24 Mayıs 2019 Cuma

TÜRKİYE NEREYE DOĞRU GİTMELİ, ? BÖLÜM 1

TÜRKİYE NEREYE DOĞRU GİTMELİ,?  BÖLÜM 1


Güncelleme: 13:27 TS 14 Mar., 2002

Emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu ve öğretim görevlisi Prof. Dr. Mehmet Altan değerlendirdi.

Sedat Küçüka: Bugünkü konumuza ki dün başladık biliyorsunuz, Türkiye nereye doğru gitmeli? Avrupa Birliği, ABD sınır komşuları arasında yakın gelecekte Türkiye’nin yönü ne olacak konusunu tartışıyoruz. Dün Prof. Dr. Erol Manisalı burdaydı, Dr. Cengiz Aktar da burdaydı, onlarla birlikte bu konuyu büyüteç altına aldık. Bu konu hakkında görüşlerinizi aldık sizlerden telefonlardan. Ve açıklamalar getirmeye çalıştık. Bugün aynı konuya yine aynı hızla devam etmek istiyoruz ve sizin sesinizle hemen yine sizin görüşlerinizi almak istiyoruz. Bugün yine çok değerli iki konuğum olacak. Birincisi bugün hemen yanımda saat 18.00’a kadar bizlerle birlikte Sayın Emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu. Efendim hoşgeldiniz.
       
       Rıza Küçükoğlu: İyi yayınlar. 
       
       Sedat Küçüka: Yedi Tepe üniversitesi Genel Sekreteri ve 18.00’dan 19.00’a kadar da Sayın Mehmet Altan bizlerle birlikte olacak. Şimdi hemen efendim size dönmek istiyorum, hatta hemen bekleyen telefonlarımız varmış ama kısa bir giriş rica ediyorum. Bu konu biliyorsunuz Sayın Kılıç Paşa’nın geçen hafta yapılan bir sempozyumdan sonra açıklamasıyla daha bir ön plana çıktı. Kılıç Paşa’nın açıklamaları üzerine birçok yorumlar getirildi askeri kanattan sivil kanattan. Ben size sormak istiyorum. Sizin bu konudaki yorumunuz neydi Kılıç Paşa’nın sözleri için?
       
       Rıza Küçükoğlu: Her şeyden önce şu açıklamayı yapmak istiyorum. Harp Akademelerinde Kurmay Yüzbaşı olarak ve ilerleyen rütbelerde ve en sonunda Kara Harp Akademesi Komutanı olarak görev yaptım. Harp akademilerinde biz sadece askerliğin gerekleri değil, dolaylı olarak ilgili olan stratejik konuları da her boyutuyla ele alıyoruz. Yani biz Kurmay Subaydan Harp Akademilerini bitirdiği zaman görev yapacağı karargahlarda kurmaylık görevlerini yaparken aynı zamanda ilerideki Genelkurmay Başkanı dahil üst rütbeli komutanların yetişmelerini öngörüyoruz. Bu platformda askeri konular dışında diğer yabancı akademilerde de olduğu gibi yüzde 45 ağırlıklı stratejik konular ve bunun içerisinde milli güç unsurlarını oluşturan her konu ekonomik boyutları dahil ele alınır. Tabi askeri ortamda bir tek şey yasaktır. O da iç politika meselelerini ele almak. Ancak bunun dışında ülkeyi ilgilendiren, çevresini ilgilendiren, güvenliğini ilgilendiren stratejik tüm konular eleştirel bir boyda ve ileriyi görerek tahminlerde bulunarak ve politika üretilmesini sağlayacak tarzda ele alınır. 
       
       Sedat Küçüka: Efendim gayet iyi açımladınız, bir hattımıza dönmek istiyorum, sonra daha özele gireceksiniz inanıyorum, o açıklamayı alacağım. Buyrun efendim, Fatma Hanım buyrun lütfen görüşlerinizi dinliyorum. 
       
       Fatma Uçar: Şimdi aslında ben bu soruyu Prof. Altan Bey’e sormak isterdim ama açmış bulundum, epeyce de bekledim. Sayın Generalimize de sorabilirim. Şimdi aslında Türkiye’de Avrupa Birliği vesaire diğer konularda da her şey kulaktan dolma. Gerçekçi, güzel bir bilgilenme hiçbir zaman olmadı, ansiklopedik bilgilerin dışında bir gazetelerde çıkan ve de televizyonlarda vesairede çıkan şeylere göre yorum yapıyoruz. Bu bakımdan benim beynimi tırmalayan birçok soru var. O bakımdan mesela bu Avrupa Birliği’ne girerken, girdikten sonra ulusal gelirlerinde çok büyük yükselmeler olduğu söyleniyor ve özellikle Yunanistan ve İrlanda üzerinde duruluyor. Şimdi bu Avrupa Birliği’ne girerken bir ulusun ulusal şeyleri bu hale geldikten sonra mı giriliyor? Yani bu hale getirildikten sonra mı kendi ulusunda... Yoksa bazı yardımlar mı ediliyor? Eğer yardım ediliyorsa bunların gelir kaynağı nedir..?
       
       Sedat Küçüka: Peki, çok teşekkür ederim ilginiz için, sorularınız ve katkınız için efendim. Buyrun efendim devam ediyoruz..
       
       Rıza Küçükoğlu: Hanımefendinin sorusundan mı yoksa önce...
       
       Sedat Küçüka: İsterseniz önce Kılıç Paşa’nın meselesini tamamlayalım, sonra Fatma Hanım’ın sorusuna dönelim efendim..
       
       Rıza Küçükoğlu: Şimdi Harp Akademileri bu programları yürütürken özellikle bildiğim kadarıyla her Çarşamba günü öğleden sonra konferanslar tertipler. Konferanslarda bu konuların yetkilileri, gerekirse yabancı cumhurbaşkanları, kendi cumlurbaşkanımız, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Sayın Denktaş gibi veya Avrupa Başkomutanı dahil çok seçkin aynı zamanda işadamları ve konu uzmanları, bakanlar gelebilir. Bu konferanslarda platform açıktır ve yüzbaşı dahil üniformalı veya sivil katılımcılar istediği soruyu sorar veya istediği yorumu yapabilir. Ve kesinlikle ama iç politikaya bulaşılmaz. Şimdi Harp Akademilerindeki son sempozyumu bu açıdan ele almakta yarar var. Orda Sayın Manisalı görüşlerini açıkladıktan sonra katılımcı olan Tuncer Kılıç Orgeneralimiz de hem sorularını sormak hem de kendi görüşlerini açıklamak için platforma katılmışlardır. İşte bu açıdan ele aldığımızda Orgeneral Tuncer Kılıç’ın orda beyan ettiği fikri bir akademik beyan olarak, iç politikaya bulaşmayan bir beyan olarak kabul etmek ve katılımcı olarak değerlendirmek kanımca yararlı olur. Ayrıca Sayın Erol Manisalı orada Avrupa Birliği’ne karşıt bir görüş olarak ortaya koymamış, görüşlerini Türkiye’nin bugüne kadar bu süreçte uğradığı zararları bir liste olarak ortaya koymuştur. 
       
       Sedat Küçüka: Ona isterseniz değinelim biraz sonra Hocam ama şunu anladık ki Kılıç Paşa’nın söylediği akademik bir ortamda kendi fikriydi. 
       
       Rıza Küçükoğlu: Kesinlikle kendi fikriydi. 
       
       Sedat Küçüka: Bu Genelkurmay’ın fikrini yansıtmıyordu, akademik ortamdaydı. Hemen hattımıza dönüyoruz, bir dinleyicimiz daha var, görüşünü rica ediyoruz. Buyrun efendim...
       
       Mustafa Sarı: İyi yayınlar diliyorum. Ben bu Paşa’nın söyledikklerine yüzde 100 katılıyorum ama bir üzüntümü belirtmek istiyorum. Askerin böyle siyasete girmesini ben yadırgıyorum, üzüntülerimi bildiriyorum. Bir de şunu söylemek istiyorum, Türkiye’nin yani bu Avrupa inadı niye, ben bunu sormak istiyorum? Bir de Türk’ün ve Osmanlı’nın Avrupa sevdası ta Viyana kapılarına dayandığı anda bitmiştir zaten. Bence bu Avrupalı bizi devamlı oyalıyorlar. Yani almayacaklarına ben yüzde 100 eminim yani. Bir de diyorum ki bu Avrupa’ya bir alternatif olabilir mi? Olabilir tabi. Hem dini yönden, hem de Türkçe konuşan bir sürü toplumlar var. Bunlarla bir toplum oluşturabiliriz yani. 
       
       Sedat Küçüka: Türkî Cumhuriyetlerini mi kastediyorsunuz efendim..?
       
