1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 12


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 12


İlerleme Raporlarında Kıbrıs Nasıl Ele Alınmıştır? 

İlk üyelik müracaatımıza red cevabının verildiği 1989 yılında Kıbrıs konusu şöyle değerlendirilmiştir; 

"Kıbrıs'taki durum dikkate alınmazsa Türkiye'nin katılmasının politik yönlerine ilişkin bir inceleme eksik olurdu. Burada söz konusu olan, Birleşmiş Milletler'in ilgili kararlarına uygun olarak, Kıbrıs'ın birliği, bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüdür." 

Sonraki gelişimi diğer raporlardan takip edersek; 

1998 İlerleme Raporu: Türkiye 1974'den beri Kuzey Kıbrıs'ı işgal altında tutmakta ve yaklaşık olarak 35 bin kişilik bir ordu bulundurmaktadır. 1983 yılında adanın bu kesimi bağımsız bir cumhuriyet olduğunu ilan etti. Türkiye dışında uluslararası toplum bu devleti tanımamıştır. Muhtelif BM kararları Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye tarafından işgalini ve Kıbrıs Cumhuriyetini kuran antlaşmalara aykırı olarak işgal altındaki kesimde bir bağımsız cumhuriyetin tek taraflı ilanını kınamış ve mevcut durumun kabul edilemez olduğunu belirtmiştir. 

27 Ocak 1997'de Denktaş ve Cumhurbaşkanı Demirel, Kuzey Kıbrıs'ın kademeli olarak Türkiye ile bütünleşmesi hakkında ortak bir açıklama yaptılar. Bu açıklama AB'nin Kıbrıs ile katılım müzakereleri başlatma kararını tarihsel bir hata olarak kınıyordu ve AB'ye tek taraflı üyelik yolunda Rum yönetimi tarafından atılan her adımın KKTC ve Türkiye arasındaki bütünleşme sürecini hızlandıracağını belirtiyordu. Temmuz ayında Türkiye ve Kuzey Kıbrıs ekonomik ve malî bütünleşme, güvenlik, savunma ve dış politika alanlarında kısmî bütünleşme sağlamak için gerekli tedbirleri oluşturmakla görevli bir ortaklık konseyi kuran bir ortaklık anlaşması imzaladılar. Komisyon Türkiye tarafından alınan tedbirlerin AB'nin onayladığı ilgili BM kararlarında ifadesini bulan uluslararası hukuk ile bağdaşmadığı görüşündedir. (Kıbrıs'ın hukukî statüsünü diğer bölümlerde anlatmıştık. Uluslararası hukuku tanımaz bir tutumla Rum Kesimi'nin üyelik başvurusunu kabul eden AB, BM kararlarını da, Garanti Antlaşmaları ve Kıbrıs Anayasasının üzerinde tutmaktadır.) Komisyon BM Güvenlik Konseyinin ve AB'nin tam desteğiyle BM Genel Sekreteri tarafından yürütülen iyi niyet misyonunun ilgili tüm taraflarca aktif şekilde desteklenmesi gerektiğine inanmaya devam etmektedir. Komisyon, Kıbrıs Türk toplumunun garantörü olarak Türkiye'nin esas olarak iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyon kurulmasına dayanan ilgili BM kararlarına uygun biçimde Kıbrıs sorununa âdil ve hakça bir çözüm bulunması için özel ilişkisini kullanması gerektiğine inanmaktadır. (AB aynı şeyi diğer garantör ülkeler Yunanistan ve İngiltere'den istememiştir.) 

1999 İlerleme Raporu- Bay Denktaş ve Bay Ecevit tarafından yayınlanan 20 Temmuz 1999 tarihli ortak bildirgenin gösterdiği gibi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs aralarındaki ilişkileri en yüksek düzeyde bütünleme hedefiyle uyumlu olarak geliştirmeyi öngörmektedirler. Bir garantör olarak Türkiye G-8'in davetiyle başlatılan BM süreci çerçevesinde iki tarafı bir araya getirmek için güçlü taahhüt göstermelidir. Türkiye tüm tarafların meşru çıkarlarını dikkate alan kapsamlı bir çözüme varmak için bu çerçevede aktif ve yapıcı bir rol oynayabilir. 1996 yılında AİHM, Kuzey Kıbrıs'taki emlâkına erişim imkânından mahrum edilmiş olan bir Kıbrıslı Rum kadının (Bayan Loizidou) davasında Türkiye aleyhine bir karar aldı. Temmuz 1998'de aldığı ikinci bir kararla mahkeme davacı lehine parasal tazminat hükmetti ve tazminatı ödemesi için Türkiye'ye Ekim 1998'e kadar süre tanıdı. Türkiye bugüne kadar söz konusu arazinin Türkiye'de değil KKTC'de bulunduğu gerekçesiyle mahkemenin kararına uymamıştır. Nisan 1999'da Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Başkanı Türkiye'nin mahkeme tarafından belirlenen tazminatı ödemekle yükümlü olduğunu hatırlatmıştır.

2000 İlerleme Raporu- Helsinki'de 10 ve 11 Aralık 1999 tarihlerinde yaptığı toplantıda Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık'ta New York'ta Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması amacına yönelik görüşmelerin başlatılmasını memnuniyetle karşıladı ve BM Genel Sekreteri'nin süreci başarılı bir sonuca bağlama çabaları için güçlü desteğini ifade etti. Cenevre'de 2000 yılının Şubat ve Temmuz aylarında, özlü konulara ilişkin anlamlı bir görüşme olmaksızın, ikinci ve üçüncü tur dolaylı müzakereler yapıldı. Eylül ayında New York'ta dördüncü bir tur düzenlendi. BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı De Soto, bu turda iki tarafın özlü tartışmaya girdiklerini bildirdi ve bunu "ileriye doğru niteliksel bir adım" olarak tanımladı. Masaya, dört temel konu olan toprak, mülkiyet, güvenlik ve anayasa konularında fikirler koymuş olduğunu söyledi, fakat bu fikirlerin bu aşamada resmî teklifler olmadığını vurguladı. Bundan sonraki görüşme turunun Cenevre'de Kasım ayı başında yapılması öngörülmüştür. Türkiye, bir garantör olarak, Kıbrıs sorununa Birleşmiş Milletler himayesi altında kapsamlı bir çözüm bulunması için her gayreti göstermeye devam etmelidir. 

Türkiye'nin, kuzeydeki mülküne gitmesine engel olarak, Loizidou adlı bir Kıbrıslı Rum'un haklarını sürekli olarak ihlal etmiş olduğu yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği karar gereğince, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Temmuz 2000'de bu konuda ikinci bir ara karar kabul etti. Bu ara kararda, Bakanlar Komitesi, "bir yüksek âkit tarafın Mahkemenin kararını yerine getirmemesinin daha önce hiç görülmemiş bir şey olduğunu" vurguluyor, "Türkiye'nin Mahkemenin kararını yerine getirmeyi reddetmesinin, onun uluslararası yükümlülüklerine açıkça aykırı olduğunu" beyan ediyor ve "Türkiye'nin, daha fazla gecikmeksizin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 28 Temmuz 1998 tarihli kararına tam olarak uymasını" ısrarla talep ediyordu.

Kıbrıslılar (Rumlar kastediliyor) tarafından Türkiye aleyhine açılan ve halen İnsan Hakları Mahkemesi önünde bulunan 150-200 kadar benzer dava olduğu tahmin edilmektedir. 

2001 İlerleme Raporu- Güçlendirilmiş siyasî diyalog çerçevesinde AB temsilcileri, Kıbrıs ile katılım müzakerelerinin sonuçlanması öncesinde bir çözüme varılması için fırsat penceresinden yararlanmaya, Kıbrıs Türk lideri teşvik etmesini Türkiye'den istediler. Böylece bir siyasal çözüm temelinde Kıbrıslı Türkler AB üyelik müzakerelerine katılabilirler ve tarafların çıkarlarını yansıtan böyle bir uzlaşmanın sonuçları AB'ye katılım düzenlemelerine yansıtılabilir. 

İlerleme Raporlarında İnsan Hakları Konusu Nasıl İşlenmiştir? 

Türkiye'nin ilk tam üyelik başvurusuna 1989 yılında verilen cevapta insan hakları en son sıralarda yer almış ve "İnsan hakları alanında ve azınlıkların kimliğine saygı konusunda son zamanlarda bazı gelişmeler olmakla beraber, bunlar henüz bir demokraside olması gereken düzeye ulaşmamıştır." denilmekle yetinilmiştir. 

Sonraki yıllarda bu konudaki değerlendirmeler şöyle olmuştur;

1998 İlerleme Raporu: Türkiye ile ilgili ilk düzenli raporun hazırlandığı 1998 yılında siyasî kriterlerin ilk sıraya konmasıyla birlikte 1989 tarihli yukarıdaki görüşe atıfta bulunulduktan sonra Avrupa Komisyonu'nun Gündem 2000 belgesindeki şu değerlendirme rapora aynen aktarılmıştır: 

"Türkiye'nin kişi haklarını ve ifade özgürlüğünü destekleme konusundaki sicili, AB'deki standartların hayli gerisindedir. Güneydoğu'daki terörizm ile mücadele ederken Türkiye itidal sergilemeli, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı göstermek için daha fazla çaba harcamalı ve askerî değil, sivil bir çözüm bulmalıdır. 

Devam eden işkence, kaybolma ve yargısız infaz olayları hükümetin bu tür şeylere son vermeye kararlı olduğunun resmî ağızlardan defalarca beyan edilmesine rağmen resmî makamların, güvenlik kuvvetlerinin faaliyetlerini izleme ve kontrol etme yeteneğinin sorgulanmasına neden olmaktadır. 

Türkiye'nin güneydoğuda karşı karşıya olduğu sorunun ölçeğinin bilincinde olmakla beraber Birlik, terörizme karşı mücadelenin insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne gereken saygı ile yürütülmesi gerektiğini vurgular ve politik bir çözüm için çağrıda bulunur. Dolayısıyla Avrupa Konseyi'nin ve AGİT'in bir üyesi olarak Türkiye'nin taahhütlerini yerine getirmesi zorunludur.(Burada AGİT kararlarına uymayan AB'nin kendisidir. AGİT'in bütün metinleri ülkelerin toprak bütünlüğünü esas almaktadır. Terör örgütünün Güneydoğu'da bağımsız bir Kürdistan devleti kurmayı amaçladığını kabul eden AB'nin, AGİT'in kararlarına rağmen Türkiye'yi suçlaması dikkat çekicidir.) AB'nin Türkiye'nin ve bölgedeki tüm ülkelerin toprak bütünlüğünü desteklediği ve terörizmi kınadığı konusunda Türkiye'nin hiçbir şüphesi olmamalıdır.

İfade özgürlüğü tam olarak teminat altına alınmamıştır ve çok sayıda kısıtlamaya tabidir. Not edilmelidir ki medenî ve siyasî hakların ihlal edilmesi vakalarının çoğu, şu veya bu şekilde hükümetin ve ordunun ülkenin güneydoğusundaki sorunlara gösterdikleri tepkiyle bağlantılıdır."

1999 İlerleme Raporu- Raportörlerin hazırladığı bilgi raporu ülkedeki mevcut durumun bir analizini içermekte ve şu alanlarda yoğunlaşmaktadır: İşkence ve kötü muamele uygulamaları, hukuk devleti, ifade özgürlüğü, hapisteki eski DEP milletvekilleri, anayasal reform ve Kürt kökenli Türk vatandaşlarının haklarına saygı. Raportörler durumun iyileştirilmesi için Türk makamlarına tavsiyelerde de bulunmaktadır.

2000 İlerleme Raporu- Ağustos 2000'de, Türkiye insan hakları sahasında iki önemli uluslararası belgeyi imzaladı: Siyasî ve Medenî Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi. Yakında başlaması beklenen TBMM'deki onay süreci, bu sözleşmelerin herhangi birinde yer alan spesifik hükümlere herhangi bir spesifik çekince konulup konulmadığını gösterecektir. Ancak, ölüm cezasının kaldırılması hakkında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ek 6 numaralı protokol ve Her Türden Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi dahil, Türkiye'nin henüz katılmamış olduğu bazı önemli insan hakları belgeleri vardır. Türkiye, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi'ni ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü de imzalamamıştır.

AB, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin orta vadeli öncelikleri arasında BM'nin Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin onaylanması şartı bulunmaktadır. Türkiye her iki sözleşmeyi de çekince koyarak imzalamıştır. Ancak Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'ni AB üyesi olan Yunanistan imzalamamış, Fransa da bizim gibi çekince koymuştur. Kendi üyelerine bile imzalatamayan ya da çekince konulmasına cevaz veren AB'nin, Türkiye'yi böyle bir şart koşması, çekince konulup konulmayacağını da merak etmesi hem dikkat çekicidir hem de çifte standarttır. 

2001 İlerleme Raporu- İşkence ve kötü muamele kökü kazınmış olmaktan uzaktır. Türkiye cezaevi sisteminde önemli bir reform yapmaya hazırlanmakta olsa da cezaevi koşulları düzelmemiştir. İfade, örgütlenme ve toplantı özgürlükleri hâlâ sürekli olarak kısıtlanmaktadır.

İlerleme Raporlarına Sanal Azınlıklar Nasıl Girdi?

Kürtler Azınlık mıdır?

