir. Rumeli’den gelen Hareket ordusu isyanı bastırır. Vaka-i Hayriye’den beri İstanbul’da ilk kez bu kadar kan akmıştır, isyana destek veren medrese öğrencilerinin çoğu öldürülür ve artık İttihatçıların iktidarı (1909-1918) başlamış olur.

Halaskâr Zabitan Bildirisi (16 Temmuz 1912)

1912 Sopalı seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne (İTC’ye) muhalefetsiz bir meclis sununca meclis dışı muhalefet olarak askerler devreye girmiştir. Haziran 1912’de İTC’ye karşı olan askerler İstanbul‘da ‘Halaskâr Zabitan‘ (Kurtarıcı Subaylar) adı altında örgütlenmeye başladılar. İTC’nin rakibi Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı destekleyen bu subaylar bir muhtıra yayımlayarak ülkenin çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını belirttiler. 16 Temmuz’daki muhtıra ile İttihat ve Terakki yanlısı hükümeti (Mehmet Said paşa hükümeti) istifaya zorladılar. Asıl amaçları askerin siyasete karışmasını engellemekti ancak tersi oldu.
Meşrutiyet beklenen kardeşlik idealini hayata geçirmediği gibi azınlıkların zaten bilenmiş etnik milliyetçi kimliklerinin giderek daha da keskinleşmesine neden olmuştur. Bu da İTC’yi muhalefete ve etnik milliyetçi taleplere karşı da daha sert bir milliyetçi politikaya itmiştir.

Bab-ı Ali baskını (23 Ocak 1913)

Balkan Savaşı ile Avrupa Türkiye’nin kaybedilip Edirne’nin kaybedilme aşamasına gelinmesi büyük bir tartışma yaratır. İTC üyeleri mevcut hükümetin politikalarının yetersizliğinden rahatsızlığını dile getirerek Sadrazam Kamil Paşa hükümetini sorumlu tutarlar. İTC üyeleri Bab-ı Ali’yi (hükumet binası) basıp Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) Nazım Paşa’yı öldürürler. Enver Bey,  Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kamil Paşa‘nın kafasına tabanca dayayıp, istifa mektubu yazdırır. Bu baskın ile başta Harbiye Nazırı Nazım Paşa olmak üzere on bir kişi öldürülür.

CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNDE DARBELER.

Cumhuriyet Türkiye’sinde darbenin arkasında yatan en büyük meşruiyet unsuru, 1934 tarihli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesidir. Bu madde, TSK’nın vazifesini “cumhuriyeti koruma ve kollama” olarak tanımamaktadır. Devleti dış düşmanlara karşı korumakla görevli ordu, Türkiye’de siyasi kültürün bir yansıması olarak kendisini (irtica, komünizm vb. gibi) iç düşmanlar karşısında da görevli addetmektedir. Bu tanım cumhuriyetin tehlikeye girdiğini düşünen ordu mensuplarına meşruiyet sunuyor şeklinde yorumlanmış ve cumhuriyet dönemindeki her darbede bir dayanak olarak ileri sürülmüştür.
Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetleri Kanunu’nun 13/7/2013 tarihinde yapılan değişiklik ile, kanunun 35 ve 36. Maddelerinde şöyle bir değişiklik yapılarak darbelere dayanak olan “cumhuriyeti korum ve kollama görevi, yurtdışından gelecek tehditlerle ilişkilendirilmiş ve TSK’nin vazifesi yeniden tanımlanarak harp sanatını öğrenmek ve öğretmek olarak gösterilmiştir.
Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır. Madde 36 – Silahlı Kuvvetler, harb sanatını öğrenmek ve öğretmekle vazifelidir. Bu vazifenin ifası için lazımgelen tesisler ve teşkiller kurulur ve tedbirler alınır (http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.4.211.pdf, erişim tarihi 14.7.2019).

27 Mayıs 1960 Darbesi.

27 Mayıs darbesi aslında bağıra bağıra gelen bir darbedir ancak daha önce şahit olunmayan örneği bulunmayan cumhuriyet siyasetçileri için ama özellikle de Menderes için tüm uyarılara rağmen öngörülemeyen bir durumdur. 1960 Darbesini hazırlayan etmenlerden biri de, 27 Nisan 1960 tarihinde, yayın yasağı ve siyasi faaliyetleri takip ve onlarla ilgili karar alma gücüne sahip olan Tahkikat Komisyonunun (TK) kurulmasıdır.
CHP’ye göre, bu komisyon aracılığıyla Demokrat Parti (DP)’nin hedeflerinden biri de CHP’yi kapatmaktır. Ancak Demirel, DP dönemini analiz ettiği çalışmasında (2011:324), CHP’yi kapatma ya da milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırma gibi bir niyetin olmadığını, tersine, gösterilen tepkilerin artmasından dolayı zamanla bir yumuşama eğilimine girildiğinin bile söylenebileceğini belirtir.
TK tarafından hazırlanan ve başbakana 25 Mayıs’ta teslim edilen “raporun ana tezi, CHP’nin kaos yaratarak iktidara gelmeyi amaçladığıdır. Türk milletine önereceği hiçbir şey kalmadığı için adım adım kanun dışı yolları zorlamak ve gayri meşru zeminlere kaymak CHP’nin iktidara gelmek için kullanabileceği tek yoldur ve bu nedenle 1957 seçimlerinden sonra ayaklanma ve isyan stratejisini uygulamaya koymuştur” (Demirel 2011: 325).

“TK’nın kurulması ile başlayan olaylar zinciri iki parti arasında iplerin kopmasını beraberinde getirmiştir. Muhalefet açısından TK bardağı taşıran son damladır” (Demirel 2011:328). İsmet İnönü’nün 18 Nisan 1960 tarihinde mecliste yaptığı konuşma ihtilal teşvikçiliği olarak yorumlanacaktır (Demirel 2011:328-329) : “Eğer insan hakları yürütülmez, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa ihtilal behemehal olur…beni dinleyin biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız. Böyle bir ihtilal bizim dışımızda bizimle münasebeti olmayanlar tarafında yapılacaktır. …bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam” (Demirel 2011:328).
18 Nisan’daki konuşmadan 10 gün sonra 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesinde meydana gelen öğrenci olayları darbeye yeşil ışık yakan zinde kuvvetleri ayartan bir başka gelişmedir. Ali Fuat Başgil 27 Mayıs darbesini anlattığı eserinde darbenin, hocaların kışkırttığı öğrencilerin ayaklanması ile başladığını belirtir.
CHP’nin desteği ile gerçekleşen kitlesel gösterilerin etkisi darbeye giden süreçte ayrı bir öneme sahiptir.  555K olarak bilinen eylem İstanbul’daki 28 Nisan öğrenci ayaklanmasının Ankara’daki izdüşümüdür. 555K yani 5. ayın (Mayıs), 5. Günü Saat 5’t e Kızılay’da toplanılarak gösteri yapılacaktır.

Darbeye önemli gerekçelerden biri DP’nin otoriterleşmesiydi. DP’nin otoriterleşmesine sebep olan iki önemli dış değişimden söz edilebilir (Akşin 2008: 218-219); İlki 14 Temmuz 1958 yılında Irak’ta yapılan askeri darbedir. “DP iktidarına göre, Irak Devrimi dıştan desteklenen yıkıcı bir faaliyetti. Muhaliflere göre ise, istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanmaydı” (Akşin 2008:219). Bir de Menderes ve ırak devlet başkanı arasındaki samimi ilişkiyi ve darbe sonrası Türkiye’nin neredeyse Irak’a askeri müdahalede bulunulacağı düşünüldüğünde nasıl bir analoji ile karşı karşıya kalındığı daha iyi anlaşılabilir. “Muhalefet Irak Devrimi’ni doğru bulduğuna göre, benzerini Türkiye’de yapabilir, onun için daha da baskı altına alınmalıdır diye düşünülmüştür” (Akşin 2008:219). İkinci dış gelişme, Fransa’da 2. Dünya Savaşı’nın karizmatik subayı De Gaulle’ün başbakanlığı ve parlamenter sisteme son vererek kendisiyle anılacak olan yarı-başkanlık sistemini getirmesiydi. “De Gaulle, savaşta elde etmiş olduğu karizmatik önder durumundan yararlanarak, bir çeşit ‘demokratik diktatör’ oldu… Menderes… 21 Eylül’de İzmir’de De Gaulle düzenini örnek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine bası yapılırsa demokrasiye paydos deneceğini de belirtti” (Akşin 2008: 220).

Bakan Samet Ağaoğlu’nun Menderes’e, “hep orduya dayandık güvenlik güçlerine önem verebilirdik. Ordu bir gün bize karşı ayaklanırsa karşı koyacak örgütlü gücümüz yok” şeklindeki yakınması Platon’un 2000 yıl önce yazdığı Devlet adlı eserinde yakındığı görüşten farklı değildir. Platon aynı soruyu, “bizi koruyuculardan kim koruyacak?” şeklinde söylerken bu sorunun ne kadar zaman ve mekândan bağımsız olduğunu gösterir.
Subayların hayat standardının düşüklüğü de onları darbeye iten ayrı bir sebep olarak gösterilir.
Başgil’e (2006) göre, darbeye giden yolu açan ve darbenin başarılı olmasının arkasında yatan halk desteğinin kaybetmesinin arakasında iki gerekçe vardır: İlki “Milliyetçiler Derneği’ni ikincisi ise, Milli Nizam Partisi’nin kapatmasıdır.
1950 yılından itibaren on yıllık bir süreyle iktidarı elinde bulunduran Demokrat Parti’nin askeri bir darbeye maruz kalmasının sebepleri olarak özetle şunlar ileri sürülür:
Atatürk devrimlerine karşı bir karşı devrim niteliğinde uygulamaları gündeme getirmesi, örneğin daha iktidara geldiği ilk yıllarda ezanın Arapça aslına döndürülmesiyle başlayan süreç ayrıca radyoda Kur’an okunmaya başlanması.
Vatan Cephesi’nin oluşturulması, Vatan Cephesine katılanların listesinin her gün düzenli olarak devlet radyosundan ilan edilmesi.
Askerlerin ekonomik durumlarında meydana gelen kötüleşme: Ordu mensuplarının ücretlerinin düşmesi büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Apartmanların bodrum katları subay katları olarak anılıyordu.
1960 yılında kurulan Tahkikat Komisyonu ile doruk noktasına ulaşan toplumu ve muhalefet partisi CHP’yi geren pratikler.