       Mustafa Sarı: Evet. Türkî Cumhuriyetlerini, doğuda mesela İran var, Irak var, Sudi Arabistan var.. Bir de şunu söylemek istiyorum, mesela bizim Doğu’da örnek alacağımız iki tane ülke var. Biri Çin biri Japonya.. Bu Japon ve Çinliler bir Avrupa Birliği’ne üye değil, başka bir birliğe de üye değil. Bunlar ne dillerinden, ne dinlerinden, ne kültürlerinden vazgeçmiş ülkeler. Bunlar kendi çabalarıyla ayağa kalktılar. Bir mal alıyoruz, arkasını çeviriyoruz, ya Çin yazıyor ya da Japon yazıyor..
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederim Mustafa Bey görüşleriniz ve katkılarınız için. Hemen efendim Sayın konuğuma dönüyorum, isterseniz Fatma Hanım’ın sorusundan başlayalım, sonra Mustafa Bey’in sorusuna ve görüşlerine gelelim efendim, buyrun..
       
       Rıza Küçükoğlu: Fatma Hanımefendi’nin belirttiği konularda özellikle Yunanistan’ı örnek gösterdiler, Avrupa Birliği’ne katılarak Yunanistan mutlaka ki bugün çok üst düzey bir gelire kavuşmuştur ve birçok sorunu da Avrupa Birliği’yle hatta belki ilerde Türkiye’yle olan sorunlarını da Avrupa Birliği kanalıyla çözecektir. Kaynakları konusuna fazla girmek istemiyorum, bu bir ortaklıktır, ilerde yorumlandığı şekilde bu giderek Avrupa Birleşik Devletleri haline dönüşecektir, bu bir ortaklıktır. Tabiki ortaklığa katılan Avrupa Birliği’nden nasibini alacaktır. Türkiye’nin de hedefi budur. Ancak Sayın Manisalı’nın ve birçok konuşmacının o sempozyumda tekrar vurguladığı gibi, genç nüfusa sahip Türkiye’yi ama geliri düşük bir Türkiye’yi Avrupa Birliği içerisine almakta büyük tereddütler geçirmektedir ve bu tereddüt haklı bir tereddüttür. Bu durumda acaba Türkiye bu zenginleşme şansına bugün için kavuşabilir mi? Üye olabilir mi? Zaten tartışma burdan kaynaklanmıştır. 
       
       Sedat Küçüka: Peki Mustafa Bey’in görüşü için ne diyorsunuz efendim?
       
       Rıza Küçükoğlu: Görüşlerine katıldığımı, ancak bir askerin iç politikaya karışmaması gerektiğini belirttiler. Benim de biraz önce açıklamak istediğim, bu bir iç politikaya bulaşmak değil. Harp Akademileri askeri bir ortamda herkese açık olan bir platformda katılımcının üniformalı olan bu katılımcının görüşlerini açıklaması olarak ele almak yararlıdır. 
       
       Sedat Küçüka: Peki Türkî Cumhuriyetlerine tekrar biraz sonra değineceğim ama hattımıza dönüyorum.. Buyrun Yalçın Bey görüşlerinizi alalım..
       
       Yalçın Ünlü: Bizim yani Avrupa Birliği’ne girmemizin hayali biz evvela kendimize çekidüzen vermekten geçtiğine inanıyorum. Kendi problemlerimizi halledersek o zaman bize lütfen gel diyeceklerine inanıyorum...Ne zaman kendine bir çekidüzen verecek, merak ediyorum..
       
       Sedat Küçüka: Hemen soracağız bunları efendim, çok teşekkür ederim katıldığınız için, görüşleriniz için. Hemen öbür hatta dönüyorum.. Buyrun efendim..
       
       Dinleyici: Acaba Malezya ve Endonezya, Çin ve Japonya işbirliğiyle, siyasi ve ticari, hatta kültürel işbirliği sağlayarak Avrupa Birliği’ne alternatif oluşturulamaz mı? Bunun cevabını öğrenmek istiyorum..
       
       Sedat Küçüka: Tabi, hemen soralım efendim. Efendim Yalçın Bey diyor ki, ben yurt dışına gittim diyor, bir belediye başkanın odasını gördüm.. Gerisini hep birlikte dinledik.. Bununla ilgili ne diyeceksiniz efendim..
       
       Rıza Küçükoğlu: Efendim zaten Avrupa Birliği’yle ilgili tüm kriterler bizim kendimize çeki düzen vermemizi öngörüyor. Zaten tartışmalar kesinlikle Avrupa Birliği’nin bizden istediği kriterler ve standartlara yükselip yükselmemek konusunda değil. eğer biz zaten o standartları sağlamak zorundayız. Avrupa Birliği giriş sürecinin bize en büyük katkıları da standartlarımızı yükseltmek. Hatta Gümrük Birliği’nin zararları karşısında söylenen yerli sanayimizin gerçekten standartlarının yükseldiği ve kalitenin arttığı, toplam kalite anlayışının Türkiye’ye köklü olarak girdiği. Tartışma o noktada değil. Avrupa’nın bize koyduğu koşullar ve egemenlik konusu. İsterseniz bunu daha sonra açıklayalım. 
       
       Sedat Küçüka: Bir dinleyicimiz dedi ki Malezya ve Endonezya gibi ülkelerle bir araya gelip Avrupa Birliği’ne karşı bir alternatif oluşturabilir miyiz? Burdan da şunu sormak istiyorum, Kılıç Paşa’nın söylediği de bir kişisel görüş ve alternatif görüştü. Ne dersiniz, Avrupa Birliği’nin dışında bir alternatif arayışı olabilir mi? Türkiye başka bir yöne doğru kendini çevirip bu alternatifi bulabilir mi? 
       
       Rıza Küçükoğlu: Alternatifler konusu efendim burada zaten Avrupa Birliği’yle ilgili biraz da küreselleşmeyle ilgili tartışma ulus devlet kavramı ve ulusal hudutlar konusu. Şimdi o gün tartışılan ve bir senteze varılan başka bir konu vardı. Atatürk’ün yurtta sulh cihanda sulh kavramı çok detaylı olarak ele alındı o toplantıda ve bu kavram açıklandı. Yani toprak bütünlüğüne sahip olacaksınız, ulusal hudutlarınız olacak, ulus devlet kimliğini koruyacaksınız. Kendi güvenliğiniz ve geleceğiniz için komşularla ilgili bir kuşak oluşturacaksınız ki Atatürk de bunu öngörmüştür ve dünya çapındaki barış girişimlerinde de aktif rol oynayacaksınız. Ancak eğer güvenliğiniz ve geleceğiniz zorla karşılaşırsa kendinizi de korumaya hazır olacaksınız. Şimdi bu anlamda bakıyoruz Atatürk döneminde de Balkan Paktı ve Bağdat Paktı gibi bir sürü girişimleri görüyoruz. Sonra Türkiye Cumhuriyeti her iki dünya savaşından sonra Birleşmiş Milletlerde de üyelikte hemen ön aldı. Sonra güvenlik şemsiyesi altında bile olsa NATO’ya da üye oldu. Ama bunlara bakıyoruz, her ülke ulus devlet anlamında eşit oya sahip. Yani ulusal kimlik yok edilmiyor. Ancak iki kavram buna ters düşüyor. Bunlardan bir tanesi küreselleşme ki küreselleşmeden kaçınamazsınız. Onun gelişmelerini yok sayamazsınız. Yoksa o dalganın üçüncü dalganın, denilen dalganın altında kalırsınız. Avrupa Birliği’ne geliyoruz, ilk kurucular ve şu andaki üyelerle ulusal kimlik yok edilmeden anlaşmaya varılmıştır ve bugün birleşik bir devlete doğru girilmektedir. 
       
       Sedat Küçüka: Burda bir saptama yapmama izin verin. Türkiye’nin ortak pazara, Avrupa Birliği’ne girişinde bir ulusal kimliği yitiriş gibi bir kaygısı var ama bunu hemen soracağım. Ama önce bir hattaki dinleyicimize dönüyorum. Buyrun efendim.. Dinçer Önal..
       
       Dinçer Önal: İyi yayınlar efendim. Ben aşağı yukarı 30-35 senedir Avrupalılarla iç içe yaşıyorum ve iş yapıyorum, devamlı gidip geliyorum. Benim gördüğüm şartlar dahilinde bizim Avrupa Birliği’ne kabul edilmemiz mümkün görünmüyor benim için. Sosyal olaylar bakımdan olsun, ticari bakımdan olsun, teknik bakımdan olsun, bizi almayacaklarına ben şahsen, çok arzu etmeme rağmen, almayacaklarına artık inanıyorum. Ancak bu Avrupa Birliği’ne girme dolayısıyla bu birtakım demokratikleşme ve insan hakları ve bunun gibi şeyler iyileşme olacağından da memnunum. Şimdi ben şöyle düşünüyorum, onu da Sayın Paşa’ma da sormak istiyorum. Biz buraya giremeyeceğimizi biliyoruz, fakat en azından biraz iyileştirme olması bakımından biz birtakım tavizleri verelim ama maksimum tavizler ve bozulmadan yapalım diyorum. Yani birtakım ödünleri verirken artık onurumuza dokunacak şeylere de dokunturtmayalım, nasıl olsa zaten bizi almayacaklar, biraz da buna sınır koyalım diye düşünüyorum efendim. 
       