Türkiye'nin uluslararası anlaşmalar ile kabul edilmiş, millî azınlıkları vardır ve bunların kim oldukları bellidir. Buna rağmen AB, ısrarlı bir biçimde özellikle de Lozan Antlaşması'nı tanımaz bir tutum içinde, bu ülkenin aslî vatandaşlarını azınlık gösterme gayreti içine girmiştir. İlk etapta Kürt vatandaşlarımız üzerinde duran AB, daha sonra bunu diğer vatandaşlarımıza da yaygınlaştıracağının işaretlerini vermektedir. İşte AB'nin ilerleme raporlarının satır aralarında "sanal azınlıklar yaratma" stratejisi: 

1998 İlerleme Raporu: (İnsan hakları ve Azınlıkların korunması başlığı altında) Türkiye Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşmeyi imzalamamıştır. 

Türkiye'nin nüfusu 62 milyondan fazladır. Bu rakamın içinde bilgi kaynağına bağlı olarak 8-15 milyon arasında olduğu tahmin edilen Kürt kökenli bir nüfus da vardır. Lozan antlaşmasına göre Türk devleti resmen üç azınlığı tanımaktadır. Ermeniler (50.000), Museviler (25.000) ve Rumlar (5.000). Bu azınlıklar kendi kiliselerini, okullarını ve hastanelerini serbestçe yönetirler. Resmen tanınan bu üç azınlığın mensupları yetkili makamlara kayıt yaptırmakla yükümlüdürler. Bu azınlıkların üyelerinin kimlik kartlarında onların mensubiyetleri belirtilirdi. İçişleri Bakanlığında azınlıklar ile ilgilenen bir daire vardır. Anayasa Kürtleri ulusal, ırksal veya etnik bir azınlık olarak tanımaz. Kürt kökenli vatandaşların politik ve ekonomik hayata katılmaları önünde hukukî engeller yoktur fakat açıkça veya politik olarak etnik kimliklerini öne süren Kürtler taciz edilme veya takibata uğrama riskine girerler (Cumhurbaşkanı Özal, Kürt olmakla övünmüştü). Kürt nüfusun çoğunluğu ülkenin güneydoğusunda yaşar. Bu bölgede, 10 yıldan daha uzun bir süredir Türk hükümeti güneydoğu Türkiye'de bağımsız bir Kürdistan devleti kurma amacını güden ve terörist yöntemler kullanan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile silahlı çatışma içinde olmuştur. Bu durumun doğrudan bir sonucu olarak Türk güvenlik güçleri tarafından işlenen insan hakları ihlalleriyle birlikte köylerin geniş ölçekte zorla boşaltıldığını ve tahrip edildiğini gösteren kanıtlar vardır. 

Türkiye'deki durumun izlenmesi çerçevesinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi, üye ülkelerin yükümlülük ve taahhütlerinden sorumlu Komitenin, Kürt azınlığı konusunu araştırmasını istedi. Türkiye'de Lozan Antlaşması çerçevesinde resmen tanınan azınlıklara ve bu antlaşmanın kapsamı dışında kalan azınlıklara yapılan muamele açısından hukukî ve fiilî bir farklılık vardır. Türk makamları bir Kürt azınlığın varlığını tanımamakta, onları Kürt kökenli Türkler olarak telakki etmektedir. Kürtler Türkiye'nin her yerinde bulunur fakat esas olarak güneydoğuda yoğunlaşmıştır. Ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı bir konumdadırlar ve olağanüstü halin yürürlükte olduğu illerde devam eden terörist eylemlerin tüm sonuçlarını, medenî ve siyasî hakların normal kullanımı üzerinde olağanüstü halden kaynaklanan kısıtlamaları yaşamaktadırlar. Bu bağlamda Türkiye güneydoğu sorununa siyasî ve gayrı askerî bir çözüm bulmalıdır. Bugüne kadar görülen esas itibariyle askerî yaklaşım insanî ve malî açıdan maliyetlidir ve bölgenin sosyal ve ekonomik gelişmesine engel olmaktadır. Ayrıca bu yaklaşım Türkiye'nin uluslararası imajına da zarar vermiştir. Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir.

AB'nin bu ilerleme raporunun ciddi bir analizi gerekmektedir. Öncelikle görüldüğü gibi alenî bir biçimde çoğunluğa mensup bazı vatandaşlarımız "azınlıkların korunması" başlığı altında ele alınmış, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi'nin raporuna atıf yapılmış olsa da "Kürt azınlığı" ifadesi açıkça kullanılmıştır. Lozan kapsamında olanlar ve olmayanlar şeklinde bir ayırıma gidilmiştir. Kürt vatandaşlarının yoğun olarak Güneydoğu'da bulunduğu iddia edilmektedir. Oysa, AB'nin Karen Fogg'dan önceki Türkiye Temsilcisi Lake, ileride detaylı olarak ele alınacak Türkiye raporunda, Kürt vatandaşlarımızın yurdun her tarafında bulunduğunu özellikle de İstanbul'da yoğunlaştığını belirtmiştir. Bölgenin ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı olduğu doğrudur, ancak yurdun birçok bölgesi aynı durumdadır. Diğer bölgeler üzerinde durulmaması dikkat çekicidir. Kaldı ki, bölgenin son yıllardaki gerilemesinde Avrupa destekli PKK terörünün büyük etkisi olmuştur. Ancak AB, bu gerçeğe hiç değinmemektedir. Teröre verdiği desteği unutan AB'nin, terörle mücadelenin maliyetli olduğuna işaret ederek, soruna siyasî ve gayrı askerî çözüm bulunmasını istemesinin sebebi Türkiye'yi düşünmesi değil, terör hareketinin siyasallaşma zamanının gelmesidir. Ayrıca, diğer aday ülkelerin temel sorunlarını gidermeleri için malî desteğini esirgemeyen AB, Güneydoğu için aynı şeyi düşünmemiştir. Bu tür sorunların temelinin ekonomik sıkıntılar olduğunu elbette AB de biliyor. Ancak sadece teröristbaşının idam cezasının onaylanmasından sonra "rüşvet" kabilinden yardım teklifinde bulunmuştur. Rapordaki, "Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir." şeklindeki ifade, siyasallaştırma çağrısı olduğu gibi, sonraki yıllarda açıkça gündeme getirilecek olan Kürtçe yayın ve eğitim taleplerinin de altyapısı niteliğindedir.

Bu sebeple, diğer yıllardaki raporlarda yer alan ifadeleri de aynen aktarmak istiyoruz;                

1999 İlerleme Raporu- Avrupa Konseyinin üye devletlerince yükümlülüklerin ve taahhütlerin yerine getirilmesi komitesi Ocak 1999 raporunda şöyle diyordu: Önemli nokta şudur ki böyle herhangi bir grup (Kürt kökenli Türk vatandaşları) şimdi iki önemli Avrupa Konseyi sözleşmesinde açıkça ve makul biçimde tarif edilen durumlarda ve şartlar altında kendi doğal dillerini ve kültürel geleneklerini kullanma ve sürdürme fırsatına ve bunun için gerekli maddî kaynaklara sahip olmalıdır. Bu iki önemli sözleşme şunlardır: Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri için Avrupa Şartı ve ayrıca Ulusal Azınlıkların Hakları Üzerine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol hakkında genel kurul tavsiyesi. (AB, Kürt vatandaşlarımızın azınlık olduğuna karar vermiş ve imzalamadığımız sözleşmeleri dayanak yaparak, haklarını istemektedir. Buradaki "maddî kaynaklara sahip olmalıdır" ifadesi ayrıca çok dikkat çekicidir.) 

2000 İlerleme Raporu- Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi'ni henüz imzalamamıştır ve Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. 

Türkiye'nin, kültürel bir kimliğe ve ortak geleneklere sahip herhangi bir etnik grubu "ulusal azınlık" olarak kabul etmeye istekli olup olmamasından bağımsız olarak, bu tür grupların mensupları, hâlâ açıkça bazı temel haklardan yoksun bırakılmaktadır. Ana dillerinde yayın yapma, ana dillerini öğrenme veya ana dillerinde eğitim alma hakkı gibi, etnik kökenleri ne olursa olsun bütün Türklerin sahip olması gereken kültürel haklar garanti edilmiş değildir Ayrıca, bu vatandaşlara, bu konulardaki görüşlerini ifade etme fırsatları verilmemektedir. Kürt Kökenli Türk vatandaşlarıyla ilgili olarak, Türk devletinin, Kürt taraftarı görüşlerin ifade edilmesine karşı canlı bir şekilde mücadele ettiği belirtilmelidir. Şubat ayında, Kürt taraftarı HADEP'e mensup olan güneydoğudaki üç belediye başkanı, PKK ile bağlantılı olmakla suçlandı ve hapsedildi. Aynı ayda, HADEP'li 18 yönetici, Öcalan'ın yakalanmasını müteakip açlık grevleri başlattıkları için, 3 yıl 9 ay hapis cezasına mahkûm edildiler. Son Düzenli Rapor'dan bu yana, olağanüstü hal bölgesinde çeşitli gazete ve dergiler yasaklandı ve bazı Kürt taraftarı dernekler kapatıldı. Geçen yıla kıyasla, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin durum, özellikle etnik kökene bakılmaksızın bütün Türkler için kültürel haklardan yararlanma söz konusu olduğunda, iyileşme göstermemiştir. Nüfusun ağırlıklı olarak Kürt olduğu güneydoğuda durum pek fazla değişmemiştir.

2001 İlerleme Raporu- Kültürel bir kimliğe ve ortak geleneklere sahip etnik grupların mensuplarının kendi dilsel ve kültürel kimliklerini ifade edebilme imkânlarında herhangi bir iyileşme olmamıştır. Türkiye ulusal azınlıkların korunması için Avrupa Konseyi çerçeve sözleşmesini imzalamamıştır. Ve 1923 Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. 

İlerleme Raporlarında İdam Cezası ve Terörist başı Arasında Nasıl Bir Bağlantı Kurulmuştur?

Uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde idam cezasının nasıl düzenlendiğini ve Türkiye'de bu konuda yapılan Anayasa değişikliğini detaylı olarak anlatmıştık. AB, 1999 yılına kadar ülkemizde idam cezalarının 1984 yılından bu yana uygulanmıyor olmasını takdir ediyordu ve gündemin ilk maddelerinden birisi değildi. Ancak teröristbaşının yakalanması ve idam cezasına çaptırılması ile birlikte bu da, Türkiye'nin önüne öncelikle getirilen konulardan birisi oldu. Terörü kınayan ancak Türkiye'nin Güneydoğu'sunda ya da yine AB'nin ifadesiyle "Doğu Türkiye"de bağımsız bir Kürdistan devleti kurmayı amaçladığını kendisinin de kabul ettiği bölücü terör örgütünün faaliyetleri için "meşru çıkarlar" ifadesini kullanabilen Birliğin, özellikle teröristbaşının yakalanmasından sonra  ülkelerinde meydana gelen gösteriler karşısında nasıl paniklediğini de raporlarında görmek mümkün. 15 yıl boyunca ülkeyi kan gölüne çeviren örgütün benzeri eylemleri kendi ülkelerinde yapması halinde AB, acaba "meşru çıkarlar" diyebilecek miydi? AB'nin bu konudaki politikasını yine raporlarından takip edelim;   

1998 İlerleme Raporu- Türkiye ölüm cezasını mevzuatında tutmaya devam etmektedir fakat bu ceza 1984'den beri uygulanmamıştır. 

Türkiye Aralık 1996'da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesini ihlal etmekten mahkûm edildi. Halen TBMM Adalet Komisyonu önünde olan ceza kanunu tasarısı ölüm cezasını Türk hukukundan kaldıracaktır. 

1999 İlerleme Raporu: AB-Türkiye ilişkileri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tutuklanması ve yargılanmasından ve 29 Haziran 1999'da Ankara DGM'ce ölüm cezasına mahkûm edilmesinden de etkilenmiştir. Öcalan operasyonu kısa bir süreyle de olsa bazı AB ülkelerinde şiddetli PKK gösterilerine ve Türkiye'de terörist eylemlere yol açtı. Bu bağlamda AB, 22 Şubat 1999 tarihli Genel İşler Konseyi toplantısında aşağıda verilen açıklamayı yaptı: "AB terörizmin tüm biçimlerini kınadığını tekrar eder. Terörizme karşı meşru mücadele insan haklarına hukukun üstünlüğüne ve demokratik kurallara tam saygı içinde yürütülmelidir. Meşru çıkarlar, şiddet yoluyla değil, politik bir süreç yoluyla ifade edilmelidir."

AB, Abdullah Öcalan'ın tutuklanmasının ölüm, rehin alma, yıldırma ve yaygın tahribat ile sonuçlanmış olan kitlesel kargaşa ve şiddet eylemlerine yol açmış olmasını çok büyük esefle karşılamaktadır. Bu tür şiddet eylemlerinin kabul edilemez ve hiçbir şart altında hoş görülemez olduğu şeklindeki görüşünü tekrar ifade eder. AB, Türk hükümeti tarafından verilen Abdullah Öcalan'ın âdil biçimde yargılanacağı güvencesini kaydeder. Bu güvencenin kendi seçtiği avukatlara erişim imkânıyla ve uluslararası gözlemcilerin davaya kabul edilmesiyle birlikte bağımsız bir mahkeme önünde hukukun üstünlüğüne uygun bir açık yargılama ve âdil ve düzgün muamele anlamına gelmesini bekler. Ölüm cezasına karşı olduğunu bir kez daha vurgular. 

AB, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tamamen destekler. Aynı zamanda Türkiye'nin sorunlarını insan haklarına ve demokratik bir toplumda, hukukun üstünlüğüne tam saygıyla, politik yollardan ve Avrupa Konseyinin bir üyesi olarak taahhütlerine uygun biçimde çözmesini bekler. Bu bağlamda terörizme karşı mücadeleyi politik çözümler arayışından ayırmaya ve uzlaşmayı teşvik etmeye yönelik tüm sahici çabaları memnuniyetle karşılar. Bunu desteklemek için AB devamlı malî yardım dahil katkıda bulunmaya hazırdır. [Yıllardır verilmeyen malî yardımlar birdenbire teröristbaşı sayesinde hatırlanır. (S.S.)]

