12 Haziran 2019 Çarşamba

10 Soruda: 17-25 Aralık Operasyonları

10 Soruda: 17-25 Aralık Operasyonları
17 ve 25 Aralık 2013'te gerçekleştirilen operasyonlar, aradan bir yıl geçmesine rağmen Türkiye kamuoyu gündemindeki yerini koruyor.
Operasyonlar hükümet ile muhalefet arasındaki en önemli gerilim başlıklarından.
Hükümet bu operasyonların bir "paralel örgüt" eliyle hükümeti yıkmayı amaçlayan siyasi operasyonlar olduğunu belirtmeye devam ediyor.
Muhalefet ise soruşturmalardaki takipsizlik kararıyla hükümet mensuplarının, ailelerinin ve hükümeti destekleyen kişilerin karıştığı büyük yolsuzlukların aklandığı kanısında.
Gülen Cemaati'ni hedef aldığı iddia edilen son gözaltı operasyonunun da 17 ve 25 Aralık operasyonlarına cevap niteliğinde olduğu yorumları yapılıyor,
Peki 17 Aralık ve 25 Aralık'ta ve sonrasında ne olmuştu? 
Yaşananları 10 soruda derledik.

17 Aralık 2013'te ne oldu?

17 Aralık 2013 sabahı, Cumhuriyet Savcısı Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in talimatıyla, birçok kişinin gözaltına alındığı büyük bir operasyon başlatıldı.
Gözaltına alınan kişilere, 'rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık' gibi suçlamalarının yöneltildiği operasyonu İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz koordine ediyordu.
O dönemdeki İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, işadamları Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir'in de aralarında yer aldığı 89 kişi gözaltına alındı.

Gözaltına alınanlara ne oldu?

Bakan çocukları Barış Güler ve Salih Kaan Çağlayan, işadamı Rıza Sarraf ve Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan'ın da aralarında bulunduğu 26 kişi tutuklandı.
Telif hakkı
Bakan Bayraktar'ın oğlu, işadamı Ağaoğlu ve Fatih Belediye Başkanı Demir'in de aralarında olduğu diğer şüpheliler ise serbest kaldı.
Tutuklananlar ayrı ayrı dönemlerde serbest bırakıldı. Rıza Sarraf, Barış Güler, Salih Kaan Çağlayan 28 Şubat'ta salıverildi.

Hükümet nasıl tepki verdi?

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, başlatılan soruşturmayı hükümeti ve ekonomiyi hedef alan siyasi bir operasyon olarak yorumladı.
Hem Erdoğan hem de AKP hükümetinin önemli isimlerinin yaptığı açıklamalarda operasyonun Gülen Cemaati tarafından yürütüldüğü belirtildi.
Soruşturmanın ardından aralarında Erdoğan ve bazı bakanlar dahil birçok hükümet yetkilisine, bürokrata ve iş adamına ait olduğu iddia edilen ses kayıtları internet ortamında yayınlandı.
Bu süreç boyunca hükümet Gülen Cemaati'ne eleştirilerini artırdı ve devleti ele geçirmek isteyen bir 'Paralel Yapı'ya vurgu yaptı.
Operasyonlar ardından Egemen Bağış, Avrupa Birliği Bakanlığı görevinden alındı. İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ise bakanlık görevlerinden istifa ettiler.

25 Aralık'ta ne oldu?

25 Aralık'ta bu kez başka bir operasyon başladı.
Savcı Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturmada 96 kişiye yöneltilen suçlamalar arasında 'suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet' bulunuyordu.
Savcı Akkaş, birçok iş adamının da aralarında bulunduğu 41 kişilik gözaltı listesi hazırladı, mahkemeden bazı iş adamlarının malvarlığına el koyma kararı çıkarttı.
Akkaş, Başbakan Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan için de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrı evrakı hazırladı. Ancak Emniyet, Savcı'nın talimatlarını yerine getirmedi.
96 şüpheliye yönelik suçlamalar arasında 'suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet' bulunuyordu.
Bilal Erdoğan ifadesini 5 Şubat'ta, soruşturmaya Akkaş'ın yerine atanan yeni savcılara verdi.

Soruşturmalar Emniyet yetkililerini nasıl etkiledi?

17 Aralık'tan hemen bir gün sonra emniyetin çeşitli kademelerinde görev değişiklikleri başladı. 18 Aralık'ta, aralarında operasyonu gerçekleştirenlerin de bulunduğu beş şube müdürü görevden alındı.
19 Aralık'ta İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın merkez valiliğine atandı.
20 Aralık'ta Emniyet'teki görevden almalar yayıldı.
6 Ocak'ta Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde gece yarısı büyük çapta görev değişikliği yapıldı. 350 polisin yeri değiştirildi. 8 Ocak'ta bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ile 15 ilin Emniyet müdürleri görevden alındı.
24 ile de yeni Emniyet müdürü atandı. 22 Ocak'ta Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde 470 amir, müdür yardımcısı ve memurun görev yeri değiştirildi.
Bu tarihten sonra da görev değişiklikleri devam etti. 17 Aralık'tan sonra yaklaşık 6 bin Emniyet mensubunun yerinin değiştirildiği tahmin ediliyor.

