KABUL EDİLEBİLİRLİK HAKKINDA KARAR BÖLÜM 3
5 § 1. maddesi, Sözlesmeye taraf devletlerin organize suçlarla yeterli önemler alınarak mücadele etmede güvenlik güçleri için büyük zorluklara sebep olabilecek bir biçimde süphesiz uygulanmamalıdır (bkz, mutatis mutandis, Klas ve diğerleri v. Almanya, 6 Eylül 1978). ADHM’in görevi 5 § 1 c) maddesinin c fıkrasında, belirtilen yasal amacı izleme dâhil belirtilen sartların davada yerine getirilip getirilmediğini belirlemekten ibarettir. Bu bağlamda, ADHM kendilerine sunulan delilleri incelemek için en iyi sekilde kurulan ulusal mahkemelerin
değerlendirmesi yerine kendi değerlendirmesini yapma göreviyle normal kosullarda yükümlü değildir (Anılan Murray kararı).
Somut olayda, ADHM, basvuranın Ergenekon ismindeki bir suç örgütünün hükümeti siddet yoluyla devirmek amacıyla faaliyetlere tesebbüs eden aktif üyelerinden biri olduğuna dair hakkında süphe edilmesi sebebiyle onun özgürlüğünden mahrum bırakıldığını tespit etmektedir. ADHM, Ddare’nin ulusal güvenlikten sorumlu bazı servislerinden gelen ve gizli olarak sınıflandırılan birçok belgeyi özellikle yasadısı olarak edinmis, Ergenekon örgütü tarafından planlanan yayınları yapmak amacıyla bir televizyon kanalı kurmus ve yönetmis ve
evinde örgüt adına patlayıcılar bulundurmus olması yönünde basvuran hakkında süphelenildiğini gözlemlemektedir. ADHM, basvuranın Ceza Kanunu tarafından siddetle cezalandırılan üzerine atılı suçu islemis olacağına dair süpheler hakkında basvuranın örgüt askerlerinin talimatı üzerine hareket ettiğini gösteren telefon dinlemelerine dair raporlar, basvuranın yakalanmasından önce Savcılık tarafından çesitli aramaların yapıldığı sırada el konulan belgeler ve malzeme gibi delil unsurlarını dikkate almaktadır.
Dolayısıyla, ADHS’nin 5. maddesinin 1. fıkrası bakımından basvuranın bir suç islemis olabileceğine dair “ hakkında süphelenilmesi için inandırıcı nedenlere ” dayanarak yakalanıp tutuklanabileceği sonucu ortaya çıkmaktadır ( Anılan Murray kararı, anılan Korkmaz ve diğerleri kararı, anılan Süleyman Erdem kararı).
Basvuranın tutuklanmasının iç hukuktaki kurallara uygunluğu konusuna gelince (Bozano v. Fransa, 18 Aralık 1986, Wassink v. Hollanda, 27 Eylül 1990, Baranowski v. Polonya, Moren v. Almanya, 13 Aralık 2007, Öcalan v. Türkiye), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yukarıda belirtilen bu tespitlere atıfta bulunur. ADHM, kurumların – 6136 sayılı Kanun tarafından ve Ceza Kanunu tarafından öngörülen suçları islemis olduğuna dair Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 91 § 2. ve 100. maddeleri gereğince basvurandan süphelenmek için neden ve emarelerin varlığını öne sürerek basvuranı yakalamıs olduğunda, ulusal hukuk makamlarının somut delil unsurlarına dayandıklarını gözlemlemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre; davada basvuranın tutuklanmasının yasaya aykırı olarak nitelendirilmesi konusunda ulusal makamlar tarafından öne sürülen yasal hükümlerin davada uygulanması ve yorumlanmasının keyfi olduğu veya makul olmadığı sonucu ortaya çıkmamaktadır. Böylelikle, basvurunun bu kısmı açıkça dayanaktan yoksun olup Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4.fıkraları uyarınca reddedilmelidir.
3. Basvuran, öte yandan yakalanmasının ve kendisi hakkında yapılan suçlamaların nedenlerine dair bilgilendirilmediğini iddia etmektedir.
Bu bakımdan, Sözlesme’nin 5 § 2. maddesini ileri sürmektedir.
ADHM, 5. maddenin ikinci fıkrasının temel bir güvence sunduğunu hatırlatmaktadır: Yakalanan her kisi, yakalanma nedenini bilmelidir: 5. maddenin sunduğu koruma sistemine dâhil olarak, 4. fıkra gereğince bir mahkeme nezdinde kisinin tutukluluğunun yasaya uygunluğunu tartısabilmesi amacıyla onun özgürlüğünden yoksun bırakılmasıyla ilgili olgusal
ve hukuki nedenlerin anlasılır ve basit bir anlatımla kendisine bildirilmesini gerektirmektedir (Anılan Fox, Campbell ve Hartley kararı ve H. B v. Dsviçre, 5 Nisan 2001).