İlk darbeci gruplaşmalar:

Ordu içindeki darbe hazırlıkları 1950’lerin ortasından itibaren yeşermeye başlamıştır. İlk cunta, faaliyetleri hükümetin bu konudaki duyarsızlığı nedeniyle zamanla genişler. İlk cuntalardan biri Atatürkçüler Derneği’dir. Atatürkçüler Derneği 1955’de Binbaşı Faruk Güventürk ve Yüzbaşı Dündar Seyhan tarafından İstanbul Harp Akademisi’nde kurulur. Dernek üyelerinin birçoğu 1960 Darbesine katılmıştır. Grubun darbeci girişimleri 1957’den sonra yoğunlaşır. Ancak üye Binbaşı Samet Kuşçu grubu ihbar edince, 26 Aralık 1957’de 9 subay tutuklanır, 26 Mayıs 1958’de serbest kalırlar ancak ihbarcı binbaşı iftira suçundan iki yıl hapis cezası alır (Ünsaldı 2008: 64-65).
TSK’deki ilk darbeci örgütlenme 1954’de İstanbul’da topçu yüzbaşılar Seyhan Dündar ve Orhan Kabibay tarafından başlatılır. Sonra diğerleri onlara katılır. Aynı dönemde ikinci grup Ankara’da Kurmay Albay Talat Aydemir başkanlığında toplanır. 1957 yılında iki komite birleşir. Darbe için 1958 Şubat ayı öngörülür ancak Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu’nun itirafı üzerine darbe ertelenir ( Gürsoy 2012:132)
27 Mayıs darbesi, emir komuta zinciri içinde yapılmadı yani darbeyi yapan 38 kişilik ekip, siyasilerden önce genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun ve hava kuvvetleri komutanı Tekin Arıburun’u tutukladı.

1960 darbesini gerçekleştiren subayların demokrasi, ülke yönetimi gibi konularda mutabık olduğunu söylemek mümkün değildir. Onları bir araya getiren en önemli etken DP’nin devrim karşıtı icraatları ve demokrasinin işleyişindeki aksaklıklardı. CHP’nin izlediği sert muhalefet DP’yi daha da sertleştiren siyasete ittikçe darbe için uygun zemin üretilmiş oluyordu. DP muhalefeti olma dışında ortak noktalı olmayan darbecilerin darbe sonrası aralarında uzlaşamamaları sonrası darbeci grubun içinde meydana gelen ilk çatlak 14’ler olayıyla ortaya çıkmıştır. Darbe sonrası hızla tekrar demokrasiye geçmeyi düşünenlerle (Cemal Madanoğlu grubu) cumhuriyetin kurucu değerlerinin içselleştirilmesine kadar iktidarda kalınması gerektiğini belirtenler (14’le grubu ki A. Türkeş vd. bu gruptaydılar) arasında bir gerilim meydana gelmiştir. Bu gerilimde baskın olan Madanoğlu grubu, 14’leri çeşitli yurtdışı görevlere gönderince Madanoğlu’nun grubu, 13 Kasım 1960 günü 14’ler olarak anılan grubu tasfiye etmiştir. Ancak bu tasfiye cuntacı grubun homojenleştiği anlamına gelmiyordu çünkü “14’lerin tasfiyesinden sonra, demokrasi anlayışları ve parlamentoyu vesayet altında tutma konusunda farklı görüşleri paylaşan gruplar cuntalaşmaya başlamıştı. Bu bağlamda daha önce İstanbul ve Ankara cuntaları (grupları) ortaya çıkmıştı. Ayrıca …Albay Talat Aydemir’in başını çektiği bir başka “Albaylar Cuntası” da dikkati çekmektedir (Aydın ve Taşkın 2015:86).

Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) ve Aydemir Vak’asına Giriş

1961’de Milli Birlik Komitesi (MBK) başkanı Cemal Madanoğlu darbe içinde darbe yapar ve daha milliyetçi ve yönetimi sivillere biraz daha geç teslim etmeyi düşünen 14 subayı (14’ler olarak bilinirler) tasfiye eder. Bu durum darbe içinde meydana gelen ilk darbedir ancak henüz sular durulmamış ve genç subaylar tam olarak amaçlarına ulaştıklarını düşünmediklerinden siyaset ve asker ilişkisi kaynamaya devam etmiştir.

Darbeye karşı darbe.,

15 Ekim 1961 seçim sonuçları darbecilerin istediği gibi bir sonucu ortaya çıkarmamıştı. Darbeciler sandığa müdahale edememişlerdi. Bayar hapishaneden doğrudan Adalet Partisine (AP) oy verilmesini işaret ediyordu. Demokrat Parti'nin halefleri konumundaki Adalet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) oyların yüzde 60'ını aldı. Sonuçlar herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı. CHP yüzde 36.74, AP yüzde 34.80, CKMP yüzde 13.95, YTP yüzde 13.72 oranlarında oy almıştı. Cumhuriyet devrimlerine karşı bir karşı devrimin temsilcisi olan DP’ye karşı yapılan darbe sonuç vermemişti çünkü halk onun devamı (halefi) olan AP’ye oy vererek darbeyi boşa çıkarmış oluyordu. Darbenin ruhuna aslında darbecilerin kendisine doğrudan bir meydan okumaydı halkın yaptığı.

 Bu durumda darbenin (ya da kendi ifadeleriyle devrimin) bütün kazanımlarının tekrar kaybedileceği endişesi, üst rütbeli subay ve generallerin (F. Güventürk, F. Gürler, R. Tulga gibi) İstanbul’da kurduğu Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB)’nin “İstanbul ve Ankara grupları 21 -22 Ekim 1961 ‘de “İlerici 27 Mayıs Devrimi”nin getirilerinin tehlikede olduğu gerekçesiyle doğrudan bir askeri müdahaleyi öngören İstanbul ve Mürted politikalarını imzaladılar” (Ünsaldı 2008:77). Amaçları 25 Ekim’de açılacak meclisin açılmasını engellemek ve seçimi iptal etmekti. Bu gelişmeler üzerine Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 23 Ekim'de dört kuvvet komutanının da içinde bulunduğu 24 general ile olağanüstü görüşür. Ardından Orgeneral Cemal Gürsel 23 Ekimi 24 Ekim'e bağlayan gece parti liderleri Çankaya Köşkü'nde darbe lideri Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında bir araya getirildi. Onlara SKB’nin muhtıra niteliğindeki 21 Ekim kararları gösterildi. Bu durumu çözüme kavuşturmanın yolunun Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanı, İnönü'nün ise Başbakan olmasının kabul edilmesiydi. Böylece SKB’nin gölgesi altında genelkurmay başkanı cumhurbaşkanı oluyor ve hükümeti kurma görev İsmet Bey’e veriliyordu.
Albay Aydemir’in başarısız darbe girişimleri (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963)
1961 seçimleri ile birlikte DP’nin devamı olan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisinin (YTP) aldığı yüksek oy MBK’nin dışında ondan daha keskin subayların yer aldığı Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) üyeleri tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Yönetimi sivillere bırakma konusunda çok istekli olmayan SKB bu durumdan çok rahatsız olduğu ve buna yönelik nasıl bir politika izlediği görülmüştü. Silahlı Kuvvetler Birliğinin MBK’nin önüne geçtiği hatta darbe içinde bir darbenin gölgesinin sezildiği bu dönemde dikkat çeken isimlerden biri Talat Aydemir’dir.
Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir'in 16 Kasım 1961'de sonrada ve 21 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’de kalkıştığı başarısız darbe girişimleri, Aydemir ve Fethi Gürcan'ın idamıyla sonuçlanır.
Doğan Avcıoğlu gibi ordu gibi zinde güçler üzerinden sol bir hükümet oluşturma gayreti olanların Talat Aydemir ile irtibatları vardı. 21 Şubat Aydemir darbesi nedeni ile 1962-1963 de Harp Okulu mezun vermemiştir.

12 Mart 1971 Muhtırası.,

Bu darbenin meşruiyet zeminini sağlayan meydana gelen özellikle sol gençlik gruplarının meydana getirdiği terör olaylarıdır. 12 Mart Muhtırasını darbeyi önleyen bir muhtıra olarak görmek gerekir zira 9 Mart 1971'deki darbe girişimi ancak komuta kademesinin karşı muhtırasıyla durdurulabilmiştir. Bu dönemde orduda radikal genç subayları temsil eden Muhsin Batur-Faruk Gürler cuntası konuşulmaktadır. Gençlik örgütleri de bu cuntayla ilişkilenmiş ve Doğan Avcıoğlu'nun fikirlerinden etkilenen bir grup 9 Mart 1971'de "sol Kemalist" darbe hazırlığına girişmiştir.  Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, MİT'in ihbarıyla darbe hazırlığını önler ve 12 Mart'ta hükümete muhtıra verir.

On yıl önce gerçekleşen 27 Mayıs darbesi üç sağ siyasetçinin idamıyla sonuçlanmıştı, 12 Mart'ı izleyen günlerde darağacında bu kez üç solcu genç vardı: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan. Bir sağdan ve bir soldan idamlar 12 Eylül 1980’de zaman aşımı olmaksızın gerçekleşecekti.