       Sedat Küçüka: Dinçer Bey çok teşekkür ederim görüşleriniz için ve katıldığınız için. Hemen başka bir dinleyicime dönüyorum..Buyrun efendim..
       
       Selahattin Ünal: Şimdi ben Avrupa topluluğuna girme taraftarıyım. Tarım üzerine, gıda işletme üzerine iş yapıyoruz.. Basit bir olay anlatayım Avrupa topluluğunun önemini anlatmak açısından. Biz Almanya’ya uzun yıllardan beri fosfor üretimi yapıyorduk. Son İspanya ve Yunanistan’ın tam üye olmasından sonra kapasitemiz yarıyarıya düştü. Son ortak para birimine geçmeden önce fosfor üretimi yaptığımız Alman firması bizimle artık çalışmayacağını söyledi. Gerekçeyi sorduk, neden, fiyatlarımız daha ucuz olmasına rağmen. Bize dediler ki, Yunanistan’da bir tırı fabrikanın kapısından yüklüyoruz, Almanya’ya götürüyoruz, hiçbir formalite yok, hiçbir muamele yok. O yüzden orayı tercih ediyoruz, sizinle artık çalışamayacağız. İşte bu nedenle Avrupa topluluğunda olmamız gerektiğine inanıyorum ben. 
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ediyorum Selahattin Bey katkılarınız için. Sayın Paşam, lütfen kaldığımız yerden toparlayıp sonra bu soruları alarak devam edelim. 
       
       Rıza Küçükoğlu: Yalnız sorularda da aşağı yukarı konularımıza değinen bir şeyler var. Örneğin bütün soruyu soranlarda şöyle bir şey, özellikle son arkadaşımız Son arkadaşımız Selahattin Ünal Bey’in sorusunu şöyle cevaplandırmak istiyorum. Efendim Türkiye’de tartışma Avrupa Birliği’ne girelim mi girmeyelim mi konusu değil. Bunda hiç kimsenin tereddütü yok. Böyle güzel bir oluşumda yer almamayı düşünmek mümkün değil. Hiç Orgeneral Tuncer Kılıç da böyle bir soruyu sormadı, Sayın Manisalı da zaten böyle bir tartışma açmadı. Ama konu biz girebilecek miyiz giremeycek miyiz? Onun için soruyu soranlarla ve bütün bizimle bu programı paylaşanlarla burda bir kere görüş birliğine varmamız gerekir. Tartışma konumuz Avrupa Birliği’ne girelim mi girmeyelim mi konusu olmamalı. Efendim şimdi ulusal kimlikten bahsediyorduk, NATO’da örneğin yıllardır şemsiyesine girdik, biz de dünya barışına hizmet ettik ve Sovyetler Birliği’nin gelişmesine de engel olduk. Ancak eşit haklarda üyeydik. Bakın hep söylüyoruz, Afganistan’da Türk Silahlı Kuvvetleri kullanılır mı kullanılmaz mı derken NATO beşinci maddesi ortaya çıktı. Yani bizim tarafımızdan kabul edilmedikçe ABD’nin isteiği de olsa Türk Silahlı Kuvvetleri kullanılmadı. Ancak Avrupa Birliği şimdi bize ulusal kimliğimiz konusunda ve ulusal devlet kimliğimiz konusunda sorgulamalar ortaya koyuyor, problem bu noktadan çıkıyor. 
       
       Sedat Küçüka: Efendim izin verirseniz bir hatta dönmek istiyorum. Buyrun efendim..
       
       Semiha Yıldız: Kartal’dan arıyorum, İstanbul.. Şimdi bu Avrupa Birliği’ne giriş uyum yasalarında gözlemlediğim kadarıyla doğuda bir federasyon, bağımsız ve Türkiye’ye bağlı bir federasyon.. Örneğin dernekler yasası kanununu o şekilde değiştirilmek istenmekte. Öbür tarafta da yani namevcut bir şeyi mevcut yapmaya çalışmaktalar. Diğer tarafta Kıbrıs’ta mevcut olan bir devlet var. Türkiye, yalnızca Türkiye tanımış olsa bile yani bir mevcut var, bir devlet var Cumhurbaşkanıyla, bütün kurumlarıyla, okullarıyla vesaireleriyle. Bunları da yani birleştirmek istiyorlar. Yani bir çelişki değil mi? Türkiye’dekini ayırmak...
       
       Sedat Küçüka: Çok teşekkür ederiz Semiha Hanım katıldığınız için. Evet efendim, şimdi burda çok önemli bir yerde kalmıştık, aslında Semiha Hanım’ın sorusu da bunu bir bütünledi değil mi Paşam.. İsterseniz kaldığımız yerden devam edelim, söz sizin, buyrun efendim..
       
       Rıza Küçükoğlu: Efendim gerçekten hanımefendi aşağı yukarı söylenenlerin başlıklarını attı. Efendim kesinlikle ulus devlet, ulusal kimlik, ulusal hudutlar ortaya konulduğu zaman bir ülkenin her şeyden önce birlik beraberliği ve toprak bütünlüğü söz konusu. Eğer bazı kavramlar abartılarak ve bu birilerinin baskısıyla yapılırsa demek ki birlik beraberliğimizi kaybetmemiz ve toprak bütünlüğümüzden bazı ödünler vermemiz ve çevredeki bizim doğrudan doğruya her türlü çıkarlarımızı ilgilendiren Kıbrıs ve Ege gibi meselelerle vergisi gibi bir düşünceye girmemiz gerekir. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

22 Mayıs 2019 Çarşamba

KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR BÖLÜM 3


KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR  BÖLÜM 3


5 § 1. maddesi, Sözlesmeye taraf devletlerin organize suçlarla yeterli önemler alınarak mücadele etmede güvenlik güçleri için büyük zorluklara sebep olabilecek bir biçimde süphesiz uygulanmamalıdır (bkz, mutatis mutandis, Klas ve diğerleri v. Almanya, 6 Eylül 1978). ADHM’in görevi 5 § 1 c) maddesinin c fıkrasında, belirtilen yasal amacı izleme dâhil belirtilen sartların davada yerine getirilip getirilmediğini belirlemekten ibarettir. Bu bağlamda, ADHM kendilerine sunulan delilleri incelemek için en iyi sekilde kurulan ulusal mahkemelerin 
değerlendirmesi yerine kendi değerlendirmesini yapma göreviyle normal kosullarda yükümlü değildir (Anılan Murray kararı). 

Somut olayda, ADHM, basvuranın Ergenekon ismindeki bir suç örgütünün hükümeti siddet yoluyla devirmek amacıyla faaliyetlere tesebbüs eden aktif üyelerinden biri olduğuna dair hakkında süphe edilmesi sebebiyle onun özgürlüğünden mahrum bırakıldığını tespit etmektedir. ADHM, Ddare’nin ulusal güvenlikten sorumlu bazı servislerinden gelen ve gizli olarak sınıflandırılan birçok belgeyi özellikle yasadısı olarak edinmis, Ergenekon örgütü tarafından planlanan yayınları yapmak amacıyla bir televizyon kanalı kurmus ve yönetmis ve 
evinde örgüt adına patlayıcılar bulundurmus olması yönünde basvuran hakkında süphelenildiğini gözlemlemektedir. ADHM, basvuranın Ceza Kanunu tarafından siddetle cezalandırılan üzerine atılı suçu islemis olacağına dair süpheler hakkında basvuranın örgüt askerlerinin talimatı üzerine hareket ettiğini gösteren telefon dinlemelerine dair raporlar, basvuranın yakalanmasından önce Savcılık tarafından çesitli aramaların yapıldığı sırada el konulan belgeler ve malzeme gibi delil unsurlarını dikkate almaktadır. 

Dolayısıyla, ADHS’nin 5. maddesinin 1. fıkrası bakımından basvuranın bir suç islemis olabileceğine dair “ hakkında süphelenilmesi için inandırıcı nedenlere ” dayanarak yakalanıp tutuklanabileceği sonucu ortaya çıkmaktadır ( Anılan Murray kararı, anılan Korkmaz ve diğerleri kararı, anılan Süleyman Erdem kararı). 