Abdullah Öcalan'ın yargılanması basının ve bazı yabancı temsilcilerin de bulunmasıyla Ankara DGM önünde 31 Mayıs 1999'da başladı. Davada asamblenin bulunmasını sağlamaya yönelik Avrupa Konseyi özel komitesine göre yargılama prosedürü "esas olarak düzgün ve ilgili Türk mevzuatına uygun görünmektedir..." diğer yandan Uluslararası Af Örgütü yargılama öncesi tutukluluk süresinde ve yargılama boyunca âdil yargılama standartlarının ihlal edilmiş olduğu görüşündeydi. 

29 Haziran 1999'da DGM tarafından Öcalan'a karşı ölüm cezası verilmesini AB'nin tepkileri izledi. AB başkanlığı 29 Haziran 1999 tarihli açıklamasında Türkiye'nin son 15 yıldan beri hep aynı kalmış olan teamülü izleyeceğini ve Öcalan aleyhine ölüm cezasını infaz etmeyeceği "ümidini" ifade etti. Yeni seçilen Avrupa Parlamentosu da 22 Temmuz 1999 tarihli bir kararda, Türk makamlarına cezayı infaz etmeme çağrısında bulundu.   

Öcalan aleyhindeki ölüm cezası Türk Yargıtay'ı önünde temyiz edilmiş olup, cezanın infaz edilmesi için parlamento tarafından onaylanması gerekecektir. 

Mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından tasdik edilirse AİHM önünde temyiz edilebilir. (AB, bir yandan Türkiye'de yargı bağımsızlığını isterken, öte yandan bu ifadelerinde de görüldüğü gibi yargıya müdahale etmekten, teröristbaşına bundan sonra ne yapması gerektiği konusunda yol göstermekten çekinmemektedir.)

Son zamanlarda Öcalan davasıyla ilgili olarak ölüm cezası sorunu Türkiye'de ve Türkiye dışında önemli bir tartışma konusu olmuştur. Öcalan vatana ihanet ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bir kısmını ayırmayı istemekten suçlu bulundu ve ölüm cezasına mahkûm edildi. Böyle bir cezanın uygulanmasının Türkiye'de ölüm cezasının kaldırılması için sarfedilen önemli çabayı etkisiz kılacağı açıktır. Bu bağlamda Parlamentonun gündeminde olan TCK tasarısında ölüm cezasının kaldırılmasının öngörüldüğü hatırlanmalıdır. 

2000 İlerleme Raporu- Ölüm cezası hâlâ kaldırılmamıştır, fakat bu cezanın infazı üzerine, de facto- moratoryum, Abdullah Öcalan davası dahil, devam ettirilmiştir. Kasım 1999'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, davacı şikâyetlerinin Sözleşme çerçevesinde kabul edilebilirliğini ve esasını incelemeye etkin şekilde devam edebilmesi için, Türkiye'den Öcalan'ın infazını ertelemesini talep etti. Ocak 2000'de, Türk hükümeti, bu davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde sonuçlanmasına kadar infazın geçici olarak askıya alınmasını kabul etti. Ölüm cezasını kaldıracak bir yasanın ne zaman müzakereye sunulacağı konusunda tartışmalar sürmektedir. [AB burada yanılmaktadır. Teröristbaşının dosyasını bekletme kararı hükümete değil, o dönemde üstelik birisi hükümette herhangi bir görevi de olmayan koalisyon ortağı üç partinin genel başkanına aittir. (S.S.)]

2001 İlerleme Raporu- Son Anayasa değişiklikleri insan hakları ve temel özgürlükler alanındaki güvencelerin güçlendirilmesi ve ölüm cezasının sınırlandırılması yönünde anlamlı bir adımdır. Anayasanın değiştirilen 38. maddesi ölüm cezasını terörizm suçlarıyla ve savaş zamanıyla ve yakın savaş tehlikeli durumlarıyla sınırlamaktadır. Terörizm suçlarına ait istisna (herhangi bir çekinceye izin vermeyen) AİHS'ye ek 6 sayılı protokol ile uyumlu değildir. Savaş suçlarıyla ilgili istisna ise 6 sayılı protokol kapsamında caizdir. Değiştirilen bu maddeyi yürürlüğe koymak için Ceza Kanununda değişiklik yapılması gerekecektir. Bu yapıldığında Türkiye'nin AİHS'ye ek 6 numaralı protokolü imzalamak ve onaylamak durumunda olup olmadığını değerlendirmek mümkün olacaktır. Ölüm cezalarının infazı konusunda 1984'den beri devam eden fiilî moratoryum sürdürülmüştür. Abdullah Öcalan davasıyla ilgili olarak Türk makamları AİHM önündeki davanın tamamlanmasına kadar idam kararının infazını ertelemeyi kabul etmişlerdir. 

Türkiye, 2001 yılı sonunda yaptığı Anayasa değişikliği ile idam cezasını kaldırmıştır. Sadece aynen AB ülkeleri gibi istisnaî haller için idam cezasını muhafaza etmektedir. AB ülkelerinden tek farkı, savaş ve yakın savaş suçlarına ilave olarak, terör suçlarını da kapsamasıdır. İnsanların ölmediği yakın savaş durumunda idam cezasına cevaz veren AB'nin, 15 yıl süren, 30 bin insanın ölümüne yol açan, gerçekten istisnaî bir hal olan terörü görmezden gelmesi ve bu suçlarda idam cezasının kaldırılmasını istemesi, ne detayları yukarıda aktarılan uluslararası hukuk kuralları ile BM Antlaşmasına ve ne de ahlaka ve vicdana sığmaktadır.

Kaldı ki, Komiserimiz Bay Verheugen bile, yapılan Anayasa değişikliği için, "Ölüm cezasının terörizm ve savaş durumlarıyla sınırlanması, Avrupa standartlarıyla tam olarak uyumlu olmasa da doğru yönde bir adımdır" değerlendirmesini yapmıştır. (15 Şubat 2002- ODTÜ Konferansı) 

Türkiye gibi sürekli terör tehdidi altında bulunan bir ülkeden bunu yapmasını istemenin iyi niyetle ve insan haklarıyla ilgisi bulunmamaktadır. AB, ülkelerin "özel şartlarını" göz önünde tutmak zorundadır. Bu Ekim 2000'de kendisinin aldığı bir karardır. Ancak diğer ülkelerin "özel şartları" dikkate alınırken, konu Türkiye'ye geldiğinde, "Adaylar arasında hiçbir ayrım yapılmadığı" söylenmektedir. AB'nin "özel şartlarla" ilgili düzenlemesi şöyledir:



13 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 11


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 11


Fransa'nın BM nezdindeki Daimî Temsilcisi, Örgütün İnsan Hakları Bölüm Başkanına 16 Eylül 1976'da şunları yazmıştır: 

"Fransa hükümeti azınlık olsun, olmasın ayrı etnik grupların varlığını kabul edemez. Ulusal dil dışındaki dillere ve dine gelince, Fransız hükümeti bu hususların kamu hukuku alanına değil ve fakat yurttaşların kişisel özgürlüklerini kullanma alanına girdiğini hatırlatmak ister. Fransız hükümetinin bu konudaki görevi, yasalar tarafından belirlenen sınırlar içinde ve herkesin hukukuna saygı duyulması çerçevesinde, bunların eksiksiz ve özgürce kullanımını sağlamaktan ibarettir. Fransız Hükümeti, yerel dillerin kullanımının bir halk grubunun bilimsel amaçlar dışında bir amaçla tanımlanması için bir kriter oluşturmayacağını hatırlatmak ister. Bu dillerin fikir ve tekniklere uyum sağlamakta güçlük çekmeleri, bunları sınırlı bir coğrafî çerçevenin dışına çıkma yeteneğinden mahrum bırakmakta, Fransa ulusundan başka bir topluluk olarak tanımlanmalarına yetecek öğelerden yoksun bulunmaları sonucunu vermektedir. Bu gözlem çağdaş yaşantının da hızlandırmış olduğu sürekli karışımın ulusu oluşturan elemanların son derece karmaşık olduğunu ve bunların objektif bir analiz yapabilmek için birbirinden ayrılamayacağını kanıtlamaktadır. Bu itibarla keyfilikle suçlanmadan ve anayasasının demokratik ilkeleri ile Fransa yasalarını ihlal etmeden, Fransa'da etnik ve dil azınlıkları bulunduğunu ileri sürmek mümkün değildir." 
Fransa Anayasa Divanı, Meclis'in Korsika Yerel Meclisi'ne sınırlı konularda yasa çıkarma yetkisi ile ilgili kararını, "Cumhuriyet tektir ve bölünemez kuralına" aykırı bularak iptal etmiştir. 
Birleşmiş Milletler'in kurucu belgesi olan "Şart"ta, azınlıklardan hiç söz edilmemiş, herkesin dil, din, ırk ve cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanacağı belirtilmiştir. 
BM belgelerinde azınlıklar ifadesine ilk kez, Türkiye'nin 2001'de çekince koyarak imzaladığı ancak henüz onaylanmayan 1966 tarihli Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'nde yer verilmiştir. Sözleşmenin 27. maddesindeki, "Etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklardan olan kişilerin, gruplarındaki öteki üyelerle birlikte toplu olarak, kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini açıklamak ve uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakları inkâr edilemez" hükmü gerek ifade tarzı, gerekse de devletlerin üstlendikleri yükümlülükler açısından yoğun tartışmalara konu olmuştur. Bazı devletler, bunun bölücülük temayüllerini teşvik edeceği, diğerleri de ülkelerindeki göçmen grupların hakları bakımından doğuracağı sonuçları göz önünde tutarak, bu maddenin sözleşme metninde yer almasına karşı çıkmışlardır. Sonuçta, "Azınlıklardan olan kişiler" ifadesinin birim olarak gruplara değil, bireysel kişi haklarına işaret ettiği formülünde uzlaşılmıştır. Bu madde ile ilgili anlayış ve yorum farklılıklarının uygulamaya da yansıması üzerine BM İnsan Hakları Komitesi 1-18 Nisan 1994 tarihlerinde, sözkonusu maddeyi yeniden yorumlamak ihtiyacını duymuş, ancak konu bu kez de istenilen açıklığa kavuşturulamayınca, aynı gerekçelerin tekrarlanılması yoluna gidilmiştir. Bu arada 27. maddede azınlıkların somut olarak hangi haklara sahip olduklarına hiç değinilmediğine de işaret etmek gerekiyor. Yunanistan bu anlaşmaya taraf değildir. Fransa da, onay belgesinin teatisi sırasında, ülkesinde sözleşme anlamında hiçbir azınlığın bulunmadığına ilişkin çekince koymuştur. 
Görüldüğü gibi ne Birleşmiş Milletler, ne de devletler, gerek azınlıkların tarifi, gerekse de uygulama konusunda henüz ortak bir sonuca varamamışken, AB, Türkiye'de kendince azınlıklar yaratmış ve bunlar için bir takım taleplerde bulunmaya başlamıştır. AB, ülkesinde uluslararası anlaşmalarla belirlenen resmî azınlıklar bulunan üyesi Yunanistan'ın taraf olmadığı, bizim ise tıpkı Fransa gibi çekince koyarak imzaladığımız BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'ni Katılım Ortaklığı Belgesi'nin orta vadeli öncelikleri arasına koyarak, ön şartlardan birisi haline getirmiş ve onaylaması için TBMM'ye çağrı yapmıştır. 
BM'nin Her Türlü Irk Ayırımcılığının Önlenmesine İlişkin Sözleşmesi de, "Devletlerin, ırklar arasındaki engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, bütünleştirici, birleştirici kuruluş veya hareketleri cesaretlendirme ve bölücü girişimleri engellemekle yükümlü olduğunu" hatırlatmaktadır. Bu yükümlülük, AB'nin "Birleşme, bütünleşme, sınırları ortadan kaldırma" amacı ile de örtüşmektedir. Ancak AB, nedense Türkiye'de insanları ayrıştıracak formüller üzerinde ısrarlı bir tutum izlemektedir. 
Kaldı ki, Birleşmiş Milletler dahil, hiçbir ülkenin bir diğer ülkenin iç yetki alanına giren konulara müdahale hakkı yoktur. İşte en üst antlaşma niteliğinde olan Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 7. Maddesi: 

"İşbu antlaşmanın hiçbir hükmü, BM'e, herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi, üyeleri de bu türden konuları işbu antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz."
BM Medenî ve Siyasî Haklara İlişkin Sözleşme'nin 4. Maddesi de şöyledir: 
"Ulusun hayatını tehdit eden ve varlığı resmen ilan edilmiş olan olağanüstü bir durumun ortaya çıkması halinde, bu sözleşmeye taraf devletler, uluslararası hukuktan kaynaklanan diğer yükümlülüklerine aykırı olmamak ve ırk, renk, cinsiyet, dil, din ya da toplumsal kökene dayalı bir ayrımcılık içermemesi kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde olmak üzere, bu sözleşmeden doğan diğer yükümlülüklerinden ayrılan tedbirler alabilirler." 
AGİT Helsinki Sonuç Belgesi'nin (1 Ağustos 1975), azınlıklar ile ilgili maddesi ise şöyle düzenlenmiştir: 
"Ülkesinde millî azınlıklar bulunan devletler, bu gibi azınlıklara mensup kişilerin kanun önünde eşit olma haklarına saygı gösterecekler ve onların insan hakları ve temel özgürlüklerden gerçekten yararlanabilmeleri için kendilerine tam fırsat sağlayacak, bu alandaki meşru çıkarlarını koruyacaklardır." 
Belgede azınlıklar, gruba mensup bireyler olarak ve insan hakları açısından değerlendirilmiş, bunun "ülkesinde millî azınlıklar bulunan devletlerce" uygulanacağı vurgulanmış, kimlerin azınlık sayılacağına ise belgeyi imzalayan devletin kendisinin karar vereceği belirtilmiştir. 
AGİT çerçevesinde 1990 Haziran'ında Kopenhag'da yapılan İnsanî Boyut Konferansı'nda da, azınlıklar aynı kapsamda değerlendirilmiştir. Konferans sonucunda yayınlanan bildiri ile ilgili olarak, bazı ülkelerin görüşleri şöyle olmuştur: 