12 Eylül 1980 Darbesi

1980 darbesi iç karışıklık, terör olaylarının ülkeyi yaşanılamaz hale getirmesi, siyasi istikrarsızlığın had safhaya varması ki bir örneği, 115 tur yapılmasına rağmen hala cumhurbaşkanının seçilemediği 1980 yılıdır, ekonomik kriz vb. gibi güçlü gerekçelere yaslanarak yapılır.
İdamların, tutuklamaların, işkencelerin, sonrasında terör örgütlerine katılımcı sağlayacak uygulamaların birçoğunun kaynağıdır 12 Eylül 1980 darbesi. 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla, birlikte ithal ikameci politikaların yerini liberal ekonomik politikalara bırakacağı ancak bu kararları hayata geçirecek güçlü hükümetlere duyulan ihtiyacın darbenin Amerika tarafından desteklenmesinin bir gerekçesi olarak gösterilir ve görülür. Yine 1979 İran İslam Devriminin devrim ihracının önüne geçmek amacıyla da bu darbenin yapıldığı belirtilir.

28 Şubat 1997 (Postmodern darbe).,

1994'teki yerel seçimlerin galibi Refah Partisi, 1996'da da DYP ile koalisyonun ortağı olarak Refah-Yol hükümetini kurdu. Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş geleneği dini referansları güçlü bir parti olarak ordunun "irtica" refleksi vermesine neden oldu. Genelkurmay'da Batı Çalışma Grubu (BÇG) kurularak dini oluşumlar takip ve kontrol altına alınarak yıldırılmak istendi. Ankara-Sincan’daki Kudüs temalı bir tiyatro oyunu gerekçe gösterilerek 1997 Şubat'ında Sincan'da tanklar yürütüldü, 28 Şubat'ta ise askerler 9 saatlik MGK'da hükümete 18 maddelik muhtıra verdi. Muhtıra sonrası hükümet değişti, Refah Partisi kapatıldı, insan haklarına aykırı birçok uygulama evrensel ve özgür düşüncenin merkezi olan üniversiteler olmak üzere kamu kurumları ve kamusal alanda yaşandı.

27 Nisan e-muhtırası.,

2002 sonrası Türk siyasal hayatında farklı bir renkle ortaya çıkan AK Parti, 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kriz yaşadı. 27 Nisan 2007’deki ilk tur oylamanın ardından "367 teziyle" seçim Anayasa Mahkemesi'ne taşınırken, Genelkurmay'ın internet sitesinde o gece e-muhtıra olarak da anılan bir bildiri yayımlandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın yıllar sonra "Ben yazdım" dediği bildiri dönemin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün adaylığı laiklik üzerine abanılarak eleştiriliyordu. Lakin Ak Parti hükümetin bildiriye yönelik cevabı çok sert oldu, peşinden de meşhur "Dolmabahçe görüşmesi" gerçekleşti. 22 Temmuz'da erken seçime gidildi, AK Parti oylarını yüzde 34’den % 47'ye çıkardı.

15 Temmuz 2016 Başarısız İşgal Girişimi

Ak Parti hükümetinin 27 Nisan e-bildirisi ile atlattığı ilk başarısız darbe hazırlığı 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olayları ile farklı bir kulvarda devam eder. Yabancı basının canlı yayınlarla dünya kamuoyuna cilalayarak sunduğu bu olaylardan da istediği sonucu alamayan çevreler nihai hedefleri Başbakan Erdoğan’ı iktidardan indirmek ve uluslararası mahkemelerde yargılamak olan planlarını hayata geçirdiler. 7 Şubat 2012 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırma operasyonuyla başlayan süreç 17-25 Aralık operasyonları ile devam etmiş 1-19 0cak 2014 tarihlerinde MİT tırlarına yönelik operasyonlarla devam etmiştir. MİT gözetimindeki tırlar Adana ve Hatay’da durdurulmuş ve FETÖ’cü savcının yürüttüğü operasyon kısa süre içinde uluslararası medya organlarına servis edilmiştir. MİT tırlarının durdurulmasıyla eş zamanlı şekilde Türkiye’nin terör örgütlerine destek olduğu yönünde kara propaganda çalışmaları başlatılarak Türkiye terör örgütlerinin destekçisi olarak gösterilmiştir. Hükümetin aldığı kararlar çerçevesinde kamu kurumlarından tasfiye edilmeye başlayan örgüt son olarak NATO’cu subaylarla işbirliği içinde 15 Temmuz gecesi başarısız bir darbe girişiminde bulunmuştur.

15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi kahraman halk, ordu içinde darbecilerle savaşan kahraman askerler ve kahraman emniyet güçlerinin direnişi sonrasında başarısız darbe girişimi olarak şüphesiz Türkiye’de hafızalardan uzun yıllar silinmeyecek bir iz bırakmıştır. Ancak bu darbe girişiminin özellikle sivil bir tepki ve direnişle bastırılması unutulmayacak bir öneme sahiptir. 
Halkın darbecilere karşı gösterdiği direniş takdire değerdir. 
Özellikle Batılı ülkelerin Türkiye’nin demokrasi yolunda mesafe alması için üst perdeden nasihat etmelerine karşılık, demokratik düzeni değiştirmeye yönelik bir darbe girişimine sıradan vatandaşın gösterdiği tepkiyle demokrasinin varlığının sürdürülmesine yönelik katkısına hiçbir övgü ya da takdir gelmemiştir. 

Bu sessizlik Türkiye’deki darbe girişimlerinin arkasında bazı ülkelerin istihbarat servislerinin varlığı tartışmasını bir kere daha hatırlatmaktadır.

15 Temmuz başarısız darbe girişimi Cumhuriyet tarihinde halkın sokaklara dökülerek darbeyi önlediği bir girişim olarak tarih sahnesindeki yerini alacaktır. Türkiye için bu noktada dikkate değer bir yorum, darbeye karşı direnenlerin daha çok Türkiye’deki aydın-elit kesim tarafından sürekli hor ve değersiz görülen muhafazakârlar olmasıdır. Oysa bu döneme kadar muhafazakârlar genelde henüz bireyleşmemiş, modernleşmemiş, özgürlüğüne pek de meraklı olmayan, demokratik siyasi kültür bilincine erişemeyip, cemaat siyasi kültürüne hapsolan bağımlı değişkenler olarak görülmüşlerdir. Başlı başına darbe süreci onları bağımsız değişken haline getirmiş değildir zaten yanlışlık da buradadır çünkü onlar zaten bağımsız değişkendirler. Bu durum, muhafazakârlara yönelik algının ne kadar taraflı ve sosyal gerçeklerden uzak olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Çünkü onlar 15 Temmuz ile bir yandan siyasi iradelerine sahip çıkarken diğer yandan ülkelerinin bağımsızlığı ve kendi özgürlüklerini ne ölçüde karakter olarak içselleştirdiklerini göstermişlerdir.

Kaynakça

Başgil, Ali Fuat (2006), 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, 2. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul.
Demirel, Tanel (2011), Türkiye’nin Uzun On Yılı, Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Gürsoy, İdris (2012), Dokuz Subay Olayı, Kaynak Yayınları, İzmir.
Koçak, Cemil (2008), “Siyasi Tarih”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908- 1980, 4. Cilt, Cem yayınevi, İstanbul.
Ünsaldı, Levent (2008), Türkiye’de Asker ve Siyaset (çev. O. Türkay), Kitap Yayınevi, İstanbul.
Akşin, Sina (2008), “Siyasi Tarih (1950-1960)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908- 1980, 4. Cilt, Cem yayınevi, İstanbul.


***

24 Ekim 2020 Cumartesi

Teşkilatı Mahsusa nedir.,

 Teşkilatı Mahsusa nedir.,




ÖZEL BÜRO NOTU : BUGÜN DE MİT’İN DEDESİ OLAN TEŞKİLAT-I MAHSUSA ÖRGÜTÜNÜ İNCELEDİK VE SİZE 3 AYRI KAYNAKTAN 3 FARKLI GÖRÜŞ AKTARIYORUZ. 
KEYİFLİ OKUMALAR DİLERİZ. 
 Teşkilatı Mahsusa nedir? Teşkilatı Mahsusa kimdir, üyeleri kimlerdir?

Teşkilatı Mahsusa nedir ? 
Teşkilatı Mahsusa kimdir, üyeleri kimlerdir ? 
Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT)'in atası olarak görülen Osmanlı Devleti'nde Enver Paşa'nın 
1913 yılında kurduğu Teşkilât-ı Mahsusa hakkında elde olan bilgiler çok az. Teşkilât-ı Mahsusa’nın varlığı ve faaliyetleri bugüne kadar bilimsel şekilde araştırılmamış, hakkında yazılanlar bir efsane bulutu içerisinde kalmış ve abartmalar günümüze kadar devam etmiştir. Peki Teşkilat-ı Mahsusa kimdir, üyeleri kimlerdir? 

TRT'nin büyük beğeni toplayan dizisi Mehmetçik Kut'ül Amare bu haftaki bölümüne Teşkilât-ı Mahsusa sahnesi damga vurdu. Vatan sevdalısı Hüsrev oğlu Mehmet'i büyük dikkat ve gizlilik içerisinde Bağdat'a ulaştıran Süleyman Kumandan, çölde şifacıların yanında bulduğu Mehmet'i Teşkilât'ı Mahsusa'ya resmen aldı. Büyük heyecan yaşatan sahnede, dizinin başından bu yana sık sık görülen Süleyman Kumandanın yüzüğü dikkatlerden kaçmadı. Bazı izleyicilerin hâlâ merak ettiği üç hilâlli sancağın da Teşkilât-ı Mahsusa sancağı olduğu biliniyor. 


 http://img2.cdn.turkiyegazetesi.com.tr/images/ckfiles/images/k%C4%B1z%C4%B1l.png

TEŞKİLÂT-I MAHSUSA NEDİR? 

Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakkî Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa'ya bağlı olarak kurulan gizli bir teşkilattır. Teşkilatın, Türkçü ve İslâmcı siyasî görüşler doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda ve örgütlenme eylemlerinde bulunduğu bilinmektedir. Çeşitli ifadelere göre 1911'den itibaren etkin olmuş, 5 Ağustos 1914'te Harbiye Nezareti'ne bağlı resmî bir örgüte dönüştürülmüştür. 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakkî hükûmetinin iktidardan ayrılması ile birlikte Teşkilât-ı Mahsusa da resmen tasfiye edilmiştir. 



 http://img2.cdn.turkiyegazetesi.com.tr/images/ckfiles/images/mahsusa1.png




TEŞKİLÂT-I MAHSUSA'NIN FAALİYETLERİ 

Teşkilât-ı Mahsusa'nın Trablusgarp'ta İtalyanlara, Batı Trakya'da Bulgar ve Yunanlara, Mısır ve Irak'ta İngilizlere karşı direniş örgütleme çalışmaları kısmen belgelenmiştir. Buna karşılık 1915 Ermeni Tehciri'nde Teşkilât-ı Mahsusa'nın oynadığı rol, sık sık dile getirildiği hâlde ayrıntılarıyla ortaya konabilmiş değildir. Teşkilât-ı Mahsusa hakkında tek köklü araştırmanın yazarı olan Philipp Stoddard'a göre Teşkilât-ı Mahsusa, Ermeni tehcirinde hiçbir rol oynamamıştır. 

TEŞKİLÂT-I MAHSUSA VE KUVÂ-Yİ MİLLİYE 

I. Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da oluşturulan Kuvâ-yi Milliye ve Müdafaa-i 
Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilât-ı Mahsusa üyesi 
olduğu bilinen kişilerdir. Buna rağmen Teşkilât-ı Mahsusa ile Millî Mücadele 
arasındaki örgütsel ilişki yeterince incelenmemiştir. Teşkilatın kurucusu Enver 
Paşa'dır. Başında ise Hüsamettin (Ertürk) Bey bulunmaktaydı. 

BU BAŞKA BİR KAYNAK …. 

Teşkilat-ı Mahsusa Kuruluş ve Seçkin Üyeler 
1.Dünya savaşı’nın başladığı günlerde seferberlik ilan edilmiştir. Seferberliğin ilan edildiği 11 Kasım gecesi İttihat ve Terakki Teşkilatı Genel Merkezi‘nde tarihi bir toplantı vardı ve üyelerin hepsi hazırdı. Toplantı önemli bir karar gebeydi: Enver Paşa’nın önerisiyle Teşkilat-ı Mahsusa’nın temelleri atılacaktı. Alınan kararda şöyle deniliyordu: “İster savaşa katılalım, ister katılmayalım ordularımızın ileride düşman topraklarındaki hareketlerini kolaylaştırmak için bir Teşkilat-ı Mahsusa kurulmalıdır. 
Bu teşkilat sayesinde silahlandırılacak çeteler savaş sırasında düşman topraklarına girecekler, düşmanın hareketi ve sayısı hakkında ordularımıza gerekli bilgiyi vereceklerdir.” Teşkilat-ı Mahsusa yaptıkları, en zor şartlarda bile imza attığı inanılmaz eylemlerle bir döneme mührünü vuran bir örgüttür. Öyle ki dünyanın en gizli teşkilatları arasındadır. Hücre sistemiyle çalışmıştır ve hücre evleri günümüzde dahi belirlenememiştir. Teşkilat’ın kuruluş tarihi hakkında çeşitli görüşler vardır: Cemal Paşa hatıralarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın 1913 yılında Batı Trakya’daki faaliyetlerinden söz eder. Doktor Philip Hendrick Stoddard (Teşkilat-ı Mahsusa kitabının yazarı) da Ağustos 1914’te Teşkilat-ı Mahsusa’nın illegal olarak çalıştığını 5 Ağustos 1914’te resmi bir kimliğe büründüğünü belirtir. Kaynakların ortak görüşü ise şudur: 

Teşkilat-ı Mahsusa Enver Paşa’nın ve mesai arkadaşı Binbaşı Süleyman Askeri‘nin 
yönettiği ve İttihat Terakki Genel Merkezi’nin Batı Trakya ile ilgili kararlarını uygulamakla görevli bir örgütün büyüyüp gelişmesiyle oluşmuştur.Kuşçubaşı Selim Sami ve Eşref kardeşler, Çerkez Reşit, Hüsrev Sami gibi isimlerin aktif olarak çalıştığı teşkilat, yakın tarihimizin en başta gelen gizemli bir örgütüdür. 
Teşkilat’ın kuruluş amacı şuydu: 

-Bütün Müslüman alemini bir bayrak altında toplamak, yani İslam birliğini 
gerçekleştirmek. Bunun yanında bütün Türk Dünyası’nı da siyasi birliğe kavuşturmak, yani Turan Ülküsü’nü gerçek kılmak.Önemli bir İslam büyüğü Emiri efendi ve Türkçülük’ün ideologu Ziya Gökalp Teşkilat’ın fikirlerinden esinlenmiş, Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlı coğrafyasında geniş bir yelpazeye yayılmış, büyük bir ümit kaynağı olmuştur. 
Teşkilat-ı Mahsusa başlangıçta oldukça iyi işler yapmış, ama Arap isyanları ve İngiliz altınları zamanla bütün dengeleri değiştirmiştir. Balkanlar’da ve Osmanlı’nın değişik yörelerinde İttihat ve Terakki’nin fedakar subayları sayesinde ayaklanmalar çıkmış, İtilaf devletleri’ni oldukça uğraştırmıştır. 
Enver Paşa’nın emri ile Teşkilat-ı Mahsusa’nın başına geçen Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri’nin emrinde seçme subay ve askerlerden oluşan Osmancık Gönüllü Alayı vardı. 
Yüzbaşı Hayri, Filibeli Halim Cavit, Yüzbaşı Lütfü, Piyade Teğmeni Şehreminili Sadık gibi mümtaz subaylar, Binbaşı Süleyman Askeri Bey’in işini oldukça kolaylaştırıyordu. 
Burada 
Teşkilat-ı Mahsusa emrinde çalışan ve yakın tarihimizde önemli işler yapan bazı 
subayların listesini vermeyi faydalı görüyorum: 
 
1. Yüzbaşı Yakup Cemil 
2. Emir Abdulkadir el-cezayir’in oğlu, Meclis-i Mebusan İkinci başkanı Emir Ali Paşa 
3. Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi Abdulkadir Gannavi 
4. Dr.Abdurrahman Bey 
5. Yüzbaşı Ali 
6. Müstakbel İstiklal Mahkemesi Başkanı ve Cumhuriyet Dönemi Nafia Nazırı Miralay Ali Çetinkaya 
7. Başbakan Binbaşı Ali Fethi Okyar 
8. İşkodralı Ali Rıza 
9. Teğmen İskeçeli Arif 
10. Teğmen Atıf Kamçıl 
11. Binbaşı Mısırlı Aziz Ali 
12. Padişahın saray görevlilerinden Besim Ağa 
13. Gazzeli Cemal Bey 
14. Mustafa Kemal’in yaverlerinden Cevat Abbas 
15. Yüzbaşı Hacı Emin 
16. Geleceğin Harbiye Nazırı Enver Paşa 
17. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Kıllıgil 
18. Enver Paşa’nın kayınbiraderi Yarbay Nazım 
19. Enver Paşa’nın amcası Kurmay Binbaşı Halil Kut 
20. Enver Paşa’nın yaveri İzmitli Mümtaz 
21. Trablus Mebusu Ferhat Bey 
22. Sapancalı Hakkı 
23. Türk Hava Kurumu başkanı Binbaşı Fuat Bulca 
24. Deli Fuat Paşa’nın oğlu Teğmen İslam 
25. Deli Fuat Paşa’nın oğlu Şehit Reşit 
26. Topçu Yüzbaşı İsmail Hakkı 
27. Jandarma Yüzbaşı Kadri 
28. Kuşçubaşı Eşref 
29. Miralay Neşet 
30. Ünlü Hatip Ömer Naci 
31. Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam 
32. Şeyh Salih eş-Şerif et-Tunusi 
33. Trablusgarplı Süleyman el-Baruni 
34. Askeri Temyiz Mahkemesi Başkanı Bingazili Yusuf Şetvan 
35. Halepli Ethem Paşa 
36. Şeyh Abdulaziz Savaş 
37. Yarbay Çorumlu Aziz 
38. Teşkilat-ı Mahsusa Siyasi Büro Müdürü Dr. Bahaeddin Şakir 
39. Teşkilat-ı Mahsusa Sİyasi Büro Müdürü Mithat Şükrü Bleda 
40. Dördüncü ordu müftüsü Esat Şukayr 
41. Ohrili Eyüp Sabri 
42. Ünlü komitacı Fuat Balkan 
43. Süvari binbaşı Eyüplü Hüsamettin Ertürk 
44. Manastırlı Hüsrev Sami Kızıldoğan 
45. Topçu Yüzbaşı İhsan 
46. Türkistan’daki Teşkilat-ı Mahsusa harekatının idarecilerinden Kuşçubaşı Selim Sami 
47. Kolağası Trabzonlu Rıza 
48. Balkan Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinden İsmail Canpolat 
49. TBMM üyesi Edremitli Necati Bey 
50. Yüzbaşı Kırkkiliseli (Kırklarelili) Ali Rıza 
51. Yüzbaşı Üsküdarlı Muhtar 
52. İstiklal Savaşı paşalarından Dağıstanlı Nuri 
53. Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik 
54. Eğinli Hasan Rıza 
55. Meclis-i Mebusan Bursa Mebusu Talip Bey 
56. TBMM üyesi Yüzbaşı Giritli Ruşeni 
57. Fas’ta Ticani Hücresi Reisi Hoca Abbas 
58. Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba’nın babası Şerif Burgiba 
59. Arabistan’ın ünlü şeyhlerinden İbnü’r-Reşit 
60. İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy 
61. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mareşal Mustafa Kemal Paşa 
 
BU DA BAŞKA BİR KAYNAK …. 
 

 Teşkilat-ı Mahsusa Hakkında Gerçekler
Teşkilat-ı Mahsusa Hakkında Gerçekler 
Tolga Gerger 
 
  Herkes konuştu hakkında binlerce kitap yazıldı. 

Teşkilat-ı Mahsusa kimdir? 
Faaliyetleri nedir? 
Neler yapmışlardır? 
 
