26 Nisan 2020 Pazar

Güleriz Ağlanacak halimize.,

Güleriz Ağlanacak halimize.,


Yekta Güngör Özden, 

05 Ekim 2009

Osmanlı dönemine ilişkin, vergiden bunalan ve yakınan halkın ağlayıp sızlandığını ileterek çözüm buyruğu bekleyen yöneticilere Padişahın “Gülünceye kadar zamları sürdürün” dediği fıkra olarak anlatılır. Çelişkilere, aykırılıklara, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk ve değişik yöntemsizliklere karşın halkın suskunluğu, tepkisizliği ve ilgisizliği yakınmaları giderek artmaktadır. Halkın direnme hakkı bilincinin bu konuda bilgisi olmasına bağlıdır. Çektiklerine, yaşadıklarına karşın suskunluk bir yana, tam tersine iktidara oy verme gerçeği somut biçimde ortadadır. Aldatma, avutma, armağan ve yeşil kart dağıtma, atama, yer değiştirme, değişik sömürüler, partizanlık ile siyasal oyunlar demokrasiyle bağdaşmayan durumlara neden olmaktadır.

Bıkkınlık, suskunluk, donukluk, yılgınlık, tembellik, umursamazlık, korkaklık sayılacak tutum ve davranışlarla sarmalanıp gidiyor. Eğlence yerleri dolup boşalıyor, eğlence izlenceleri ekranlardan dolup taşıyor, gazete ve dergilerin sayfaları magazin haber ve fotoğraflarıyla süsleniyor, sorunlar, çözüm önerileri, bilim, eğitim, hukuk, güvenlik, sağlık, iş sorunlarına ilgi geride kalıyor.

Yaşanan olaylar karşısında dudak büküp geçmekten, omuz silkip uzaklaşmaktan başka bir şey yapılmıyor. Sesini çıkaranlar, çıkaracağı sanılanlar karakollara itilip kakılarak götürülüyor, sesini çıkarması beklenenler ne yapacağı şaşkınlığıyla düşünceli, tasalı dolaşıyor. Ergenekon olayları için “Acıklı komedi” eleştirisini yazabilen, karşı çıkan kişi ve kuruluşların sayısı yanında medya tetikçisi destekçilerinin tutumu insanlıktan tiksindiriyor. DTP’liler Anayasa kuralına, mahkeme kararına karşı çıkıp ifade vermeye gitmiyor. Diyarbakır sokaklarında yabancı yıkıcıları da alan kürtçü kadınlar PKK ve Apo taşkınlıkları yapıyor. DTP’liler anayasa değişikliğiyle ayrıcalık istiyor. Sonra daha çok bölücülük ve karıştırıcılık yapacaklar.

Daha önce çağrı yazısı gerçek dışı bir nedenle geri çevrilerek Anayasa çiğnendi.

Kürtçülerden başkasına böyle yapılıyor mu?

Anayasal güvenceye bağlı Türk dili için ödünler isteniyor. Türk abc’sine bağdaşması olanaksız harflerin eklenmesi için baskı yapılıyor. Huzur Partisi’nin programındaki bu kalkışması nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldığı unutuluyor. Çocuklar yitiyor, bulunamıyor. Konumları ve görevleri nedeniyle inanılmaz suçlar işledikleri savlanan kimselerin tutuklanmaları izleniyor. Dere yataklarına konut yapılmasına olur veren yöneticilerin neden oldukları sorumluluklar iktidarda olmaları nedeniyle soruşturulamıyor. Açılım adıyla tasarladığı ve anayasa değişikliği gerektirdiği anlaşılan girişimlerin karşılaşılacak tepkilerle muhalefet desteği alınamaması nedeniyle yasa düzeyinde düzenlemelerle sınırlanacağı sanılıyor.

Üniversitelerin açılışında siyasal yandaşlıklar seziliyor. Açılış konuşmaları ve dersleri için çağrılanlar bu izlenimi uyandırıyor. Üniversite öğrencilerine “üniversite kavramı ve özerkliği” konularında yeterli bilgi verilmemesi onların üniversiteyi bir yüksek okul, nitelikli lise türü eğitim kurumu algılamalarına neden oluyor. Gereksiz fahri doktoralar, sunumlar ve yandaş rektör atamalarıyla niteliği bozulan üniversitelerin demokratik yaşam için öncülük ve yükümlülükleri yadırganıyor. Olağan tutumları Cumhurbaşkanı bile sakıncalı bularak eleştiriyor. PKK’lılara ve yandaşlarına gösterilen ilgi, yararlanmaları düşünülen kolaylıklar başka şüphelilerden ve sanıklardan esirgeniyor. Hukuk dışı dinleme ve izlemeler, ilgisizliklere ilişkin bilgi ve kâğıtların iddianamelere eklenmesi, yandaş medyaya gizli anlatımların sızdırılması sürüyor.

Dinsel bayramlardaki parasız taşımaların Cumhuriyet Bayramı için de uygulanıp uygulanmayacağı merak ediliyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin anlamsız Bahçelievler 7. Cadde Sormacası ile Ankara yollarını çirkinleştiren metro istasyon yerlerinin yıllar süren yapımı bir türlü tamamlanıp yollar yürüyüşü güçleştiren durumdan kurtarılmıyor. Ayrıcalıklı, yanlı işlemler ceza niteliğinde uygulanmaktan çekinilmiyor. Gereksiz soruşturmalar, uzayan dâvalar, aklanması büyük olasılık taşıyan kimselerin cezalandırılması biçiminde gereksiz tutuklamalar kaldırılmıyor. Ücretler ve tüketim nesneleri için tersine uygulanan zamlarla milletvekili ödenek ve yolluklarına eklenen olanaklara siyasetçiler aldırmıyor. Hastane kapılarıyla adliye koridorları, karakol bahçeleri ve üniversite çevreleri ilgili kalabalıklarla taşıyor. Daha neler neler… Ağlamalar kahkahalara dönüşüyor.

ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar’ın üniversitesinin açılış konuşmasında nedenlerini belirttiği endişesine çok kimse katılıyor.

Nasıl dönüşmesin? Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun özürlülerin iyileştirilmesinde ilâhi, ibadet, dua, estetik, sanat türü öğeleri içeren manevî bakımı önerdiği yazıldı. Orta vâdeli programı açıklayan Devlet Bakanlarından Babacan ekonominin önünü açmak için yargı sisteminde zorunlu reform istendiğini açıkladı. Yargının önlediği aykırılıklardan vazgeçecekleri yerde bildiklerini okumak için yargı engelini hukuku bozarak aşmaya çalışıyorlar.

Siyasetin dar ve geniş anlamlarını, görev nedeniyle değinilmesi zorunlu olan konulara ilişkin açıklamaların, öneri ve dileklerin siyaset yapmak olmadığını bilmeyenlerle bilmek istemeyenler, tutumları ve yandaşlıkları belirgin olan kimileri Genelkurmay Başkanı’nın son güneydoğu gezisinde ağalık düzeni, siyasal sömürüler konusundaki sözlerini aykırı görüp suç duyurusunda bulunmuşlar. Güler misiniz, ağlar mısınız? Demokratlık maskesiyle asker düşmanlığı.

Parklarda, deniz kıyısında, bahçede, yolda kız-erkek arkadaşlığını aykırı görüp sataşanlar, kavga çıkaranlar arttı. “Mahallenin namusu”nu yanlış ve sakıncalı biçimde algılayan bağnazlar Türkiye’nin onurunu gölgeliyor.

Kültür ve Turizm Bakanı, iktidarlarının yaptıklarını “Atatürk ilkelerinin söz olmaktan çıkarılıp gerçek olması süreci” diye savunmuş, ilkeleri yıkarak gerçekleştirme yeni bir siyasal yöntem(!) olsa gerek. Atatürk, Atatürkçülük ve cumhuriyet karşıtlığına ilişkin kalkışmaları görmeyen Bakanın kültüre ve turizme ilişkin görüşlerine nasıl güvenilir? Nasıl Atatürk’le AKP’yi bir tutar?

İstanbul’a yapılması düşünülen 3. Köprü nedeniyle Başbakan projeleri inkâr ederken Belediye Başkanı itiraf etti. Başbakan bir konuşmasında 1. ve 2. köprüye karşı çıkanların “utanmadan ve sıkılmadan bu köprülerden geçtiklerini” söyledi. Konuşma düzeyi ayrı, bir de yurttaşlara köprüya yasak sayan anlayışa bakınız. Karşı da çıksanız yapılan köprüden niye geçmeyeceksiniz? Herkese açık değil mi?

Papa’nın lâikliğini “pasif lâiklik” diye övüp savunanlar türedi. Türkiye lâikliğinin değerini bilmeyenlere ne denilse yararı olmaz. Yanaştıkları yerlere yaransınlar, kına yaksınlar.

Hukuksuz düzenlemeler, Ergenekon ağına takılanları tanıyıp onlarla konuşmuş olmanın gözaltına alınıp tutuklanma nedeni sayılması ürperticidir. Bir emniyet müdürünün bu yolda açıklaması ve ana muhalefet liderinin doğrulayıcı eleştirisi hukuksuzluğun boyutlarını göstermektedir. Hukuksuz kalmak hukukçuların suçudur.
Kitap

Gazeteci Özdemir Kalpakçıoğlu’nun “Galatasaray’da Bilinmeyenler” adlı kitabı Galatasaray Spor Kulubü’nü sevenlerin okuması gerekli önemli ayrıntılar içermektedir. Gerçek bir Galatasaraylı’nın değerlendirmelerinin Kulübün geleceği için yararı açıktır. Öneririz.

Yekta Göngör Özden



http://www.turksolu.org/67/


***

İşbirlikçilerin kimlik parçalanması ve sonuçları.,

 İşbirlikçilerin kimlik parçalanması ve sonuçları., 





Sabahattin İsmail
27 Kasım 2018, 11:00
İşbirlikçilerin kimlikleri nasıl parçalanıyor, zihinleri nasıl işgal ediliyor 27 Kasım 2018, 11:00 Sabahattin İsmail Sabahattin İsmail ABD tarafından organize edilen conflict resolution eğitimlerinde büyük bir ustalıkla yapılan iş; katılımcıları kimlik bunalımına sokmak, kimlik parçalanmasını gerçekleştirmek ve yaratılan o çatlaktan katılımcıların beynine girerek yeni bir kimlik enjekte etmekti... Enjekte edilen bu yeni kimlik, Rum ve Türklerin ortaklaşa sahip olduğu iddia edilen “KIBRISLI” kimliği idi... Oysa Rumlar da kendilerini KIBRISLI (Cypriot) olarak tanımlıyordu ve dış dünyada “Cypriot” dendiği zaman ilk anda akla Rum gelmekteydi.. Tabii KIBRISLI kimliği enjekte etmenin Rum milli hedeflerine hızmet amacı taşıyan yayılmacı-hegemonyacı bir amacı vardı.. 