Soruşturmaların savcılarına ne oldu?

17 Aralık soruşturması, 29 Ocak 2014'te Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in elinden alındı.
Celal Kara, İstanbul 45. Asliye Ceza Mahkemesi'ne duruşma savcısı olarak atandı. Kara daha sonra Afyonkarahisar Cumhuriyet Savcılığı'na atandı.
Mehmet Yüzgeç, İstanbul 1. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi'ne duruşma savcısı oldu. Yüzgeç, Haziran ayında ise Kahramanmaraş Cumhuriyet Savcısı olarak atandı.
25 ARALIK SORUŞTURMASI DOSYASI ISE, 26 ARALIK'TA SAVCI MUAMMER AKKAŞ'TAN ALINDI.
Ocak 2014'te Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği görevine atanan Zekeriya Öz 11 Şubat'taki, 166 hakim ve savcının görev yerini değiştiren HSYK kararnamesi ile Bolu'ya savcı olarak atandı.
Telif hakkı

Adliye önünde yazılı basın açıklaması dağıtan Akkaş, "Soruşturma yapmam engellenmiştir" dedi. Başsavcı Turan Çolakkadı, bir basın toplantısı ile Savcı Akkaş'ı soruşturmanın gizliliğini ihlâl etmekle suçladı.
Çolakkadı'nın ardından HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu), oy çokluğu ile bir bildiri yayımladı ve soruşturmayı bir üst birime bildirmeyi mecbur kılan yeni Adli Kolluk Yönetmeliği'nin, davaların önünü tıkayacağını ve Anayasa'ya aykırı olduğunu savundu.
16 Ocak'ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı dahil, 19 savcı ve bir hâkimin yeri değişti.
Muammer Akkaş ise Tekirdağ'a atandı.
Kasım ayında HSYK Başmüfettişi Ömer Kara, 17 Aralık operasyonuyla ilgili hazırladığı soruşturma raporunda, Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç'in meslekten ihracını talep etti.
17 Aralık 2013'ten bu yana yapılan hakim ve savcı atamalarının ciddi bir bölümünün soruşturmalarla ilgili olduğu düşünülüyor.

Operasyonlar HSYK'yı nasıl etkiledi?

Hükümet, kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olan bir sürecin ardından HSYK'nın yapısında değişiklik öngören bir yasa çıkarttı.
Düzenlemeyle HSYK bünyesinde Adalet Bakanı'na hâkim, savcı ve adalet müfettişlerinin atanması ile disiplin soruşturmaları gibi birçok konuda geniş yetkiler verildi.
Yeni yasa hem ülke içindeki muhalefet hem de Avrupa Birliği tarafından eleştirildi.
ELEŞTIRILERIN ODAĞINDA, 'HÜKÜMETIN YARGININ BAĞIMSIZLIĞINI YOK ETTIĞI' IDDIASI VARDI.
Telif hakkı
Dönemin HSYK Başkanvekili Ahmet Hamsici, 66 sayfalık bir açıklama yaparak, değişikliğin Anayasa'ya aykırı olduğunu söyledi.
2014 yılının Eylül ve Ekim ayında yapılan seçimlerle 2018 yılına kadar görev yapacak HSYK üyeleri belirlendi.
AKP'nin seçimlerde Yargıda Birlik Platformu'na destek verdiği bildirildi.
Seçim sonuçları ve iktidarın HSYK'daki doğal üyeleri hesaplandığında hükümet, HSYK'da hem 15 olan toplantı yeter sayısına, hem de 12 olan karar yeter sayısına ulaşarak önemli bir güç elde etti.

17 Aralık soruşturmasının sonucu ne oldu?

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yaklaşık 11 ay süren incelemenin ardından, 17 Ekim 2014'te dosyayla ilgili takipsizlik kararı verdi.
Son olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Birimi savcılarından Ekrem Aydıner tarafından yürütülen soruşturmanın kararında 'soruşturma kapsamında usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve herhangi bir örgüte rastlanmadığı' belirtildi.
Eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan'ın eyleminin ise 'Yardım Toplama Kanunu'na muhalefet' niteliğinde değerlendirilmesinden dolayı dosyasının ayrılmasına ve hakkında işlem yapılması için İstanbul Valiliği'ne gönderilmesine karar verildi.
Aslan hakkındaki diğer tüm suçlamalarda takipsizlik kararı verildi.
Takipsizlik kararına yapılan itirazı değerlendiren İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği, 16 Aralık'ta 2014'te, yani 17 Aralık gözaltılarının yıldönümünden saatler önce itirazı reddetti.
Hakim Fevzi Keleş yaptığı açıklamada "53 şüpheli hakkında verilen takipsizlik kararı usule ve yasaya uygundur" dedi.