Yunanistan: Bildiride yer alan hakların, insan hakları alanındaki uluslararası belgelerdeki haklarla uyum içinde ve bunların kullanılmasının devletin ülke bütünlüğüne zarar vermemesi gerektiğini beyan etmiştir. 
Bulgaristan: Belgede yer verilen azınlık haklarının siyasî nitelikte olduğuna işaret ederek, kamu idareleri önünde azınlık dilinin kullanılması, özerk idareler kurulması, malî ve diğer yardımların tamamen egemen devletlerin takdirine bırakılmış hususlar olduğunu beyan etmiştir. 
Türkiye: Millî azınlıklar kavramının sadece, statüleri karşılıklı veya çok taraflı antlaşmalarla belirlenmiş olan halk gruplarını kapsadığını, belgede yer alan hükümleri, Anayasa ve millî mevzuata göre uygulayacağını bildirmiştir. 
AGİT Millî Azınlıklar Uzmanlar Komitesi'nin 1991'de konuyla ilgili olarak hazırladığı raporda da Türkiye, Lozan Antlaşması'ndaki Müslüman olmayan azınlıklara işaretle, sadece statüleri uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan grupları azınlık olarak tanıdığını tekrarlamıştır. 
AGİT'in 1992'deki Helsinki Zirvesi'nde, "AGİT Millî Azınlıklar Yüksek Komiserliği" kurulmuştur. Yüksek Komisere, millî azınlıklar konusunda çıkabilecek uyuşmazlıkları büyümeden, erken uyarı ve eylem tedbirleriyle çözme görevi verilmiş, "örgütlü terör eylemlerinin desteklediği azınlık sorunları" komiserin yetkisi dışında bırakılmıştır.
Ülkemizde yaratılmak istenen sanal azınlıkların sorunlarının örgütlü terör eylemlerince desteklenmek bir yana, doğrudan onlar tarafından gündeme getirildiği ortadadır. AGİT'in Komiseri bile bu konuda yetkisiz kılınırken, AB terör destekli bu talepleri sahiplenebilmektedir. 
Yine AGİT'in Lizbon Zirvesi Bildirisinde (1996), "Ülkesindeki azınlık sorununa çözüm arayan her devlete yardıma hazırız" denilmiştir. AB ise, Türkiye'ye destek olup sorunları çözmek değil, yeni azınlıklar ve sorunlar yaratma peşinde olmuştur. 
"Yüzyılın son zirvesi" olarak nitelendirilen ve 54 AGİT üyesi ülkenin Devlet veya Hükümet Başkanlarının katılımıyla 18-19 Kasım 1999 tarihlerinde İstanbul'da gerçekleştirilen "AGİT Zirvesi"nde imzalanan Avrupa Güvenlik Şartı ile ülkelerin karşı karşıya bulunduğu ortak tehditler arasında bölünme ve terör konularına da yer verilerek, özetle şöyle denilmiştir: 

"Avrupa'da eski döneme ait bölünmeler geride bırakılmış, fakat, yeni riskler ve tehlikeler ortaya çıkmıştır. Son on yılda yaşanan trajedilerden olduğu kadar, devletlerarası gerilim ve bölünme tehlikelerinden ders alma kararlılığındayız. Güvenlik ve barış, iki temel unsuru kapsayan bir yaklaşım sayesinde geliştirilebilir; bunlar, vatandaşlar arasında güven tesis edilmesi ve devletler arasındaki işbirliğinin geliştirilmesidir. Bu amaçla, yardımcı olmak ve tavsiyelerde bulunmak üzere mevcut mekanizmalarımızı güçlendirecek ve yenilerini geliştireceğiz. Ulusal azınlık mensuplarının hakları da dahil, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının tam anlamıyla yerleşmesi için çabalarımızı artıracağız. Uluslararası terörizm, şiddete başvuran aşırılık, örgütlü suç ve uyuşturucu kaçakçılığı güvenliğe artan ölçüde bir tehlike teşkil etmektedir. Nedeni ne olursa olsun ve ne şekilde tezahür ederse etsin terörizm kabul edilemez bir olgudur. Her türlü terörist faaliyetin hazırlanmasını veya malî destek bulmasını önlemek için çabalarımızı artıracağız ve teröristlerin topraklarımızda üstlenmesine izin vermeyeceğiz. Bu tehditleri göğüsleyebilmek için birbirimizle daha etkin ve yakın işbirliği yapmaya da kararlıyız." 
AGİT Zirvesi'nde, güvenlik şartı ile ilgili ortak temeller de şöyle tesbit edilmiştir:

- Her katılımcı devletin eşit güvenlik hakkı vardır. Her üye devletin ittifak antlaşmaları da dahil, kendi güvenlik düzenlemelerini seçme ve değiştirme hakkının doğal bir hak olduğunu teyid ediyoruz. Her devletin tarafsız kalma hakkı da bulunmaktadır. Her üye devlet, bu konularda diğer devletlerin haklarına saygılı olacaktır. 
- İlişkilerimizi, şeffaflık, dayanışma, eşit ve gerçek ortaklığın ışığında ortak ve kapsamlı güvenlik kavramı ile uyumlu olarak tesis edeceğiz. Her üye ülkenin güvenliği diğerlerinin güvenliği ile ayrılmaz biçimde bağlantılıdır. Güvenliğin insanî, ekonomik, siyasî ve askerî boyutlarını bir bütün olarak ele alacağız. 
- Maruz kaldığımız riskler ve tehditler ile tek bir devlet ya da kuruluşun başa çıkabilmesi mümkün değildir. 
- Egemenliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı tehdit edilen, bireysel ve toplu meşru savunma hakkı çerçevesinde destek arayan üye ülke ile AGİT yükümlülüklerine uygun olarak en kısa sürede danışmalarda bulunacağız. Ortak değerlerimizin savunulmasında ihtiyaç duyulan hareket tarzını ve tehdidin niteliğini birlikte değerlendireceğiz. 

Yüzyılın son zirvesinde alınan bu çok önemli kararlar AB tarafından kâğıt üzerinde bırakılmıştır. Teröristlere topraklarında üs açan, finansal ve taktiksel destek veren AB, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını tehdit eden örgütleri, 11 Eylül saldırısından sonra hazırladığı listeye dahil etmeyerek bu tutumunu sürdürmüştür. AB'nin Türkiye Temsilcisi Karen Fogg'un dili, binlerce insanımızı öldüren bu örgütlere "terörist" demeye varmamış, sadece "kötü organizasyonlar" diyebilmiştir.
Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde de azınlık hakları özel olarak düzenlenmemiştir. Hazırlık çalışmaları sırasında, millî azınlıkların kendi kültür değerlerinden özgürce yararlanarak, yaşamlarının güvence altına alınmasını sağlamak üzere sözleşmeye özel hükümler konulması teklif edilmiş ancak bu kabul edilmemiştir. 

Sonuç olarak; 

Uluslararası antlaşma, sözleşme veya bildirilerin hiç birisinde net bir azınlık tarifi yapılamamıştır. Bahse konu olan tümüyle "kabul edilmiş millî azınlıklardır". Bu azınlıkların tesbiti ise egemen devletlere bırakılmıştır. Millî azınlıklara ait olduğu söylenen hak ve özgürlükler konusunda da kesin ifadeler kullanılmamıştır. En önemlisi bu belgelerin tamamında, hak ve özgürlüklerin devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı aleyhine kullanılamayacağı vurgulanmış, böylece, "azınlık gruplarının ayrı bir devlet kurma, siyasî otonomi ve özerklik" gibi taleplerle ortaya çıkmaları engellenmiştir. 

Bu tesbitler ve değerlendirmeler ışığında, yüksek ahlakî, insanî ve hukukî değerler üzerine inşa edildiği öne sürülen, ancak izlediği politikalar ile altında imzası olan uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri dikkate almadığını gösteren AB'nin, Türkiye'ye karşı iyi niyetli davrandığından söz etmek mümkün müdür? 
Kabul Edilmiş Azınlıkların Eğitim ve Yayın Hakkı Nasıl Düzenlenmiştir? 
Bütün uluslararası sözleşme veya anlaşmalarda "eğitim hakkı" yer almaktadır. Ancak sözleşme ve anlaşmalarda yer alan "azınlık" kavramı, bugün ülkemizde yaratılmak istenen "sanal azınlıkları" değil, kabul edilmiş, gerçek azınlıkları kapsamaktadır. Buna rağmen ayrı eğitim veya yayıncılıktan değil, "Kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme ya da kendi dillerini kullanma hakkından yoksun bırakılmamaktan" söz edilmektedir. İşaret edilen temel nokta "eğitim yoluyla birlik, bütünlük, anlayış ve hoşgörünün geliştirilmesidir". Israrlı bir şekilde, sanal azınlıklar yaratıp, eğitim ve yayın talepleriyle ayrıştırma çabalarının arttırılmasının, bu anlayışla ters düştüğü ortadadır. Ayrıca, tüm anlaşma, sözleşme veya bildirilerde, "Bu hakların devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığı aleyhine kullanılmayacağı" vurgulanmıştır. 
Uluslararası anlaşma, sözleşme ve bildirgelerden eğitimle ilgili düzenlemelerden bazıları şöyledir: 

BM Genel Kurul Bildirisi: Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'nin 27. maddesinden esinlenerek hazırlanan 1. maddede, "azınlığa mensup kişilerin kendi dillerini öğrenme ve bu dille eğitim görme fırsatının sağlanması" istenmektedir. Ancak, bildirinin diğer maddelerinde kesin ifadeler kullanılırken, bu maddede bir temenni kelimesi kullanılmış ve "mümkün olan yerlerde" denilerek, düzenleme devletlerin takdirine bırakılmıştır. Bildirinin hazırlanması sırasında azınlıkların tanımlanması üzerinde ortak bir görüş oluşturulamamıştır. Nitekim, bildirinin kabulü sırasında Türkiye temsilcisi, şunları söylemiştir: 
"Bu bildirinin en önemli eksikliği, azınlıkların tanımına yer vermemiş olmasıdır. Bu durum ileride karışıklık ve yanlış yorumlamalara neden olacaktır. Bu gibi arzu edilmeyen ihtimallerden kaçınmak için, Türk hükümetinin bildiri karşısındaki tutumunu kısaca vurgulamak isterim. Türk hükümeti, dil, din ve etnik köken açısından azınlıklara mensup kişilerin hakları bildirisinin ihtiva ettiği hak ve yükümlülükleri, azınlıkların haklarının kategorik olarak belirlendiği, karşılıklı veya çok taraflı milletlerarası sözleşmelerin öngördüğü şekilde yorumlayacaktır. Türk Anayasası ve diğer ilgili kanunlarına göre, Türk vatandaşları, hiçbir ayırım gözetmeksizin, eşit hak ve statülerden yararlanır. Bu nedenle, dil, din ve etnik kökene dayalı olarak bir kişi veya grup lehinde veya aleyhinde ayırımcılık yapmak mümkün değildir. Biz bunlardan başka farklı din, dil veya etnik kökene sahip kişilerin haklarının, bireysel insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz." 

Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi: Herkes eğitim görme ve, meslekî ve sürekli eğitimden yararlanma hakkına sahiptir. Bu hak serbest, zorunlu eğitim görme olasılığını da içerir. Demokratik ilkelere ve ailelerinin çocuklarının kendi dinî, felsefî ve eğitim konusundaki inançlarına uygun olarak eğitim ve öğretim görmelerini sağlama hakkına saygı gösterilerek, eğitim kurumları tesis etme özgürlüğüne, bu özgürlük ve hakkın kullanılmasına ilişkin ulusal mevzuata uygun olarak saygı gösterilmelidir. Birlik, kültürel, dinî ve dilsel çeşitliliğe saygı gösterecektir. 

BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (Madde 13): Bu sözleşmeye taraf devletler, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğunu kabul ederler. Taraf devletler, eğitimin, kişiliğin ve onur duygusunun tam olarak gelişmesine yönelik olacağı ve insan hakları ile temel özgürlüklere saygıyı güçlendireceği hususunda mutabıktırlar. Taraf devletler ayrıca eğitimin herkesin özgür bir topluma, etkin bir şekilde katılmasını sağlayacağı, tüm uluslar ve tüm ırksal, etnik ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu geliştireceği ve BM'nin barışın korunmasına yönelik faaliyetlerini güçlendireceği hususlarında mutabıktırlar. 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 10)- Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir. Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü şekillere, şartlara, sınırlamalara ya da yaptırımlara bağlanabilir. 



İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek Protokol (Madde 2): Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, ailelerin kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun bir eğitim ve öğretimi çocuklarına sağlama hakkına saygı gösterecektir. 

Azınlıklar Konusundaki Devlet Politikamız Nedir ve Bugün Yaratılan "Sanal Azınlıklar" Sorununa Yaklaşımımız Doğru mudur? 