Tarih genel hatlarıyla zor bir bilimdir. Evrakın incelenmesi esas olmakla birlikte bazı konuların yıllarca üzerinde çalışılır. Açıkcası bu yazıyı çok zor bir şekilde yazdım. Teşkilat-ı Mahsusa kimine göre efsanevi operasyonları yapan bir kurum, kimine göre ise Ermeni Tehcirini organize eden grup. Oysa gerçekler çok farklı. Araştırmamı yaparken Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığından faydalandım. 

Arkadaşlarımın ısrarı üzerine kendisine hep şüpheyle yaklaştığım internete bir bakayım dedim. Gördüklerim karşısında adeta şok oldum. Konu hakkında yazılan binlerce kitap olduğunu biliyordum ama bu denli "hayal" ve "yalanın" olduğunu asla tahmin edememiştim. İzlememekle birlikte arkadaşlarım bana malum bazı dizileri ve yapımları söylediler. Oradaki konuları üstün körü bilmekle beraber, içeriğine tam anlamıyla vakıf olduğumda ikinci bir şok yaşadım. 
Bu kendini inandırma furyası halkımıza o denli sirayet etmiş ki burada yazılanlara anlatılanlara inanır duruma gelmişler. Börü Budun efsanesinden tutun, Göktürkler'den bu yana gelen ihtiyarlar örgütü saçmalığına kadar birçok garip şeyle karşılaştım. Bu durum öyle bir noktaya gelmiş ki Teşkilat-ı Mahsusa'nın 
hizmetinde çalışmış (üyesi değil) Yakup Cemil'in torunu olduğunu iddia eden insanın binlerce baskılı kitabını (ki iki kızı vardır, ikisi de hiç evlenmemiştir) bile görmek zorunda kaldım. İnternette yetmemiş, Teşkilat-ı Mahsusa amblemi diye dolaşan şeylerin (ki hiçbiri gerçek değil, gerçeği kayıptır) yüzük yapıp satıldığını gördüm. Bu araştırmayı sırf bunun için yaparak durumu daha anlaşılır hale getirmeyi amaçladım. Takdir siz sayın okuyucularındır. 

Teşkilat-ı Mahsusa gerçekte nedir? 

Teşkilat-ı Mahsusa ya da esas ismiyle Umur-ı Şarkiyye Dairesi'ni (Doğu İşleri Dairesi) askeri yazışmalarda ilk kez 1911 yılında, Trablusgarp'da görmekteyiz. Burada yerel unsurların başında yer alan Osmanlı zabitleri eğitimlerle düşmana zarar vermeye yönelik faaliyetlerde bulunurlar. Başarısız olan bu girişim sonrasında aynı taktik Balkan Savaşı'nda uygulanır. Balkan Savaşı'ndaki büyük yenilgi, istihbarat anlamında devletin ne kadar geri planda olduğunu gözler önüne serer. Burada kurulan Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri gönüllülük esasıyla oluşturulur. Katılım öncesi kontrat imzalanarak işe alınırlar. 

Neden efsane olduğu anlaşılamayan Kuşçubaşı Eşref Burada Teşkilat-ı Mahsusa denildiğinde adı sıkça geçen Kuşçubaşı Eşref'ten bahsetmek gerekir. Nasıl olduğunu anlayamamakla birlikte, Kuşçubaşı'nın yaptıkları zamanla efsaneleşmiş ve bir mit haline gelmiştir. Balkan Harbi sırasında kendisine bağlı Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin disiplinsiz davranışları üzerine buradaki askerlerin kontratları fesh edilmiş ve silahları elinden alınmıştır. Yine Kuşçubaşı'nın faaliyetleri sonrasında kurulduğuna inanılan Batı Trakya Bağımsız Hükümeti onun değil, Fuat Balkan'ın çabaları sonunda kurulduğu arşivlerde geçmektedir. 
 Teşkilat-ı Mahsusa Hakkında GerçeklerBaşkan değil, teşkilatın tasfiyesinden sorumlu üye Resmi bir kurum olarak Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluşu 4 Eylül 1914'tür. İstihbarattan ziyade Genelkurmay içinde memurları ve kadrosu olan "İslam toprakları'' üzerinde yaşayan halkları uyandırma maksadıyla kurulur. Birinci Dünya Savaşı içinde bu kuruluş farklı görevlerde bulunmuştur. Balkan Savaşı'nın verdiği tecrübe sonrası Teşkilat-ı Mahsusa'ya bir Merkezi Umumiye oluşturulur, kendi fonu yaratılır. Binbaşı Süleyman Askeri Bey, Emniyet Umumi Müdürü Aziz Bey, Doktor Nazım ve Atıf Bey tarafından örgüt kurulur. Süleyman Askeri Bey kurulan bu teşkilatın ilk başkanıdır. Kendisi gayri nizami harp tekniklerini savunur. Fakat bu durum kendisine muhalif olanların dikkatini çeker, çabucak istifa etmeye zorlanır. Sonrasında kendisi Irak'ta yaşadığı yenilgiyi hazmedemeyerek intihar edecektir. Teşkilat Nisan 1915'te Almanlar'ın Doğu İşleri Bürosundan örnek alınarak ismini Umur-ı Şarkiyye Dairesi (Doğu İşleri Dairesi) şeklinde değiştirir. 

Başkanları sırasıyla Süleyman Askeri Bey, Enver Paşa'nın amcası Halil Bey, 
Yarbay Cevat ve Ali Başhampa'dır. Çokça bilinen yanlış olarak buna Hüsamettin Ertük eklenir. Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivinden çıkan belgeler bu durumu yalanlar. Hüsmettin Bey başkan değil, teşkilatın tasfiyesinden sorumlu bir üyedir. 

Teşkilat-I Mahsusa'nın elimizde olan belgelere göre faaliyet gösterdiği yerler, Fas, 
Trablusgarp (bugün Libya) Rusya ve İran'dır. Peki bu teşkilat buralarda neler yapmıştır? 
Enver Paşa

Teşkilat-ı Mahsusa'nın görevleri Fas operasyonu bölgede bulunan Fransız nüfusuna yöneliktir. Çanakkale Savaşı'nın neticesinde başlar. Binbaşı Tahir ve emrindeki 3 teğmen, Haziran 1915'te Madrid'e gönderilir. Fas'ta bir cihat organize ederler, bu kısmen başarı sağlar. Fransa bu bölgeden asker toplayamaz. Bölgede kazandıkları güç, o dönemde müttefiğimiz olan Almanlar'ı rahatsız eder. Birinci Dünya Savaşı hakkında yorum yaparken en büyük eksikliğimiz Almanlar'la yapılan ve kusursuz olduğu iddia edilen müttefikliğimizdir. Oysa Almanlar'la müttefikliğimiz kusursuz değil, sorunludur. Şurası bir gerçek: Biz savaş öncesinde İngilitere ve Fransa'ya yanaşmak istedik fakat onlar bizi istemeyince Almanlar'a itildik. İtildik diyorum, çünkü gerçek tabiri budur. Almanlar Binbaşı Tahir'in görevi Alman makamlarına 
devretmesini ister. Binbaşı Tahir bunu reddeder ve görevine devam eder. Almanlar daha çok bastırınca buradaki görev sona erer. 

Trablusgarp operasyonu 

Trablusgarp'da Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa görevlendirilir. Buradaki görev Afrika genelinde Habeşistan sahasına kadardır. Akdeniz'in güvenliği amaçlanmıştır. Nuri Paşa burada ciddiye alınmaz. Bunun üzerine Şehzade Osman Fuat Efendi Trablusgarp'a gönderilir. Kendisi askerdir, Almanya'da eğtim görmüştür ayrıca Osmanlı şehzadesidir. 

Burada yoğun ilgiyle karşılaşır. Birçok Arap Kabile şefiyle görüşür. Kabileler ona biat eder ama bir icraat gösteremez. Savaş sonrası tutuklanır. 
 Teşkilat-ı Mahsusa Hakkında Gerçekler

İran operasyonu 

İran'da Rauf (Orbay) Bey görevlendirilir. Buradaki amaç İran'da yaşayan Türkler'in, onun etkisiyle domino taşı etkisi yaratacağına inanılarak Afganistan ve Hindistan'ı ayaklandırmaktır. Bu, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Zaten yapılanları değerlendirdikçe bir hayalin peşinden koşulduğu, uğraşıldığı, fakat arkalarına baktıklarından yine bir hayalin etrafında olduğu görülmektedir. Hindistan'a belgelerin ışığında yapılan kontrollerde iki kişinin gönderildiği ve burada başarısız olup geri geldikleri tarihi kayıtlarda mevcuttur. 

Rusya operasyonu 
Rusya'da ise daha çok siyasi faaliyetleri görebiliriz. Türk - Tatar Konseyi Başkanı Yusuf Akçura burada görevlendirilir. Kendisine Ali Başhampa tarafından para gönderilir. En önemli operasyonları Ukraynalı Milliyetçilerle iş birliği yapıp Rusya karşısında ayaklanmalarını sağlamaktır. Bunda da kısmen başarılı olmuşlardır. 
Teşkilat-ı Mahsusa'nın Genelkurmay arşivlerinde olan operasyonel bilgileri bunlardır. Bu doğrultuda teşkilatla doğrudan bağlantılı olduğu düşünülen bazı kişeleri anlatmadan olmaz. 

Kuşçubaşı Eşref aslında kimdir, kim değildir? 
Kuşçubaşı Eşref figürü tarihimizin büyük bir balonudur. Yaptığı iddia edilen icraatlar bilinmemektedir. Örneğin Lawrance'ın bütün mektup, günlük, kısacası her şeyi yayınlanmıştır. Lawrance ile Eşref'in mücadelesi anlatılır, oysa Lawrance Eşref'ten hiç bahsetmemiştir. Lawrance'ın kitabında, günlüğünde bahsettiği tek Türk, Cemal Paşa'nın Yaveri İsmet Bey'dir. Çokça yapılan iddialar ve hakında yazılan binlerce garip kitaplara rağmen gerçek bundan ibarettir. Ki kendisi, Milli Mücade sırasında Yunanlılar'a iltica etmiştir. Kuşçubaşı aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı yıllarında Mustafa Kemal'e karşı düzenlenmeye çalışılan suikastin içinde yer almıştır, onun sağlığında Türkiye'ye gelememiştir. 