Basvuranın tutuklanmasının iç hukuktaki kurallara uygunluğu konusuna gelince (Bozano v. Fransa, 18 Aralık 1986, Wassink v. Hollanda, 27 Eylül 1990, Baranowski v. Polonya, Moren v. Almanya, 13 Aralık 2007, Öcalan v. Türkiye), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yukarıda belirtilen bu tespitlere atıfta bulunur. ADHM, kurumların – 6136 sayılı Kanun tarafından ve Ceza Kanunu tarafından öngörülen suçları islemis olduğuna dair Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 91 § 2. ve 100. maddeleri gereğince basvurandan süphelenmek için neden ve emarelerin varlığını öne sürerek basvuranı yakalamıs olduğunda, ulusal hukuk makamlarının somut delil unsurlarına dayandıklarını gözlemlemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre; davada basvuranın tutuklanmasının yasaya aykırı olarak nitelendirilmesi konusunda ulusal makamlar tarafından öne sürülen yasal hükümlerin davada uygulanması ve yorumlanmasının keyfi olduğu veya makul olmadığı sonucu ortaya çıkmamaktadır. Böylelikle, basvurunun bu kısmı açıkça dayanaktan yoksun olup Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4.fıkraları uyarınca reddedilmelidir. 

3. Basvuran, öte yandan yakalanmasının ve kendisi hakkında yapılan suçlamaların nedenlerine dair bilgilendirilmediğini iddia etmektedir. 

Bu bakımdan, Sözlesme’nin 5 § 2. maddesini ileri sürmektedir. 

ADHM, 5. maddenin ikinci fıkrasının temel bir güvence sunduğunu hatırlatmaktadır: Yakalanan her kisi, yakalanma nedenini bilmelidir: 5. maddenin sunduğu koruma sistemine dâhil olarak, 4. fıkra gereğince bir mahkeme nezdinde kisinin tutukluluğunun yasaya uygunluğunu tartısabilmesi amacıyla onun özgürlüğünden yoksun bırakılmasıyla ilgili olgusal 
ve hukuki nedenlerin anlasılır ve basit bir anlatımla kendisine bildirilmesini gerektirmektedir (Anılan Fox, Campbell ve Hartley kararı ve H. B v. Dsviçre, 5 Nisan 2001). 

ADHM, öte yandan 5 § 2. maddesine göre nedenlerin tutuklu kisiye ne yazılı olarak ne de özel herhangi baska bir sekil altında bildirilmesinin gerekmediğini hatırlatmaktadır. Bilgilerin kapsamı konusunda, sanığın tutuklanması esnasında onun aleyhine yapılan suçlamaların tamamını belirtmek, 5 § 2 maddesi bakımından gerekmemektedir (Soysal v. Türkiye, no 50091/99, 3 Mayıs 2007). 

Somut olayda, ADHM, basvuranın yakalanması esnasında Dstanbul polis memurlarının, Ergenekon isimli bir terör örgütüne üye olduğu ve bu örgüt adına faaliyetleri yürüttüğüne dair hakkında süphelenildiği yönünde basvuranı bilgilendirmis olduklarını tespit etmektedir. Onun yakalanmasının ardından hemen polis merkezinde ilgilinin sorusturması, Ergenekon örgütünün yapısı, üyeleri arasındaki iliskiler ve basvuranın, örgütün varsayılan diğer üyeleri ile olan telefon konusmaları hakkında yapılmıstır. Dosyadan aynı zamanda su sonuç çıkarılmıstır: Basvuran, tutukluluğun yasaya uygunluğu konusunda itiraz etmek için Dstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan itirazlarda bu bilgilere basvurmustur. 

ADHM, basvuranın yakalanması sırasında, en azından tutukluluğun basından itibaren basvuranın bir mahkeme nezdinde tutukluluğun yasaya uygunluğunu tartısılabilmesi amacıyla özgürlüğünden yoksun bırakılmasındaki hukuki ve olgusal nedenlere dair gereğince bilgilendirilmis olduğunu tespit etmistir (Anılan Fox, Campbell ve Hartley kararı ve anılan H.B. kararı). 

Basvurunun bu kısmının aynı zamanda açıkça dayanaktan yoksun olduğu ve Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkraları gereğince reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıstır. 
4. Basvuran, ayrıca Emniyet Müdürlüğü’nde geçen sorusturma süresinin ve bu sorusturmanın gerçeklestirildiği kosulların Sözlesme’nin 3. maddesi bakımından insanlık dısı ve alçaltıcı bir muamele olarak incelendiğini iddia etmektedir. ADHM, bir muamelenin 3. maddenin kapsamına girebilmesi açısından değerlendirmesi, basvuruyla ilgili verilerin tamamına, özellikle muamele süresine ve muamelenin fiziksel veya ruhsal etkilerine ve bazen de mağdurun cinsiyeti, yası, sağlık durumuna bağlı olan asgari düzeyde bir önem tasıması gerektiğini hatırlatmaktadır. (bkz. örneğin İrlanda v. Birlesik Krallık, 18 Ocak 1978). Üstelik ADHM, 3. maddeye aykırı olan muamelelerin düzenlenmesinde kendi nezdinde delil unsurlarının değerini değerlendirmek amacıyla “her türlü makul süphenin ötesinde” delil unsurunu kullanmaktadır. 

Böyle bir kanıt, çürütülemeyen, yeterince önemli, kesin ve uygun olan karine veya emarelerin hepsinin bir sonucu olmaktadır (ibidem). 

Özellikle, bir muamelenin önceden tasarlanarak uzun bir süre boyunca uygulanması veya vücutta hasarlara ya da fiziksel veya ruhsal derin acılara sebep olması halinde 3. madde bakımından insanlık dısı olarak görülmektedir (bkz. Kulda v. Polonya, nº 30210/96). Ayrıca bir muamelenin 3. madde anlamında “asağılayıcı” olup olmadığını arastırırken, ADHM amacın ilgiliyi küçük düsürmek ve gururunu kırmak olup olmadığını, bu konuda düsünülen önlemin 3. maddeye uygun olmayan bir biçimde ilgilinin kisiliğine zarar verip vermediği  ni inceleyecektir (Albert ve Le Compte v. Belçika, 10 Subat 1983). 

Bir sorusturma kapsamında, bir kisinin yakalanmasının veya tutuklanmasının 3.
madde gereğince asağılayıcı olarak kabul edilmesi için, bu hususlarla birlikte küçük düsürme veya asağılama durumları özel bir düzeyde bulunarak, her yakalama ve tutuklama hususuna göre her türlü durumda farklılık 
göstermelidirler (Anılan Öcalan kararı, mutatis mutandis, Raninen v. Finlandiya, 16 Aralık 1997, Recueil des arrêts et décisions 1997-VIII). 

Somut olayda, ADHM, ilgilinin herhangi bir delil sunmadığı gibi sorusturma süresinin ve bu sorusturmanın kosullarının 3. maddenin kapsamına girecek ağırlıktaki asgari esik sınırına ulastığı sonucuna varmasına imkân sağlayacak herhangi bir emare öne sürmediğini göz önünde bulundurmaktadır (bkz. aynı bağlamda Erda ve diğerleri v. Türkiye, noº 499/02, 1 Haziran 2006). Dolayısıyla bu sikâyetin aynı zamanda açıkça dayanaktan yoksun olduğu ve Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkraları gereğince reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıstır. 
5. Sözlesme’nin 6 § 1. maddesini ileri sürerek, basvuran yargılama süresinin uzunluğundan sikâyetçi olmaktadır. 

ADHM, dikkate alınacak sürenin basvuranın yakalanma tarihi olan 23 Eylül 2008’de baslamıs olduğunu dikkate almaktadır. Dava, halen özel Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde devam etmektedir. Bugün itibarıyla, dava üç yıldan biraz daha fazla sürmüstür. ADHM, bir dava süresinin makul niteliğinin dava kosullarına göre ve asağıdaki kriterler bakımından değerlendirilmesi gerektiğini dile getiren yerlesik içtihadını hatırlatmaktadır: davanın karmasıklığı, basvuranın ve yetkili makamların davranısı ve ilgili için davadaki özel durum (bkz. Sürmeli v. Almanya, no 75529/01, McFarlane v. İrlanda, no 31333/06, 10 Eylül 2010). 

ADHM, bir taraftan iddianame içeriğinde yer alan basvuran aleyhine olan delillerin sayısının, diğer taraftan aynı davadan yargılanan sanıkların sayısının fazlalığı nedeniyle, davanın karmasık bir yapıya sahip olduğunu tespit etmistir. 

ADHM, makamların tutumu konusunda, Bassavcılığın basvuranın yakalanmasının ardından altı aydan daha az bir süre içinde iddianamesini sunmus olduğunu tespit etmistir. 