Türkiye'nin "millî azınlık" politikası, bu konu ile ilgili hazırlanan uluslararası antlaşma veya sözleşmelerde izlenen yöntemler ve konulan çekinceler ışığında bellidir. Türkiye'nin azınlıklar ile ilgili iki uluslararası anlaşması bulunmaktadır. Lozan ve Bulgaristan antlaşmaları. Lozan Antlaşması ile uluslararası antlaşmalara Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler bakımından, Bulgaristan Antlaşması ile de bu ülkede "azınlık statüsünde" bulunan Türkler açısından taraftır. Türkiye AGİK Kopenhag Belgesinin kabulünden sonra Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya'nın da yaptığı gibi yürütme sekreterliğine gönderdiği bildirimde burada yer alan ulusal azınlık kavramının ancak ikili ve çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını ve Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin Anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını açıklamıştır. Burada atıf yapılan elbette ki Lozan Antlaşmasıdır. Buna karşılık AB, sistematik olarak ve de Türkiye'nin Lozan Antlaşması dışındaki azınlıkları tanımadığını vurgulayarak, etnik (Kürtler) ve dinsel (Aleviler) azınlıklardan bahsetmektedir. AB, Türkiye'de sanal azınlıklar yaratma çabalarına ilerleme raporlarında yer vermekle kalmamış, bunu internet sitelerine de taşımıştır. AB Komisyonu'nun, aday ülkeleri tüm dünyaya tanıttığı sitede Türkiye ile ilgili verilen çizelgede, "Etnik profil" başlığı altında Türkiye'de 26 farklı etnik grup bulunduğu, bunların en büyüğünün yüzde 15 ile Kürtler olduğu iddia edilmiştir. Yine "Dil" başlığı altında, Türkiye'de resmî olarak yüzde 90 oranında Türkçe'nin kullanıldığı belirtilerek, Kürtçe, Arapça, Rumca, Ermenice, Kafkas dilleri sayılmış, bunların yüzde 70'nin de Türkçe kullandığı belirtilmiştir. "Din" bölümünde ise, nüfusun yüzde 98.2'sinin Müslüman, bunların da üçte ikisinin Sünni, üçte birinin Alevi olduğu hesaplanmıştır. Ayrıca yüzde 1.8 oranında Hıristiyan ve Musevi bulunduğu bildirilmiştir.

AB'nin ülkemizde olduğunu iddia ettiği azınlıklara dayanak yaptığı rakamların ne kadar gayrı ciddi olduğunu, yine kendi raporları göstermektedir. AB Komisyonu'nun tanıtım sitesinde, Kürt vatandaşlarımızın oranının yüzde 15 olduğu iddia edilmektedir. Aynı AB'nin ilerleme raporlarında ise ülkemizde 8 ila 15 milyon Kürt olduğu öne sürülmektedir İlerleme raporlarındaki 8 milyon rakamı esas alındığında yüzde 13, 15 milyon rakamı esas alındığında da yüzde 24'lük bir orana ulaşmamız gerekmektedir. Yine AB sitesindeki üçte birlik Alevi vatandaşlarımızın oranının nasıl tespit edildiği bilinmese de, ilerleme raporlarında Alevi vatandaşlarımızın sayısının 12 milyon olduğu iddia edilmektedir. İnternet sitesinde verilen üçte bir oranını esas aldığımızda ülkemiz nüfusunun 20 milyondan fazlasını Alevi vatandaşlarımızın oluşturması gerekmektedir ki, AB yine kendi tespitleri ile çelişmektedir. AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilciliğince hazırlanan tanıtım sitesinde ise bu tip değerlendirme veya detaylara yer verilmemesi dikkat çekicidir. (EK- 4)

Öte yandan, AB'nin etnik profil ile ilgili değerlendirmeleri ve ülkemizde 26 ayrı grubun bulunduğu tespiti, bu konuda bugüne kadar daha çok Alman kaynaklarında rastlanan değerlendirmelerle örtüşmektedir. Almanya'nın ülkemizin etnik yapısı üzerinde yoğun bir biçimde çalıştığı ve bunlara göre bir Türkiye dizaynı yapmak istediği bilinmektedir. Almanya'nın öncülüğünde belirlenen ve AB'nin de kabul ettiği görülen bu etnik profil ile ülkemizde federatif bir yapılanmanın amaçlandığı ortadadır. Nitekim Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, 1992 yılında verdiği bir demeçte açıkça, "Biz Yugoslavya'da yeni bir model oluşturduk. Türkler de Kürtlerle buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdır." demiştir. Genscher, bugün Türkiye adına lobi faaliyetlerini yürüten bir şirkette çalışmaktadır.
Uluslararası hukuk ve anlaşmaların açık hükümlerine rağmen Türkiye tüm uluslararası sözleşmelere azınlıklar konusunda "çekince" koymak zorunda kalmıştır. Büyük devletlerin, milletlerarası sözleşme hükümlerini ülkelerin içişlerine müdahalelerini legalize etmede kullanmaları sebebiyle Türkiye gibi ülkeler dikkatli davranmakta ve bu sözleşmelere çekince koyma ihtiyacı duymaktadırlar. Bizim azınlık tanımımız bellidir ve geride kalan bölümlerde de görüldüğü gibi ilgili tüm uluslararası kuruluşlara bildirilmiştir. Ancak son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye'nin bu tutumunun "fiilî" olarak değiştirilmek istendiğini göstermektedir. İlerideki bölümlerde detaylı bir şekilde ele alınacak olan AB'nin ilerleme raporları ve Katılım Ortaklığı Belgesi ile yarattığı sanal azınlıklar için yayın ve eğitim talebinde bulunması, Türkiye'nin de bugün bunu tartışması ve hatta söz konusu talepleri karşılamak için yasal düzenlemelere gitmesi "sanal azınlıkları" dolaylı yoldan olsa da kabulü anlamına gelmektedir.

Doğru olan Türkiye'nin tüm dünyaya, özellikle de AB'ye, "Her ülkenin azınlıklarını belirleme hakkı bulunduğunu, Türkiye'nin de bunları Lozan Antlaşması ile belirlediğini" hatırlatıp, yanlış temelde sürdürülen bu tartışmayı sona erdirmesidir. Ancak maalesef başta siyasilerimiz olmak üzere, aydınlarımızın bir bölümü yanlış temele ve örneklere oturtulan bu tartışmayı sürdürmektedirler. Her fırsatta Bulgaristan veya Almanya'daki Türkler ya da Doğu Bloku'ndaki çingeneler ile diğer azınlıklar örnek verilmektedir. Adı üzerinde bunların tamamı "resmî" azınlıktır, "sanal" değildir. AB raporlarında Türkiye'de 8-15 milyon Kürt ile 12 milyon Alevi vatandaşın varlığından söz edilmektedir. AB'nin mantığına göre, Kürt ve Alevi vatandaşlarımızın rakamlarına ülkemizde bulunduğu iddia edilen diğer sanal azınlıklar da ilave edilecek olursa, gülünç ama, "AB'nin Türkleri azınlık sayması gerekmez mi?" sorusu akla gelebilir. Görülüyor ki, mesele hukukun ve gerçeklerin dışına taşırılarak, ülkeyi huzursuz edecek yeni ve tehlikeli tartışmalara zemin hazırlanmaktadır.
Bu vesile ile AB yanlılarının, azınlık iddialarına sık sık dayanak yaptıkları Lozan Antlaşması'nın 39. Maddesine de açıklık getirmek gerekmektedir. Sözkonusu maddeyi çarpıtma AB yanlıları ile sınırlı kalmamış, bizzat AB de, sanal azınlıklar yaratma gayretlerinde bu maddeyi kullanmıştır. AB'nin 2001 İlerleme Raporu'nda, sanal azınlıkların eğitim hakkı ile ilgili olarak Lozan Antlaşması'nın 39. Maddesi'ne atıf yapılmış ve buna göre, "Herhangi bir Türk vatandaşının kişisel münasebetlerinde, ticarette, dinde, basında veya her tür yayınlarda ve kamuoyuna açık toplantılarda herhangi bir dili kullanması üzerine kısıtlamalar konulmasının yasak olduğu" hatırlatılmıştır. 
Türkiye için azınlıklar başlığı altında sanal azınlıklar yaratmada ustalaşan AB, Lozan Antlaşması'nın bu maddesinin "Kesim III- Azınlıkların Korunması" başlığı altında olduğunu görmezden gelmiş, maddenin tüm metnini de vermemiştir. 39. Madde, Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları ile ilgilidir ve tam metni şöyledir: 

"Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları Müslümanlarla aynı medenî ve siyasal haklardan yararlanacaklardır. 
Türkiye'nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır. 
Din, inanç ya da mezhep farkı hiçbir Türk vatandaşının medenî kabulüne, memurluğa ve yukarı derecelere ulaşmasına ya da çeşitli meslekleri ve sanatları yapmasına bir engel sayılmayacaktır.
Herhangi bir Türk vatandaşının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır. 
Resmî dilin varlığı kuşkusuz olmakla birlikte, Türkçe'den başka dil ile konuşan Türk vatandaşlarına yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir." 
Görüldüğü gibi, "yüksek ahlakî değerler üzerine kurulu" AB, Kıbrıs konusunda uluslararası antlaşmaları ve hukuku tanımadığı gibi, sanal azınlıklar projesinde başarılı olmak için Lozan gibi temel bir antlaşmayı dahi çarpıtarak, kullanabilmektedir. 

Uluslararası Anlaşma ve Sözleşmelerde İdam Cezası Var mıdır? 


Bugün Avrupa ülkeleri dahil dünyanın pek çok ülkesinde idam cezası vardır, ABD ve Japonya bunların başında gelmektedir. Türkiye'ye "idamı kaldırın" diyen AB üyesi ülkelerde de idam cezası bulunmaktadır. Avrupa'da, "savaş ve yakın savaş suçları" için idam cezası yürürlüktedir. AB, bu suçlarda da idam cezasını kaldırmak için yeni bir sözleşmeyi imzaya açmıştır ama şu anda Avrupa ülkelerinde sayılan hallerde idam cezası vardır. Gerçek böyle iken, bizden idamı kaldırmamız istenmekte ve bu, müzakere takvimi verilmesinin şartı olarak dayatılmaktadır.
Hukukta, "genel ve istisnaî haller" diye iki ayrı kavram bulunmaktadır. İdamın kaldırılması istenirken, konu genel haller çerçevesinde değerlendirilmektedir ki; 
Türkiye de Ekim 2001 itibariyle Anayasa'nın 38. maddesini değiştirerek, bu anlamda idam cezasını tamamen kaldırmıştır. AB'de olduğu gibi istisnaî haller kapsamında, yani savaş, çok yakın savaş tehdidi ile terör suçlarında idam cezasını muhafaza etmektedir. AB'de ise bilindiği gibi savaş ve yakın savaş hallerinde idam cezasıvardır. Bu haller genel değil, istisnaî hallerdir. "AB'de idam yok" derken de kastedilen tümüyle genel hallerdir. Türkiye'de konu ile ilgili yapılan tartışmalarda, hukukun bu kavramları dikkate alınmadığı için tam bir keşmekeş ve kafa karışıklığı yaşanmaktadır. En acısı da yetkili devlet adamları ve ilim adamları ile medyanın hâlâ Türkiye'de idamın kaldırılmasından söz etmeleridir. Hukukun anladığı ve milletlerarası kabul görmüş ölçülere göre tekrar etmeliyiz ki; Türkiye Anayasa değişikliği ile idamı kaldırmıştır. Bu konuda AB'ye uyum açısından yapmamız gereken bir şey bulunmamaktadır. 
Kaldı ki birçok AB üyesi ülke, üyeliklerinin gerçekleşmesinden çok sonra idam cezalarını yasalarından çıkarmışlardır. AB, bugün Türkiye'ye üyelik müzakerelerine başlamak için idam cezasının kaldırılmasını şart koşmaktadır. Burada kastedilen 6 No'lu Protokolün imzalanmasıdır. Polonya, bu protokolü müzakerelere başladıktan 2 yıl sonra imzalamıştır.
Uluslararası sözleşme veya bildirilerde de idam cezası vardır. İdamın açıkça telaffuz edilmediği bildirilerde ise suç ile cezanın orantısına işaret edilmektedir.
BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi (Madde 6): Her insanın doğuştan gelen yaşama hakkı vardır. Bu hak yasalarla korunacaktır. Hiç kimsenin yaşamı keyfi olarak elinden alınamaz. Ölüm cezasını kaldırmamış olan ülkelerde idam hükmü ancak suçun işlendiği anda yürürlükte olan yasalara uygun olarak ve bu sözleşme ile Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması sözleşmesi hükümlerine aykırı olmamak şartı ile en ağır suçlar için verilebilir. Bu ceza ancak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş kesin bir karar üzerine uygulanabilir. Ölüm cezası 18 yaşın altındaki kimseler tarafından işlenen suçlar için verilemez ve hamile kadınların idam cezaları yerine getirilemez. 
AB idam cezalarının kaldırılması konusunda kademeli bir süreç izlemiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde sınırlama olmaksızın idam cezası öngörülmüştür. 
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 2): Her ferdin yaşama hakkı kanun tarafından korunur. Kanunun ölüm cezası öngördüğü bir suç nedeniyle bir mahkemenin verdiği ölüm cezasının infazı dışında hiç kimse yaşama hakkından kasten yoksun bırakılamaz. 