    Rum Milli tezine göre, Kıbrıs’ta Rum çoğunluk ve azınlık Türk, Latin, Ermeni, Maronitler den oluşan tek bir KIBRISLI MİLLETİ-KIBRISLI HALK vardır…  

Bu Kıbrıslı milletinin %82’si Rumlardan oluşmaktadır..  Bu tek KIBRISLI Halkın tek self-determinasyon hakkı vardır…Bu hak doğrultusunda 1950’de yapılan plebisitte “KIBRISLI HALKI ENOSİS istediğini ortaya koymuştur…Ya ENOSİS gerçekleşmeli, ya da KIBRISLI HALKIN % 82’sini oluşturan Rum çoğunluk azınlık Türk, Ermeni, Latin ve Maronitleri yönetmelidir.. Görüldüğü gibi KIBRISLI kimliği enjekte etmenin ve ben Türk değil, KIBRISLI’yım demenin objektif olarak ENOSİS’i savunmaktan veya Rum çoğunluğun hakimiyetine girmeyi kabul etmekten başka bir anlamı yoktur… Dış güçlerin düzenlediği “iki toplumlu eğitimlere, guruplara ve “conflict resolution” çalışmalarına girenler günün sonunda kendilerini KIBRISLI olarak tanımlamaya başlıyorlar… Bu eğitimlere uyuşmazlıkların çözümü yöntemlerini öğrenmek için Türk kimliği ile girenler, eğitimler sürerken kendilerini kimlik bunalımı içinde buluyorlar ve eğitimler bittiği zaman kendilerini artık Türk değil, “KIBRISLI” olarak tanımlamaya başlıyorlardı.... Bunlar artık yabancılar milliyetlerini sorduğu zaman, “we are not Turkish Cypriot, just Cypriot” ( Kıbrıs Türk’ü değiliz, sadece Kıbrıslıyız) diyorlardı.... Bunun anlamı ise melez bir kimliğe sahip olduklarıydı. Yani, “biraz Türk, biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, biraz İngiliz” olduklarıydı... Bu yöndeki ilk söylem ABD tarafından eğitilip conflict resolution eğitmeni yapılan ve “ABD, bizi 30 kişi olarak eğitti, biz de 3 bin kişiyi eğittik, 10 bin kişiyi harekete geçirdik, 100 bin kişiyi etkiledik” diye övünen Yenidüzen yazarı CTP’li Sevgül Uludağ tarafından ortaya konmuştu... Sevgül Uludağ, 21 Ağustos 2001 tarihinde Yenidüzen’de yayınladığı yazıda “ kendisini biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Lüzinyan, biraz İtalyan ve biraz da Türk olarak hissettiğini” açıklamıştı... O günlerde işbirlikçi-mandacı cepheye savaş açan rahmetli Doğan Harman sahibi olduğu Kıbrıslı gazetesinin 21 ve 22 Ağustos 2001 tarihli sayılarında Mehmetali Talat, Şener Levent ve İzzet İzcan’ın fotoğraflarını koyarak “yüzde kaç Türk olduklarını” açıklamaları çağrısında bulunuyor ve “mandacıların halk, özgürlük ve insan hakları kavramları arkasına saklanarak ulusal ve insani değerleri ayaklar altına aldıklarını ve bu mandacıların artık gerçek kimliklerini açıklamaları gerektiğini” yazıyordu Nereden nereye? 2004’de Annan Planı referandumu öncesinde HAYIR kampanyası yürütürken ve ABD’nin sürdürdüğü beyin yıkama operasyonları ile ilgili yayınlar yaparken, gazetemizi ziyaret ederek yayınlarımızdan duydukları rahatsızlığı dile getiren ABD Büyükelçiliğinin bir diplomatı da çok sert geçen tartışma sırasında “Türk ve Rumların DNA’sının aynı olduğunu, dolayısı ile önemli olanın Türklük-Rumluk değil KIBRISLILIK olduğunu” söyleyecek kadar ileri gidebilmişti.. Bu ise, ABD’nin Türk kimliğini parçalayacak diye, insanların kafataslarına takan Hitler faşizmi gibi, insanların DNA’ları ile uğraşan ırkçı bir konuma düştüğünü ortaya koyan çarpıcı bir örnekti... Belli ki conflict resolution eğitimlerinde de barış adına insanların beynine bu türden ırkçı safsatalar enjekte ediliyor ve bu eğitimlerden çıkan insanlar “kendilerini Rumlara, Türklerden daha yakın hissettiklerini” canlı radyo programlarında açıklayabiliyor ve “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin olduklarını” yazabiliyorlardı...Nitekim ben bunu CTP’nin radyosunun programına katılan bir gencin ağzından bizzat duydum…Söz konusu programda konuşan genç “Güneyde iki toplumlu bir kampa katıldığını burada eğitimler verildiğini ve şimdi kendisini Türk değil KIBRISLI olarak hissettiğini” söylemekteydi... Bu ise söz konusu eğitimlerde nasıl bir kimlik parçalanmasına uğradıklarını kanıtlıyordu... Böylece farklı bir kimlik yüklenen insanlar, daha sonra kendi toplumları içinde doğal Türk kimliğini taşıyan büyük çoğunlukla barış adına çatışma içine giriyordu.... 

Türk halkı içinde son yıllarda iç barışın bozulmasında en büyük etken budur...

Bir başka deyişle, sözde barış adına Rumla ortak KIBRISLILIK kimliği yaratılacak diye, Türk kimliği ile çatışma yaratılarak toplumların kendi içinde yeni bir çatışma alanı yaratılıyordu... Ne ilginçtir ki, bugün Rumlarla oluşturulan tüm iki toplumlu gruplarda görev alanlar, Annan Planı referandumu öncesinde destek için grev ve mitingler örgütleyenler, Anavatan Büyükelçiliği ve Meclis önünde Türkiye ve KKTC karşıtı eylemler yapanlar, gazete köşelerinde Türk kimliğine, Türkiye’ye, ordumuza, KKTC’ye saldıranlar ezici çoğunlukla AB ve ABD’deki yaz kamplarına katılanlar, gri rüşvetlerle ülke ülke gezdirilip beş yıldızlı otellerde ağırlanan ve beslenenler ve beyinleri yıkanıp kendilerini KIBRISLI olarak tanımlayanlardır… Devlete, Anavatana, ordumuza saldıranlar hep conflict resolution eğitimlerinden geçirilmişlerdir, iki toplumlu guruplar içinde yer almışlardır, almaktadırlar ve kendilerini hep KIBRISLI veya “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, azıcık da Türk” hissetmektedirler... 

  Ve yine ne ilginçtir ki, böylesine bir kimlik parçalanması içine girip Türk kimliği ni inkar edenlerin bazıları, ilk okullarımızda, orta eğitimde, üniversitelerde gençlerimize sözde Atatürkçü milli eğitim veriyorlar... Laf... Türk kimliğini inkar edip kendilerini “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, azıcık da Türk” görenlerin, kendilerini KIBRISLI olarak tanımlayanların, Atatürkçü milli bir gençlik yetiştirmesi olası mı? Ve, böylesine bir kimlik parçalanması içinde olan kişilerin hala okullarımızda gençliğimizi Türk kimliğinden koparmakla uğraşmaları milli hükümetler açısından ayıp değil mi? Bunların yaptırdığı eğitimden “milli eğitim” diye söz etmek olası mı? Eğitimimizin Atatürkçü milli eğitim çizgisinden koparıldığı, bugün önemli sayıda gencimizde gözlenen kendilerini “KIBRISLI” olarak tanımlama saplantısından, Türk bayrağına karşı çıkmalarından, yerine AB ve Rum bayrağını kendi bayrakları olarak görmelerinden belli değil mi? Dolayısı ile Hükümetlerin, Eğitim Bakanlığının ilgili devlet kurumlarının artık, dış güçler tarafından milyonlarca Euro akıtılarak beslenen iki toplumlu gurupları ve dernekleri kontrol altına almaları, gençlerimizi bu beyin yıkama operasyonlarından, kimlik parçalanmasına uğramaktan ve Türk kimliğine karşı çıkma faaliyetlerinden kurtarmaları gerekiyor…Bunda çok geç kalındığı bugün gençliğimizin bir kısmının geldiği durumdan bellidir..


http://www.haberalkibrisli.net/isbirlikcilerin-kimlikleri-nasil-parcalaniyor-zihinleri-nasil-isgal-ediliyor-makale,110.html


***

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.



Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Temmuz 2018 Cuma

Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)

 20 Temmuz 2018 Cuma 

Bugün 20 Temmuz 2018, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 44 nci zafer yılını kutluyoruz.

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak vazgeçilemez hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz yoktur. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum kesimini temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004’den itibaren Avrupa Birliği üyesidir..

Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını hiç dikkate almadan, alınmayacağımız kesin olan AB üyeliği uğruna Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir.

44 yıldır hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Çünkü tanınması için Türkiye ve KKTC yönetimi 44 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır.

Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar.

Kıbrıs ile ilgili tam teslimiyetçi ve ilgisiz tutumumuz devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit, Rodos ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..

Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 44 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, Kıbrıs topraklarını vatanlaştıran kahraman şehit ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun..

Dr. Tahir Tamer Kumkale

20 Temmuz 2018 Cuma

http://kumkale.net/yazi.asp?id=3187

2000’ LERİN TARIM POLİTİKALARI VE BİRLİKLERİN KRİZİ

2000’ LERİN TARIM POLİTİKALARI VE BİRLİKLERİN KRİZİ





2000’ LERİN TARIM POLİTİKALARI VE BİRLİKLERİN KRİZİ


Prof. Dr. OĞUZ OYAN
CHP İzmir Milletvekili
Tariş Eski Genel Müdürü.,

    Türkiye’de, 9 Aralık 1999’da IMF’ye verilen kapsamlı Niyet Mektubuyla 1 Ocak 2000’den itibaren bir stand-by düzenlemesi başlatılmıştır.

    Böylece dış açık sorunu olmadığı halde IMF ile bu türden bir anlaşma yapılmasının ilk örneği de verilmiştir. Ama dış açık sorununun ‘yaratılması’ da gecikmemiştir. Döviz çıpasına dayalı “kademeli sabit kur” modelinden büyük bir cari açık sorunu ve devalüasyonu içeren bir mali krizle çıkılacağı, dünya pratiğinden bilinmekteydi ve bu, IMF açısından da bir sır değildi (IMF birinci başkan yardımcısının, bu yöndeki makalesi, Ocak 2001’de yayınlandığında Türkiye’de, Kasım 2000 krizi oluşmuş, Şubat 2001 krizi ise kuluçka halindeydi!).


    IMF’ye verilen ilk Niyet Mektubunu, alışılmadık bir biçimde 10 Mart 2000’de Dünya Bankası’na verilen Niyet Mektubu izlemiştir. 
    Dünya Bankası, ‘yapısal dönüşüm’ programından sorumlu olurken en fazla da tarımda, büyük bir altüst oluşun mimarlığına soyunmuştur. 
Daha sonra IMF’ye verilen birçok Niyet Mektubunda ve kriz sonrasında iman tazelemek için düzenlenen 3 Mayıs 2001 tarihli Mektupta, tarımdaki  dönüşüm, hep birinci sıradaki yerini korumuştur. Öngörülen ‘Tarım Reformu Uygulama Projesi’nin, (TRUP veya İngilizcesiyle ARIP) tamamen DB gözetimine bırakılması, bu dönemin ilgi çekici bir özelliğidir.

Niyet mektuplarında, tarıma ilişkin yeniden yapılandırmanın özüne bakılırsa önerilen model, mevcut tüm dolaylı destekleme araçlarının kademeli olarak tasfiye edilerek 2002 sonuna kadar tek bir destekleme aracının, ‘Doğrudan Gelir Desteği’ (DGD)’nin yürürlüğe sokulması anlayışına dayalıdır. 10 Mart 2000’de, DB’na verilen niyet mektubunda açıkça ifade edildiği gibi, “Orta vadeli hedef, hükümetin sübvanse ettiği girdi, kredi ve temel mahsullerdeki fiyat desteklerine dayanan mevcut sistemin, zaman içerisinde küçük çiftçileri giderek daha fazla hedefleyecek doğrudan gelir desteği programı ile değiştirilmesidir” (Hazine, 2000/ II: 52).


   Bir diğer hedef, “Tarım Satış Kooperatif Birlikleri’nin, (TSKB’lerin) bağımsız kurumlar haline dönüştürülmesi”, “TSKB’lere tam özerklik sağlayacak yasanın çıkarılması” (…) ve “bu yasayla TSKB’lerin işletilmesinde bütün öncelik haklarının ve hükümetin rolünün ortadan kaldırılması”dır. Nitekim TSKB’leri, mali desteklerin dışına itecek olan yasal düzenleme, DB uzmanlarının hazırladığı yasa taslağı üzerinden  geliştirilecek ve henüz programın altıncı ayında, 16 Haziran 2000’de, 4572 sayılı yasayla yürürlüğe sokulacaktır.  

Doğrudan Gelir Desteği Dönemi

Önerilen DGD modelinin, Türkiye’de yıllarca denenmiş ve giderek olgunlaşmış destekleme kurumlarının ve politika araçlarının yerini alması isteniyordu. Karmaşık bir düzeneğin yerine önerilen bu tek parça politika aracı, başlangıçta her türlü üretim ve verimlilik referanslarından yalıtılmış son derece basit bir modeldi. Türkiye tarımı dönüştürülürken ayrıca bir deneme laboratuarı olarak da işlev görmesi isteniyordu.

   Dünyada bu tür cüretkâr bir politika kopuşunu uygulamış ülke örneği bulunmuyordu. Bir başka açıdan da DGD modeliyle, tarımsal desteklerde
köklü olduğu kadar hızlı bir gerilemenin yaratacağı toplumsal tepkileri yatıştıracak bir geçiş dönemi sosyal politika aracının devreye sokulması
amaçlanıyordu.