Yakup Cemil kimdir peki? 

Aynı efsaneler Yakup Cemil için de söz konusudur. Yakup Cemil, Teşkilat-ı Mahsusanın emrinde geçici olarak çalışmış biridir. Bu kurum, yazının başında anlattığım üzere, askeri bir kurumdur. Yakup Cemil, Sarıkamış Harekatı sırasında 2000 kişilik Teşkilat-ı Mahsusa gönüllü birliğiyle Artvin'e gelir. Ardahan'da bulunan Rus birliği çekilme taktiğiyle şehri boşaltır. 29 Aralık günü Yakup Cemil ve gönüllü birliği Ardahan'ı alır fakat kısa bir zaman sonra Ruslar saldırır. Yakup Cemil'in kuvvetleri ağır bir yenilgiyle savaşı kaybederler. 

Yakup Cemil'in torunu olmamasına rağmen (daha önce belirttiğim gibi iki kızı vardır ve ikisi de evlenmemiştir) onun torunu tarafından yazıldığı belirtilen Teşkilat-ı Mahsusa kitabının takdirini siz değerli okuyuculara bırakıyorum. 
 Teşkilat-ı Mahsusa Hakkında GerçeklerEn büyük iddialardan bir tanesi de Teşkilat-ı Mahsusa'nın Ermeni Tehcirinde yaptıklarıdır. Birincisi, Teşkilat-ı Mahsusa gizli bir teşkilat değildir. Antetli kağıdı bile bulunmamaktadır. 

Bölgede bulunan bazı süvari alayları, evet, Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri olarak geçmektedir fakat tehcir sırasında bunların görevli olduğunu düşünmek yanlıştır. Ne yazık ki burada da tarihçiliğimizin eksik yönü ortaya çıkıyor. Hamidiye alayları ve sevk defterleri halen açılmamıştır. Bunların ortaya çıkmasının, bazı şeyleri daha net aydınlatacağı düşüncesindeyim. 

Teşkilat-ı Mahsusa hakkında bir diğer iddia ise Kurtuluş Savaşında MM ve Karakol grubu çalışmalarından gelip oradan MİT'in kuruluşuna kadar devam eden süreçtir. Bu tartışmalı bir durumdur. 

Günümüzde anlatılandan çok farklı bir teşkilat Bu kadar evrak sonrasında geldiğimiz nokta Teşkilat-ı Mahsusa'nın günümüzde anlatılandan çok daha farklı bir kuruluş olduğudur. Zaten çok etkin ve güçlü bir yapı olsalardı, Osmanlı İmparatorluğu ayakta kalır ve savaşı kazanırdı. Bahattin Şakir'in Enver Paşa'ya gönderdiği mektup Burada bir evraktan bahsetmeden olmaz. Esası Türk Tarih Kurumu arşivinde yer alan Bahattin Şakir'in Enver Paşa'ya gönderdiği mektuptur. Enver Paşa teşkilatın bütün faaliyetleri hakkında bilgi sahibidir. Savaş sonrası gönderilen bu mektupta ilk iki madde çok ilginçtir. 

1- Teşkilat-ı Mahsusa'nın bütün evrakları kaldırılmıştır. 
2- Örtülü ödenekten alınan evraklar gönderilmiştir. 

Bu iki madde bize şunu gösteriyor. Bu evraklar nerede? Teşkilat-ı Mahsusa neler yaptı? 

Yoksa gerçekten bilmediğimiz operasyonların içinde mi bulundu? Açıkcası şüphe 
içindeyim. Bu evraklar ortaya çıkmadan kesin birşey söylemek halen güç. Fakat bilgi kirliliği oldukça yoğun. Halen bir sis perdesi altında kalan bu teşkilat, yeni belgelerin ortaya çıkmasıyla daha çok aydınlanacaktır. Tarih, belgelerin ortaya çıkmasıyla yazılmaya devam ediyor. 

Kaynaklar: 

GENELKURMAY ASKERÎ TARİH VE STRATEJİK ETÜT (ATASE) VE DENETLEME BAŞKANLIĞI ARŞİVİ 
Ahmet Tetik Teşkilat-ı Mahsusa (Umur-ı Şarkiyye Dairesi) Tarihi, Arşivci Murat Akdeniz İSTİHBARAT DOSYASI, Teşkilatı Mahsusa] 
 

***

12 Ekim 2020 Pazartesi

PKK Nasıl ve Hangi amaçla kuruldu?

PKK Nasıl ve Hangi amaçla kuruldu?


Bayram Yurtçiçek

25 Aralık 2016 10:20


       ABD Emperyalizmi 1970’lerin ortalarından itibaren “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde, Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleyerek bir darbe ortamı oluşturmak için harekete geçti. Yeşil kuşağın” birçok amacı vardı. 

   Birinci amacı 12 Mart’tan sonra yükselmeye başlayan ve Sovyetlerin de rol oynadığı halk hareketini bastırmaktı. O sırada ABD ile hegemonya mücadelesi yürüten Sovyetler Birliğinin kuşatılması bu kuşağın ikinci amacıydı. 

Bunun yanı sıra Yunanistan Kıbrıs’a Türkiye’nin müdahalesi sonrası NATO’nun Askeri kanadından çekilmişti. Daha sonra dönmek istediyse de Türkiye’nin o zamanki sivil iktidarları kararı veto ederek, Yunanistan’ın geri dönmesini engelliyordu. Bu engeli ancak askeri bir yönetim kaldırabilirdi. 

   Öyle de oldu. 12 Eylül Yönetiminin ilk işlerinden biri de Yunanistan'ın NATO’ya dönmesini engelleyen vetoyu kaldırdılar.

Kıbrıs müdahalesinden sonra ABD’nin uyguladığı askeri ambargo, Türkiye-ABD ilişkilerini bozmuştu. Türkiye’de içinde hükümetlerin de bulunduğu güçlü bir anti-emperyalist dalga yükseliyordu. Bu dalgayı bastırmak ve askeri faşist diktatörlük kurarak ilişkileri tekrar eski düzeyine getirmek gerekiyordu.

1976’dan itibaren, Amerikancı Gladyo Türkiye’nin istikrarsızlaştırılarak bir askeri darbenin koşullarını adım adım uygulamaya başladı. Türkiye’nin batısında sağcı-solcu kavgasını, Alevi-Sünni ayrılığını kullanarak, ülkeyi kan gölüne çevirdiler. “Kurtarılmış bölgeler” kuruldu. Okullar Ülkücüler ve Solcular arasında bölüşüldü. Beş bin civarında devrimci, akademisyen, politikacı ve ülkücü bu istikrarsızlaştırma politikasının sonucu hayatını kaybetti.

Maraş, Çorum, Malatya’da Alevilere yönelik toplu katliamlara yöneldiler. 1 Mayıs 1977’de Taksim’de 33 yurttaşımız katledildi. Artık her çevreden insanlar, bu anarşi ve terör ortamının sona erdirilmesi için gerekirse askerlerin yönetime el koyması konuşulur oldu.

***

Ülkenin batısı bu halde iken Doğu ve Güneydoğu nispeten sakindi. O günlerde “kırmızı bölge” diye nitelendirilen bölge dışında pek bir olay olmazdı. 

(Kırmızı bölge: Kars, Erzurum, Sivas, Erzincan, Çorum, Malatya, Adıyaman, Elazığ, Kahramanmaraş, gibi illeri kapsıyordu.) 

Örneğin, 1974-1977 arası Diyarbakır, Mardin, Siirt, Van, Tunceli, Hakkâri, Ağrı, Bitlis, Muş, Bingöl gibi illerde ufak tefek olaylar hariç tutulursa, önemli bir olay olmadı.

Çünkü bu bölgede, MHP ve Ülkücüler ya yoktu ya da çok zayıftı. Bir sağ-sol kavgası veya Alevi-Sünni kavgası yaratmak çok zordu. 

Bu bölgede ancak, sol örgütler ve Kürtçü örgütler arasında bir kavga ve mücadele çıkararak, anarşi ve terör ortamı yaratılabilirdi.

İşte PKK’nın kuruluş amacı tamamen buydu. “Böcek yiyen böcekler” üretilmiş ve ortalığa salınmıştı. O dönemi yaşayan herkes şunu kabul eder. 

PKK’nın uyguladığı mücadele yöntemleri, devrimci, ilerici mücadeleye ters ve aykırıydı. Bölgede faaliyet gösteren bütün örgütlerin lider takımına yönelik suikastlar ve saldırılar yaptılar. Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin bölgedeki yöneticilerine de bu meyanda saldırılar yapılmış ve birçok yöneticileri şehid edilmiş veya yaralanmıştır. Antep İl başkanı Zeki Ön, Kahramanmaraş il yöneticisi Mehmet Ongan, Tunceli il yönetim kurulu üyesi Adil Turan Nazimiye İlçe Başkanı Hasan Erkılıç, PKK’nın uyguladığı suikastlar sonucu katledildiler. Batman’da Haluk Mıhalioğlu, Diyarbakır’da Koçak Aldemir ki daha sonra Koçak Aldemir’e Varto’da bir kere daha saldırıldı. Yine Diyarbakır’da, İl yöneticisi ve Aydınlık Gazetesi muhabiri Erdal Güran ile ağabeyi kamu çalışanı Aydın Güran ile Tunceli’de İmam Canpolat yaralandı. Bu satırların yazarı da öldürmek kastıyla iki defa silahlı saldırıya uğradı. 

Saldırılardan şans eseri yara almadan kurtuldu.

Tunceli’de Halkın Kurtuluşu grubunun önde gelenlerinden Hüseyin Sancar Mazgirt’te Apocular tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Tunceli Apocularla 

Halkın Kurtuluşu grubu arasında savaş alanına döndü. Kızıltepe kırsalında KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları) ile girdikleri savaşta yüzlerce KUK’çu ve PKK’lı öldü.