ADHM, öte yandan basvuranın İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi önündeki davasının görülmesi sırasında çalısılmadan geçen önemli süreçler olduğunu gözlemlemediğini ve Türk adli makamlarının süratinde herhangi bir kusku unsuru bulunmadığını tespit etmistir. 

Sonuç olarak, ADHM dava kosullarının tamamını ve özellikle davanın karmasıklığını göz önünde bulundurarak, genel olarak ele alınan dava süresinin somut basvuruda 6 § 1. maddesi bakımından makul süreyi asmadığını tespit etmistir. Böylece bu sikâyetin Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkraları gereğince açıkça dayanaktan yoksun olarak reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıstır. 

6. Sözlesme’nin 13. Maddesinden ayrı ya da onunla birlikte 6 § 1 maddesini ileri süren basvuran, nihayetinde kendisinin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme nezdinde adil bir yargılamadan faydalanmamaktan ve bu duruma itiraz edebileceği iç hukukta etkili bir basvuru yoluna sahip olmadığından ötürü sikâyet etmektedir. 

Bununla birlikte, ADHM basvuran aleyhinde sürdürülen ceza davasının bu hususta ilk derece mahkemesi, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde halen derdest olduğunu değerlendirmektedir. ADHM, o halde basvuran aleyhinde açılan davayla ilgili genel bir inceleme yapacak asamada değildir. ADHM, ayrıca ne basvuran aleyhinde yapılan suçlamalar konusunda Ağır Ceza Mahkemesi’nin karar vereceği duruma dair ne de muhtemel bir temyizin sonucuna dair görüs sunamayacağını tespit etmistir. 
Ulusal mahkemeler nezdinde davanın mevcut asamasında, basvuranın Sözlesme’nin 6. maddesinin hükümlerinin herhangi bir ihlali konusunda sikâyet edemeyeceği sonucuna varılmaktadır. Bununla birlikte, basvuran kendisi hakkında yürütülen ceza davası konusunda iddia ettiği ihlallerden dolayı mağdur olduğunu düsünmesi halinde, onun yeniden ADHM’e basvurmasına izin verilmektedir. O halde, basvurunun bu kısmının incelenmesi için prematüredir (bkz. Baltacı v. Türkiye, nº 495/02, 14 Haziran 2005). 
6 § 1 maddesiyle ilgili tespitlerini göz önüne alan ADHM, Sözlesme’nin 13. Maddesi kapsamında davayı incelemenin yararsız olduğu yargısına varmaktadır; çünkü bu hükmün gerekleri, 6 § 1 maddesinin gereklerinden daha az katıdır ve 6. maddenin gereklerince kapsanmaktadır (bkz. örneğin, Hentrich v. Fransa, 22 Eylül 1994). 

Böylelikle, Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkralarına dayanarak basvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olarak aynı zamanda reddedilmesi gerektiği uygun düsmektedir. 

Bu gerekçelerle, ADHM, oy birliğiyle, Tutukluluk süresi ve bu süreye itiraz etmek için etkili bir iç hukuk yolunun olmadığı iddiası ile ilgili olarak, Sözlesme’nin 5. maddenin 3. ve 4. fıkralarına iliskin basvuranın 
sikâyetlerinin incelenmesini ertelemis; 

Diğer sikâyetler konusunda basvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermistir. Stanley Naismith Françoise Tulkens 
Yazı İşleri Müdürü Başkan 


***

KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR BÖLÜM 2


KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR  BÖLÜM 2


B. İlgili İç Hukuk 

1. Ceza Kanunu’nun Hükümleri 

Ceza Kanunu’nun 311 § 1. Maddesi asağıdaki gibidir: 

“ Cebir ve siddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye tesebbüs edenler ağırlastırılmıs müebbet 
hapis cezasıyla cezalandırılırlar.” 

Ceza Kanunu’nun 312 § 1. maddesi aşağıdaki gibidir: 

“ Cebir ve siddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye tesebbüs eden kimseye ağırlaştırılmıs müebbet hapis cezası 
verilir.” 
Yasadısı bir örgüte mensup olma suçunu öngören, Ceza Kanunu’nun 314. maddenin 1. ve 2. fıkraları asağıdaki gibidir: 
“ 1. Bu kısmın dördüncü ve besinci bölümlerinde yer alan suçları islemek amacıyla, silâhlı örgüt kuran veya yöneten kisi, on yıldan on bes yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. 
2. Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, bes yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.” 

Ceza Kanunu’nun 327 § 1. Maddesi söyledir: 

“ Devletin güvenliği veya iç veya dıs siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla, gizli kalması gereken bilgileri temin eden kimseye üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası verilir.” 

Ceza Kanunu’nun 334 § 1. Maddesi söyledir: 

“ Yetkili makamların kanun ve düzenleyici islemlere göre açıklanmasını yasakladığı ve niteliği bakımından gizli kalması gereken bilgileri temin eden kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.” 

3. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun Hükümleri 

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 91 § 2. Maddesi sunu içermektedir: 
“Gözaltına alma, bu tedbirin sorusturma yönünden zorunlu olmasına ve kisinin bir suçu islediğini düsündürebilecek emarelerin varlığına bağlıdır.” 
Tutukluluk, Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 100. ve devamındaki maddelerinde ele alınmaktadır. 100. maddeye göre bir kisinin suç islediğine dair kuvvetli süphelerin varlığını gösteren olaylar olduğunda ve geçici tutukluluğun bu hükümde sıralanan gerekçelerden biri ile haklı gösterilmesi durumunda ancak bu kisi geçici olarak tutuklanabilmektedir. Geçici tutukluluk hali, firar durumunda ya da firar riski olduğunda veya süpheli kisi delilleri gizleme veya değistirme veya tanıkları etkileme riski tasıdığında haklı olarak kabul edilmektedir. 

Şüphelinin özellikle Devlet’in güvenliğine ve anayasal düzene karsı bazı suçları islemis olduğuna dair kuvvetli süphelerin var olması aynı zamanda geçici tutukluluğu haklı gösterebilmektedir. 

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 101. maddesi, geçici tutukluluğa Cumhuriyet Bassavcılığı’nın talebi üzerine tek hâkim tarafından sorusturma asamasında ve savcının talebi üzerine ya da resen yetkili mahkeme tarafından karar asamasında hükmedildiğini öngörmektedir. Geçici tutuklanma ve tutukluluk halinin devamıyla ilgili hükümler bir itirazın konusu olabilmektedir. Bunlara iliskin kararlar, hak ve hukuka uygun olarak gerekçelendirilmelidir. 

Kanununun 104. maddesine göre, sanık veya suçlanan kisi davanın her anında serbest bırakılmayı talep edebilmektedir. Tutukluluğun devamı ya da serbest bırakılma kararı bir hâkim veya bir mahkeme tarafından alınmaktadır. Serbest bırakılma talebinin reddedilmesi yönündeki karar, aynı zamanda itiraza da uygundur. 

ŞİKÂYETLER.,

Basvuran, Sözlesme’nin 3. maddesini ileri sürerek, Emniyet Müdürlüğü’ndeki sorusturma süresinin ve bu sorusturmanın yapıldığı kosulların bu bakımdan insanlık dısı ve alçaltıcı bir muamele olduğunu iddia etmektedir. 

Basvuran, Sözlesme’nin 5 § 1. Maddesini ileri sürerek, özgürlüğünden mahrum bırakılmasının ne ulusal mevzuata ne de Sözlesme’ye uygun olmadığından dolayı sikâyetçi olmaktadır. Çünkü basvuran, suç islemis olacağına dair “ inandırıcı nedenler” olmadan yakalandığını ve tutuklandığını ileri sürmektedir. 

Öte yandan, basvuran Sözlesme’nin 5 § 2. maddesi bakımından, yakalanmasının nedenleri ve suçlamalar konusunda yakalandıktan hemen sonra haberdar edilmediğini ileri sürmektedir. 

Basvuran, Sözlesme’nin 5 § 3. maddesi bakımından su anda üç yıldan fazla olan tutukluluk süresinin asırı olduğunu ileri sürmektedir. 
Basvuran, Sözlesme’nin 5 § 4. ve 13. maddelerini ileri sürerek, tutukluluk halinin devamına itiraz etmek için etkili bir iç hukuk yolunun olmamasından sikâyet etmektedir. 
Yargı organlarının silahların esitliği ilkesine uymadan ve durusma yapmaksızın tahliye taleplerini reddettiğini ileri sürmektedir. 
Basvuran, Sözlesme’nin 6 § 1. maddesini öne sürerek, öncelikle kendisi hakkında baslatılan ceza yargılamasının asırı uzun olduğunu ileri sürmektedir. 
Basvuran, 13. maddeden ayrı ya da bu maddeyle bağlantılı olarak Sözlesme’nin 6 § 1. maddesini öne sürerek, nihayetinde dosyadan sorumlu hâkimlerin Savcılık ve adli polisle sıkı bağlarının olması, onların Adalet bakanı tarafından yönetilen bir kurum olan Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yetkisine tabi olması gerekçeleriyle - bağımsız ve tarafsız bir mahkeme nezdinde adil bir yargılamadan yararlanmadığını ve bu duruma iç hukukta itiraz edebileceği etkili bir basvuru yolunun bulunmadığından sikâyet etmektedir. 