   DGD Programı 2001’de başlatılıp 2007 yılı sonu itibariyle tamamlanmıştır. (Ödemeler en az bir yıl gecikmeli olduğundan son ödemeler 2008 yılında yapılmıştır). Niyet Mektuplarında ortaya konulan gerekçelerden biri, 2000 öncesinin fiyat, girdi ve kredi desteklerinin daha çok zengin çiftçilere yaradığı ve tarım içindeki eşitsizlerin büyümesine katkıda bulunduğuydu.

   Yedi yıllık DGD uygulamasının gösterdiği ise bu dönemde, tarım ile tarım dışı sektörler arasındaki mesafenin tarım aleyhine açıldığı ama özellikle de tarım içindeki eşitsizliklerin büyümüş olduğuydu.

    DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit oranlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmış veya daha az yarar sağlamıştır. DB raporu (2004: xi) bile, DGD’nin eşitsizlikleri arttıran niteliğini belirlemek durumunda kalmıştır.

    DGD uygulamasının destekleme sistemi içinde ağırlığının arttığı ilk yıllardan sonra hızla bir reel aşınma sürecine sokulduğu görülmektedir.
Bunun nedeni, esas olarak bu modelin başarısızlığının yaşayarak görülmesidir. DGD’nin destekleme sistemi içindeki payının azaltılması, diğer desteklerin arttırılması yoluyla değil; çiftçiye dönük DGD ödemelerinin eritilmesiyle sağlanmıştır. Üretici gözünde destekler çeşitlendirilerek bir illüzyon yaratılmış, ancak DGD ödemeleri toplamda azaltılmış, bu arada toplam tarım desteklerinin bütçe ve milli gelir payı düşük düzeylerde sabit tutulmuştur.

Sonuçta, 2000 öncesinin destekleme sistemini ‘adaletsiz’ olduğu gerekçesiyle ortadan kaldıranlar, uygulamaya koydukları destekleme sistemini de aynı gerekçeyle aşındırmaya ve giderek sistemden çıkarmanın gerekçelerini üretmeye çalışmışlardır.

Uğruna tüm dolaylı desteklerin ve destekleme araçlarının tasfiye edildiği -veya edilmeye çalışıldığı-DGD, işlevini tamamladıktan sonra sessizce  sistem dışına atılmıştır.
Yedi yıllık uygulama döneminin toplamı olarak üreticiye 13,1 milyar TL’lik DGD ödemesi yapılmıştır.
Yedi yılın toplamı olan bu tutar, tek bir yılın, 2008 yılının GSMH’sının yüzde 1,4’ü oranındadır; oysa 2006 yılının Tarım Kanunu’na göre tarıma desteklerin yıllık düzeyi, GSMH’nın yüzde 1’inden az olmamalıdır!

Uygulamanın Genel Sonuçları

    2000–2008 arasında uygulanan TRUP Projesi, bazı bakımlardan 2007 sonunda, bazı bakımlardan IMF programının sona erdiği Mayıs 2008’de ama her bakımdan, 31 Aralık 2008 tarihi itibariyle sona ermiş durumdadır. Ancak bu programın yerine tutarlı bir model koyamayan siyasal yönetim, söz konusu politikaların bozulmuş izleklerinde yürümekten başka bir çözüm üretememiş, 2006 yılında çıkardığı Tarım Kanunu’nu bile uygulamaktan aciz kalmıştır.

    2000 yılından itibaren uygulanan programın bazı sonuçlarının muhasebesini yaparsak, nereden bakıldığına bağlı olarak, TRUP’un “başarı” veya “başarısızlık” hanesine şunlar yazılabilir:

XX Tarımsal KİT’ler başta olmak üzere özelleştirme/ tasfiye/ küçültme/ işlevsizleştirme mekanizmaları önemli ölçüde sonuca ulaştırılmıştır;
(TÜGSAŞ, İGSAŞ, TEKEL, Tİ- GEM, TZDK, TMO, Şeker Fabrikaları gibi)
XX Tarıma yönelik destekler 2003- 2008 döneminin yıllık ortalaması olarak GSMH’nın yüzde 0,6’sına geriletilmiştir;
XX Tarımsal örgütlenme özellikle de TSKB’ler zayıflatılmıştır;
XX Üreticiler önce DGD’ye bağımlı duruma getirilmiş yani ‘üreten çiftçi’den ‘muhtaç çiftçi’ konumuna geçirilmiş, ardından da yüzüstü bırakılarak yeni bir ‘yoksul çiftçi’ kategorisi oluşturulmuştur;
XX 2000-2009 arasındaki 10 yılın birikimli tarım dış ticareti bilançosunun net bakiyesi negatiftir;
XX Özellikle girdi üretimi/ girdi fiyatları ile tarımsal ürün fiyatlarının oluşumu tamamen piyasaya bırakıldığı için dönem boyunca iç ticaret hadleri tarım aleyhine gelişmiştir (Boratav, 2009:11);
XX Tarım kredilerinin nominal faiz hadleri düşmekle birlikte düşüş, enflasyondan daha yavaş olmuş ve tarımın reel faiz oranları, negatiften pozitife dönmüştür; böylece tarımsal kredilerin toplam kredi hacmindeki payı, 1999-2000’deki ortalama yüzde 9,5 düzeyinden 2002-2008 arasında ortalama yüzde 4’e kadar gerilemiştir (Günaydın, 2009:187- 189). 



   Gerçi bu payın 2005’te yüzde 3,5’e kadar gerileyip 2008’de yüzde 4,6’ya çıkması, hacmen iki katı aşkın bir kredi genişlemesi anlamına da gelmiştir; bunun ardında hem yeni bir kredi genişlemesi konjonktürü hem de geri dönmeyen kredilerin yeni faiz yükleriyle canlı tutulmaya çalışılması vardır. Tarımsal krediler salt Ziraat Bankası üzerinden değil (bu Banka’nın tarımsal kredilerde 2004’te yüzde 98 olan payı, 2007’de yüzde 47’ye gerilemiştir); birçok özel bankanın ödeme vadelerini, hasat dönemine denk getiren tarımsal kredilerle sisteme girerek üreticileri çekebilmeleriyle de büyümüştür.

   Bu banka çeşitlenmesi, bir banka borcunu başka banka borcuyla kapatan üretici açısından da geçici bir sığınak oluşturmuştur; ancak çiftçilerin
önemli bir kesimi 10 yıllık TRUP dönemi sonunda icralık durumdadır ve bu nedenle üretimi terk etme aşamasındadır;

XX Tarımsal istihdamda hızlı bir çözülme yaşanmış; Ağustos 2000’de 8,9 milyondan Ağustos 2008’de 6,3 milyona gerilemiş yani 2,6 milyon işgücü açığa çıkmıştır; Kısacası 2000’lerdeki ‘yapısal dönüşüm’, öngörüldüğü ve istendiği gibi tarımsal katma değerin GSYH içindeki payını 
hızla geriletmiştir.

TÜİK’e göre 1998 fiyatlarıyla 2002’de yüzde 12,2 olan bu pay, 2007’de yüzde 8,9’a, 2008’de yüzde 9,2’ye gerilemiştir. (Maliye Bk., 2009:17-20) 

    Dolayısıyla 2000’lerde uygulanan Tarım Reformu Uygulama Projesi, tarım açısından son derece olumsuz etkileri ve geriye kalan tortularıyla anılacaktır.
IMF/DB ikizlerinin kendi adlarına herhalde en önemli başarıları, tüm desteklerin bütçede yer almasını ve bunların MG’in binde altısı civarında bir payı, pek aşmamasını sağlamalarıdır.

Bu, en fazla değer verilen, en kritik çıpadır ve faiz dışı fazla ve bütçe kontrolleri üzerinden sıkı denetime alınmıştır. Öyle ki IMF programı sonlandıktan sonra dahi bu yönde müdahalelerden geri durulmamıştır.
Bu çıpanın sınırları içinde kaldığınız sürece tarımsal politikalarla istediğiniz gibi oynamanıza, gerekirse DGD’den çıkmanıza, üretime dayalı destekler bile vermenize, bu bağlamda ‘havza modelleri’ oluşturmanıza göz yumulabilecektir.

Tarımda Dışa Bağımlılık..

    Nitekim 1998-2008 arasında, 10 yıllık IMF güdümünden sonra Türkiye’nin kendi yolunu çizebilecek politika esnekliğini tümüyle yitirdiği görülmektedir. Mayıs 2008’de, IMF programı sözde sona ermiş olmasına karşın, 2009 bütçesi görüşmelerinin son günlerinde IMF’nin görünmez eliyle kamu yatırımlarının ve tarımsal destek ödeneklerinin yüzde 10 düşürülebilmesi, görüntüyle gerçekliğin çakışmadığının yeni bir kanıtını oluşturmuştur. (Aslında 2008’e göre 2009 tarım destekleme bütçesi tam olarak yüzde 21 oranında azalmıştır). 

Kriz yılı olan 2009’da tarımsal desteklerin daha da düşürülerek GSMH’nın binde 5’ine geriletilmesi, Türkiye’nin ne ölçüde bağımlı kılındığının da bir başka göstergesi olmuştur.

   2010 yılı tarımsal destekleme öngörüsünün dahi 2007-2008 yıllarının ortalama düzeyini aşamaması, hatta 2010 bütçesine ilk kez konulan ve üç yıllık geçici bir ödeme olan fındık alan desteği hariç tutulursa, geriye 5 milyar TL düzeyinde bir destek tutarı kalacaktır ki 2007-2008 düzeylerinin ve 2009 için teklif edilen ama uygulanamayan ödeneğin dahi hayli altında kaldığı görülecektir.

    Tarımda Tasfiyenin Diğer

Adı: Birlikler Şimdiye kadar 16 TSKB’den ikisi (Kayısı Birlik ve Taskobirlik) fiilen kapanmış, bazıları neredeyse tarımsal faaliyetlerini durdurma  noktasına gelmiş (ÇUKOBİRLİK, Antbirlik gibi), diğerlerinin bir bölümü (Tariş Pamuk Birliği gibi) ürün alım dönemlerinde kaynak sağlayabilmek için –bankaların kredi hatları kapandığı veya aşırı risk primleri talep edildiği için- varlık satışına yönelmeye başlamıştır.

    Bankalara borç geri ödemeleri çerçevesinde, atıl taşınmazları yanında sınaî üretim tesislerinin bile bir bölümünü satan veya bunlarda üretimi durduran Birlik yöneticilerinin, “biz, asıl işimiz olan tarıma ve tarımsal ticarete dönüyoruz, sanayiden çekiliyoruz” türünden avunmalarla (veya ortaklarını avutmalarla) nereye kadar gidebilecekleri, kaç yılı daha kurtarabilecekleri, sınaî katma değere uzanmadan salt tarımsal katma değerle bir yaşama şanslarının olmadığını tekrar tekrar öğrenmeleri için daha ne kadar zaman ve varlık kaybedileceğini bilmek, kuşkusuz bilinçli kooperatif ortaklarının hakkıdır.

    Peki, bu duruma nasıl gelindi ve çözüm nerede?

Birincisi, Dünya Bankası’na taahhüt edildiği gibi, 16 Haziran 2000 tarihinde 4572 sayılı TSKB Yasası çıkarılarak, “Kooperatif ve Birliklere (…) devlet veya diğer kamu tüzel kişilerinden herhangi bir mali destek sağlanamaz” hükmü getirildi ve böylece TSKB’ler için idam fermanı da yazılmış oldu. Aynı yasayla Birliklerin tepesinde kurulan Yeniden Yapılandırma Kurulu (YYK), bu tasfiye sürecine nezaret etme birimi olarak ortaya çıkarıldı.

    Yedi kişilik kurulun sadece bir üyesi Birlikler temsilcisiydi. Bir özendirme ve havuç politikası olarak Birliklerin (Fiskobirlik gibi bazı birlikler hariç), 2000 öncesinin borçları silindi ve böylece YYK kararlarına uymaları sağlandı.

     İkincisi, yeterli ve uygun koşullu kredi desteği sağlayamayan Birlikler, 2000-2010 döneminde yeniden ağır bir borç yükü biriktirdiler.

2000 sonrasında, 250 milyon TL’lik Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu (DFİF) kredisiyle Birliklere sağlanan kaynaklar (her yıl yapılan geri ödemelere
rağmen) Şubat 2010 itibariyle 920 milyon TL’lik bir DFİF borcuna dönüştü. Buna, Birliklerin kamu ve özel bankalara olan borçları dahil değildi.