1979 yılı temmuzunda yaptıkları toplantıda alınan kararlara göre, Öcalan’ın yurtdışına çıkması, Aydınlık gazetesinin bölgedeki muhabirlerine karşı suikastlar ile diğer Kürtçü gruplarla çatışmaya girişme kabul edildi. Aydınlık gazetesinin dağıtımını yapan şirketin kamyonları yakıldı. 

Gazeteyi bulunduran bayiler tehdit edildi.

***

       Yalnız bununla kalmayıp aşiretler arası düşmanlıkları, aileler arasındaki kan davalarını kışkırtarak, toplumu bir birleriyle çatışır hale getirdiler. 

Hilvan-Siverek yöresinde, Paydaşlar ve Kırvar aşiretiyle işbirliği yapıp Süleymanlar ve Bucaklara savaş açtılar. Viranşehir-Kızıltepe-Derik yöresinde ise, 

Türk’lerle anlaşıp, Necimoğullarına saldırdılar. Aşağı yukarı bütün bölgede buna benzer tavırlar aldılar.

Nihat Ali Özcan’ın iddia ettiği gibi, PKK’yı Sovyet veya Bulgar gizli servislerin kurduğu ve yönettiği bir örgüt değildi. Eğer öyle olsaydı, bölgede faaliyet 

gösteren ve Sovyetler tarafından açıkça desteklenen gruplara saldırmaz, onların örgütlenmesine engel olunmazdı. DDKD, Özgürlük YOLU grubu, 

KUK ve Ala Rızgari gibi grupları hedef almazdı. Ayrıca Rusya’nın Türkiye acentesi gibi çalışan o günkü Türkiye Komünist Partisinin bölgedeki örgütlerine de aynı sertlikle saldırdılar. Küçük bir örnek vererek bu konuyu kapatalım. Batman Lisesi’nde TKP’liler hâkimdi. PKK’lılar TKP’lilerin etkisini kırmak için okulu bastılar ve TKP’li öğrencileri duvarın dibine dizip taradılar ve gençleri bacaklarından yaraladılar. Bu saldırıdan bir sürü genç sakat kaldı. 

Böylece okul PKK’lıların eline geçti. Sovyetçi gruplarla da çatışan Apoculara TKP’liler, Diyarbakır’da dağıttıkları bildiri de onları Sovyetler Birliği düşmanı ve utangaç Maocular olarak ilan ettiler. Dolayısıyla Sovyet ya da Bulgar gizli servislerinin PKK’yı kurduğunu söylemek, 1974-1980 arası PKK’nın yürüttüğü mücadeleyi hiç anlamamak anlamına gelir. 

   1980 sonrası, daha doğrusu, Suriye’ye geçip El Muhaberrat ile çalışıncaya kadar bu doğru değildir.

https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/bayram-yurtcicek/2016-aralik/pkk-nasil-ve-hangi-amacla-kuruldu


***

PKK Yönetimini Yakalanma korkusu sardı.,

PKK  Yönetimini Yakalanma korkusu sardı.,



   Terör örgütü PKK’nın lider kadrosunda yer alan Murat Karayılan, Cemil Bayık, Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüseyin’i, TSK ve MİT’in yakın takibi nedeniyle yakalanma korkusu sardığı öğrenildi.

18 Ocak 2020 13:55

Güncellendi: 18 Ocak 2020 15:47

Güvenlik kaynakları terör örgütü üyelerinin, kendilerini kamplar ve sığınaklarda bile güvende hissetmediğini, bu nedenle bir kısmının Kandil’e yakın köylerde bir kısmının da doğal dağ mağaralarında gizlendiğini bildirdi. Terör örgütünün Irak-Suriye sınırında, özellikle Şengal bölgesinde de konuşlandığını belirten güvenlik kaynakları, Suriye’de bombalı araçlarla yapılan saldırıların bu teröristler tarafından gerçekleştirildiğini ifade etti.

YAKALANMAMAK İÇİN AYNI NOKTADA KALMIYORLAR.

Aynı kaynaklar, Kandil’deki üst düzey teröristlerin uzun süre aynı noktada kalmama çabasında olduğunu ve  Irak, Suriye ile İran arasında sürekli yer değiştirdiklerini bildirdi. Kandil’in bir kısmının İran topraklarında olduğunu kaydeden güvenlik kaynakları, elebaşları Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Fehman Hüseyin’in de aralarında olduğu lider kadrosunun, TSK ve MİT’in sıkı takibinden kaçabilmek için telsiz dahil iletişim kanallarını kullanmamaya dikkat ettiğini bildirdi. En yakın adamları dışında diğer örgüt üyeleriyle de temas kurmayan terörist elebaşlarının, örgütteki etkinlikerinin zayıfladığı ifade edildi.

SALDIRILARI KANDİL’DEN GELEN TERÖRİSTLER PLANLIYOR.

Barış Pınarı bölgesinde bombalı araçlarla yapılan terör saldırılarının arkasında Kandil’den gelen teröristler olduğunu belirten güvenlik kaynakları, teröristlerin sivil halkın arasına karışarak gizlenmeye çalıştığını belirtti. Terör örgütünün bombalı araç saldırılarıyla Türkiye’de gösteremediği varlığını sürdürme çabasında olduğunu ifade eden güvenlik kaynakları, Diyarbakır annelerinin çocukları için tuttuğu nöbetin de örgütü moral olarak çok olumsuz etkilediğini bildirdi. Teröristlerin aynı zamanda bölgeye geri dönüşleri engelleme çabasında olduklarını ifade etti.

Bölgede, şu an girilemeyen mahalle olmadığını ancak teröristlerin yerleştirdiği EYP’lerin temizliği için sivillerin girişinin geçici olarak yasaklandığı mahalleler bulunduğunu belirten güvenlik kaynakları, Türkiye’nin eğitim verdiği ilk grup yerel polisin (Şurta) göreve başladığını kaydettiler. Şurtaların göreve başlamasıyla da teröristlerin ele geçirilmesinde etkili olacağını ifade ettiler.

https://www.veryansintv.com/pkk-yonetimini-yakalanma-korkusu-sardi/

***

CEMİL BAYIK VE MURAT KARAYILAN BİRİBİRİNE DÜŞTÜ.,

 CEMİL BAYIK VE MURAT KARAYILAN BİRİBİRİNE DÜŞTÜ.,




Cemil Bayık ve Murat Karayılan birbirine düştü.,

Terör örügü PKK'nın; uyuşturucu ticareti açısından kendileri için stratejik önemde olan Yüksekova'da hezimete uğraması, örgütün lider kadrosu içindeki kavgayı derinleştirdi. Cemil Bayık ile Murat Karayılan grupları arasındaki kavga, telsiz konuşmalarına bile yansıdı. 

Karayılan Grubu; 

Yüksekova'dan kaçan Cemil Bayık'ın adamı Yusuf Saydut'u hain olarak suçlamaya başladı.

Terör örgütü PKK'nın, Hakkari'nin Yüksekova ilçesinden yürütülen operasyonlar sonucu temizlenmesi örgütün lider kadrosunda yer alan Cemil Bayık ile 

Murat Karayılan arasında ciddi görüş ayırılıklarına neden olmuştu. Alınan istihbaratlar ile tespit edilen telsiz konuşmaları, bu görüş ayrılıklarının örgüt içinde ciddi bir çatlağa dönüştüğünü ortaya çıkardı. Güvenlik ve istihbarat birimlerinin yaptığı tespitler özetle şöyle:

*Özellikle Yüksekova’da Cemil Bayık’ın güvendiği elemanı olan Yüksekova sorumlusu Yılmaz Kürdo kod adlı Yusuf Saydut’un operasyonlar esnasında kaçması bardağı taşıran son damla oldu.

*Karayılan grubu; Yüksekova’da şehir direnişi için çok büyük hazırlıklar yapıldığını, iki yıldır yapılan hazırlıklarla ilçenin Güneydoğuda hiçbir şehirde olmayan tünellerle ve fare yolları ile donatıldığını, yoğun bir şekilde silah ve cephane stoku yapıldığını, Yüksekova çembere alınsa dahi ilçenin her bölgesinden giriş-çıkış yapılabilecek tünel sistemleri ile örgüt mensuplarını takviye etme imkânı bulunduğunu dile getiriyor. Ancak buna rağmen hizemete uğrandığını belirtiyor. Ve bu hezimetin tek sorumlusu olarak örgütün Yüksekova sorumlusu Yılmaz Kürdo kod adlı Yusuf Saydut’u işaret ederek aslında dolaylı olarak da Cemil Bayık'ı suçluyor.

BAYIK'A SUÇLAMA

*Karayılan grubu bununla da yetinmeyerek özellikle kodlu telsiz görüşmelerinde (ki bu telsiz çevrimine Cemil Bayık ve adamları da katılıyor ve dinliyorlar) şu suçlamalarda bulunuyorlar:

*Özellikle Cemil Bayık’ın adamı olan Yılmaz Kürdo kod adlı Yusuf Saydut, Yüksekova’dan kaçarak örgütü yüzüstü bıraktı.

*Yüksekova’da Meydana gelen hezimetten direkt olarak Yusuf Saydut ve Cemil Bayık’ın sorumlu.

*Yusuf Saydut’un şu an kaçak durumda olduğu ve fakat tez elden yakalanarak ihanetle suçlanması gerektiği.

*TSK’nın herhangi bir karakolu veya üs bölgesine saldırmamasına rağmen daha önce kahraman ilan edilmiş olan Yılmaz Kürdo kod adlı Yusuf Saydut’un aslında Devlet işbirlikçisi bir hain olduğu.


https://www.milliyet.com.tr/gundem/cemil-bayik-ve-murat-karayilan-birbirine-dustu-2249252


***

Serdar Akinan: Gazetecilerin cevapları utanç tablosu gibiydi!