Aynı sözleşmenin 15 maddesinde "ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü bir durumda" sözleşmeci ülkenin tedbir alabileceği belirtilmiştir. Söz konusu madde şöyledir: 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 15): Bir sözleşmeci taraf devlet, savaş zamanında veya ulusun yaşamını tehdit eden başka bir olağanüstü durumda, uluslararası hukuktan doğan diğer yükümlülüklerine aykırı olmamak şartıyla, durumun zorunluluklarının kesin olarak gerektirdiği ölçüde bu sözleşmeyle üstlendiği yükümlülüklerini azaltan tedbirler alabilir. 

Bu maddeler ışığında bir değerlendirme yaparsak; Türkiye'nin özellikle son 15 yılda olağanüstü bir dönem yaşadığı, çok ciddi bir tehditle karşı karşıya kaldığı ve halen de bu tehdidin sürdüğü bilinmektedir. Siyasallaşma sürecine giren örgüt, silahlı militanlarını sınırlarda bekletmekte, Avrupa menşeli mayın döşeme faaliyetlerini sürdürmektedir. Elbette, idam cezasının muhafazası böylesi tehditlerle baş etmek için tek başına yeterli değildir. Ancak devletlerin en temel görevlerinden birisinin de "adaleti" sağlamak olduğu unutulmamalıdır. 
AB, daha sonra düzenlenen 6 no'lu protokol ile idam cezasını "savaş ve yakın savaş suçları" için sınırlamıştır. Türkiye, çekince konması yasak olan bu sözleşmeyi imzalamamıştır. Ancak AB imzalaması için Türkiye'ye baskılarını sürdürmektedir. Teröristbaşı idam cezasına çarptırılana kadar fiilî moratoryumu yeterli gören AB'nin 1999 İlerleme Raporu ile birlikte bu konuyu üstelik de teröristbaşının ismini zikrederek, gündemine alması ve idamın kaldırılmasını, müzakere takvimi vermek için ön şart haline getirmesi dikkat çekmektedir. Kendi düzenlemelerinden tek farkı terör suçlarını da kapsaması olan idamın kaldırılmasını öngören Anayasa değişikliğini beğenmeyen AB, ya kendi düzenlemeleri ile çelişmektedir ya da bu talebinin altındaki yegâne sebep teröristbaşının kurtarılması isteğidir. 

Kaldı ki, kurtarmaya çalıştıkları teröristbaşı bile konuyu terörün ötesinde "savaş" olarak görmektedir. Avukatları, teröristbaşını, "Davanın siyasî nitelikli olduğunu, Genelkurmay Başkanlığı'nın (düşük yoğunluklu savaş) tanımı ile iddia makamının örgüt hakkındaki tanımının birbirine uymadığı gerçekliğinden hareket etmek gerekirse 30 bin kişinin yaşamını yitirdiği olayları basit terör hareketleri olarak alıp, suç ve ceza muhakemesine hapsetmenin yanılgıya götüreceğini..." sözleriyle savunmuşlardır. 

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Sözcüsü Roth da, Parlamento'nun 18 Eylül 1996 tarihli oturumunda yaptığı konuşmada, "savaş"tan söz etmiştir. Roth, özetle şunları söylemiştir: 

"AP, üç şart ileri sürer; demokratikleşme, Kürt parlamenterlerin serbest bırakılması, savaşın sona erdirilmesi, Kürt sorununa siyasî çözüm bulunması. Milyonlarca insanı yerlerinden yurtlarından kaçmaya sevk eden ve sonsuz sayıda insanın hayatına malolan bir savaşın sona erdirilmesi... OHAL kaldırılmadı, süresiz olarak uzatıldı. Savaş tırmanıyor ve devam ediyor..."
Bu durumda da teröristbaşının konumu AB standartlarına uymaktadır. Her konuda örgütle görüş birliği içinde hareket eden AB, "savaş" kavramında da beraber olduğunu kabul ederse, teröristbaşının durumunu, kendi mevzuatında yer alan "savaş hali" kapsamında görerek, itiraz etmemelidir. Çünkü AB mevzuatında "savaş hali" için idam öngörülmektedir.
Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi (Madde 49): Hiç kimse işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir fiil veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Hiç kimseye suçu işlediği zaman verilebilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Cezaların şiddeti, cezayı gerektiren suçla orantısız olmamalıdır. 

AB Temel Haklar Bildirgesi'nin bu maddesine göre, terör suçlarına karşılık idam cezasının orantısız olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 
Anayasa İle Tesbit Edilen İdam Cezası Halleri Kanunla Değiştirilebilir mi? 
3 Ekim 2001 tarihinde TBMM, Anayasa'nın 38. maddesini değiştirerek, şu hükmü koymuştur:

 "Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez."

Bu fıkradan açıkça anlaşıldığı gibi sayılan hallerin dışındaki suçlara ölüm cezası verilemez. Buradaki "verilemez" ifadesi bir Anayasa emridir. Bunun karşılığı "sayılan hallerde idam cezası verilir" emridir. Bazı hukukçu ve siyasilerimizin iddia ettiği gibi "verilemez" emir çekimini, sayılan haller için "verilebilir" diye yorumlarsak, cümlenin emir yapısı bozulmakta ve bu defa mesele tercih ve takdire bırakılmış olmaktadır. Bu yorumla Anayasa'nın bir yönü ile emir olan cümlesi, yasa ile emir olmaktan çıkarılmak istenmektedir. Anayasa dikkatle okunduğunda tüm maddelerin aynı üslupla düzenlendiği görülmektedir. 
Misal; Anayasa'nın 38. Maddesi'nin 1. fıkrası: ".... kimseye suç işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez" demektedir. Bunun olumlu ifadesi "verilir" şeklinde olacaktır. Biz bunu "verilebilir" diye yorumlarsak, o zaman cümle yapısı bozulduğundan hukukun mantığı da tahrip edilmiş olur. Yine Anayasa'nın 35. maddesinin 2. fıkrasında, "Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz." denilmektedir. Bu emrin olumlu karşılığının, "mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına olur" şeklinde ifade edilmesi gerekir. Biz bu "olur"u, "olabilir" şeklinde yorumlarsak, yine hukukun mantığı bozulur ve toplum yararına aykırı kullanılabilmesi gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, böyle bir hükmün konulması ihtiyacı ortadan kalkmış olur. Anayasa'nın 37. Maddesi, "Hiç kimse tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz" hükmünü öngörmektedir. Buradaki "çıkarılamaz"ın olumlu karşılığı, sadece "tabi olduğu mahkemeye çıkarılır"dır. Bunu "çıkarılabilir" diye yorumlayacak olursak, cümlenin emir yapısı hukukun mantığına ve maddede güdülen amaca aykırı olur. 
Anayasa'nın hemen hemen tüm maddelerini örneklendirdiğimizde aynı sonuca ulaşmak mümkündür. Bu sebeple, idamla ilgili düzenlemeyi ve Anayasa'nın âmir hükmünü TCK ile değiştirmeyi savunmak, Anayasa'nın özüne de, lafzına da aykırıdır. Bu durumda, TCK'nın ilgili maddesinin, Anayasa'ya uygun olması, başka bir ifadeyle üç halde idam cezasını öngörmesi gerekmektedir. 
Gerek ana dillerde yayın ve eğitim, gerekse de idam cezası konusunda yaşanan tartışmalar TBMM'nin Ekim 2001'de bir paket halinde gerçekleştirdiği Anayasa 
değişikliğinden sonra başlamıştır. Paket TBMM Genel Kurulu'na geldiğinde milletvekillerine gönderdiğim uzun bir bilgi notu ile, bu değişikliklerin nelere yol 
açacağını anlatmaya çalıştım. Ancak bazı konularda duyarlı olduğu bilinen milletvekilleri dahi değişiklik sonrasında gelecek talepleri göremediler. 
Burada ilginç bir detaya işaret etmek istiyoruz. Anayasa'nın idamı düzenleyen 38'inci maddesindeki değişikliğin gerekçesinde, AB'nin ısrarlı olduğu, fakat 
Türkiye'nin henüz imzalamadığı 6 No'lu protokolden bahsediliyor ve, "bu düzenlemenin sözkonusu protokole göre yapıldığı" belirtiliyordu. İmzalamadığımız bir sözleşmenin değişikliğe gerekçe yapılması, yukarıda anlattığımız Anayasa'nın âmir hükmüne rağmen, yasa ile terör suçlarının idam cezası kapsamından çıkarılması gayretlerinin temelinin sanki daha o zaman atılmak istendiği göstermektedir. Bu durum, AB'nin 2001 İlerleme Raporu'nda, Anayasa değişikliği ele alınırken kullanılan, "Değiştirilen bu maddeyi yürürlüğe koymak için Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılması gerekecektir. Bu yapıldığında Türkiye'nin AİHS'ye ek 6 numaralı protokolü imzalamak ve onaylamak durumunda olup olmadığını değerlendirmek mümkün olacaktır." şeklindeki ifadeyle birlikte düşünüldüğünde daha da ilginç bir hal almaktadır.

İlerleme ya da Düzenli Rapor Nedir? 

AB Konseyi, Haziran 1998'de yapılan Cardiff Zirvesi'nde, Avrupa Komisyonu'nun, aday ülkelerin kaydettikleri ilerlemeler konusunda düzenli raporlar hazırlamasını kararlaştırmıştır. Raporlarda aday ülkeler Kopenhag Kriterleri perspektifinde değerlendirilmektedir. Bu raporların "çok çeşitli bilgi kaynaklarına dayandığı" ifade edilmektedir. Ülkelerin eksikliklerinin madde madde sıralandığı raporlarda, AB'nin beklentileri "diplomatik" dille ifade edilmekte, bu arada AB'nin yükümlülükleri ise genellikle "ilerleme olmamıştır" şeklinde "es" geçilmektedir. Türkiye için 1998'den beri her yıl rapor hazırlanmaktadır. Raporların dikkat çeken yönünü, daha önce çeşitli kanallarla (Avrupa Parlamentosu, üye ülkelerin bakan veya milletvekillerinin açıklamaları gibi) dillendirilen "çoğunlukla hassas" konuların adım adım işlenmesi, "satır aralarında sanal azınlıklar yaratma, Kıbrıs ve Ege sorunlarını ön şart haline getirme, idam ile ilgili talepleri teröristbaşının yakalanmasından sonra hızlandırma, hatta idam kararından sonra hem TBMM'nin, hem de teröristbaşının ne yapması gerektiği yolunu gösterme vs." olarak özetleyebiliriz. Bu raporların, ülkelere verilen Katılım Ortaklığı Belgelerinin temelini oluşturduğu belirtilmektedir ancak, ülkelerin, KOB'larda yer almasa bile, "İlerleme Raporunda yer alan hususları da mutlaka yerine getirmeleri" istenmektedir. Bu durumda ilerleme raporları KOB'un önüne geçmektedir. Ayrıca, KOB'da, ANAP Lideri Mesut Yılmaz'ın ifadesiyle, "Türkiye'nin hassasiyetleri göz önünde tutularak, dikkatli bir dil kullanılsa" da asıl adres olan ilerleme raporlarında aynı özen gösterilmemekte, isim isim kişilere (Bay Öcalan, Sayın Akın Birdal derken, Erbakan için eski Başbakan Necmettin Erbakan gibi) ya da, kurumlara (Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması gibi) kadar inilmektedir. Bu husus, ne Helsinki, ne Kopenhag ve ne de Katılım Ortaklığı Belgesi'nin ölçü alındığını, takip edilen konulara ilke bazından çıkılarak, kişi bazında da bakıldığını göstermektedir. Diğer ülkelerin KOB'larında böylesine özele girildiğini görmek mümkün değildir. 

Bu kadar önemli hususları içeren ve ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren gerek ilerleme raporları, gerekse de KOB'un Türk yetkili makamlarınca tercüme 
edilmemesi de ayrı bir skandaldır. Türkçe özetleri ile İngilizce metinleri karşılaştırıldığında pek çok önemli hususun tercümelerde yer almadığı görülecektir. 
Örneğin, KOB'un orijinal metninde Kıbrıs (Rum Kesimi kast ediliyor) siciline kayıtlı gemiler üzerindeki kısıtlamaları kaldırmamız istenmektedir ama bunu 
tercümelerde bulmak mümkün değildir. Bu tesbit üzerine raporların neden tam tercümesinin yapılmadığını araştırdık. Konunun muhatabı olması sebebiyle de 
Dışişleri Bakanlığımıza bir dizi soru yönelttik. Önergenin üzerinden 1 hafta geçmeden AB'nin Türkiye Temsilcisi Bayan Fogg'dan mektup aldık. 
Bayan Fogg, adeta Cem'e yönelik önergeye cevap veriyor, 2001 yılı ilerleme raporunun tercümesinin en kısa zamanda yapılıp, tarafımıza ulaştırılacağını 
söylüyordu. Cevabî mektubumuzda, ilgisine teşekkür ettikten sonra tercümeyi Dışişleri Bakanlığımızdan istediğimizi hatırlattık. İşte bu olay basına 
"Yeni Dışişleri Bakanımız Fogg" diye yansıdı. Durumdan vazife çıkaran Bayan Fogg, gerçekten 10 gün sonra tercüme metnini yolladı. Bu arada kendi aramızda, 

"İster misiniz, Dışişleri Bakanlığı, tercüme işini AB Türkiye Temsilciliği'nin üstlendiğini söylesin" şeklinde espriler yapıyorduk. Dışişleri Bakanımızdan 1.5 ay sonra cevap geldiğinde, esprimizin gerçek olduğunu gördük. Dışişleri Bakanlığı'nın sadece bakanlık mensuplarının bilme yükümlülüğü olmayan dillerdeki belgeleri tercüme ettiğini belirten Cem, Bakanlıkta özel bir tercüme birimi bulunmadığını, zaten AB'nin hemen her gün yayınlanan belgelerinin tercümesinin mümkün olmadığını söylüyordu. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'a bağlı AB Genel Sekreterliği'nin ise belgelerin özellikle siyasî bölümleri açısından önemli kısımlarını dikkate alan özel notlar hazırladığını kaydeden Cem, tercümelerin AB Komisyonu'nca yapıldığını, bunların herkese açık olduğunu bildiriyordu. 