Üçüncüsü, TSKB yönetimlerinin birçoğu, işleyen sürecin niteliğini zamanında kavrayamadılar; 4572 sayılı yasanın kendilerine tanıdığı özerkliğin aslında bir tasfiye programının havucunu oluşturduğunu göremediler; bunu ortaklarına zamanında anlatıp tepkilerini örgütlenemedi ler; zaman kazanmaya ve günü kurtarmaya çalıştılar.

   Birlik yönetimlerinin daha önemli stratejik hatası, ürün alımında Birliğin yeterince kaynak sağlayamadığı dönemlerde yöneticilerin, günü kurtarmak için ipotekli banka kredilerine başvurmaları oldu. Oysa asıl yapılması gereken, DFİF kaynağı sağlanamayan yıllarda ürün alımını yapmayarak üretici ile tarımdaki tasfiyenin asıl sorumluları olan siyasi iktidarı karşı karşıya getirmekti.

   Böylece hem üretici ortaklar gerçek sorumluları daha iyi görebilir hem de şimdi ipotekli taşınmazlarını değerinin altında pazarlayarak borç ödemek
noktasında olmazlardı. Kuşkusuz bunun için Birlik içi iktidar kavgaları yerine tam bir dayanışma gerekiyordu ki bu, hiçbir zaman sağlanamadı.
Gene de süreci kötü yönetmekten kaynaklanan bütün bu hataların, Birliklerin bugünkü duruma düşmelerindeki payı yüzde 20’yi aşmaz.
Asıl sorumluluk, bir ulusal tarım politikası olmayan ve bu nedenle de TSKB’leri gözden çıkarabilen teslimiyetçi yönetim anlayışlarındadır.

TARİŞ ve Birlikler İçin Çıkış Yolu

    Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, tarımda var olan en önemli örgütlenmiş kesimi temsil etmektedir.

    Dolayısıyla Birliklerin elindeki en önemli güç, 14 Birliğin 700 bini aşkın ortağının haklı taleplerinin -siyasi görüş farkı tanımadan- harekete geçirilebilmesinden başkası değildir.
Ancak bu durumda seslerini Ankara’ya hatta Washington’a duyurabileceklerdir. O zaman siyasi iktidarın şimdi yapmaya çalıştığı gibi tüm sorumluğu, Birlik yönetimlerine atarak sorumluluktan kurtulma çabası sonuçsuz olacak ve çözüm üretmek zorunda kalacaktır.

Peki, hangi ortak talepler?

Birincisi, 4572 sayılı yasanın yerine geçecek yeni bir düzenlemenin yapılmasıdır. Yeni düzenleme, 4572’dekinin tam tersine, TSKB’lere finansman desteği sağlamayı bir devlet görevi olarak benimsenmeli ve yasal zorunluluğa bağlamalıdır. Dolayısıyla Hükümetçe yıllardır hazırlığı yapıldığı halde Meclise sunulamayan ama gerçekte tasfiye sürecini devam ettirmekten başka bir önerisi de olmayan taslağın yaklaşımı, tümden değiştirilmelidir. (Bu konuları düzenleyen bir yasa teklimiz, üç yıldır TBMM’de görüşme sırasını beklemektedir).

İkincisi, Birliklerin birikmiş DFİF borçlarının hemen tahkime tabi tutulmasıdır. (250 milyon TL olarak başlatılan bu krediler eğer faizsiz verilmiş ve döndürülmüş olsaydı, Birliklerin bugün geri dönmemiş 920 milyon TL DFİF borcu olmayacaktı).

Üçüncüsü, Birliklerin banka borçlarının bir kerelik Hazine hibesiyle (bir doğrudan gelir desteği mantığıyla) temizlenmesidir.


İkinci ve üçüncü sıradaki desteklerin finansmanını sağlamak için 2006 tarihli Tarım Kanunu’nda yazılı hükmün, yani bütçeye konulan tarımsal destek ödeneklerinin, milli gelirin yüzde 1’inden az olamayacağı hükmünü harekete geçirmek fazlasıyla yeterli olacaktır. Tarıma yüzde 1 destek sağlanıyor olsaydı, 2010’da bugünkü 5,7 milyar TL yerine 10 milyar TL’lik bir destek düzeyine ulaşılırdı. Bu, yaklaşık 4,3 milyar TL’lik ek finansmanın sadece üçte biri bile Birliklerin birikmiş mali sorunlarını hemen çözmeye yeterli olacaktır.

   Dördüncüsü, bundan böyle Birliklere fiyat enflasyonunun en fazla yarısı düzeyindeki faizlerle DFİF kaynaklı kredi kullandırılmasıdır.
(Bu kredi kolaylığının istismar edilmesi riskine karşı, geçmiş deneyimlerden edinilmiş denetim düzenekleri getirilebilir). Yılın iki ayında yoğun ürün alımı yapan, sonra bu ürünleri aynen veya ilk dönüştürmelerini (çırçırlama, zeytin sıkma, üzüm temizleme gibi) yaparak 10 ay boyunca borsada satan bir Birliğin stok maliyetlerini başka türlü karşılayamazsınız.


Eğer Kooperatif birlikleri olacaksa–ki mutlaka olmalıdır- onlara bir kamu finansmanı desteği şarttır.
Beşincisi, arz açığı olan ürünlerde (yağlı tohumlar ve bitkiler…) fark ödemesi sistemi devreye sokulurken, arz fazlası olan ürünlerde (fındık, çekirdeksiz kuru üzüm gibi) ise -alternatif ürün geliştirme etkin bir biçimde desteklenirken-, devlet adına destekleme alımı yapılmasıdır.
(Fark ödemesi için bugünkü iktidarın, 2006 tarihli kendi Tarım Yasası’nın ilgili hükmünü uygulamaya sokması yeterlidir).

    Altıncı olarak, ülkenin tarım ve dış ticaret politikalarının ülke çıkarları ekseninde yeniden tanımlanmasıdır.
Gümrük Birliği’nin makul bir sürede tam üyeliğe götürmediği görüldüğüne göre Türkiye’ye, üçüncü ülkeler karşısında avantajdan ziyade yükümlülük getiren Gümrük Birliği düzenlemesi mutlaka değiştirilmeli ve hiç olmazsa Türkiye’nin üçüncü ülkelerle ayrı ayrı ikili anlaşma yapması şartına bağlanmalıdır. 

     Unutulmamalıdır ki düşük fiyatlı veya dampingli/düşük gümrüklü Çin-Hindistan-Pakistan-Bangladeş ipliği ithalatı nedeniyle, Türkiye’deki 350
iplik fabrikasının yarısından fazlası kapalıdır, geri kalanın da bir bölümü düşük kapasiteyle çalışmaktadır.

    Sonuç olarak iktidar, uyguladığı politikaların da bir sonucu olan krizin sonuçlarıyla daha iyi mücadele edebilmek, tarımda yol açtığı sorunlara
çözüm getirebilmek, kendi tarım yasasını tüm hükümleriyle uygulamak ve 4572 sayılı yasayı doğru yönde değiştirmek üzere tarımın tüm örgütlü kesimleriyle derhal diyaloğa girmeli ve tarım politikalarını yeniden şekillendirmelidir.


Kaynakça


BKK (15 Temmuz 2009), “Fındık Üreticilerine Alan Bazlı Gelir Desteği ve Alternatif Ürüne Geçen Üreticilere Telafi Edici Ödeme Yapılmasına
Dair Karar”, Resmi Gazete, 15.7.2009.

Boratav, Korkut (2009), “Tarımsal Fiyatlar, İstihdam ve Köylülüğün Kaderi”, Mülkiye, Bahar sayısı, Cilt XXXIII, ss. 9-23, Ankara.

Dünya Bankası, 9 Mart 2004, TURKEY: A Rewiev of the Impact of the Reform of Agriculture Sector Subsidization. (Katkıda
bulunanlar: Mark Lundell, Julian Lampietti, Rashid Pertev, Lorenz Pohlmeier (DB’nın Türkiye TRUP/ ARIP proje sorumlusu), Halis Akder,
Ebru Ocak, Shreyni Jha).

Günaydın, Gökhan (2009), “Türkiye Tarım Politikalarında ‘Yapısal Uyum’:2000’li Yıllar”, Mülkiye, Bahar sayısı, Cilt XXXIII, ss. 175-221, Ankara.

Hazine Müsteşarlığı (2000/I), Enflasyonla Mücadele Programı Politika Metinleri, (Cilt I: Niyet Mektubu, Para Politikası, 
Ekonomik Kararlara İlişkin Mevzuat), Ocak, Ankara.

Hazine Müsteşarlığı (2000/II), Enflasyonla Mücadele Programı Politika Metinleri, (Cilt II: Niyet Mektupları ve Ekonomik Kararlara
İlişkin Mevzuat), Temmuz, Ankara.

Maliye Bakanlığı (2009), Yıllık Ekonomik Rapor, Ankara

Oyan, Oğuz (2004), “Tarımsal Politikalardan Politikasız Bir Tarıma Doğru”, Neşecan Balkan, Sungur Savran (hazırlayanlar), Neoliberalizmin
Tahribatı 2, 2000’li Yıllarda Türkiye içinde, ss. 44-67, Metis Yayınları, İstanbul.


Oyan, Oğuz (2009), “IMF ve Dünya Bankası’nın Tarım Reformu Uygulama Projesi’nin Bilançosu”, Mülkiye, Cilt XXXIII, sayı 262,
Bahar 2009, ss.237-253, Ankara.


Oyan, Oğuz (2010) “Tarımda IMF-DB Gözetiminde 2000’li Yıllar”, Prof. İzzettin Önder için 2010’da yayınlanacak Armağan’da yer alacak.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 

***

TC Demokrasisinin Devamı için: HAYIR..,,

TC Demokrasisinin Devamı için: HAYIR..,,






ÖZDEMİR SÖKMEN..,

    HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi konusunda hükümetin; demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına çok önemli
darbe vurduğunu kaydeden İzmir Baro Başkanı Özdemir Sökmen, “Anayasa Mahkemesi, yapmış olduğu bu cüzi değişiklikle bana göre kendi ipini, 
kendi kesmiştir. Bu değişikliklerle demokrasi, bir zevale uğruyor çünkü Yürütme, bundan sonra Yargıya hükmetmeye başlayacaktır. 

   Zaten Yasama, kendi ellerinde” diye konuştu. EGİAD YARIN’a özel yaptığı açıklamalarının devamında halkın, referanduma dair bilinçlendirilmesi çalışmalarındaki ‘evet-hayır’ oylarının ne anlama geleceği anlatılırken neticenin, AKP iktidarı ile  bağlanmaması gerektiğine vurgu yapan Sayın Sökmen, referandum sonucunun Türkiye Cumhuriyetinin devamını  etkileyeceğini önemle ifade etti. Hükümetlerin, gelip-gideceğini belirterek, “AKP de geldiği gibi gider ama Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye  Demokrasisi elden giderse işte onu yeniden kurmak çok zor olur” dedi.

   Uzlaşılmış bir anayasa değişikliği değerlendirilmeliydi İktidarın referanduma sunduğu Anayasa değişiklik paketinin hukuk alt yapısı bakımından  yeterince donanımlı bir ekip tarafından hazırlandığını düşünüyor musunuz?

   Anayasa konusunda gerçek bir değişiklik yapılacaksa başta TBMM’de grubu bulunan bütün siyasi partilerin ve bu konuda yetkin bütün STK’ların ve hukukla ilgili bütün kesimin katılımcılarının da bulunduğu heyet tarafından gündeme getirilip, kabul edeceği bir değişiklik yapılması gerekirdi.
İktidar partisi de başlangıçta bu tür uzlaşma sözleriyle yola çıkmasına rağmen maalesef bu yöntemi tercih etmedi. Önce Anayasa profesörü Ergun Özbudun’a müracaat ettiler;

Sayın Özbudun’un hazırladığı taslak, kötü bir çalışma olmamakla beraber bize göre o da çok yetersizdi.
İktidar, Özbudun’un bu taslağını da beğenmeyince başta Burhan Kuzu olmak üzere tamamen kendi ekip üyelerinden oluşan bir heyete anayasa değişikliğini hazırlattılar. AKP, Mecliste her ne kadar çoğunluğu sağlamış ise de Türkiye genelinde yüzde 33 ortalamasında bir parti olup yüzde 67’si de bu Melis’in dışındadır dolayısıyla bu yüzde ortalamasına sahip bir partinin hazırladığı anayasa değişiklik paketi, kesinlikle tüm Türkiye’yi kucaklayan bir anlayışta olamazdı ki böyle olmadığı da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Şahsi görüşüme göre bu anayasa değişiklik paketi, tamamen ucube bir şekilde doğmuştur.