ADHM, öte yandan 5 § 2. maddesine göre nedenlerin tutuklu kisiye ne yazılı olarak ne de özel herhangi baska bir sekil altında bildirilmesinin gerekmediğini hatırlatmaktadır. Bilgilerin kapsamı konusunda, sanığın tutuklanması esnasında onun aleyhine yapılan suçlamaların tamamını belirtmek, 5 § 2 maddesi bakımından gerekmemektedir (Soysal v. Türkiye, no 50091/99, 3 Mayıs 2007).
Somut olayda, ADHM, basvuranın yakalanması esnasında Dstanbul polis memurlarının, Ergenekon isimli bir terör örgütüne üye olduğu ve bu örgüt adına faaliyetleri yürüttüğüne dair hakkında süphelenildiği yönünde basvuranı bilgilendirmis olduklarını tespit etmektedir. Onun yakalanmasının ardından hemen polis merkezinde ilgilinin sorusturması, Ergenekon örgütünün yapısı, üyeleri arasındaki iliskiler ve basvuranın, örgütün varsayılan diğer üyeleri ile olan telefon konusmaları hakkında yapılmıstır. Dosyadan aynı zamanda su sonuç çıkarılmıstır: Basvuran, tutukluluğun yasaya uygunluğu konusunda itiraz etmek için Dstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan itirazlarda bu bilgilere basvurmustur.
ADHM, basvuranın yakalanması sırasında, en azından tutukluluğun basından itibaren basvuranın bir mahkeme nezdinde tutukluluğun yasaya uygunluğunu tartısılabilmesi amacıyla özgürlüğünden yoksun bırakılmasındaki hukuki ve olgusal nedenlere dair gereğince bilgilendirilmis olduğunu tespit etmistir (Anılan Fox, Campbell ve Hartley kararı ve anılan H.B. kararı).
Basvurunun bu kısmının aynı zamanda açıkça dayanaktan yoksun olduğu ve Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkraları gereğince reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıstır.
4. Basvuran, ayrıca Emniyet Müdürlüğü’nde geçen sorusturma süresinin ve bu sorusturmanın gerçeklestirildiği kosulların Sözlesme’nin 3. maddesi bakımından insanlık dısı ve alçaltıcı bir muamele olarak incelendiğini iddia etmektedir. ADHM, bir muamelenin 3. maddenin kapsamına girebilmesi açısından değerlendirmesi, basvuruyla ilgili verilerin tamamına, özellikle muamele süresine ve muamelenin fiziksel veya ruhsal etkilerine ve bazen de mağdurun cinsiyeti, yası, sağlık durumuna bağlı olan asgari düzeyde bir önem tasıması gerektiğini hatırlatmaktadır. (bkz. örneğin İrlanda v. Birlesik Krallık, 18 Ocak 1978). Üstelik ADHM, 3. maddeye aykırı olan muamelelerin düzenlenmesinde kendi nezdinde delil unsurlarının değerini değerlendirmek amacıyla “her türlü makul süphenin ötesinde” delil unsurunu kullanmaktadır.
Böyle bir kanıt, çürütülemeyen, yeterince önemli, kesin ve uygun olan karine veya emarelerin hepsinin bir sonucu olmaktadır (ibidem).
Özellikle, bir muamelenin önceden tasarlanarak uzun bir süre boyunca uygulanması veya vücutta hasarlara ya da fiziksel veya ruhsal derin acılara sebep olması halinde 3. madde bakımından insanlık dısı olarak görülmektedir (bkz. Kulda v. Polonya, nº 30210/96). Ayrıca bir muamelenin 3. madde anlamında “asağılayıcı” olup olmadığını arastırırken, ADHM amacın ilgiliyi küçük düsürmek ve gururunu kırmak olup olmadığını, bu konuda düsünülen önlemin 3. maddeye uygun olmayan bir biçimde ilgilinin kisiliğine zarar verip vermediği ni inceleyecektir (Albert ve Le Compte v. Belçika, 10 Subat 1983).
Bir sorusturma kapsamında, bir kisinin yakalanmasının veya tutuklanmasının 3.
madde gereğince asağılayıcı olarak kabul edilmesi için, bu hususlarla birlikte küçük düsürme veya asağılama durumları özel bir düzeyde bulunarak, her yakalama ve tutuklama hususuna göre her türlü durumda farklılık
göstermelidirler (Anılan Öcalan kararı, mutatis mutandis, Raninen v. Finlandiya, 16 Aralık 1997, Recueil des arrêts et décisions 1997-VIII).
Somut olayda, ADHM, ilgilinin herhangi bir delil sunmadığı gibi sorusturma süresinin ve bu sorusturmanın kosullarının 3. maddenin kapsamına girecek ağırlıktaki asgari esik sınırına ulastığı sonucuna varmasına imkân sağlayacak herhangi bir emare öne sürmediğini göz önünde bulundurmaktadır (bkz. aynı bağlamda Erda ve diğerleri v. Türkiye, noº 499/02, 1 Haziran 2006). Dolayısıyla bu sikâyetin aynı zamanda açıkça dayanaktan yoksun olduğu ve Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkraları gereğince reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıstır.