25 Aralık soruşturması nasıl sonuçlandı?

2 Eylül 2014'te, 25 Aralık soruşturmasıyla ilgili takipsizlik kararı verildi.
Bilal Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu 96 şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı belirtildi.
Kararda '96 şüpheli hakkında, örgüt kurmak ve örgüt üyesi olmak suçlarından kovuşturmaya yer olmadığı' ifade edildi.
Ayrıca kararda, soruşturmayı hazırlayanların 'Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya çalışmakla' suçlanması dikkat çekti.
Savcılar, '25 Aralık soruşturmasının hukuki bir soruşturma görünümü altında Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren ortadan kaldırmaya ve engellemeye yönelik bir teşebbüs' olduğunu belirtti.

TBMM'deki soruşturma ne durumda?


DÖRT ESKI BAKAN (MUAMMER GÜLER, ZAFER ÇAĞLAYAN, ERDOĞAN BAYRAKTAR VE EGEMEN BAĞIŞ) HAKKINDA HAZIRLANAN FEZLEKELER ÖNCE ADALET BAKANLIĞI'NA GÖNDERILDI.
Telif hakkı
Adalet Bakanlığı'ndan, "Meclis'e gönderilmesi gerektiği" gerekçesiyle geri gönderilen fezlekeler daha sonra TBMM'ye geldi.
19 Mart'ta TBMM'de fezleke gerilimi yaşandı.
TBMM Genel Kurulu, CHP'nin olağanüstü çağrısı üzerine dört eski bakan hakkında hazırlanan fezlekeleri görüşmek üzere toplandı.
Fezlekeler 'gizlilik kararı' gerekçesiyle okunmayınca, muhalefetten büyük tepki geldi. Fezlekelerle ilgili genel görüşme talebi meclis tarafından oylandı, reddedildi.
Bakanlar hakkındaki yolsuzluk ve rüşvet iddialarını incelemek için kurulan soruşturma komisyonu ise çalışmalarına Ekim ayında başladı.
Kasım ayında komisyonla ilgili haberlere yayın yasağı getirildi.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in başvurusu üzerine Ankara 7. Sulh Ceza Hakimliği'nin aldığı karar TBMM tarihinde bir ilk oldu. Basın meslek örgütleri ve muhalefet, yasağa sert tepki gösterdi.
***

GÜNEY KIBRISTAKİ - ABD PROVAKASYONU,

GÜNEY KIBRISTAKİ - ABD PROVAKASYONU,




Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli’ye sorduk 

17 MAR 2018... K.K.T.C. 
AJANSTÜRK SÖYLEŞİ  


ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wess Mitchell’in, Rum yönetiminin ada çevresinde petrol ve doğalgaz aramasına arka çıkması ve açıkça provakasyon yapması üzerine Ajanstürk Genel Yayın Yönetmeni Sabiha Lina Coşkun, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi Deniz Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli’nin görüşlerini aldı. 

Ajanstürk Genel Yayın Yönetmeni Sabiha Lina Coşkun, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi Deniz Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı 
Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli ile Kıbrıs’taki son gelişmeleri değerlendirdi. 

İşte o Söyleşi : 

AJANSTÜRK – ABD dışişleri bakan yardımcısı Wess Mitchell ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimine yaptığı ziyarette doğalgaz arama çalışmalarında Washington un desteğini iletmesini nasıl yorumluyorsunuz? 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Bu konuya değinmeden önce 19 Aralık 2017 Rum Fileleftheros gazetesinden duyurulan bir habere değinmek istiyorum. Buna göre ExxonMobil-Qatar Petrol konsorsyimunun GKRY’ne 10. Parselde araştırma yapmak için izin başvurusunda bulunduğu açıklandı. 


Zira ExxonMobil’in sondaj faaliyetleri 2018 ikinci yarısından sonra hedeflenmekte idi. Ancak burada bu talep ile ABD’nin yaz aylarında yapılacak sondaja yönelik sismografik araştırmaların ötesinde ek araştırmalar yapmak niyetiyle talepte bulunduğu belirtildi. Peki ek araştırmalar da neydi? 

Amerikan şirketi denizaltı robotlarıyla özel gemiyi halihazırda temin ettiğini ve bölgenin deniz altı robotları vasıtası ile fotoğraflarının çekileceğini ve bu yolla sondaj platformunun indirileceği bölgeyi kesin belirleyeceği belirtildi. 

Buradan şu sonuca varmak gerekiyor; Amerika sondaj faaliyetleri öncesinde ek araştırmalar yoluna Aralık 2017 sonunda başvurmuştur. 

Bu tarih mevcut sürecin çok gerisinde olan bir tarih değildir. Esasen deniz altının haritasının çıkarılmasına yönelik bu girişimde Amerika sadece Rum yönetimini dikkate alarak hareket ettiğini ortaya koyarken, diğer taraftan Kıbrıs Türklerinin egemen haklarının varlığına da tecavüz etmektedir. 