  Sunulan bu değişiklik paketinin iptali konusunda Anayasa Mahkemesi’ne çok güveniyordum.
Siz de takdir edersiniz ki özellikle Anayasa Mahkemesi ve HSYK konusundaki düzenlemeler, hukukun tamamen yok edilmesine yönelik programlardır. İlk sorunuzun karşılığı olarak size şunu söyleyebilirim; bu anayasa, sağlıklı bir alt yapıya oturmadan, bu işin erbabı ve ustası olan, hukuku gerçekten benimsemiş, evrensel hukuku, hukukun üstünlüğünü kendisine ilke edinmiş hukukçulara hiç danışılmadan hazırlanmış bir değişiklik tasarısıdır.

   Kanunlaşırsa neticelenin de kötüye gideceğini zamanla hep birlikte göreceğiz.

    “Darbe Anayasasını değiştireceğiz” diye yola çıkanların, yola çıkış nedenleri yanlış Darbe anayasalarını eleştirerek daha fazla demokrasi, 
temel hak ve özgürlükler iddiası ile yapılan bu çalışmanın, gerçek bir sivil anayasa olacağını ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verebileceğini 
düşünüyor musunuz? Hazırlanış ve sunuş itibariyle ne kadar demokratik bir anayasa değişim çalışması oldu?

   1924’e gitmeden 1961 Anayasasından başlayalım: 1961 Anayasası da ‘ihtilal anayasası’ idi ama son derece güzel bir anayasaydı; “keşke 1961 Anayasası halen Türkiye’de geçerli olsa” diye zaman zaman düşünürüm. Ardından 1980 ihtilali oldu ve o malum diktanın hazırlattığı 1982 Anayasası oluştu. 
82 Anayasası, ‘Darbe Anayasası’ diye tarihimize geçmiş olmakla birlikte bu anayasa da o zaman halkoyuna sunulmuştu ve hatırlarsanız, yüzde 93 gibi çok büyük bir kabul oyu ile geçmişti. Şimdiki iktidar, sivil bir anayasanın çok daha iyi olacağı iddiasıyla yola çıktı ve bu ucube anayasa değişikliğini hazırladılar. Kaldı ki halen yürürlükte bulunan 82 anayasası, bana göre o darbe anayasası niteliğini
çoktan kaybetti çünkü yanlış olan ve beğenilmeyen yönleri, iktidara gelen partilerce zaman içinde değiştirilerek, 83 maddesi yenilenmiştir.

    Neticede, “Biz ille de darbe anayasasını değiştireceğiz” diye yola çıkanların, bir kere yola çıkış nedenleri yanlış. Her şeye rağmen 82 Anayasası Türkiye’de, 1982’den 2010’a kadar 28 sene ayakta kalan ve bugüne kadar da herhangi bir şekilde kavgaya uğramamış bir anayasadır.

12 Eylül’deki referanduma sunulan ve şiddetle eleştirdiğimiz HSYK yapısının 82 Anayasasından hiçbir farkı yok. Bütün gerçek hukukçular ile demokrasiye inanan gerçek düşünce sahibi ne kadar insan varsa hepsi ve de STK’ları olarak HSYK’nın içinde hükümetin bir organı olan Adalet Bakanı ve Müsteşarının olmaması gerektiğini en başından beri sürekli ifade ediyoruz. Hatta AB komisyonlarında da bu yönde uyarılar alınmasına karşılık güya, “mevcut darbe anayasasını değiştireceğim” diye yola çıkan iktidar, bu konuya hiç değinmediği gibi HSYK
bünyesinden Adalet Bakanının çıkarılması konusundaki bütün önerileri ve tepkileri de dikkate hiç almamıştır.

    1982 Anayasasında buna benzer değiştirilmesi gereken çok önemli maddeler de varken hepsi göz ardı edilmiştir.

Kabul edilebilir maddeler, balığı avlamak için kullanılan yemler Referanduma sunulan taslaktaki 24 maddenin ilk 12-13 maddesi, herkesin kabul edebileceği değişiklikler gibi görülüyor. Bu maddeleri, “ Balığı avlamak için kullanılan yemler” olarak değerlendirmekteyim. HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimini Meclise ve Cumhurbaşkanlığına bırakan bu hükümet; demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına çok önemli darbe vurmuştur. Peki, bu durum zamanla bize, neyi getirecektir? Biliyorsunuz; biz, demokrasiyle yönetiliyoruz.
Bugüne kadar yapılan araştırmalara göre dünyadaki en iyi rejim şekli, cumhuriyettir. Anayasamızın 2. Maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti Laik, Demokratik bir hukuk devletidir” şeklinde hüküm bulunmaktadır.

   Yani Anayasamıza göre demokrasi ile yönetilmek şarttır ve demokrasi ile yönetilmenin esasında 3 önemli unsur olan Yürütme, Yasama ve Yargı organları birbirinden ayrı olarak mutlaka olmalıdır. Hiçbiri, diğerinden üstün olmayacak ama hepsi, birbirini kontrol mekanizma olarak bağımsız yaşayacak. Oysa yapılan bu anayasa değişikliği ile Yargı, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Yargının şimdiye kadar Yüksek Mahkemece ve hâkimler tarafından seçilen üyeleri, bundan böyle Meclis ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek.

    Hatta sunulan ilk haliyle; “Bir tek aday gösterilmesi” şeklinde geçiyordu ama çok şükür ki Anayasa Mahkemesi, bu maddeyi iptal etti; en az 3 aday arasından seçilmesi sağlandı.

    Tek aday olsa hepten kendilerine bağlı bir yargı kurulu oluşturacaklardı.
     Anayasa Mahkemesi, yapmış olduğu bu cüzi değişiklikle bana göre kendi ipini, kendi kesmiştir. Bu değişikliklerle demokrasi, bir zevale uğruyor çünkü Yürütme, bundan sonra Yargıya hükmetmeye başlayacaktır.


Zaten Yasama, kendi ellerinde…

   Ülke yönetiminde medyanın hatalı yönlendirmeleri Anayasa Mahkemesi; “bu kararlara uymayın” diyen raportörler barındıran bir kurum haline  gelmiştir.

   Anayasa, özü itibariyle bütün hukuk kurallarının üzerindedir. Anayasa Mahkemesi, en yüksek mahkeme olup bütün insanların güvenmesi gereken
bir mahkemedir. Kararlarına saygısızlığımız olamaz ama TC tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir şekilde, kısa bir süre önce bir raportör çıktı ve “Anayasa Mahkemesinin kararlarını dikkate almayın” diye konuşabildi.

Üstelik bu kişi ile ilgili, hiçbir yetkili mercii tarafından hiçbir yasal işlem yapılmadı. Artık bu tür kişileri içinde barındıran Anayasa Mahkemesi, bir hukuk kurumunun başında olan bir kişi olarak beni gerçekten çok üzen bir karar vermiştir.
Aslında Anayasa Mahkemesi, ‘güçler ayrılığı’ ilkesini hassasiyetle göz önünde bulundurmalıydı.

   Yapılan bu değişikliklerde Yargının, Yürütmenin himayesi altına gireceği çok açık ve net olduğu halde, ‘güçler ayrılığı’ ilkesinin yok olacağını göre göre, bile bile iptal etmeyerek Anayasa Mahkemesi, bence kendi bindiği dalı kesmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’ne de çok büyük kötülük etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu kararlara karşı gelmek gibi bir niyetimiz elbette yok ama bizler, bu yönde çok daha etkili bir karar çıkmasını bekliyorduk. Belki bunu böyle yapmasının bir sebebi, biliyorsunuz; artık ülkeyi basın yönetmeye başladı.

“Anayasa Mahkemesinden böyle bir karar çıkarsa iktidar partisi, mağduriyeti oynayacak ve belki erken seçim isteyecek. Zaten karışık bir ülke ama netice itibariyle Türkiye, daha da karışacak” diye dayatıldı. Belki bu sebeple Anayasa Mahkemesi, böyle bir risk altına girmek istememiş olabilir.

    Referandum 12 Eylül’de gerçekleşecek.
Türk milletine güvenimiz sonsuz. İnanıyorum ki gerek STK’ları gerekse siyasi partilerce halka, bu anayasa değişikliği ile nereden nereye gelindiği ve nereye gidileceği çok iyi anlatılabilirse, referandumdan ‘Hayır’ oyu çıkacaktır.

   Bu olayda da basının çok önemli rolü olacak. Medya, maalesef bu gerçeklerin önemli bir kısmına yer vermiyor.
- Basının önemli bir bölümü, iktidardan nemalandığı için ‘Evet’ yönünde kampanyalar yürütmesi normaldir.
Doğru söylüyorsunuz. Referandumdan sonra insanların hâkimlere ve yargıya olan güvenci sarsılacaktır.
Nasıl ki ‘yandaş basın’ deniyor, artık ‘yandaş mahkemeler’ de olacaktır.
Bir süre önce Anayasa Mahkemesi bu iktidarı, “laiklik aykırı eylemlerin odağı bir parti” olarak ilan etti.
Birçok kişi gibi ben de “Yargı kurumlarını da kendi hâkimiyetlerinde tutmak suretiyle sonrasında başka iktidarlar geldiğinde bile açılacak davalarda, kendilerini kolayca aklayabilecekler”
diye düşünüyorum. Ancak önünde sonunda yargıdan kaçılmaz ve hukuk, herkesi layık olduğu şekilde yargılar.
Çıkan bu anayasa değişiklik paketi bir süre sonra sivil anayasa değil de ‘AKP Anayasası’ olarak anılır da iktidar değişimi ile birlikte yeniden bir anayasa değişikliğine gidilir mi? Elbette yeni bir anayasa yapılır. AB eğer dürüstse AKP’nin antidemokratik girişimlerine karşı çıkmalıydı Değişiklikler, AB hukuk yapısıyla ne kadar uyumlu? Bugün için bu değişikliklere sesini çıkarmayan AB, sonrasında “sizin anayasanız bizimle uyumlu olmadığı için sizi, AB’ye alamayız” der mi?

   Bu duruma inanın çok şaşırıyorum; AKP’nin iktidara geldiği 2002 yıllarında birileri, düğmeye bastı ve “AB’ne giriyoruz” diye kutlamalar yapıldı ama aradan 8 yıl geçmesine rağmen halen öyle bir niyet olmadığı gibi yakın zaman içinde de bizi AB’ne almayı düşünmedikleri ortada. Yapılan bu yanlış uygulamalardan sonra AB’ne girme şansımızın daha da azaldığını görüyorum.
Hiçbir AB ülkesinde, bırakın Avrupa ülkesini, hiçbir demokratik cumhuriyetle yönetilen ülkede; bir cumhurbaşkanına, HSYK’na 17 üyenin 7’sini atama yetkisi veren başka bir anayasa olduğunu sanmıyorum. Zaten Cumhurbaşkanını da kimin seçtiği belli… 17 üyenin 10’unu seçme yetkisini de Meclise verirsen neticede HSYK, tarafsız mı olur? Netice itibariyle AB, bu değişiklikleri kesinlikle
içine sindiremez. Asıl düşüncem şu ki biliyorsunuz, AB ve ABD, iktidara gelmesi için AKP’ne destek verdi. İktidara taşıdığı AKP’nin yaptığı bütün yanlışlara karşılık AB, görevini yapmıyor. AB’nin anlayışı bu şekildeyse biz, AB’ne girsek ne olur, girmesek ne olur!

      - Ama ABD, biliyorsunuz ki “Irak ve Afganistan’a demokrasi götüreceğiz” derken demokrasi ile yönetilen Türkiye’ye uygun gördüğü model,’ Ilımlı İslam’ diye adlandırıp, şekillendirdikleri modeldi dolayısıyla


     AKP, aslında onların istedikleri doğrultuda hareket etmiş oluyor. AB de sonuçta halen ABD’nin yörüngesinde olduğu için Türkiye’deki olası bir rejim değişikliği, onları şaşırtmayacaktır.