Dışişleri Bakanımız Cem'in bu cevabından biz şu sonuçları çıkardık: Belgeleri Bakanlık personelinin bilmesi yeterlidir, şeffaf yönetimlerin ilkesi olan önemli konularda halkın bilgilendirilmesi hususunun herhangi bir değeri yoktur, yabancı dil bilmemek kişilerin sorunudur ve de detaylı bilgi sahibi olabilmek için AB Türkiye Temsilciliği'ne yani Bayan Fogg'a muhtacız...
AB Komisyonu'nca, Türkiye ile ilgili olarak hazırlanan ilerleme veya düzenli raporlar maalesef durum belgesi değil de "talimatname" şeklindedir. Katılım Ortaklığı Belgesi'nin temelini oluşturduğu için bu raporlarda yer verilen hususların tamamının gereğinin yapılmasının istendiğini vurgulamıştık. Türkiye'nin tek elden yönetilmek istendiği izlenimini veren raporlarda, adaylığımızdan istifade, sınırsız bir şekilde istismar edildiğimizi gösteren sayısız örnekler bulunmaktadır. Bugün sadece müzakere tarihi alabilmemiz için şart koşulan ve tamamı da ülkenin temel iç veya dış politiklarıyla ilgili olan Kıbrıs, insan hakları, sanal azınlıklar, idam ve teröristbaşı, ana dilde eğitim ve yayın ile sanal dinî azınlıklar ve Heybeliada Ruhban Okulu konuları nasıl ele alınmıştır, neler istenmektedir? Raporların yılları itibarıyla ve orijinal ifadeleri ile aktaracağımız bu başlıklar, AB'nin Türkiye'ye bakış açısını bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. 


12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 10




AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 10


    Aday ülkelerin müzakere takvimi belli olduktan sonra adeta şekil şartlarının yerine getirildiği görülüyor. Kaldı ki, aday ülkelerin AB'ye uyumun gereklerini yerine getirmesi için malî yönden desteklenmesi gerekmektedir. AB'nin Türkiye Komisyonu Temsilcisi Karen Fogg'un söylediği gibi, Türkiye, büyük ve yapacak işi çok olan bir ülkedir, ancak Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri malî desteği daha çok hak etmektedirler. Çünkü bu ülkeler için "özel ihtiyaçları" gibi bir gerekçe bulunmuştur. Ayrıca katılım müzakerelerine başlamak için Türkiye'ye sürekli olarak siyasî kriterler şart koşulurken, diğer ülkeler için ekonomik kriterler esas alınmaktadır. Evet Türkiye'nin siyasî sorunları bulunmaktadır ama bunların temelinde de ekonomisinin geri kalmışlığı bulunmaktadır. AB, bu gerçeği, üstelik de kendisinin Türkiye ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisini hiç dikkate almamaktadır. Türk ekonomisinin düzelmesi için parmağını oynatmayan AB, siyasî kriterlerle oynamayı tercih etmektedir. Oysa şu gerçek çok açık bir biçimde ortada durmaktadır; Türkiye'nin Gümrük Birliği'nden kayıplarına ilave olarak, AB beğenmese de sadece Ulusal Programı'nda öngördüğü reformları yapması için 15 milyar dolara ihtiyacı bulunmaktadır. Bugüne kadar Polonya'ya 20, Yunanistan'a adaylık döneminde 25 milyar Euro olmak üzere bugüne kadar toplam 50 milyar Euro, Türkiye'ye ise sadece 1.5 milyar Euro verilmiştir. AB ile 1964 yılında imzaladığımız Ankara Anlaşması'nın 3. Maddesi şöyledir: "Hazırlık döneminde Türkiye geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmek için topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirir." 




Türkiye gibi 15 yıl, hem de Avrupa destekli bir terörle mücadele etmiş, bu yüzden ekonomisi ağır darbe almış, halen de terör tehdidi altında olan, ayrıca AB'nin ayrıcalıklı adaylarının hepsinden de büyük bir ülkeden istenenler ile, diğer adaylardan istenenlerin ve verilen desteğin orantısızlığı tartışılmayacak kadar açıktır. Türkiye, bütün ülkelerden çok önce başladığı AB maratonunda, hem statü, hem kriter ve hem de malî destek açısından AB eliyle haksız rekabete maruz bırakılmıştır.

Diğer Aday Ülkelerin Katılım Ortaklığı Belgelerinde Öncelikler Neler Olmuştur? 

AB'nin Türkiye'ye verdiği ve siyasî kriterler ön şartları ile başlayan Katılım Ortaklığı Belgesini daha önceki bölümlerde ele aldık. Türkiye'nin ilerlemesi KOB'a göre takip edilmekte, buna göre de Kopenhag Kriterlerine uyum sağlayıp, sağlamadığımıza karar verilmektedir. Bilindiği gibi Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin yerine getirilmesinin müzakerelere başlamak için ön şart haline getirilmesi sadece Türkiye için alınmış bir karardır. Diğer adaylar ile müzakerelere başlanması için herhangi bir şart koşulmamış, Katılım Ortaklığı Belgeleri de müzakereler devam ederken verilmiştir. Türkiye'ye müzakerelere başlamadan verilen Katılım Ortaklığı Belgesi'nde yer alan yüzlerce "şartın" yerine getirilmesi halinde takviminin belirleneceğinin söylenmesi işi iyice yokuşa sürmek, hatta sonuca ulaşılmasını açıkça engellemekten başka bir şey değildir. 

Türkiye KOB'unun tümüyle siyasî kriterlere dayandırılması sebebiyle tüm ilerleme raporlarının başlangıç cümlesi, Türkiye'nin Kopenhag Kriterlerine uymadığıdır. Diğer aday ülkelerin ilerleme raporlarının başlangıcı ise, hemen altta yer alan ve kriterlere uyulmadığını gösteren ifadelere rağmen "Kopenhag Kriterlerine uydukları" şeklindedir.

AB'nin, aday ülkelere desteğindeki farklılıklara, kriterlerdeki farklı yorumlamalarına ve her aday ülkenin önceliklerinin tesbitindeki farklı tutumuna rağmen, Türkiye, bu ülkelerle aynı kefeye konularak, "Onlar yapmış, biz de yapmalıyız. Hiçbir ülkeye farklı davranılmıyor, hiçbir ülkenin özel durumu dikkate alınmıyor" şeklinde yanlış ve haksız değerlendirmeler yapılmaktadır. AB'nin diğer aday ülkelere büyük malî destek verdiğini ve bu ülkelerin özel durumlarını dikkate aldığını, Kopenhag Kriterlerini farklı süreçte ve şiddette uyguladığını geride kalan bölümlerde gördük. AB Katılım Ortaklığı belgeleri için de farklı ölçüler belirlemiştir. İşte diğer ülkelere 1999 yılında verilen KOB'lardaki öncelikler: 

Kısa vadeli öncelik örnekleri 

Bulgaristan: ekonomik kriterler: İş ortamının iyileştirmek, yurtiçi ve yurtdışından gelen yatırımları harekete geçirmek için önlem alınması. 

Kıbrıs: iç piyasa: Standardizasyon ve sertifikasyon için çerçeve müktesebatın kabul edilmesi; standart ve indirilmiş oranlar açısından KDV'nin uyumlu hale getirilmesi; mevzuatın aynı düzeye getirilmesi; ve deniz taşımacılığında emniyet standartlarının uygulanmasının güçlendirilmesi. 

Çek Cumhuriyeti: ekonomik kriterler: Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasının tamamlanması (geri kalan iki büyük bankanın özelleştirilmesi; tahsili şüpheli kredi sorununun çözümlenmesi). 

Estonya: siyasî kriterler: Ülke vatandaşı olmayanların entegrasyonu için, dil eğitimi dahil olmak üzere somut önlemlerin uygulanması ve gerekli malî desteğin sağlanması. 

Macaristan: adalet ve içişleri: Sınır karakollarının ve "yeşil sınır kontrolünün" kalitesinin yükseltilmesi; ve Schengen Bilgi Sistemi'ne tam katılımı sağlayacak veri ve haberleşme altyapısının iyileştirilmesi.

Letonya: siyasî kriterler: Ülke vatandaşı olmayanların entegrasyonu için, dil eğitimi dahil olmak üzere somut başka önlemlerin uygulanması ve gerekli malî desteğin sağlanması. 

Litvanya: enerji: Nükleer Güvenlik Hesabı anlaşması paralelinde kapsamlı bir enerji stratejisinin uygulanmaya başlaması, özellikle Ignalina Nükleer Enerji Tesisinin 1 Numaralı Ünitesinin kesin olarak kapatılması ve işletme faaliyetinin sona erdirilmesi için hukukî ve teknik hazırlıkların yapılması. 

Malta: çevre: Özellikle, gerekli uygulama düzenlemelerini ve kapasite geliştirme gereksinimlerini hazırlamak, çerçeve mevzuatı ve sektör mevzuatını geliştirmek suretiyle, AB çevre müktesebatının aktarılması, uygulanması ve yürütülmesi için bir strateji ve yönergeye-özgü ayrıntılı bir program benimsenmesi. 

Polonya: Endüstriyel yeniden yapılanma: Çelik endüstrisinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin gözden geçirilmiş programın uygulanması (özelleştirmenin tamamlanması ve yaşama kabiliyetine geri dönüşün başlatılması). 

Romanya: ekonomik kriterler: Özellikle yapısal reform uygulanarak makro-ekonomik istikrarın yeniden sağlanması ve orta vadeli bir strateji belirlenmesi; Avrupa Komisyonu ile ortak bir değerlendirme üzerinde mutabık kalınması.

Slovak Cumhuriyeti: ekonomik kriterler: Şeffaf malî reform, finansal kuruluşların özelleştirilmesi ve şüpheli alacakların tahsiline ilişkin mekanizmalarla desteklenerek, rekabetin teşvik edilmesi.

Slovenya: idarî kapasite: Devlet memuriyeti yasasının uygulamaya konması dahil olmak üzere, kamu yönetimi reformunun hızlandırılması. 

Türkiye'nin KOB'unda da ekonomik, idarî veya adlî kriterler bulunmaktadır. Ancak önceliği siyasî kriterlerdir. Temel farklılık buradadır. Ayrıca Estonya ve Letonya örneklerinde görüldüğü gibi siyasî kriterler de farklı değerlendirilmektedir. Türkiye'de sanal azınlıklar yaratmaya çalışan ve bunu belgelerine koyan AB, bu ülkelerde entegrasyonu istemekte ve desteklemektedir.

Uluslararası Anlaşma ve Sözleşmelere Göre İnsan Hakları ve Azınlıklar Konuları Nedir?

Türkiye'nin önüne devamlı konulan insan hakları ve azınlık meselelerinin ne olduğunu, AB'nin Türkiye'de yaratmak istediği "sanal azınlıkların" bu kapsama girip girmediğini değerlendirmek için uluslararası anlaşma ve sözleşmelere bakmak gerekmektedir. 
Türkiye, özellikle terör olaylarının sistematik olarak başlatıldığı 1984 yılından itibaren demokrasi ve insan hakları konularında uluslararası platformlarda haklı haksız ağır eleştirilere uğramış, bu durum da uluslararası ilişkilerini olumsuz bir şekilde etkilemiştir. 
Uluslararası kurumların en ılımlısı olan AGİT Parlamenterler Meclisi bile, Güneydoğu sorununa ilişkin olarak 9 Temmuz 1996'da aldığı son kararında, "şiddete başvurmadıkları halde fikirlerini ifade ettiği için tutuklu bulunan aralarında 3 eski milletvekilinin de yer aldığı bütün mahkumların serbest bırakılmasını" istedikten sonra, Türkiye'de binlerce insanın hayatına mal olan terör ve şiddetten duyulan endişeyi dile getirmiştir. Kararda özellikle PKK gibi radikal gruplarca uygulanan terör olayları başta olmak üzere, terörün her türü kınanmış ve bazı devletler tarafından yapılan malî ve lojistik desteklerin derhal sona erdirilmesi istenmiştir. 
Bir diğer uluslararası kuruluş olan ve Türkiye'nin de üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ise, 1996 yılında DEP'li milletvekillerinin özel veya genel afla serbest bırakılmasını istemiştir ancak, 26 Nisan 1995 tarihli kararında, şu görüşlere de yer vermiştir: 

- Meclis, merkezî hükümet güçleri ile PKK ve Kürt milliyetçileri arasındaki silahlı çatışmalar sonucu Türkiye'de, özellikle ülkenin güneydoğusundaki insan hakları ihlallerinden derin endişe duyar.

- Meclis, diğer her ülke gibi Türkiye'nin de milletlerarası hukuk ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sınırları içinde, terörizmle mücadele hakkına sahip olduğunun altını çizer. 

Üyesi olmaya çalıştığımız AB'nin Parlamentosu ise insan haklarını adeta tümüyle güneydoğu sorunu ile sınırlandırmış, ileriki bölümlerde detaylı bir şekilde görüleceği gibi Kürt vatandaşlarımızı ısrarla azınlık görmeye ve göstermeye çalışmıştır.