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Mitchell’in Kıbrıs ziyaretinden önce aslında ABD Güney Kıbrıs Elçisi Kathleen Doherty basın açıklaması yapmıştır. Doherty yaptığı açıklamada; 

Exxon Mobil araştırmalarında Türkiye ile herhangi bir sorun yaşanmasını beklemiyoruz ABD Güney Kıbrıs’ın sözde MEB’inde kaynakları harekete geçirme 
hakkını destekliyor Kaynakların eşit şekilde paylaştırılmasına inanıyoruz. 

Müzakereler en kısa sürede başlayacağını ümit ediyoruz ABD hükümetinin güney Kıbrıs MEB’indeki faaliyetleri bir sondaj çalışmasından çok farklı olarak araştırma gemisi şeklinde olacak. 

Kaynaklar ile ilgili paylaşım veya anlaşmayı tarafların engellememesi veya kösteklememesi gerektiğini söylüyoruz . belli deniz sınırları konusundaki 
ihtilaflarda taraf tutmuyoruz. 

Tüm bu çerçevede Amerika’nın Güney Kıbrıs’ın ortaya koyduğu tek egemen mantığındaki argümanları destekleyen bir tavırla Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’ye karşı bir baskı unsuru oluşturmaya çalıştığı, Kıbrıs Türklerinin bu kaynaklardan istifade edebilmesi için birleşik Kıbrıs’a razı olması gerektiği, Mart ayında yapılacak araştırma faaliyetleri ile kriz yaşanmasının beklenmediği, ama en önemlisi BMDHS’nde de öngörülen kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge çakışmaları halinde ortaya çıkan ihtilaflarda çözüm gerektiren hallerin müzakereler yolu ile çözümlenmesi gerektiği ilkesini bile göz ardı ederek, hiçbir sorun yokmuş gibi, ben işime bakarım edası ile hareket etmeleri uluslararası hukukun genel ilkelerine de aykırı bir durumdur. 

Tüm bu çerçeveden sonra adaya ziyaret yapan Mitchell Anastasiades ile gerçekleştirdiği görüşmede benzer temalara vurgu yaparak Avrupa enerji 
güvenliğinin bir parçası olarak Rumların enerji politikalarının desteklendiği , tarafların işbirliğinin güçlendirileceği ve müzakere sürecinin başlaması 
gerektiği vurgularında bulunmuştur. Bu görüşmenin meyvesi olarak Hidrokarbonlar Fonu kurulması ile ilgili detaylar Mitcelle aktarılırken Türk 
tarafı yeni bir şantaj içerisine sokulmaya çalışılmıştır. Uluslararası hukukta diplomasi çalışmalarında bile taraflardan birini tehdit veya şantaj veya 
ağzına bal çalma bakış açıları ile müzakere tekniği mümkün değildir. 


Burada dikkat edilmesi gereken husus hidrokarbonlardan elde edilecek gelirin bu fona ayrılacağı ve Kıbrıs Türkleri bana payımı ver dediğinde buyur otur, görüşelim konuşalım noktasına getirilmeye çalışılacağıdır. 

Mithcellin Avrupa ve Asya’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olduğu dikkate alındığında ve Kıbrıs’a Priştine, Üsküp, Belgrad, Atina sonrasında gelmesi dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin deniz alanlarını kapsayan bu sahaların üzerinde enerji güvenliği koridorunu Yunanistan ve Rumlar lehine kuvvetlendirme maksadı ortaya çıkmaktadır. 

Tüm bu noktada Amerika’nın Rumlara verdiği desteği nasıl okumamız gerekmektedir* 

Amerika izlediği stratejide, Türkiye’nin Afrin operasyonu sonrasında Rusya’nın geleceğinde daha etkin bir konumda bulunmasından ciddi rahatsız olmuştur. Suriye’de PKK/PYD ve türevlerinin Akdeniz’e inmek için oluşturmaya çalıştıkları koridorun önü kapatılmıştır. Tüm bu hamleler Amerika’yı rahatsız etmiştir. 

Suriye’de yaşanan gelişmeler ve Kıbrıs’ta bugün ortaya konan müzakere baskısı ayni projenin bir devamıdır. Türkiye 145,000 m2’lik deniz alanlarından mahrum edilmek ve Antalya körfezine hapsedilmek istenmektedir. Amerkia doğal kaynaklar için fon kurulması teklifi ile Kıbrıs Türklerini müzakere masasına çekmeye çaba sarf etmektedir. 

  Garanti Antlaşmaları gibi bölgenin ve adanın güvenlik ve barışını tesis eden Türkiye’nin etkin ve fiili gücünü ortadan kaldırmak niyeti sergilenmektedir. Kısaca Türkiye Suriye Krizinde Amerika’nın projelerini desteklemediği için Akdeniz’den çıkarılmak istenmektedir. 