Serdar Akinan: Gazetecilerin cevapları utanç tablosu gibiydi! 


Mustafa Doğan,

05 Ocak 2012

Uludere'ye bağlı Roboski (Ortasu) köyü yakınlarında savaş uçaklarının bombalaması sonucu aralarında çocukların da bulunduğu 35 kişinin ölümü ardından bölgeye ilk giden gazetecilerden Akşam gazetesi yazarı Serdar Akinan, yazılı ve görsel medyanın olayı ilk anından duymasına, görsel materyallerin ellerinde olmasına rağmen talimat almadan yayına girmediğini söyledi. 

‘’Televizyonların haber merkezlerinde çalışan arkadaşlarımı aradım. Bana verilen cevaplar adeta utanç tablosu gibiydi’’ diyen Akinan, katliamın hükümet ile cemaat arasındaki alan çatışmasını ortaya çıkardığına dikkat çekti.

Roboski'de 35 kişinin öldürülmesi ardından olay yerine ilk giden gazetecilerden Akşam gazetesi yazarı Serdar Akinan, olayın duyulması ardından medyanın tavrı, Uludere ve Gülyazı'da yaşadıklarını, katliamın ardından yapılan açıklamaları ANF'ye değerlendirdi.

* İstanbul'dan bölgeye gelen İlk Gazetecilerdensiniz. Olayı nasıl duydunuz?

- Sabah 7 gibi uyandığımda twitteri açtığımda Hasip Kaplan'ın twitlerini gördüm bu olaya ilişkin. Olayla ilgili adeta isyan eden twitlerdi bunlar. Olay ilk başlarda çok muğlaktı. Hakikaten böyle bir şey oldu mu, bu boyutta mı diye doğrulatmak için internet sitelerine baktım hiçbirinde yok. Televizyon kanallarını açtım orada da hiçbir şey yok. Başka kaynaklara baktım. Bu gibi durumlarda karşı referans olara baktığım site ANF'dir. Oradaki haberlerde olayın boyutunu fark edince bunu twitter de yazmaya başladım.

Tepki alınca bu kez televizyonların haber merkezlerinde çalışan, CNN'de, NTV'e, SKY'da çalışan arkadaşlarımı aradım. Bana verilen cevaplar adeta utanç tablosu gibiydi. Bana söylenen sabahın ilk saatlerinden itibaren gerek İHA'dan gerekse DHA'dan görüntülerin, fotoğrafların kendilerine gelmeye başladığı ancak talimat olduğu için yayınlayamadıkları nı söylediler.

* Talimat kimden gelmiş?

- Haber merkezleri müthiş gergindi. Arkadaşlarımın bana verdiği bilgi, verilen talimatın resmi hükümet açıklaması olmadan haberi bu şekilde görmeyecekleri yönündeydi. O andan sonra Şırnak'a gitmeye karar verdim. Akşam'ın genel yayın yönetmenini arayarak bölgeye gideceğimi söyledim. İlk uçakla Diyarbakır'a oradan da karayolu ile Şırnak'a doğru hareket ettim.

* Öğlene doğru haber internet sitelerinde ve televizyonlarında biraz temkinli bir şekilde de olsa dönmeye başladı. Şırnak'ta nelerle karşılaştınız?

- Şırnak'a vardığım saatlerde hava kararmıştı zaten. O arada zaten Hüseyin Çelik'in açıklaması televizyonlarda verilmeye başlanmıştı. Artık fotoğraf netleşmeye başlamıştı. Televizyonlar ufak ufak artık bu haberi geçmeye başlıyordu. 35 cenaze artık teyit edilmişti. Şırnak'ta ise tam bir gerginlik hakimdi. Aracımızın önünü yüzleri maskeli bir grup çocuk kesti. Şoför onlarla görüştükten ve aracımızın plakası Diyarbakır'ın olunca geçmemize izin verdiler. 20-30 metre sonra zaten panzer yanımızdan geçti ve ufak tefek işte patlama sesleri duyulmaya başlandı. Büyük ihtimalle gaz bombası atılıyordu. Yolumuza devam edip cenazelerin bulunduğu Uludere Devlet Hastanesi'ne gittik. BDP Eş Başkanı, milletvekilleri, ölenlerin aileleri oradaydı. Otopsiler hastane morgunda sürüyordu. Çok gergin bir atmosfer vardı hastanede. Selahattin Demirtaş görgü tanıklarıyla, ailelerle, olaydan kurtulanlarla görüştüklerini anlattı.

İstanbul'dan Diyarbakır'a gelinceye kadar, gördüklerimin, duyduklarımın tamamını twitterden paylaştım. Yer olmadığı için gece Şırnak'a dönüp otelde kaldık. Sabah tekrar Uludere'ye hareket ettik. Oradan da Gülyazı köyüne geldik. Saat 11 civarı zaten cenazeler omuzlarda köye gelmeye başladı.

* Saldırıya ilişkin halen basında farklı yorumlar yapılıyor. Ölenler suçlanıyor. Cenaze töreninde provokasyon yapıldığı yazılıp çiziliyor. Siz neler gördünüz?

- Aslında olayın tanıkları, köylüler yaşadıklarını anlattılar. Bunlar tefarrufatlı bir şekilde yansıdı medyaya. Medya doğru bir şekilde okursa bence olayın nasıl geliştiği çıplak bir şekilde ortada duruyor. Bu konuda yapılan dikkate değer üç şey benzeşiyor. Birincisi olayın tanıklarının anlatımı, ikincisi Genelkurmay'ın açıklaması, üçüncüsü hükümetin açıklaması. Burada olayın yaşandığı saat, kişi sayısı ve olayın meydana geldiği yönünde kabaca bir sorun yok. Açıklamalar birbiriyle örtüşüyor.

Resmi açıklamalarda teyit ediyor zaten. Bu grubun karşı tarafa geçtiği biliniyordu. Bunda bir şüphe taşımıyorum ben. Sadece dönüş yolunda askerin o temastan sonra, 18:36'dan sonra geri çekilme kararı, çocukların, insanların orada 2-3 saat beklemesi ve ardından bombardımanın başlaması.

Benim gördüğüm kadarıyla bu yeni yapılanmadan dolayı bir iletişim sorunu yaşandı. Şunu çok iyi görmek gerekiyor. Başbakan ile çok tuhaf bir şekilde bir muhabir arasında çatışma adeta yaşandı. Karşılıklı tabiri caiz ise hakarete varan derecede sözler kullanıldı.

O muhabirin bugüne kadar habercilik portfolyosuna baktığımızda retrospektif olarak ne görüyoruz, belli bir kanadın belli kollardaki haberlerini düzenli bir şekilde veriyor olması. Adeta bir eleman şeklinde görev yaptığı görülüyor.

Mesela Başbakan daha öncede MİT'e ve Hakan Fidan'a ısrarla ve özenle sahip çıktı. Ben burada bir çatışma alanı görüyorum. Yani cemaatle hükümet arasında. Bu bir alan kavgası gibi adeta.

Benim gördüğüm kadarıyla Başbakan bu olan bitenden rahatsız. Ama son yaşananlara baktığımızda adeta bu olayı karartmak için bir bilgi kirletmesi olduğu görülüyor. Eğer soruşturma hakkıyla yapılırsa o dört saatlik Heron kayıtları, telefon kayıtları, köylülerle gençler arasındaki telefon kayıtlarının saatleri, bölgedeki askeri unsurların telsiz kayıtları bilinirse veya detaylaştırılıp ortaya çıkarılırsa kimin ne yaptığı, nasıl karar verildiği kesinlikle ortaya çıkar diye düşünüyorum.

Şu ana kadar yapılan yorumları, aslında bir güç savaşı, yani iktidarı paylaşmış olan iki gücün savaşının bir yansıması olarak tezahür ettiğini düşünüyorum. Ve bunu çok sık görmeye başladık. Bu adeta bir çatışma alanı gibi gözüküyor bana.

* Katliamın aydınlatılması yönünde iyi niyet gözlemliyor musunuz siz?

- Ben özellikle hükümet kanadında böyle bir niyetin olduğuna eminim. Çünkü onlar için de bu sürece baktığımızda bu ciddi bir yol kazası. Aslında gelinen noktada hangi açıdan bakarsak bakalım onlar için başarı diye sunulacak bir fotoğraf karesi varken bugün gelinen noktada kendi vatandaşlarını öldüren bir iktidar görüyoruz. Görünen, 'işte askeri de pasifize ettiler, bütün operasyonları MGK yönetiyor, Başbakan karar verdi ve saldırdı!' Şu an gözüken fotoğraf bu. Bundan son derece rahatsız olduklarını düşünüyorum.

İlk günlerde medyaya baktığımızda BDP'liler olaya sahiplendi. Buna karşı hükümet bakanlarını olay yerine göndererek halkın yanında olduğunu hissettirmeye çalıştı.

* Bölgeyi yakından biliyorsunuz. Kaçakçılık bölgenin gerçekliği. Kimi medya ısrarla olayı farklı boyutlara çekmeye çalışıyor. Sizin görüşünüz neler?

- Kaç gündür medyanın belli bir cenahı bence burada kasıtlı olarak bilgi kirletmesi yapıyor. Muhabirlerini bölgeye yollamadan, olan biteni bizzat görerek değil masa başında haber üreterek, istihbarat içinde odaklanmış belli yapıların öngörüsüyle nasıl haber yapıldığı bence ortada. İlk günlerde yapılan yayınlarda işte yazılıp çizildi, PKK'lilerin o kişilere kaçakçı elbisesi giydirerek bir yem attığı yönünde yayınlar yapıldı.

Hükümetin de bir cenahın bu kirletmesinden rahatsızlık duyduğun düşünüyorum. Soruşturma hakkıyla yapılırsa, hem kirletmenin kaynağı hem de gerçeğin ortaya çıkacağına inanıyorum.

ANF / 05.01.12

https://kizilbayrak45.net/arsiv/serdar-akinan-gazetecilerin-cevaplari-utanc-tablosu-gibiydi-mustafa-dogan

***