HUKUKİ DEĞERLENDİRME 

1. Basvuran, tutukluluk süresinin Sözlesme’nin 5 § 3. maddesi gereğince makul olmadığını ileri sürmektedir. Diğer yandan, basvuran Sözlesme’nin 5 § 4. ve 13. maddelerini ileri sürerek tutukluluk halinin devamına itiraz etmek için iç hukukta etkili bir basvuru yoluna sahip olmadığından sikâyet etmektedir. Yargı organlarının basvuranın serbest bırakılması yönündeki talepleri hakkında karar verirken, çekismeli yargılama ve silahların esitliği ilkelerine saygı gösterme diklerini ifade etmektedir. Dosyanın mevcut durumu dikkate alındığında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu sikâyetlerin kabul edilebilirliği konusunda karar verme asamasında olmadığını saptamıs olup ve İçtüzüğün 54 § 2 b) maddesi gereğince bu sikâyetleri davalı devlete bildirmenin gerekli olduğu kanaatine varmıstır. 
2. Sözlesme’nin 5 § 1. maddesini öne sürerek, basvuran aynı zamanda bir suç islemis olmaktan dolayı hakkında süphe duyulması için inandırıcı nedenler olmadan yakalanmıs ve tutuklanmıs olmasından sikâyet etmektedir. ADHM, basvuranın kendisinin yakalanması ve tutuklanmasının yalnızca Sözlesme’nin 5 § 1. Maddesinin hükümlerine değil aynı zamanda, 5 § 1 maddesi bakımından iç hukuk yollarına da aykırı olduğunu ileri sürdüğünü dikkate almaktadır; bu yollar, bir suç islemis olmaktan dolayı ilgili hakkında süphelenilmesini gerektiren inandırıcı nedenlerin olması halinde ilgilinin serbest bırakılma konusunda Sözlesme’nin kurallarına benzer kurallara dayanmaktadır. ADHM o halde, sikâyeti öncelikle Sözlesme’nin 5 § 1 c) maddesi açısından “ inandırıcı nedenler” baslığı altında inceleyecektir. 

ADHM, 5 § 1. c) maddesinin sadece kisinin bir suç islediğine dair süphelenilmesi için inandırıcı nedenler olduğu takdirde yetkili yargı organlarının kisiyi mahkemeye çıkarması amacıyla bir ceza davası çerçevesinde onun tutuklanmasına izin verdiğini hatırlatmaktadır. 

Tutuklanmanın dayandırılması gereken süphelerin “ inandırıcı niteliği” 5 § 1. c) maddesi tarafından sağlanan korunmanın temel bir unsurunu olusturmaktadır. İnandırıcı süphelerin varlığı, söz konusu kisinin suçu islemis olacağına dair objektif bir gözlemciyi ikna etmeye uygun bilgileri ve olayları öngörmektedir. İnandırıcı olarak kabul edilebilecek durum, bununla birlikte kosulların tamamına bağlıdır (Fox, Campbell ve Hartley v. Birlesik Krallık, 30 Ağustos 1990, O’hara v. Birlesik Krallık, Korkmaz ve diğerleri v. Türkiye, Süleyman Erdem v. Türkiye, 19 Eylül 2006, ve Çelik ve Yıldız v. Türkiye, 10 Kasım 2005). 

Öte yandan, 5 § 1 maddesinin c) fıkrası, kisinin yakalanması esnasında onu suçla itham etmek için polisin yeterli delilleri toplamıs olmasını gerektirmez. 5 § 1. maddesinin c) fıkrası bakımından, bir tutukluluk süresince sorusturmanın konusu, tutuklamayla ilgili somut süpheleri doğrulayarak veya ortadan kaldırarak ceza sorusturmasını tamamlamaktır. 

Böylelikle süphelere mahal veren olaylar, sorusturmanın daha sonraki asamasında araya giren, bir mahkumiyete karar vermek veya hatta bir suçlamayı haklı çıkarmak için gerekli olan olgularla aynı düzeyde olması gerekmemektedir ( Murray v. Birlesik Krallık, 28 Ekim 1994, ve anılan Korkmaz ve diğerleri kararı). 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR BÖLÜM 1

KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR BÖLÜM 1 




Ahmet Tuncay ÖZKAN 
Türkiye 

İKİNCİ DAİRE 
Basvuru no: 15869/09 
13 Aralık 2011 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Daire), 
Françoise Tulkens Başkan, 
Danute Jociene, 
Dragoljub Popovic, 
Isıl Karakas, 
Guido Raimondi, 
Paulo Pinto de Albuquerque, 
Helen Keller, 

Yargıçlar ile Yazı İşleri Müdürü Stanley Naismith’in katılımı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Heyeti olarak 13 Aralık 2011 tarihinde toplanmıs, 
24 Şubat 2009 tarihinde yapılmıs olan sözü edilen basvuruyu göz önüne alarak, yapılan görüsmeler sonucunda aşağıdaki karara varmıstır: 

OLAY ve OLGULAR 

Başvuran, Ahmet Tuncay Özkan 1966 doğumlu olup İstanbul’da ikamet etmektedir. Başvuran, Ankara Barosu avukatlarından A. Çörtoğlu tarafından 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde temsil edilmektedir. Olayların olduğu dönemde, başvuran “ Yeni Parti ” isimli siyasi partinin Başkanı ve 
Kanaltürk adlı televizyon kanalının sahibi olan bir gazeteciydi. 

A. Davanın Koşulları 

Başvuran tarafından dile getirildiği gibi davanın olayları aşağıdaki gibi özetlenebilir. 

1. Ergenekon Davası 

2007 yılında, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, “Ergenekon” isimli bir suç örgütüne mensup olduğu varsayılan, cebren ve şiddet yoluyla, seçilen hükümeti 
devirmeye yönelik faaliyetlere girişmekle şüphelenilen kisiler aleyhinde cezai bir soruşturma başlatmıştır. 

Savcılığa göre sanıklar, kamuoyunda tanınan kişilere yönelik saldırılar, yüksek mahkeme veya dini mekânlar gibi önemli yerlerde bomba saldırıları gibi kıskırtma eylemleri planlamış ve gerçekleştirmişlerdir. Onlar, hatta askeri bir devlet darbesine yol açacak bir biçimde bir güvensizlik ortamı yaratmayı ve böylelikle kamuoyunda bir korku ve panik havası olusturmayı amaçlamıslardır. 

İstanbul Cumhuriyet Bassavcılığı, birçok iddianame ile aralarında general, ordu subayları, istihbarat servisleri üyeleri, is adamları, politikacılar ve gazeteciler bulunan birçok kisi aleyhinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde ceza davaları açmıstır. Savcılık onları Ceza Kanunu’nun 312.maddesi gereğince özellikle ömür boyu hapis cezası gerektiren bir suç olan, demokratik anayasal düzeni yıkma amaçlı bir devlet darbesi planlamıs olmakla itham etmistir. 

İddianamelerden su ortaya çıkmaktadır: Ergenekon yasadısı örgütünün varlığıyla ilgili ilk iz, 2007 yılının Haziran ayında İstanbul’un bir mahallesi olan Ümraniye’de gerçeklestirilen bir arama esnasında silahların gizli bir yerde (26 adet el bombası) bulunması olmustur. Aynı sorusturma çerçevesinde, gerçeklestirilen birçok arama esnasında, örgütün hiyerarsik yapısını 
ve cebren Hükümeti devirmeyle ilgili planlarını gün ısığına çıkaran delil unsurlarına el konulmustur. 

Savcılık, bu dava kapsamında sunulan iddianamelerde, Ergenekon örgütünün hiyerarsik yapısına göre, askerlerin örgütün bas aktörleri olarak görüldüğünü ve sivillerin de lojistik ve mali araçları sağlamak ve propaganda yapmakla görevlendirildiğini açıklamıstır. 

Öte yandan, Savcılığa göre, sikâyet edilen bu sebeke, bazıları ortaya çıkarılabilmiş olan faaliyetleri ve somut eylem planlarını yürütmek için kurulmuŞtur. Kafes, İrtica ile mücadele, Sarıkız eylem planlarının üçü askeri darbeden önceki süreci ilgilendiriyordu ve ana hedef olarak da bu müdahaleyi haklı göstermek için ortamın hazırlanması söz konusuydu. Yakamoz (suda ısığın yansıması) eylem planı, böylelikle askeri bir darbenin uygulanması konusuyla ilgiliydi. Son olarak, Eldiven eylem planı, askeri darbeden sonraki süreç boyunca hükümet otoritesinin ve siyasi kurumların yeniden yapılandırılması konusunu içeriyordu. 