   Hidrokarbonlar Fonu Anastasiades ve Mitchell görüşmelerinde ele alındı. Ne diyecekler, kaynaklar bu fona yatacak ve Kıbrıs Türkleri bu kaynaklardan pay isterse buyursun müzakere sürecine denilecek. Oysa müzakere sürecinde Rum tarafı takvim öngörmeden, ön şartlar ile müzakereleri başlatma çabasından hiç vazgeçmemesine karşın Amerika ve Batının AB’nin Rumların bu tutumunu devamla desteklemesi ve Türkiye karşıtlığının gündeme getirilmesi daha derin projelerin bir neticesidir. Şöyle ki, son dönemlerde Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkinliği ve gücü diplomaside daha da önemli hal almıştır. Rusya ile yakınlaşan ilişkiler yanında Irak ve İran ile kurulan münasebetler ve bunların ötesinde kıtalar arası yürütülen Afrika , Asya kısaca çok yapılı ilişkilere bakılınca, Amerika’nın Suriye konusunda Türkiye’nin Operasyonu ile bölgedeki prestijini yitirdiği görülmektedir. 

Türkiye bölgede enerji güvenliği, transiti ve diplomasisi alanında önemli bir konuma gelmiştir. Oysa AP’u Türkiye’ye Afrinden çekil dediği gibi Akdeniz’den 
de çekil baskısı kurmaya çalışmaktadır. Türkiye insanı yardımdan terörle mücadeleye hem bölgede hem uluslararası alanda kendi yetkinliğini ve 
Uluslararası Hukuka uygunluğunu ispat etmiştir. 

   Suriye krizinde bile Türkiye’nin yaptığı hem insanı yardımı hem de terörle mücadeleyi hiçbir ülke yapamamıştır. 

Nitekim Amerika Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlamada ve bölgede enerji merkezi olması yolundaki adımlarını tehdit olarak görmektedir. Öte yandan Çin ile ilişkiler geliştirilmiştir. Çin’in Yeni Modern ipek yolu projesinin bir kanadı kara üzerinden geçecek güzergahta Türkiye çok önemli bir noktada iken Akdeniz’de de Türkiye bu anlamda öne çıkan duruşa sahiptir. Hele de Kızıldeniz’de Sevakin adasını kiralayan ve buraya konuşlanan Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. 
Bu projenin Amerika tarafından hoşnut karşılanmadığı dikkate  alındığında, Akdeniz’de yeni cepheler veya müttefikler veya varolan müttefik ilişkileri derinleştirme stratejileri öne çıkmaktadır. 

Deniz alanlarında hidrokarbon kaynaklarının az veya çok bulunması gerilimi artıracaktır. Örneğin 12. Parselde İsrail gelir payı talep etmiş ve rum yönetimi bunu çok saçma bulmuştur. Bunların ötesinde Rumların ilan ettiği 13 ruhsat alanında 1,4,5,6,7 bölgelerinde Türkiye’nin kıta sahanlığı ihlal edilmektedir. 

Türkiye 2003’ten bu yana bu konunun sorunsallık olarak ortaya çıkmasından bu yana kendi deniz alanlarının ihlal edilmesine müsaade etmemiştir. 

Burada tehlike Amerika’nın fonları ile içte beslenen örgütlerin atacakları adımlardır. 

1974 Barış Harekatından sonra Amerika iki toplumlu proje ağları ile kuzeyde pek çok kişiyi eğitmiş, fonlamış, STÖ’lar kurdurmuş, merkezler açtırmış ve iç darbe sayılabilecek atılımların Türkiye aleyhinde gerçekleşmesi için çalışmalarda bulunmuştur. Amerika 2004 Annan planı döneminde Kıbrıs Büyükelçisinin bile kuzeyde köy köy gezip halka evet baskısını unutmadık. 

Amerikanın başını çektiği bu fonlarda yeni bir kimlik yani Kıbrıslılık kimliği inşa etme ve Türk kimliğinden ve Anavatandan arınma stratejileri ve psikolojik kampanyaları var olmuştur. 

Tüm bu çerçevede Amerika’nın Türkiye’nin karşısında gerilimi artırıcı adımlarına devam edeceği aşikardır. Doğal gaz konusunda desteklenmesi karşısında ancak şunu diyebilirim; Türkiye söylemiş olduğu sözlerinden ve bölgelsel haklarından ne Kıbrıs Türkleri ne de kendi hakları konusunda taviz vermeyecektir. 

Türkiye’nin uluslararsı hukuktan ve BMDHS’nden kaynaklanan ab initio ve ipso facto dediğimiz egemen hakları vardır. Türkiye Akdeniz’de 200 deniz mili alana sahiptir. Türkiye’nin bu alanlarını ihlal etmeye çalışan gereken yanıtı alacaktır. Sayın Erdoğan’ın dediği gibi Exxon gelse de farketmez haklarımızı çiğnetme yeceğiz. O nedenle Amerika hangi adımı atarsa atsın, Türkiye gerektiği yerde net tavrını ortaya koyacaktır. Bunu diplomaside de askeri güçte de ortaya koyacak kudret ve kabiliyeti vardır. 