     Olabilir tabii, doğru söylüyorsunuz;

‘Büyük Ortadoğu Projesi’ diye bir proje attılar ortaya, Sayın Başbakan da “BOP’nin eşbaşkanıyım” diye belirtti ama sonrasında bu sözlerini inkâr etti. Yaptıklarından görülüyor ki hakikaten BOP’nin mimarlarından biri gibi duruyor. Mevcut iktidar, son zamanlarda İsrail’e karşı büyük bir hareket başlattı. Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle daha samimi ilişkiler yürütmeye çalışıyor. Amerika da bu gelişmelere destek verir gibi görülüyor.



O zaman hiç inkâr etmesinler; ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ tabiri ortaya atıldığında inkâr edenler, yaptıkları son uygulamalarla, bu ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ni oluşturma çabalarını ortaya koymuş oluyorlar.

  Her tür olumsuz gelişmeye karşılık umudumu hiçbir zaman yitirmem.
Türkiye, tarihi boyunca ne badireler atlatmıştır dolayısıyla tahmin ediyorum ki bu zorlu günlerin de üstesinden milletimiz, gelecektir.
STK’larının başındaki insanlar olarak bizlerin, topluma doğruları korkusuzca söylemek gibi ciddi bir görevimiz var. Bizler, uyarılarımızı yapalım.
Toplumumuz son derece duyarlıdır.
AKP de aslında bu ülkenin bir partisidir; benim bu partiye şiddetle karşı çıkışım olamaz. Fakat ben bir hukukçuyum ve İzmir Barosu kuruluşundan günümüze, hukukun üstünlüğünü savunan çok sağlam bir barodur dolayısıyla bu baronun, ‘Baro Başkanı’ sıfatımla da bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğimi her yerde ifade ediyorum. Bu memleket kolay kazanılmadı. 7 düvele karşı yüz binlerce şehit verilerek memleketimizin sınırları çizildi. Şimdi bizi bölmeye, bu sınırları küçültmeye çalışan zihniyetlere kesinlikle Türkiye’yi teslim etmeyeceğiz.

Bu anayasa değişikliği ve referandum, Türkiye’nin önünde duran çok önemli bir konudur.
  
‘Evet’ derseniz, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği tehlikeye girer Referandum tarihinin 12 Eylül olarak belirlenmesinin stratejik içeriği  konusunda neler söylersiniz?

12 Eylül’e getirilmiş olması da çok enteresandır. Zamanlaması da çok taktiksel bir olaydır. Milletimizi; her şeyi kabul eden, baş eğen, çok saf bir millet olarak görmesinler. Sayın Başbakan, “ Biz, Anayasa değişikliğini hap haline getirdik ve onu, Millete yutturacağız” diye konuştu. 

   Bence de bu millet, bu hapı kolay kolay yutmaz…

   - 12 Eylül’de canı yanan öyle geniş bir kitle var ki sadece bu sebeple, ‘Evet’ diyebilirler ama.

Ana muhalefet partisi olan CHP’nin bu konuda gerçekçi ve çok isabetli hareket etmesini istiyor ve bekliyorum.

   - CHP, bence hatalı bir yaklaşımla biraz siyasi girdi olaya…

Evet, bu durumu, iktidar partisinin geleceğine endekslememeleri lazım. 

“Referandumdan ‘Hayır’ çıkarsa bu hükümetin işi bitti, ‘Evet’ çıkarsa hükümet, devam edecektir” şeklinde düşünmek, tamamen yanlıştır. 
     Referandumun hükümetle filan ilgisi yok; Türkiye Cumhuriyetinin,  Türkiye Demokrasisinin geleceği ile ilgili olan son derece önemli bir konu bu… Hükümetler, Gelir-Gider; AKP de geldiği gibi gider ama Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Demokrasisi elden giderse işte onu yeniden kurmak çok zor olur. Bu sebeple topluma, bunu anlatmak lazım.

“ ‘Evet’ derseniz AKP, bir dönem daha başınızda” deyip de AKP’yi bir umacı gibi göstermekten ziyade “ ‘Evet’ derseniz, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği artık tehlikeye giriyor” diye anlatmak gerekir.
Bu konuda İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, İzmir Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası olarak birlikte hareket etme kararı aldık. 

Yaz dönemi olduğu için öncelikle sayfiye yerlerinden Çeşme, Ayvalık, Dikili, Foça gibi başlamak üzere, bu işi gerçekten
bilen insanları da oralara götürmek suretiyle halkımıza, değişikliklerin ne anlama geldiğini, referandumun Türkiye’ye ne getireceğini, ne
götüreceğini bizzat anlatmaya çalışacağız.

  AKP en başından beri sistematik ve stratejik uygulamalarla yol alıyor.,

    Sayın Sökmen, Evet/Hayır oy renkleri konusundaki tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela beyaz rengin temiz vurgusuna karşılık özellikle iş dünyasında kahverengi tercih edilen bir renk değildir.

   Haklısınız, kahverengi itici bir renktir. Yönetimdeki mevcut iktidar partisi, en başından beri her uygulamalarını stratejik plan-program  çerçevesinde ve de ısrarla yapmaya çalışıyor.

Bilinçli olan insanlar için bu renk tercihlerinin bir önemi olmayacaktır. Fakat toplumumuzun içerisinde eğitim seviyesi düşük ve bilinçsiz pek çok insan var ki çoğunluk da bu yöndedir dolayısıyla bu kesimi etkilemek için bu renklerin tercihinde bile taktik uygulamış olmaları doğaldır.

- Koyu bir renk olduğu için kullanılan oyun belli olacağı sıkıntısından da bahsediliyor.

Olabilir zaten seçim sandıklarında bile bir takım hileler olduğu ifade edilmişti. Buradan sizin aracılığınızla okurlarınıza seslenmek istiyorum;
referandum sandığınıza sahip çıkın. AKP, ciddiyetle uygulamalarını takip ediyor ama aynı şekilde ana muhalefet ve diğer partilerin de sandıklarda etkin olması gerekir. Üstelik önümüzde çok az bir zaman var.

                  Demokrasi Gittikçe DİKTA  Rejimine Döner.,



Evet/Hayır kabulünün getireceği sonuca göre Türkiye’nin demokrasi ve yargı bağımsızlığına yönelik gelecek öngörüsü konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Anayasa değişikliği paketi, bu şekilde referandumdan geçerse, bugüne kadar hiç olmadık şeyler olacak.

Bunu söylemek istemiyorum ama bunun başka türlü bir anlatımı da yok; demokrasi gittikçe dikta rejimine dönecek yani tek elden yönetilecek bir ülke haline geleceğiz. Padişahları, başımızdan boşuna mı kaldırdık!

   Ülkemiz kurulurken cumhuriyetin ve demokrasinin en iyi rejim şekli olduğu herkes tarafından kabul edildi ve Türkiye, 1923’ten beri cumhuriyetle yönetilmektedir. Yürütme-Yasama-Yargı kuvvetler ayrılığı ayaklar altına alınıp çiğnenirse iş, bir tek yürütmenin elinde toplanmasına kalır. Yürütmenin tek elde toplanması neticesinde, denetim mekanizması  ortadan kalkar ve Mecliste sahip oldukları çoğunlukla da hareket edilirse, yetki gaspının olması kaçınılmaz olur. 

Bunun şu an için bile örnekleri mevcuttur; mesela YÖK, RTÜK gibi kurumlardaki atamalarda yaşananlar ortadadır ve bu kurumlardaki uygulamalar, hiç de demokratik değildir. HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin atanması, Cumhurbaşkanı ve Hükümete bırakılırsa, aynı şekilde anti-demokratik atamalar olacaktır zaten aksini düşünmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu sadece AKP için değil, yarın başka bir parti geldiğinde de aynı şeyi yapacaktır. Referandumda halkımız ‘Hayır’ oyu kullanmalıdır ki bir daha hiç kimse böylesi bir değişikliğe 
cesaret edemesin.

Bu tür sıkıntıların bir daha yaşanmaması için de ihtiyaç duyulan her tür anayasal değişim, bu işin uzmanları nezdinde ve tüm yetkin kurumların katılımıyla, toplumumuzun tümünü kucaklayan şekilde gerçekleşmelidir.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


***

21 Nisan 2020 Salı

TEKALİF-İ MİLLİYE EMRİ.,


TEKALİF-İ MİLLİYE EMRİ.,




Tekalif-i Milliye”; yokluklar içerisindeki Ankara Hükümeti'nin, emperyalizme karşı verdiği ve fakirliğin zenginlikten heybetli durduğu “Milli Mücadele”de, Türk Ordusu'nu Sakarya Meydan Muharebesi'ne hazırlamak için çıkarılmıştır.

Bu, karşılıksız bağış veya yardım değil, “Bedeli sonradan ödenmek üzere” alınan zorunlu iç borçtur. Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde “Ölüm kalım” günlerinde halktan alınan zorunlu borç, 30 Ağustos’ta “Büyük Zafer”in kazanılması ile halka geri ödenmiştir.



Milli Mücadele’nin en zor günlerinde, Türkiye Büyük Meclisi Başkanı olarak Mustafa Kemal ATATÜRK’e, bütün memleketi ve memleketin bütün kaynaklarını ilgilendiren emir ve tebliğler için olağanüstü şartlarda düşünce ve kararlarını çabuk ve sert bir şekilde yürütmek ve uygulamak amacıyla, 3 ay süreyle Başkomutanlık yetkisi verilmiştir. Bu yetki, 5 Ağustos 1921’de mecliste oy birliği ile kabul edilmiştir. Kanun yetkisi; “Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü büyük ölçüde artırmak, sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına fiilen kullanabilir”. Bu, tarihte örneği olmayan bir yetki devri olmuştur. Artık vereceği emirler, yasa sayılmıştır. Meclis, hiçbir zorlama altında kalmadan, kendi özgür iradesiyle, üstelik oybirliğiyle, yetkisini tek bir kişiye vermiştir. ATATÜRK, bu “Onurlanmadan” dolayı teşekkür etmek için kürsüye çıkmış; “Meclis’in bana gösterdiği güvene yaraşır olduğumu az zamanda göstermeyi başaracağım” diyerek “Efendiler, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları, ne olursa olsun yeneceğimize olan iman ve güvenim, bir dakika olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada, bu kesin inancımı yüce kurulunuza, bütün ulusa ve bütün dünyaya karşı ilan ederim. sözleri ile meclisin güvenine layık olacağını belirtmiştir. Başkomutanlığı görevini üzerine aldıktan sonra yalnız ordunun insan ve taşıt araçları bakımında gücünün artırılması, yiyecek ve giyecek gereksinimlerinin gerçekleştirilmesi ve düzene konmasıyla ilgili tedbirler almak ve hazırlıklar yapmak için birkaç gün Ankara’da çalışmıştır. Bu hususları gerçekleştirmek amacıyla 10 maddeden oluşan “Tekâlif-i Milliye Emri” ( Milli Vergiler Emri) ile 7-8 Ağustos 1921’de, milletin maddi ve manevi tüm olanaklarını yurt savunmasına sunulmuş, halktan, elinde ordunun işine yarayan ne varsa kurula teslim etmesini istemiştir. Tekâlif-i Milliye Emri;

Her ilçede bir tane “Tekâlif-i Milliye Komisyonu” kurulmuştur. 

   Bu komisyonlarca toplanan malzemenin, ordunun çeşitli bölümlerine dağıtım şeklini düzenlenmiştir.

Vatanın her ailesi; birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekalif-i Milliye Komisyonlarına (Milli Vergiler Komisyonu) teslim etmiştir.
Tüccarın ve halkın elinde bulunan çamaşırlık bez, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, erkek elbisesi dikmeye yarayan her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kalın bez, kösele, ince meşin, taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, dikilmiş ve dikilmemiş çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura ve saraç iplik, nallık demir ve yapılmış nal, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı, gebre, semer ve urgan stoklarının yüzde kırkına, bedeli sonradan ödenmek üzere el konulmuştur.

Yiyecek ve giyecek maddelerinin eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvan, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay, mum stoklarından yüzde kırkına, bedeli sonradan ödenmek üzere el konulmuştur.
Ordu ihtiyacı için alınan taşıt araçları dışında, halkın elinde kalan taşıt araçlarıyla, 100 kilometrelik bir uzaklığa kadar ayda bir defa olmak üzere, parasız askeri ulaşım mecbur tutulmuştur.
Ordunun giyimine ve beslenmesine yarayan bütün sahipsiz mallara el konulmuştur.