Kafes eylem planı, ilk önce telefonla tehdit etme, duvarlara sloganlar yazılması, çoğunlukla dini azınlıklara mensup kisilerin yasadığı mahallelerde patlayıcıların konması, kamuoyunda tanınan azınlıkların haklarının savunucularına karsı saldırıların düzenlenmesi ve son olarak, bu azınlıklara mensup is adamları ve sanatçıların kaçırılması gibi dini azınlıklara mensup vatandaslar aleyhinde örgüt üyelerince siddet eylemlerinin yapılmasını öngörüyordu. 

Kafes planının ikinci dönemi, iktidar partisi AKP’nin bu siddet eylemlerini azmettirmekle suçlanması amacıyla medya kuruluslarını yanıltmayı hedefliyordu. 
İrtica ile mücadele isimli eylem planı, özellikle iktidar partisi AKP’nin imajını lekelemek ve kamuoyunun bu partiye olan desteğini kaybettirmek amacıyla iktidar partisiyle ilgili medya organları aracılığıyla yanlıs haberlerin yayınlanmasını öngörüyordu. 

Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı, amiral Ö.Ö. tarafından gazetede anlatıldığı üzere, Sarıkız eylem planı basını yanıltmayı, hükümet aleyhinde genel bir hosnutsuzluğun olduğuna inandırmak amacıyla öğrencilerin, sendika üyelerinin ve derneklerin hükümete karsı protesto gösterileri düzenlemeleri için onları yönlendirmeyi ve ulusal seviyede afis kampanyaları düzenlemeyi öngörüyordu. Bu eylem planı, generaller, M.S.E., A.Y., Ö,Ö. ve D.F. tarafından hazırlanmıstır. 

Ayısığı eylem planı, özellikle her türlü antidemokratik eyleme karsı düsman olmakla tanınan ordu generali, Genel Kurmay Baskanı H.Ö.’yü etkisiz hale getirmeyi veya onu yerinden etmeyi hedefliyordu. Plan aynı zamanda iktidar partisi AKP’nin bir grup milletvekiline partiyi terk ettirme amacı tasıyordu. Bu planın diğer hedefi, hükümet aleyhinde askeri bir darbe için Cumhurbaskanı’nın desteğini sağlamak veya onun tarafından gelecek her türlü muhalefeti etkisiz kılmaktı. Yakamoz isimli eylem planı, özellikle askeri bir darbenin uygulanması ve hükümetin devrilmesinden sonra yeni yönetimlerin yerlestirilmesi konusuyla ilgiliydi. 

Eldiven eylem planı, hükümete karsı yapılacak askeri darbenin ardından alınacak özel tedbirlerle ilgiliydi. Bu eylem planının konuları arasında, medyanın ve siyasi olusumların yeniden yapılandırılması, silahlı kuvvetlerin yeniden organize edilmesi, yeni bir Cumhurbaskanı’nın seçilmesi, Cumhurbaskanlığı’na bağlı kurumların yeniden düzenlenmesi ve dıs politikanın yeniden yönlendirilmesi yer alıyordu. Savcılığa göre ordu generali M.S.E.’ye ait olan CD’lerin üzerinde yazılı olan, Ayısığı, Yakamoz ve Eldiven isimli eylem planları M.S.E. ve üst düzey askerlerden olusan ekibi tarafından hazırlanmıstı. 

Savcılığın talebi üzerine, istanbul Ağır Ceza Mahkemesi – nezdinde davaların sürekli devam ettiği- sanıkların çoğunluğunun tutuklanması ve tutukluluk halinin devam etmesi yönünde karar vermistir. 

2. Basvuranın Yakalanması ve Aleyhine Açılan Ceza Davası 

23 Eylül 2008 tarihinde, İstanbul polisi basvuranı yakalayarak gözaltına almıstır. Polisler, basvuran hakkında Ergenekon adı ile bilinen bir terör örgütü üyesi olması ve bu örgüt adına faaliyetler yürütmesi yönünde süphelendiklerine dair başvurana bilgi vermislerdir. 

İlgilinin sorgusu, 25 Eylül 2008 tarihinde saat 22.30’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde baslamıs, ertesi gün saat 18.00’e kadar aralıksız sürmüstür. Sonunda basvuran bitkin düsmüs, aç ve susuz kalmıstır. Sorgu esnasında polisler, basvuranı özellikle Ergenekon’un yapısı ve onun üyeleri arasındaki iliskiler hakkında sorguya çekmislerdir. Basvurana siyasal ve örgütsel 
faaliyetleri hakkında ve onun medya, ordu, polis ve adalet ile ilgili bildiklerine dair sorular sormuslardır. Sorusturmanın bir kısmı aynı zamanda basvuranın örgütün varsayılan diğer üyeleri ile birlikte yaptığı telefon konusmaları ile ilgiliydi. 27 Eylül 2008 tarihinde, İstanbul Cumhuriyet Savcısı basvuranı dinledikten sonra Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde nöbetçi hâkime sevk etmistir; basvuran, polisin gerçeklestirdiği sorguda kendisine yapılan suçlamaların aynısıyla itham edilmistir. Nöbetçi hâkim, basvuranın tutuklanmasına karar vermistir. 

Savcılık, basvuranı İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne 8 Mart 2009 tarihinde sunulan iddianame ile Ergenekon adıyla bilinen suç örgütünün aktif üyesi olmakla itham etmistir. Savcılığa göre; basvuran Ergenekon örgütünün bazı askerlerinin doğrudan otoritesi altındaydı. Savcılık, basvuranın örgüte üyeliği çerçevesinde, basvuranın Milli Güvenlik Kurulu’ndan ve Milli İstihbarat Teskilatı’ndan (MIT) çıkan ve hepsi “ Gizli ” olarak sınıflandırılan birçok tutanak ve belgeleri yasa dısı olarak elde ettiği, Ergenekon örgütünden gelen bilgileri yayımlamak amacıyla Kanaltürk isimli bir televizyon kanalı kurduğu, patlayıcı (el bombası ve el bombası kapsülleri) ve mermiyi evinde yasadısı olarak bulundurduğunu ileri sürmüstür. Bu iddiaları desteklemek için, Savcılık Ağır Ceza Mahkemesi’ne ilgilinin ve suç ortaklarının evlerinde gerçeklestirilen aramalar esnasında el konulan malzeme ve belgeleri ve telefon dinleme raporlarını delil unsurları olarak sunmustur. Nihayetinde Savcılık, Ceza Kanunu’nun 311 § 1, 312 § 1, 314 § 1, 327 § 1, 334 § 1. maddeleri ve 6136 sayılı Atesli Silahlar ve Bıçaklar hakkında Kanunun 13  1. Maddesi gereğince basvuranın mahkûm edilmesini talep etmistir. 

6 Kasım 2008 ve 1 Aralık 2009 tarihleri arasında, basvuran tutukluluk durumuna itiraz etmis ve tahliye edilmesini talep etmistir. Basvuran, özellikle Savcılık tarafından ileri sürülen delil unsurlarının basvuranın bir terör örgütü üyesi olduğunu gösteren suçlamaları hiçbir sekilde desteklemediğini ileri sürmüstür. Bununla birlikte, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi asağıdaki gerekçelere dayanarak ilgilinin basvurusunu reddetmistir: Basvurana atfedilen suçlamaların mahiyeti, kuvvetli suç süphesi, kaçma riski, delil durumu, delillerin yok edilmesi 
riski, tutukluluğa alternatif olacak önlemlerin, basvuranın ceza yargılamasına katılmasını sağlamak açısından yeterli olmadığı görüsü. 

Hali hazırda, dava halen İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi önünde derdest olup, basvuran Silivri Tutukevi’nde bulunmaktadır. 


***

BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VARMI.,

BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VARMI., ?


TUNCAY ÖZKAN,


      BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VAR MI?
   (Gülümseyerek Okuyunuz)

Kitabının adını duyduğumda gülümsedim : MİT’in Gizli Tarihi,

Kapağı böyle olan bir kitabın, arka kapağına da “MİT’İn Artık Gizli Bir Tarafı Kalmamış Tarihi” yazılması gerek diye düşündüm. Ama sonra aklıma geldi : İfşa en güzel gizleme yöntemidir. 

Kendisi ile yaptığımız özel sohbetlerde her “Komplo” dediğimde müstehzi bir şekilde gülümseyip “gerçek her zaman belirleyicidir” deyip, “kKmplocu” yaftasını yapıştırmayı seven biri. 