AJANSTÜRK / Yunanistanın Ege Denizinde yapacağını duyurduğu tatbikat Kıbrıs’ta yaşananlarla doğrudan ilişkilendirilebilir mi? 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye bu düzenin şekillendirici unsurlarından biri olma yönündeki adımlarını başarılı bir şekilde yürütmektedir. Yunanistan’ın yarası kendi içinde PKK teröristlerini destekleyerek Türkiye’ye saldığı ve son olarak da YPG adı ile terör örgütüne LAVRION bölgesinde sunduğu eğitim kamplarında düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı ile hareket ettiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin AFrin operasyonu başlamasının hemen ardından Yunanistan’ın Ege’de Kardak kıyılıklarını ihlal etme girişiminin Türk deniz kuvvetlerince engellenmesi neticesinde kriz Kıbrıs’a taşmıştır. 

Şimdi bir tatbikat yapacaklarmış. Yapsınlar. 

Yüzlerce yapsınlar. Türk deniz kuvvetlerinin gücü her türlü tehlikeyi bertaraf edecek niteliktedir. 
Zaten Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Yunanistan’ın Ege tahrikleri içerisinde Ege’ye yaptığı ziyarette Ege,Akdenizdeki haklarımızın korunmasında kararlılıkla yürütüleceği mesajı tesadüf bir ziyaret değildir. Türkiye hem Akdeniz hem Ege’de teyakkuz halindedir. Kendi deniz yetki alanlarının ihlaline katiyen müsaade etmemekte kararlıdır. O nedenle bu tatbikatlar Yunanlıların kendi psikolojilerini rahatlatma açısından belki faydalı ama herhangi bir ihlal 
girişiminde Türk milletinin cesur ve kararlı duruşunu hissetmeleri açısından onlara zararlı bir hal alabilecek noktaya gelebilir. 

AJANSTÜRK / Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınırötesi operasyonu sebebiyle karşısına aldığı ABD Rum kesimi ve Yunanistan üzerinden Türkiye ye dolaylı bir tehdit unsuru mu oluşturuyor 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Ezelden beri Amerika daha Yunanistan’da kraliyet rejimi cunta yönetimi sürdüğü dönemlerde bile kendi istihbarat güçlerini Yunanistan’a yerleştirmiş ve Türkiye’ye karşı bir gözetleme bölgeleri oluşturmuş tur. Amerika!’nın Türkiye’de geçmişte yarattığı suni ve fiili darbe girişimlerini biliyoruz. Bölgede Yunanistan ve GKRY Amerika’nın müttefiki konumunda bulundukları doğrudur. Lakin hangi adımı atarlarsa atsınlar Türkiye bu çabalara karşı kara,deniz,hava alanlarını korumada ve gerek Kıbrıs Türklerinin hakları gerekse dünyada mazlum milletlerin yanında hakkaniyetli bir şekilde uluslararası hukuka uygun olarak korumaya kararlıdır. Unutulmasın ki Libya ve Malta arasında deniz alanları ihtilafında Kaddafinin savaş gemilerini göndere rek Amerikalı şirket olan CALTEX-California Texas Oil şirketinin sondaj platformlarını toparlayıp gitmiştir. Biz bunu İtalyan şirket ENI’nin sondaj platformunu toplayıp gitmesinde gördük. Şimdi 10. Parsel belki Türkiye’nin kıta 
sahanlığı alanlarında değil ama Rumların yaptığı ruhsatlandırma çabaları esasen uluslararası hukuka aykırıdır. Zira GKRY ilan ettiği sözde MEB alanı ilk olarak Mısırla bölgede çizildiğinde 2003 yılı Türkiye’nin batı bölgesindeki deniz yetki alanları ihlal edilmiştir. Bu durum üzerine Türkiye BMGS nezdinde bölgedeki alanlarını tescil ettirmiş ve gereken itirazları yapmıştır. O halde ihtilaf arz eden bir bölgede Türkiye’nin müdahale etmesi mümkündür. Bunu adanın garantörü olarak Kıbrıs Türk hakları açısından yapması mümkündür. 

Halen Kıbrıs sorunu çözümlenmeden atılan bu çabalar tamamı ile uluslararası hukukun genel ilkeleri ile bağdaşamaz. 

Kaldı ki GKRY İsrail ile çizdiği sözde MEB alanı ile İsrail de Lübnan’ın 840 km2 alanını ihlal etmiştir. GKRY’nin bu çabaları ile bölgede bu ihtilaf ortaya çıkmıştır. 

Şimdi kalkıp biz Güneyin Hidrokarbon faaliyetlerini destekliyoruz diye çıkış yapmak bu kadar ihtilaf olan bir alanda ne derece uluslararası hukukla bağdaşır daha net ortaya çıkmaktadır. 

  Netice itibarıyla, Türkiye yapılan bu adımlar karşısında 10. Bölgeye şuan müdahale etmeme sebebi sondaj çalışmaları olmamasından kaynaklıdır. 

Ancak bunun ilerleyen dönemde olmayacağı manasında değildir. 