Halkın elinde bulunan savaşta işe yarayan bütün silah ve cephanenin 3 gün içinde orduya teslim edilmesi istenmiştir.
Benzin, vakum, gres, makine, don, saatçi ve taban yağları, vazelin, otomobil ve kamyon lastiği, buji, soğuk tutkal, Fransız tutkalı, telefon makinesi, kablo, pil, çıplak tel, yalıtkan maddeler, bunlar türünden malzeme ve asit sülfürik stoklarının yüzde kırkına el konulmuştur.

Demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç, arabacı esnafları ve imalathaneleriyle, bu esnaf ve imalathanelerin iş çıkarabilme güçleri ve kasatura, kılıç, mızrak ve eyer yapabilecek ustaların adlarıyla birlikte sayılarının ve durumlarının tespiti yapılmıştır.

Halkın elinde bulunan 4 tekerlekli yaylı araba, 4 tekerlekli at ve öküz arabalarıyla, kağnı arabalarının, katır ve yük hayvanlarının, deve ve eşek sayısının yüzde yirmisine el konulmuştur. Savaşın gerektirdiği kaynak ihtiyacını karşılayamadığı için “Ölüm kalım mücadelesinde” Tekalif-i Milliye uygulamasına gidilmiş, önemli miktarda mal ve hizmet kazanılmıştır. Bu maddelere göre ATATÜRK’ÜN vereceği emirler kanun sayılmıştır. Bu emirler, ilk kez “Topyekûn Savaşı” başlatmıştır. Savaş stratejisinde büyük bir “Devrim” sayılan topyekûn savaş uygulamasında ilk büyük “Tekalif-i Milliye Emirleri” ile atılmıştır. Türk Milleti’nin fertleri, yalnız düşman karşısında bulunan askerler değil, köyünde, evinde, tarlasında, bulunan herkes, milletin her ferdi silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını mücadeleye vermiştir. Bütün maddi ve manevi varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar. Ulus maddi manevi bütün varlığı ile ordusunun yer alırsa zafer kazanılır.



12 Ağustos 1921’de, Kurban Bayramı’nın ilk gününde Hacı Bayram Camisinin çevresine taşan halk ile Bayram namazını kılmış ve halkın büyük sevgi gösterileri arasında Genelkurmay Başkanı Fevzi ÇAKMAK ile “Sakarya Cephesine” hareket etmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi, Kurtuluş Savaşı’nın Çanakkalesi'dir. O gece, “Düşmanın izlenmesi muhtemel hücum yönünü görmek için”, çevreye hakim tepe olan Karadağ’a çıkmıştır. Atının, sigarasını yakmak için çaktığı kibritten ürkmesi üzerine, yere düşmüş ve kaburga kemiklerinden biri kırılmıştır. Bu şartlar dahi karargâh olarak kullandığı kerpiç evde, rütbesini Erzurum da çıkardığı için sırtında er üniforması ile akciğeri için sakıncalı olmasına rağmen, göğsünü sargılatmış, cepheden ayrılmamıştır. Savaşı; “Geceli gündüzlü hiç ara vermeden bizzat yönetti ve 22 gün boyunca hiçbir gece düzenli uyumadı”. Sakarya'da düşman durdurulmamış olsaydı, Ankara ele geçirilmiş ve Türkler Orta Asya yollarına geri dönmüş olacaktır. Savaşın, Anadolu’daki Türk varlığı için yaşamsal önemini bildiği için orduyu olduğu kadar halkı da savaşa hazırlamıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK,  Nutuk ta; “Dünya tarihinde örneği pek az olan, Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı (Sakarya Melhame-i Kübrası” olarak tanımlamıştır.

Sakarya Meydan Muharebesinde; “Hatt-ı Müdafaa yoktur, Sath-ı Müdafaa vardır. O satıh Bütün Vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur”. Bu tarihi konuşması ile Türk millet ve ordusunun her ferdi, bu duygu ve düşünce ile her adımda en büyük fedakârlığı göstererek ve düşmanın üstün kuvvetlerini yıpratıp yok ederek, sonunda onu, taarruzun devam güç ve kudretinden yoksun bir duruma getirmiştir. Yunan ordusu yenilmiş ve geri çekilmeye mecbur olmuştur. 13 Eylül 1921’de Sakarya ırmağının doğusunda düşman ordusundan eser kalmamıştır. 14 Eylül 1921’de Başkomutan Mustafa Kemal ATATÜRK, Millete yayınladığı beyanname ile Milli Mücadele’nin amacını ve Sakarya Zaferi’nin önemini; “Mukaddes topraklarımızı çiğneyerek Ankara’ya girmek ve İstiklal-i memleketin fedakâr muhafızı olan ordumuzu imha etmek isteyen Yunan Ordusu, yirmi bir gün devam eden pek kanlı muharebelerden sonra Tanrı’nın yardımı ile mağlup edilmiştir. Milletimiz, düşmanın hazırlıklarına makale için hiçbir fedakârlıktan çekinmedi. Ordumuzu takviye için para, insan, silah, hayvan araba velhasıl her ne lazımsa büyük bir hevesle bol bol verdi. Avrupa’nın en mükemmel araç ve silahları ile donanmış olan Konstantin Ordusundan, Ordumuzun teçhizat itibarıyla de geri kalmamasını ve hatta ona üstün olabilmesi gibi inanılmaz mucizeyi Anadolu halkının fedakârlığına borçluyuz”. Sözleri ile anlatmıştır. Milli Savunma Bakanı Refet BELE’de, Tekalif-i Milliye uygulamasını ve önemini; “Bu ferdin Zaferi değil, milletin zaferidir. Ve asıl kağnı arabasıyla koşan, yavrusunu kucağında taşıyan köylü kadının zaferidir. Şükranı bir defa daha resmen ve alenen tekrar ediyorum. Vatandaşlar, bugün zaferimizi resmen ilan ediyoruz. Konstantin’in tacı tehlikeye düşmüş Yunan Ordusu’nun tırnakları sökülmüştür.” Sakarya Zaferi’nin kazanılmasında en büyük payın köylülere düştüğünü, onların sayesinde bu savaşın kazanıldığını belirtmiştir.

23 Ağustos-13 Eylül 22 gün 22 gece aralıksız devam eden büyük ve kanlı “Sakarya Meydan Muharebesi” yeni Türkiye devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az rastlanan büyük bir meydan muharebesi örneği olarak kaydedilmiştir.   Savaş ve Muharebe, iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıkları, bütün maddi ve manevi kuvvetleriyle, birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve biri biriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki bütün Türk milleti, cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ile ilgilenmiştir. Gelecekteki harplerin tek başarı şartı da en çok bu noktaya bağlıdır. Savaş ve muharebe karşısında millet ilgilenmek zorunda kalınmış ve zafer kazanılmıştır.

Başkomutan Mustafa Kemal ATATÜRK, halka Tekalif-i Milliye’yi getirirken kendisi de halkı gibi fakr-u zaruret içinde cephede bulunmuştur. Tekalifi Milliye, devletin halktan istediği karşılıksız bağış, hibe veya karşılıksız yardım değildir. ATATÜRK, 7-8 Ağustos 1921'de "El konulan malların bedelleri daha sonra devlet tarafından ödenecektir" diyerek halktan zorunlu toplanan yardım için halka verdiği sözü tutmuş ve 12 Nisan 1923 tarihli ve 328 sayılı kanunla 6.003.663 TL olan Tekalifi Milliye Borçları, halka Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurtuluşu ve kuruluşu sağlandıktan sonra tekrar ödenmiştir. Borcun yüzde 72.3'üne karşılık gelen 4.340.508 TL tutarı 1923'te geri kalan yüzde 27.7'lik kısım ise her yıl yapılan ödemelerle 1929'da ödeme gerçekleştirilmiştir.

Bu dönemde, Türkiye'nin sadece Tekalifi Milliye borçlarını değil onunla birlikte Osmanlı'nın iç borçlarını da ödemiştir. Tekalifi Milliye borçları ve onun dışında savaşta halktan alınmış her şey için, 1923-1937 arasında toplam 17.426.409 TL ödeme yapılmıştır. Tekalifi Milliye Emirlerinin uygulaması ile Türk ulusu, “varını yoğunu” ortaya koyarak, işgal Emperyalist devletlerin Anadolu üzerinde sahneye koymak istedikleri oyunu bozmuş, “Esaret Çemberini” kırarak “Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devletini” kurmuştur. Tarihin hiçbir döneminde Türk Milleti, yabancı boyunduruğu ve egemenliği altında bağımlı, esir ve devletsiz yaşamamıştır. “Türkiye ölüm tehlikesindedir, ama batmayacaktır. Düşman ordusunu, anayurdumuzun harimi isteminde boğarak istiklalimize kazanacağız”. Sözleri ile Türk Milleti, “Milli Mücadele” ile destan yaratmış ve Batılı emperyalist devletlerin desteği ile “Megali İdea” hayali peşinde koşan Yunanistan’a ve bütün dünyaya büyük ders vermiştir. Onun için, Tarihi o günün şartlarına göre doğru ve açık olarak değerlendirmek ve bir savaşın kazanılmasında en küçük hususların dahi dikkate alınması gerektiğini bu savaş göstermiştir.


KAYNAKÇA;

ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal, “NUTUK  (1919-1927)”, 2006.

ATATÜRK’ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ I,II,III (1918-1938), Gnkur.Bsm.,1981.

AYDOĞAN, Metin, MUSTAFA KEMAL ve KURTULUŞ SAVAŞI, İnkılap Yayınevi, 2017.

Prof.Dr. ÖZDEMİR, Hikmet, ATATÜRK’ÜN KRİZ YÖNETİMİ TEKALİF-İ MİLLİYE, Türk İdare Dergisi,  Aralık, 2000, Sayı: 429.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/tekalif-i-milliye-emri-milli-vergiler-emri

***

KARADENİZ’DE EGEMENLİK OYUNU

 KARADENİZ DE EGEMENLİK OYUNU







Gözde Kılıç Yaşın 
02 Ocak 2020 
    


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkan Gözde KILIÇ YAŞIN’ın bu makalesi ilk olarak 12 Aralık 2005 tarihinde Cumhuriyet Strateji dergisinde yayımlanmıştır.

Üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen makalenin içeriği güncelliğini korumaktadır. Makaledeki  tespit ve öngörüler Türkiye gündeminin ilk sırlarında yer alan KANAL İSTANBUL ve onunla doğrudan bağlantılı olan KARADENİZ’in jeopolitik önemiyle iç içe olduğunu göstermektedir.

Karadeniz’in jeopolitik öneminin anlaşılmasının Kanal İstanbul konusunu daha iyi kavranılmasında yardımcı olacağı düşüncesiyle makalenin yeniden yayımlanmasının uygun olacağı değerlendirilmiştir.

KARADENİZ’DE EGEMENLİK OYUNU

Karadeniz, jeo-politik açıdan kapalı ve küçük bir deniz olmasına rağmen kıyısında bulunanlar için dünyaya açılan tek kapı olma özelliğini koruyor. Ticaret, ekonomi, güvenlik için anlamı dikkate alındığında Karadeniz kimileri için yaşamsal önemde. Şüphesiz ki, Karadeniz en çok Rusya için derindir; Karadeniz en fazla Rusya için önemlidir. Karadeniz, Rusya için bir sığınak, bir kale ve güç göstergesi. Rusya tarihi Karadeniz’e egemen olmak ve Karadeniz’i aşılabilir kılmak uğraşısı ile yoğrulmuş. Rusya, Karadeniz için büyük savaşlara girişmiş, Karadeniz aşılamadığında da o büyük savaşları kaybetmiş, devrimlere sahne olmuş bir ülke. Karadeniz olmadığında Rusya, küçülen, kuzeyin soğukluğuna hapis olan, küresel güç olma yarışını kaybeden bir değer. Karadeniz’in kontrolü hem askeri güvenlik hem de ticari akış açısından önemli. Rusya, Türk Boğazları Montrö gereği Türkiye’nin tam egemenliğinde olduğu için Karadeniz’in tek sahibi olamamışsa da, Türkiye haricindeki diğer kıyıdaş ülkeleri etkisi altında bulundurduğu Soğuk Savaş döneminde Karadeniz’i de kontrolü altında tutabilmişti. Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte ise Karadeniz’in jeopolitiği ciddi bir değişim gösterdi. Gürcistan, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan Rusya’nın etkisinden çıktıkça bölgesel güç dengeleri de bir dönüşüm içerisine girdi.