5. Sözlesme’nin 6 § 1. maddesini ileri sürerek, basvuran yargılama süresinin uzunluğundan sikâyetçi olmaktadır.
ADHM, dikkate alınacak sürenin basvuranın yakalanma tarihi olan 23 Eylül 2008’de baslamıs olduğunu dikkate almaktadır. Dava, halen özel Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde devam etmektedir. Bugün itibarıyla, dava üç yıldan biraz daha fazla sürmüstür. ADHM, bir dava süresinin makul niteliğinin dava kosullarına göre ve asağıdaki kriterler bakımından değerlendirilmesi gerektiğini dile getiren yerlesik içtihadını hatırlatmaktadır: davanın karmasıklığı, basvuranın ve yetkili makamların davranısı ve ilgili için davadaki özel durum (bkz. Sürmeli v. Almanya, no 75529/01, McFarlane v. İrlanda, no 31333/06, 10 Eylül 2010).
ADHM, bir taraftan iddianame içeriğinde yer alan basvuran aleyhine olan delillerin sayısının, diğer taraftan aynı davadan yargılanan sanıkların sayısının fazlalığı nedeniyle, davanın karmasık bir yapıya sahip olduğunu tespit etmistir.
ADHM, makamların tutumu konusunda, Bassavcılığın basvuranın yakalanmasının ardından altı aydan daha az bir süre içinde iddianamesini sunmus olduğunu tespit etmistir.
ADHM, öte yandan basvuranın İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi önündeki davasının görülmesi sırasında çalısılmadan geçen önemli süreçler olduğunu gözlemlemediğini ve Türk adli makamlarının süratinde herhangi bir kusku unsuru bulunmadığını tespit etmistir.
Sonuç olarak, ADHM dava kosullarının tamamını ve özellikle davanın karmasıklığını göz önünde bulundurarak, genel olarak ele alınan dava süresinin somut basvuruda 6 § 1. maddesi bakımından makul süreyi asmadığını tespit etmistir. Böylece bu sikâyetin Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkraları gereğince açıkça dayanaktan yoksun olarak reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıstır.
6. Sözlesme’nin 13. Maddesinden ayrı ya da onunla birlikte 6 § 1 maddesini ileri süren basvuran, nihayetinde kendisinin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme nezdinde adil bir yargılamadan faydalanmamaktan ve bu duruma itiraz edebileceği iç hukukta etkili bir basvuru yoluna sahip olmadığından ötürü sikâyet etmektedir.
Bununla birlikte, ADHM basvuran aleyhinde sürdürülen ceza davasının bu hususta ilk derece mahkemesi, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde halen derdest olduğunu değerlendirmektedir. ADHM, o halde basvuran aleyhinde açılan davayla ilgili genel bir inceleme yapacak asamada değildir. ADHM, ayrıca ne basvuran aleyhinde yapılan suçlamalar konusunda Ağır Ceza Mahkemesi’nin karar vereceği duruma dair ne de muhtemel bir temyizin sonucuna dair görüs sunamayacağını tespit etmistir.
Ulusal mahkemeler nezdinde davanın mevcut asamasında, basvuranın Sözlesme’nin 6. maddesinin hükümlerinin herhangi bir ihlali konusunda sikâyet edemeyeceği sonucuna varılmaktadır. Bununla birlikte, basvuran kendisi hakkında yürütülen ceza davası konusunda iddia ettiği ihlallerden dolayı mağdur olduğunu düsünmesi halinde, onun yeniden ADHM’e basvurmasına izin verilmektedir. O halde, basvurunun bu kısmının incelenmesi için prematüredir (bkz. Baltacı v. Türkiye, nº 495/02, 14 Haziran 2005).
6 § 1 maddesiyle ilgili tespitlerini göz önüne alan ADHM, Sözlesme’nin 13. Maddesi kapsamında davayı incelemenin yararsız olduğu yargısına varmaktadır; çünkü bu hükmün gerekleri, 6 § 1 maddesinin gereklerinden daha az katıdır ve 6. maddenin gereklerince kapsanmaktadır (bkz. örneğin, Hentrich v. Fransa, 22 Eylül 1994).
Böylelikle, Sözlesme’nin 35 §§ 3 a) ve 4. fıkralarına dayanarak basvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olarak aynı zamanda reddedilmesi gerektiği uygun düsmektedir.
Bu gerekçelerle, ADHM, oy birliğiyle, Tutukluluk süresi ve bu süreye itiraz etmek için etkili bir iç hukuk yolunun olmadığı iddiası ile ilgili olarak, Sözlesme’nin 5. maddenin 3. ve 4. fıkralarına iliskin basvuranın
sikâyetlerinin incelenmesini ertelemis;
Diğer sikâyetler konusunda basvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermistir. Stanley Naismith Françoise Tulkens
Yazı İşleri Müdürü Başkan
***