Türkiye öyle sanıyorum ki en kısa sürede Akdeniz’de Deep Sea Port II sondaj gemisinin araştırmalarına şahit olacağımız bir sürece gireceğiz. 

Zira KKTC Bakanlar Kurulu TPAO’na 2018 başında 6 senelik daha ruhsatlandırma izni vermiştir. 

    Netice itibarıyla haklarımızın korunmasını göstereceğimiz pek çok yol olacağından kimse şüphe duymamalıdır. 


http://www.ajansturk.tv/son-dakika/guney-kibristaki-abd-provakasyonunu-yrd-doc-dr-emete-gozuguzelliye-sorduk/ 


***

10 Haziran 2019 Pazartesi

HÜSAMETTİN CİNDORUK KAMU OYUNA AÇIK MEKTUP..YIL 2017


HÜSAMETTİN CİNDORUK KAMU OYUNA AÇIK MEKTUP..YIL 2017


İKİ SENE ÖNCEKİ FİKİR VE GÖRÜŞLER..
FARK ETTİKLERİMİZİ SİZİNLE PAYLAŞMIŞTIK..BİR KEZ DAHA HATIRLATAYIM...

OZKAN UYANIK Gesendet: Sonntag, 12. Februar 2017 12:55 An: Betreff: Husamettin Cindoruk'un acik mektubu ,
Hangi Partiden, Hangi görüşte olursanız olun, bu mektubu okuyun elinizi vicdanınıza koyun ve referandumda oy kullanırken bu mektupta yazılanları dikkate alın.....
OKUYUN   ve   LÜTFEN    DAĞITIMINA   YARDIMCI    OLUN  ...
Sn. Hüsamettin Cindoruk'un açik mektubu  ;
Türkiye Cumhuriyeti bugün yeni kurulmakta olan bir devlet değildir. Yaklaşık yüz yıldır giderek güçlenen ve değerlenen çok köklü bir devlettir. Devletlerin de Anayasaların da soyağaçları vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucu iradesi, kökü, tarihi, gerçekleri ilk günkü gibi yaşıyor ve yaşayacaktır. Cumhuriyet’in kurucusu; bir İstiklal savaşını yöneten, 30 Kongreden sonra, halk tarafından Ankara’da tescil edilen Türkiye Büyük Millet Meclisidir.
İsminde “Türkiye” vurgusu olan biz Türklerin kurduğu son Türk devletidir.
Millete dayalı, Milli Misak sınırlarını çizen bir Milli devlettir.
Cumhuriyetimizin tarifi, bugün yürürlükte olan Anayasamızın ön sözünde ayrıntılı biçimde tarif edilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi, bu başlangıç kısmının metne dahil olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yürürlükteki Anayasamızın 174. maddesi ile de sadece sekiz Kanun korunmamakta, başlangıç bölümündeki ilke ve İnkılâpların yorumunu “Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacı güden” yaptırımlar olarak belirlenmektedir.
Yürürlükteki Anayasanın 2. Maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini “başlangıçta belirtilen temel ilkelere” gönderme yaparak açıklamaktadır. Anayasanın 4. Maddesi ise Cumhuriyet’in niteliklerinin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini söylüyor, yasaklıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin, temel niteliği Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurucu iktidarına dayalı hukuk düzenidir.
Atatürk’ün belirlediği inkılâp ve ilkeleri de parlamenter rejimdir.
Amasya tamimini yapan Atatürk’ün, savaşlar yaparken de, zaferden sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisine bağlı, saygılı ve itaatkâr olduğu gerçektir. Yüce Meclis’in ilk Başkanı da Atatürk’tür.
Bizim Anayasalarımızda Atatürk bir şahıs değil, Cumhuriyet’in asli kurucu iktidarının bir belirleyici kurumu olarak yer almıştır. Son Anayasa değişikliği, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhuriyet’in üst organı olmaktan çıkarıyor.
Bir Danışma Meclisi işlevine indiriyor.
Bu Kenan Evren modelidir.
1980-1983 döneminde Kenan Evren’in tayin ettiği Bakanlar hiç denetime girmeden yürütmeyi üstlenmiş, beş kişi bir yandan kararnameler çıkarmış, partiler kapatmış, vetolar, yasaklar getirmiş ve kurduğu Danışma Meclisine de kısıtlı yasa ve Anayasa hazırlama görevi vermiştir. Bugünkü Anayasa değişikliği teşebbüsü bir Kenan Evren modelidir.
a)  Başbakan ve Bakanlar Kurulu mülgadır. b)  Cumhurbaşkanı yürütmeyi belirleyeceği sekreterler eli ile alır götürür. c)  Güvenoyu ve güvensizlik olanağı da yoktur. d) Gensoru da, soruşturma da askıya alınmıştır. e) Cumhurbaşkanı, 600 kişilik Mecliste yüksek oy oranları ile korumaya alınmıştır. f)  Cumhurbaşkanı da norm koyan kararname çıkarır. Bunların ne farkı var Evren döneminden?