Bunu diyen insanın son iki kitabının birinin adının “Entrikalar Savaşı” , diğerinin de “MİT’in Gizli Tarihi” olmasının, kendisinin “Komplolara” prim vermez görünen tavrı ile çeliştiğini zannetmeyin. 

Gazetecilik hayatının çıraklık ve en idealist döneminde Uğur Mumcu’nun yanında pişen...

En hızlı gazetecilik dönemlerinde çok ciddi dezenformasyona kurban gittiği komploların ortasında kendisini bulan...

Ve artık “Olgunlaşmış”, “Medya Yöneticisi” sınıfına girmiş ve kendi makamına  yönelik komploları yine benzer yöntemlerle savuşturan...

“Gerçekle” “ideal” arasına gerilmiş ip üzerine dizdiği çok dengeli bir üslupla bazen kelimesiz yazılar yazan...

Gözlerindeki ifadeden şık kol düğmelerine kadar tam bir profesyonel.

Yalnız her “Olgunlaşmış” idealist gibi bir zaafı var :

Kendisine gençliğindeki heyecanını hatırlatan biri karşısına geldiğinde, sanki reel-politiğin kameraları sürekli izliyormuş ama yine de çırağa bir mesaj vermesi gerekiyormuş gibi vücud dili başka, sözleri ile başka bir şey anlatan tipik bir Türk gazetecisi Tuncay Özkan. 

“Reelpolitiğin” köşelediği idealist bir iç çember.

En son kitabını kafamda oluşturduğum bu arkaplan üzerinden okumaya başladım. Kendisi konumundaki insanlar için, en özgür ve geniş alanların satır araları, en dar ve boğucu olanların ise manşetler olduğunun bilincinde olarak. 

Ve tabi artık Uğur Mumcu’nun yanındaki “idealist” Tuncay Özkan değil; konuklarıyla sohbet ettiği odasının duvarındaki dünya petrol haritasına bakıp “realite”nin hakkını teslim eden Tuncay Özkan olduğunu unutmadan...

“MİT’in Gizli Tarihi” kitabının, MİT’i anlatırken, biraz daha perdeleme ihtimalini gözardı etmeden.

Kitabı henüz bitirmedim. En azından kendisi ile kitabı üzerine bir sohbet etmeden de analiz etmeyi düşünmüyorum. Sadece aşağıdaki cümle, kitabı bitirdiğimde görüşüm ne olursa olsun ortak bir kaygıyı dile getirmesi açısından önemli .

“Günümüzde hiyerarşik konumu, faaliyeti, denetimi ve mali kaynakları büyüteç altına alınarak incelenebilen gizli servis sayısı son derece azdır. Bu durum çağdaş dünyada demokratik yaşamı tehdit eden en temel sorunlardan birisini oluşturmaktadır.”

MİT üzerine tartışmaların yoğunlaştığı, müsteşarlık savaşının enformasyon/dezenformasyon boyutunda da kızıştığı  bir dönemde Tuncay Özkan’ın kitabı her açıdan incelenmesi gereken bir kitap. Zamanlaması da ilginç! Kendisini bu ülke için çok önemli ve değerli bir kurumu, böyle bir zamanda bu kadar ayrıntılı ele aldığı için kutlamak lazım. 

KUTU
MİT TARİHİNDEN İKİ KRİTİK ANEKTOD,

Özkan, kitabında MİT’in tarihsel gelişimini bir tarihçi titizliği ile olmasa da, bir gazeteci çeşitliliği ile anektodal bir yaklaşımla Osmanlı’dan bu yana ele almaya çalışıyor. 

Kitaptaki iki anektod günümüze ışık tutması açısından önemli

Birincisi Osmanlı’da ilk gizli örgütün kurulduğu Sultan II. Abdülhamit döneminden. 

19. yüzyılda parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Osmanlı, saray entrikaları ile çalkalandığı dönemde, gizli teşkilat gereği duymaya başlar.

Osmanlıya gizli örgüt kurmasını kim telkin eder biliyor musunuz?

İngiliz Elçi Startford Canning.

İngiliz Elçisinin telkini üzerine, diğer örgütlerin incelenmesi sonrasında kurulan bu “gizli” örgütün başına kim getirilir peki?

Rus Çariçesinin elmaslarını çalmayı başarması ile ünlü Rum Civinis Efendi.

Büyükelçiliklerin telkini ile kurduğumuz gizli teşkilatların başına hırsız Rumları getirdiğimizi öğrenince; büyükelçiliklere yasa hazırlatan Ankara kadroları daha bir anlam ve tarihi perspektif kazanıyor. Zekanın evrimi tahmin ettiğimizden de uzun sürüyor. 

İkinci anektod; kendilerince ülkeyi kurtarmaya soyunan İttihat ve Terakki kadrolarının vatan çapında faaliyet gösterdiği yıllara ait. 

İttihat ve Terakki döneminde oluşturulan ilk modern gizli servisimiz olan Teşkilat-ı Mahsusa’ya ait anektod bir öncekine göre çok daha içacıcı.

Teşkilat-ı Mahsusa, İngilizlerin Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kışkırttığı dönemde Şam ve Beyrut gibi yerlerde Fransız Konsolosluğu ile de yakından ilgilenmekte ve bu konsolosluğa giren çıkanları yakın takip altında tutmaktadır. Bu çalışmalar sırasında Teşkilat-ı Mahsusa’ya yardımcı olan Hasan El-Abed isimli şahıs Fransız gizli servisince tutulan bir katil tarafından yazıhanesinde öldürülür ve katil sıkıştırılınca Fransız Konsolosluğuna sığınır.

Teşkilat’ın başındaki Eşref Bey, Ali Münif Beyi görevlendirir ve teşkilat Fransız Konsolosluğunu basarak, katille birlikte, İstanbul’da Arap milliyetçiliği için mücadele eden gizli bir örgütün varlığını da gösteren belgeleri ele geçirir. 

Nereden Nereye?

Zamanın Fransız başkonsolosluğunu basacak kadar ülke çıkarları önünde hiç bir engel tanımayan kadrolar nerede....

Yüzünün içine baka baka ülkenin altını oyanlarla işbirliği yapmayı haysiyetlerine yedirebilenler nerede...

Zekanın evrimi yavaş, karakterin çürümesi ise çok hızlı gerçekleşiyor anlaşılan. 


KUTU

NATO TATBİKATI ve  KRİTİK SORULAR

İstanbul’da gerçekleştirilen NATO tatbikatında görevli üst düzey bir generalle sohbet etme fırsatım oldu. Bana gururla, Türkiye’nin üstlendiği bu devasa organizasyonun ne kadar başarılı olduğunu; Türkiye’nin birlik içindeki rolünü anlattı.

Haklıydı. Yalnız soramadan edemedim. Kendisine MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa’nın veda konuşmasında sarfettiği, “NATO İslamı terör hedefine oturtunca içimize sindiremedik” sözünü hatırlattım ve “NATO içinde bu kadar etkili isek, nasıl oluyor da, bu adamlar İslamı hedef haline getirebiliyor?” diye sordum. “Bizim baskımız sonucu, tehdit algılamasını ‘köktendinci İslam’ değil ‘köktendinci hareketler’ olarak değiştirip, sadece İslam’ı hedef alan bir anlayıştan uzaklaştılar” şeklinde cevapladı. 

Kendisine, kağıt üzerinde yapılan bu değişikliğin NATO’nun üst düzey isimlerinin demeçlerine pek yansımadığını söyledikten sonra, sonra bir soru daha sordum :

“Pentagon bünyesinde üst düzey bir general katıldığı kilise toplantısında Müslümanları puta tapmakla suçlayan bir demeç verdi. Bizim Genelkurmayımız bünyesinde üst düzey bir general,  camiden çıkışta , Hristiyanlığa bu kadar ağır bir laf etse, NATO ve ABD’den ciddi bir baskı gelir miydi, gelmez miydi?” diye sorduğumda bunun ABD’nin iç sorunu olduğunu ve kendi içlerinde halletmek için harekete geçtiklerini söyledi.

Sohbetimiz daha üst düzey bir generalin ortama girmesi ile yarıda kesilmeseydi paşamızı daha da sıkıştıracaktım ama olmadı. NATO’nun içinde Türk Ordusu’nun rolünün başarılı bir organizatörden, kalabalık ve sadık bir müttefikten çok daha derinleştirilmesi gerektiğini söyleyecektim ama fırsat olmadı. Aynı ismin; daha önceleri yaptığımız bir başka sohbette sorduğum, “Bugün NATO’dan çıksak TSK’nın gücü yüzde kaç azalır?” soruma verdiği cevap aklıma takılı kaldı.


***