Karadeniz’in yeni jeo-politiği

Gürcistan’ın ardından Ukrayna’nın da Batı’ya yönelmesini Bulgaristan ve Romanya’nın 2004’deki NATO üyeliği –keza 2007’de gerçekleşecek AB üyeliği- izleyince Karadeniz’de yeni bir eksen oluştu. Hazar ve Orta Asya enerji kaynaklarının alternatif geçiş yolunun merkezi olan Karadeniz’de, Rus etkisi yerini Amerikan egemenliğine bıraktı. Rusya, Bakü-Ceyhan hattına Hazar petrolünün Türkiye üzerinden geçmesindense kendi topraklarından geçmesini sağlamak niyetiyle karşı çıkarken çok önemsediği Karadeniz’deki nüfuzunu kaybedebileceğini hesaba katmamıştı anlaşılan. Türkiye’nin, Asya-Avrupa enerji koridorunun tek güzergahı olması zaten Batı’nın da tercihi değildi, Rusya bunu kolaylaştırdı. Üstelik Orta Doğu enerji kaynaklarının tam kontrolünü engelleyen karışıklığın Bakü-Ceyhan hattına dek ulaşacağını her nasılsa çok önceden öngörebilen(!) ABD, Karadeniz merkezli yeni güzergahları kontrol edebileceği noktalara yerleşme çabalarını da başlatmıştı. Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin yakın çevresinde hatta sınırlarında gerçekleşirken ABD’nin Trabzon’da üs talebini de içeren “tezkere”nin reddini abartılı şekilde bir kriz nedeni sayması  Türkiye’de anlamlandırılamamıştı. Meclisten kabul kararının çıkması durumunda Türkiye’nin kaybının ne olacağı kestirilemeyecekse de Karadeniz’de ABD’nin  işi oldukça kolaylaşacaktı.

Rus yayılmacılığı endişesini hala hisseden Gürcistan ve Ukrayna’nın Batı’yla ve özellikle ABD ile geliştirdikleri ilişkiler, bir yandan toprak bütünlüklerine –sadece Rusya aleyhine olduğu müddetçe- güvence oluşturuyor bir yandan da Batı tipi ekonomik sisteme geçişlerini kolaylaştırıyor. Karadeniz’e batı yakasından komşuluk yapan Bulgaristan ve Romanya’nın işbirliği karşılığındaki ödülleri ise çok daha fazla oldu. Her nasılsa kader ortaklığı yapan iki ülke kriterleri karşılamaktan uzak koşullarına rağmen önce NATO üyeliğini ardından AB üyeliğini garantiledi; Avrupa ile entegrasyon ve NATO dolayısıyla ABD güvenlik çizgisine geçiş. ABD’nin, Karadeniz’e yerleşme hatta Karadeniz’i çevreleme stratejinde bilinen son adımı, bu iki ülkede kendisine açılmasını sağladığı üsler.

Rusya’yı etkisizleştirerek Karadeniz’de etkin bir duruş ve tam hakimiyet sağlamak için ise -iyimser bir tahminle savaşmayacaksa da- gücünün göstergesi olarak savaş gemilerini ve uçak gemilerini içeriye sokması gerekecek. Bu gemileri boğazlardan geçirmesi ise okyanusları aşmaktan daha zor olacaktır. Zorluğu sadece “tezkere” kaprisiyle ilişkilerini soğuttuğu ve PKK ile mücadelede bilinçli geri duruşu nedeniyle küstürdüğü Türkiye’nin Boğazları üzerindeki egemenliğinden değil Rusya’nın da şiddetle karşı çıkması nedeniyle yaşayacaktır. Halbuki, Mart 2003’de Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasına izin verilseydi, hele ki Trabzon’daki üs talebi karşılanmış olsaydı o gemilerin Karadeniz’e geçişi, bir iki ikna turu ve belki El-Kaide’nin Türkiye’ye yönelik bir saldırısı(!) ile  kolayca sağlanmış olacaktı. Türkiye’nin -örneğin bir saldırı nedeniyle- kendisini “pek yakın bir savaş tehdidi altında” görmesi Montrö’nün 21. maddesini devreye sokacak ve Türkiye savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini serbestçe düzenleyebilecekti. Türkiye 21. madde ile Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelere getirilen tonaj ve zaman sınırlamasını da kaldırabilecekti. Bu da ABD’nin savaş gemilerini tonaj sınırlaması olmadan ve süresiz bir şekilde Karadeniz’de tutabilmesini sağlayacaktı. Orta Doğu’daki savaşın süresine Bush yönetimi karar verdiği için ABD, Karadeniz’deki sorunsuz varlığını dolayısıyla kolay elde edilmiş egemenliğini dilediğince sürdürebilecekti. Türkiye’nin kazancı ya da kaybı bir tarafa bırakılırsa “tezkere”nin reddiyle Rusya, nükleer gücünün caydırıcı etkisine rağmen ciddi bir tehlike atlatmış görünüyor.

Karadeniz çevrelenirken yöntem, gerekçe ve bahane

ABD, Karadeniz’i tam kontrolü altına almayı gündemine aldığına göre bunun alternatif projeleri de, yöntemi, gerekçesi ve bahanesi de hazırdır. Türkiye’nin işbirliğinin sağlanmasının alternatifi de Boğazların statüsünün yeniden tartışmaya açılmasını sağlamak olacaktır. Uzun bir süreç olacaksa da ABD için köklü bir çözüm getireceği aşikar bir yöntem. Egemenlik hakları söz konusu olduğu için Türkiye’nin, burnunun dibindeki tehlikeyi gördüğü için Rusya’nın, küresel mücadelede ciddi bir eksen kaybı yaratacağı için Almanya’nın ve Fransa’nın buna güçlü bir şekilde karşı çıkması gerekir. Diğerlerini de memnun edecek bir orta yolun bulunması halinde dahi Montrö’de yapılacak herhangi bir değişikliğin her halükarda Türkiye’nin egemenlik haklarında yeni bir kayıp olacağı da ortadadır.

ABD, hem siyasi hem ekonomik hem de askeri açıdan Karadeniz’i savunma konseptine dahil etmiş görünüyor. Siyasi anlamda ABD küresel egemenliğinin güçlendirilebilmesi için AB-Rusya yakınlaşmasının engellenmesi, Atlantikçi bakışın ön plana çıkarıldığı tabloda da Almanya-Rusya arasına yerleşilmesi gerekmektedir. Ekonomik anlamda Orta Asya ve Hazar enerji kaynaklarını Balkanlar üzerinden Avrupa’ya ve oradan da ABD’ye ulaştıran hattın Rusya güdümünde olması, ABD ve kısmen de AB için yeterince güvenceli olmayacaktır. Bu enerji hattının güvenli, sürekli ve istikrarlı bir şekilde çalışması için çıkış noktasından itibaren kontrol altında tutulması gerekmektedir. Hattın Karadeniz seyrinde bırakılacak kontrol boşluğu da enerji akışını sekteye uğratabilecektir. Siyasi ve ekonomik amacın sağlanması için ise güç kullanma kudretinin garanti altına alınmış olması gerekecektir. Karadeniz kıyıdaşları, ülkelerinde Batı tarzı demokrasi anlayışını oturtmaya başladığına göre ön plana çıkarılacak “amaç” da artık “demokrasi” değil terörle mücadelenin etkinleştirilmesi olacaktır. Bunda da Karadeniz ülkeleri üzerinden Avrupa’ya geçiş yapabilen “teröristlerin ve mültecilerin engellenmesi” ve “silah ile uyuşturucu kaçakçılığının önüne geçilmesi” ön plana çıkacak; açıkçası çevrelemenin bahanesi olacaktır.

Karadeniz’de Slavist egemenlik sona ererken

NATO ve dolayısıyla ABD’nin güvenlik konsepti içine alınmış bulunan Karadeniz’de Rusya’nın duruşu ABD’nin kararlılığı dikkate alındığında zayıf görünmektedir. ABD’nin Rusya etrafında attığı her bir adım gibi Karadeniz’deki girişimleri de Rusya açısından kendisine yönelik zayıflatma hareketi olarak anlaşılmaktadır. Yaşam sahasının “arka bahçe”ye dönüşmesini kabullenmeye çalışırken arka bahçesinin de etki alanından çıkması, ardından tarihsel mücadele alanı olan Karadeniz’de kontrolü yitiriyor olması Rusya açısından endişe verici ve karşı atak geliştirilmesi gereken bir gelişme. Devir artık Rusya’nın devri değil; artık Batı’nınkinden farklı bir ideoloji yok; zaten ideolojiyi gerçekleştirecek alt yapısal öğelerin birleştirici nitelikte olmadığı da Sovyetlerin çöküşüyle gün yüzüne çıktı.

Rusya’nın, Ukrayna’yı tekrar kendi nüfuz alanına dahil etmek istemesi kadar doğal bir yaklaşım olamaz. Özellikle Kırım’ın kontrol altında tutulması Rusya açısından askeri ve ekonomik güvenlik açısından vazgeçilmez önemde. Kırım’daki Rus askeri filosunun Ukrayna-Rusya arasındaki anlaşmalara uygun olarak 2017 yılına kadar varlığını koruması Rusya açısından oldukça önemli. Örgüt dışı ülkeye (Rusya) ait bir askeri üssün mevcudiyetinin Ukrayna’nın NATO üyeliği önünde teşkil ediyor olması, Rusya için Kırım’ın Ukrayna’yı ve Ukrayna’nın batıya açılan enerji hatlarını kontrol imkanı sağlayan konumu kadar önemli. Bu nedenle de Ukrayna’nın eski anlaşmayı  düzenleyici –elbetteki Rusya’nın yetkilerini daraltıcı- anlaşmalar yapılması teklifini Rusya’nın kabul etmesi mümkün görünmemektedir. Öte yandan Ukrayna’daki Rus varlığını kışkırtmakla suçlanıyor olması da Rusya’nın Ukrayna’dan vazgeçmeye niyetinin bulunmadığını gösteriyor. Rusya, Karadeniz’deki etkisini sürdürebilmek için rakibinin sıklıkla kullandığı kendisinin de kullanmaya alışık olduğu yöntemi kullanmak zorunda kalmış olmalı: Bölgede karışıklık çıkarmak.

Rusya’nın daha dolaylı müdahalesi ile çıktığı iddia edilen ikinci karışıklık da yine bir Karadeniz ülkesi olan Gürcistan’da gerçekleşiyor. Gürcistan’ın Samtshe-Cevahati vilayetinden yükselen özerklik talebi ve buradaki Ermenilerin ayrılıkçı tutumları da Rusya’nın

Ermenistan aracılığıyla Gürcistan’ı kontrol altında tutma çabası olarak değerlendirilmektedir. Karışıklığın sebebi Ermeniler olunca Gürcistan için tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek kaçınılmaz olacaktır. Üstelik böylesi bir hareketlilik, nispeten sona ermiş görünen Abhazya ve Güney Osetya sorunlarını da canlandırabilecek, pek olası görülmese de yeni karışıklıklara ve sorunlara sebep olabilecektir. Bu da Batı yanlısı politika izlemeye karar vermiş gözüken Gürcistan’a Karadeniz kıyılarının denetimini büyük ölçüde kaybettirebilecektir.

Bölgede baş gösteren karışıklıklar, Karadeniz kıyısında bulunan ülkeler üzerinde etkisini kaybeden Rusya’nın işine yarıyor gibi görünmektedir. ABD’nin işbirliği ilişkileri geliştirdiği ülkelerin toprak bütünlüğünün –şimdilik- korunmasını enerji nakil hatlarının güvenliği için tercih edeceğini kabul etmek gerekiyor. Özellikle de Rusya’nın söz hakkını arttıracak bir karışıklığı tercih etmeyecektir. Ne var ki, ABD’nin karışıklıkları da bölgesel duruşunu meşrulaştırmak için kullanabileceğini hesaba katmak gerekir. Gerçek şu ki, Karadeniz’de Rusya’nın kaybettiğini ABD kazanıyor. Üstelik ABD kazandığı nüfuzu siyasi, ekonomik ve askeri çıkarlara dönüştürebiliyor. Karadeniz’de Rusya’nın devri bitti. Yine de Karadeniz için son sözler söylenmiş değil. Fransa ve özellikle Almanya’nın yaklaşımı, ABD’nin bölgeyi kontrol altına alma hızını etkileyebilecek faktörler olacaktır. Türkiye de en azından stratejisini belirlemek için sonuçsuz pazarlıkların süresi kadar zaman kazanmış olacaktır; tarih kitaplarında okuduğumuz gibi…


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/karadeniz-de-egemenlik-oyunu

***