Hem Meclis, hem de Başkan Kanun ve Kanun hükmünde kurallar koyarsa aralarında çekişme çıkması kaçınılmaz olur.
Böyle bir uygulama ihtilaf üretir.
Yasaların genel, tartışılmaz olma, ilkesi de yok olur.
Bu Anayasa bir Af kanunudur.
Geçmişte görev alan Başbakan ve Bakanlar hakkında Meclis’in soruşturma ve Komisyon kurma hakkı yok edilmektedir.
Mevcut Anayasa maddelerinde yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri için soruşturma hakkı Meclis’ten alınmak istenmektedir.
Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım bu Anayasa değişikliği ile adeta ibra edilmek istenmektedir.
Aynı şekilde geçmiş hükümetlerde görev alan Bakanların da, vazifeleri nedeni ile takipsizlik kararı almalarına imkân getirilmektedir.
Böylece 17/25 Aralık dosyaları da Meclis arşivine kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu teklifin 16-17-18.nci maddeleri ise, şekil yönünden tümden Anayasaya ve iç tüzüğe aykırıdır.
Anayasa bir üst kanundur. Torba madde ile değiştirilemez.
Anayasanın değiştirilecek maddesi açıkça ve yeni bir metin olarak yazılır, iki kez görüşülür ve iki kez oylanır. Anayasanın 175. Maddesinde her maddesinin ayrı ayrı halk oylamasına sunulma usulü gösterilmiştir.
Çünkü halk üst kanun olan Anayasadaki her değişikliği açıkça tek tek öğrenerek oy kullanacaktır.
Bu biçimi ile Anayasa değişikliği halk oylamasına sunulamaz. Tam bir şekil bozukluğudur.
Üstelik bu teklifin ilk iki maddesinde bir kelimelik değişiklikler bile ayrı ayrı maddelere bağlanmıştır.
Torba madde ile Anayasa değişikliği şeklen geçersizdir. Anayasa Mahkemesinin denetimine tabidir.
Bir Anayasada her kelimenin, her ibarenin, her virgülün özel bir etkinliği vardır. Yönetmelik, sözleşme diğerleri gibi maddelerle kaldırılan, gerekçeleri belirsiz kurumlar arasında Başbakanlık, Bakanlar Kurulu, Jandarma Genel Komutanlığı, Askeri Yargıtay ve benzeri tarihsel Anayasal Kurumlar vardır.
Ayrıca, Anayasamızın 21 Maddesinin yürürlükten kaldırıldığı bir cümle ile belirtiliyor.
Bu Anayasa paketi ile çok Partili düzen ve siyasi partiler “düzen” dışına çıkarılmıştır.
Partiler, Kongre partilerine dönüşmüştür.
Böylece, partiler, siyasi programlarını ve siyasi ideolojilerin iktidara taşımak, bir hükümet ve yürütme gücüne kavuşturmak gücünü yitireceklerdir.
Siyasi iktidar, Bir Cumhurbaşkanı otoritesine devir ve teslim ediliyor. Bu bir “adrese teslim” belgesidir.
Yürürlüğe girerse, bugünkü Cumhurbaşkanı hemen devlete el koyacaktır. Yürürlük maddeleri açıktır.
Son olarak çok önemli bir nokta;
Bunları bir sistem veya rejim değişikliği tartışması olarak görmek mümkün değildir. Çünkü dünyada benzeri yok.
Bu gidişat, bir kamp ve cephe değiştirme, çağdaş batı demokrasilerinden ayrılma, din devletine kapı açma ve Avrupa Konseyinden çıkarılma planıdır. Adalet Bakanı, bir arzuhalci üslubu ile ifade ediyor.
Artık sadece Muhafazakârların yönettiği bir ülke olacağız diyor. Hâlbuki muhafazakârlıkla, yobazlık ve bağnazlık arasında dağlar kadar fark vardır. Türkiye, bir asırdır yaşadığı büyük siyasi birikiminden, bir uygarlık ve demokrasi cephesinden sinsice çekilmek ve uzaklaştırılmak isteniyor.
Cumhurbaşkanına verilmek istenilen yetkiler bir kuvvetler birliği düzenidir. Bu gidişatla 1949’da kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyinin ana sözleşmesine, ek protokollerine, bağlayıcı kurallarına, ulusal üstü hukuka ve kuvvetler ayrılığı bağlayıcı ilkesine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine ve kararlarına veda dönemi kısa bir süre içinde başlayacaktır.
Milli Merkez, Cumhuriyetin ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve demokrasiyi korumak için, özellikle milliyetçi, yurtsever, demokrat ve insan haklarına yürekten bağlı tüm kurum, kuruluş ve yurttaşlarımızı uyarmaya devam edecektir.
Saygılarımızla Arz Ederiz. Milli Merkez Yönetim Kurulu adına,
Hüsamettin CİNDORUK., TBMM E. Başkanı – Milli Merkez Başkanı"
Sağlıkla  Huzurla  Güzel  Gelecekler'e  /  Özkan  UYANIK .