Tümüyle siyasî bir organ olan parlamentonun, herhangi bir ülkenin insan hakları alanındaki düzenleme ve uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerinin hukukî değerinin olmadığı ve subjektif nitelik taşıdığı bilinmektedir. Bağlayıcılığı olsun olmasın aldığı kararlarla, Türkiye'yi devamlı uluslararası platformlarda "sabıkalı" göstermeye çalışan AB Parlamentosu'nu ve diğer kuruluşları, yine kendilerinin hazırladığı uluslararası anlaşma ve sözleşmelerle cevaplandırmak gerekmektedir. Bu anlaşma ve sözleşmelerin tamamı, ülkelerin toprak bütünlüğü ve egemenlikleri temeline oturtulmuştur. Gerek insan hakları, gerekse de azınlıklar konuları bu temel üzerine inşa edilmiştir.

Türkiye'nin gündemini bugün tümüyle "AB'nin sanal azınlıkları" oluşturduğundan, öncelikle bu konu üzerinde durmak istiyoruz. Azınlıklar konusunda bugüne kadar en kapsamlı çalışmayı Birleşmiş Milletler yaptırmıştır. Bu amaçla İtalyan Francesco Capotorti, "Yabancıların Korunması ve Ayırımcılığın Önlenmesi Alt Komitesi'ne" özel raportör olarak atanmıştır. Raportör, dünya ülkelerindeki azınlıkların durumunu ve uygulamaları inceledikten sonra, 1977'de BM'e sunduğu raporda, bütün devletlerce itirazsız olarak genel tasvip görecek bir azınlık tanımı yapmanın imkânsız olduğu sonucuna varmış, ancak objektif ve subjektif olmak üzere iki kriter teklif etmiştir.

Objektif kriterler; 

- Bir devletin nüfusu içinde farklı dil, din ve etnik kökene mensup grupların mevcut olması ve bunların nüfusun geri kalan kısmından kesin çizgilerle ayrılmış olması,

- Bu grupların sayıca nüfusun geri kalan kısmından az olması,

- Bu grupların nüfusun geri kalan kısmına göre hakim pozisyonda olmamasıdır. Çünkü hakim durumundaki azınlık gruplarının zaten korunmaya ihtiyaçları yoktur. 

Subjektif kriterler;

- Bu grup üyelerinin kendi özelliklerini muhafaza hususundaki ortak iradeye sahip olmaları, 

- Dil, din ve ırk açısından farklı kimliğe sahip bir grup genel nüfus içinde kendisini kabul ettirmişse, bu kimlik grup üyeleri arasındaki dayanışmayı doğuran ve bunun sonucu olarak azınlık grubu kendi farklı niteliklerini muhafaza konusunda ortak iradeye sahip olurlar. 

Özel raportör, bu tesbitlerden hareketle, şöyle bir azınlık tarifi yapmıştır:

 "Azınlıklar, bir devletin vatandaşı olmakla beraber, nüfusun geri kalan kısmına oranla azınlıkta olan, hakim pozisyonda bulunmayan, nüfusun geri kalan kısmına göre farklı etnik, dil ve din özellikleri taşıyan ve kendi kültür, gelenek, dil ve dinlerini muhafaza konusunda dayanışma ve ortak iradeye sahip gruplardır."
Sonraki bölümlerde de görüleceği gibi, AB İlerleme raporlarında dahi, PKK'nın bağımsız bir Kürdistan kurmayı amaçladığı belirtilmektedir. Bu tesbit ışığında, öncelikle AGİK Helsinki Sonuç Belgesi (1 Ağustos 1975)'ndeki, "Kimlerin azınlık sayılacağına, belgeyi imzalayan devletin kendisi karar verecektir" şeklindeki karara işaret etmek istiyoruz. Sonuç belgesi, egemen devletlerin ülke bütünlüğünü açıkça güvence altına almıştır. Bu durumda değil sanal azınlıklara, millî azınlıklara dahi ülkenin bir bölümünde bağımsız bir devlet kurma hakkı tanınması, egemen devletlerin toprak bütünlüğüne saygı ilkesiyle bağdaşmamaktadır. 

Helsinki sonuç belgesinin hazırlık çalışmaları sırasında yapılan müzakereler de oldukça tartışmalı geçmiştir. Müzakerelerde, BM Sözleşmesi'nin self determinasyon (Kendi kaderlerini tayin hakkı ki, sanal değil, kabul edilmiş millî azınlıklar için söz konusudur ) ilkesinin devletin ülke bütünlüğünü ihlal etmeyeceği ve dolayısıyla bölünme hakkını içermediği açıkça belirtilmiştir. 
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi'nin içtihadında da, "AİHS'nin hiçbir şekilde özel statü sağlamaya yönelik taleplere âlet edilemeyeceği" belirtilerek, "egemen bir devletin, sınırları içinde yaşayan millî azınlıkların self determinasyon isteklerine ilişkin başvuruları kategorik olarak" reddedilmektedir. Örneğin Komisyon, eskiden Çekoslovakya'da yaşayan Almanlar ve Surinam'lılara ilişkin davalarda, sözleşmenin, millî azınlıkların kendi geleceklerini belirleme hakkını güvence altına almadığını belirterek, reddetmiştir. (Milletlerarası Hukuk Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele, Dr. Şeref Ünal) 

BM Genel Sekreteri 1949'da, "Azınlıkların Korunması ve Ayırımcılığın Önlenmesi Komitesine" sunduğu ayrıntılı raporda, azınlıkların tanımlaması ve sınıflandırmasını yapmamıştır. Komisyon, 1954'te azınlığı, "genel nüfus içinde hakim pozisyonda olmayıp, çoğunluğa oranla farklı dil, din ve etnik özelliklerini koruma arzusunda bulunan gruplar" olarak tarif etmiştir. Ancak bu tarif üzerinde devletler arasında bir uzlaşma sağlanamamıştır. Devletler özellikle, nüfusun belirli bir kesiminin özel nitelikleri ve ortak çıkarları olduğu kabul edildiği takdirde, bunun farklı hukuk sistemlerinin kabulüne yol açacağı ve istisnaî uygulamalara neden olacağı endişesiyle, genel bir azınlık tanımlamasından kaçınmışlardır. 

Görüşleri sorulan BM üyesi devletlerin cevaplarındaki farklılıklar da, devletlerin bu konudaki duyarlılıklarını ortaya koymuştur. Örneğin Yunanistan,

"Farklı dil, din ve etnik kökene mensup insanlardan oluşan grupların azınlık sayılabilmesi için sayı olarak kolayca tanınması gerekir. Ayrıca grubun karakteristik özellikleri çoğunluğunkinden açıkça ayrılabilir nitelikte olmalı ve grup kendi gelenek özelliklerini muhafaza arzusunda bulunmalıdır. Böyle bir grubun uluslar arası sözleşmeler tarafından azınlık olarak kabul edilmesi de gerekmektedir." 
demiştir. 

Bulgaristan ise,"raportörün azınlık tanımlamasının ülkelerdeki farklı özel durumlar dolayısıyla istenmeyen sonuçlar doğuracak şekilde yorumlanabileceği tehlikesine" işaret etmiştir. 
O dönemde farklı dil, din ve etnik kökene mensup 118 grubu bünyesinde bulunduran Sovyetler Birliği,"ülkesinde özel korumaya muhtaç farklı din, dil ve kökene mensup hiçbir azınlık bulunmadığını" bildirmiştir. 

Fransa ise, azınlıkta olsun olmasın, ülkesinde hiçbir etnik grubun varlığını kabul etmemiştir. Din ve devletin resmî dilinden farklı diller açısından da,
"Bu ikisinin devletler hukukunun konuları değil, vatandaşlara tanınan kamu özgürlüklerinin özel uygulamalarının bir tezahürü olduğu" görüşündedir. Fransa,
"mahallî dillerin kullanılmasının bilimsel amaçlar dışında, hiçbir şekilde bir grubun kimliğini belirlemede bir kriter olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağına " 
dikkati çekmiş ve "kaldı ki, bireysel olarak kullanılan bu diller ve lehçelerin, teknik olarak düşüncelerin geliştirilmesi açısından yetersiz kalması, bu dil ve lehçeleri kullananların Fransız milletine karşı bir azınlık sayılmasına da engeldir." demiştir. 

Fransız Anayasa Konseyi, Mayıs 1991'de verdiği bir kararla, "Menşe, ırk ve din ayırımı gözetilmeksizin, tek ve bölünmez bir Fransız milleti bulunduğunu" kabul etmiştir.



11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


Nice Zirvesi'nde Neler Oldu ya da Geleceğin Avrupa'sında Yerimiz Var mı? 





Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi verildikten sonra Aralık 2000'de yapılan Nice zirvesinde, bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin gelecekte Avrupa Parlamentosu'nda sahip olacakları sandalye sayısı belirlendi. Nice'te Ecevit'in fotoğrafı ile duvara asılan Türk bayrağı vardı ama Türkiye yoktu. Nice'de de Türkiye'ye bir takvim verilmedi. Evet, Türkiye aday bir ülkeydi ancak yapılan sandalye dağılımı ile bizim görüşme randevumuz 2010 yılına atılmıştı. Nice Zirvesi'nde alınan önemli kararlardan birisi de "Güçlendirilmiş İşbirliği" olmuştur. Buna göre, "AB içinde 8'den fazla üye ülke, kendi aralarında anlaşmaya vardığı takdirde bu ülkeler diğer ülkeleri beklemeksizin, kendi aralarında ve seçtikleri konularda daha yakın işbirliği ve entegrasyona gidebilecekler. Ancak savunma konuları, güçlendirilmiş işbirliği" dışında bırakılacaktır. 

Bu madde ileride Türkiye ve KKTC açısından büyük önem arz edecektir. 8 üye ülkenin bir araya gelip, savunma konuları dışında istedikleri her konuda diğer üye veya aday ülkeler için karar alıp, blok olarak hareket edebilecekleri düşünüldüğünde yeni sürprizlerle karşılaşmamız, gerçekten sürpriz olmayacaktır. Nice Sözleşmesi'ne göre, AB ülkelerinin genişleme sonrası parlamentodaki oy dağılımı şöyle belirlendi: Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya 29 oy. İspanya ve Polonya'ya 27 oy, Romanya'ya 15, Hollanda'ya 13, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Macaristan, Portekiz'e 12 oy, İsveç, Bulgaristan, Avusturya'ya 10 oy, Slovakya, Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Litvanya'ya 7 oy, Letonya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Lüksemburg'a 4 oy. Malta 3 oy. Böylece Avrupa Parlamentosu'nun şu anda 626 olan sandalye sayısı genişleme sonrası 732'ye çıkmış olacak. (EK-3)
Nice Zirvesi'nde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinden de dışlandık. AB üyesi olmayan ülkelerin karar mekanizmalarında bulunmaması kararlaştırıldı ve yine Yunanistan'a taviz verildi. ABD, İngiltere ve Türkiye arasında AGSP konusunda belli bir mutabakata varıldı ancak Avrupa Ordusu'nu hem Türkiye'ye, hem de KKTC'ye karşı kullanma kararlılığında olan Yunanistan bu anlaşmayı da beğenmedi. Aralık 2001'de yapılan Laeken Zirvesi'nde Yunanistan ikna edilemeyince Avrupa Ordusu'nun kurulması gecikti. 2002 Barselona Zirvesi'nde Yunanistan'ın uyarılması kararı alındı ancak bu konunun nasıl bir seyir izleyeceği ve AB'nin uyarısının işe yarayıp yaramadığı önümüzdeki süreçte görülecektir.
Türkiye'nin, AGSP'nin karar mekanizmalarından dışlanmasından sonra NATO'daki veto hakkımızın da elimizden alınması için de uğraşıldı. Ancak özellikle Genelkurmay Başkanlığı yoğun ve haklı bir direnç gösterdi. Aralık 2001'de Türkiye, ABD ve İngiltere'nin ortak bir metinde uzlaştığı açıklandı. Bu metin hakkında açıklama yapılmaması ise tedirginlik yarattı. Eleştiriler üzerine Dışişleri Bakanı İsmail Cem, açıklamanın kararın onaylanmasından sonra yapılacağını söyledi. Onaylandıktan sonra yapılacak açıklama ne işe yarayacaksa... Oysa bu, TBMM başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerince tartışılması gerekecek önemde ve özellikte bir konudur. Özellikle Cem'in, İngiltere Başbakanı Tony Blair'in mektubunun güvence olduğu yolundaki açıklaması tartışmaların merkezine oturdu. 1980'de Yunanistan'ın NATO'ya alınmasında dönemin NATO Genel Sekreteri Rogers'ın, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın ön şart olmadığına ilişkin Dönem Başkanı Finlandiya Başbakanı Lipponen'in mektuplarına rağmen bu iki konuda gelinen nokta ortadaydı. Türkiye üçüncü kez "hiçbir fonksiyonu olmayan" mektup diplomasisi ile karşı karşıyaydı. AB'nin, Yunanistan'la birlikte bu konuda karar verirken, Blair'ın mektubunun hatırlanıp hatırlanmayacağını hep birlikte göreceğiz. 

Zirve sonuçlarına dönersek; AB Dönem Başkanı sıfatıyla 10 Aralık 2000 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Nice belgesinde Türkiye'ye yer verilmemesini şöyle açıkladı: 
"Türkiye'nin konumu diğer aday ülkelerden farklı. Çünkü diğer adaylarla üyelik müzakereleri başlamış bulunuyor. Türkiye farklı, özel ve ayrı bir duruma sahip. Helsinki'de Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı, ancak bildiğiniz gibi Türkiye ile üyelik müzakereleri henüz açılmadı." 
Helsinki'deki adaylık ilanımızın oyalamadan ibaret olduğu herhalde bundan daha açık izah edilemezdi... 

Türkiye'nin "Sanal Aday" Olduğunu Kim İlan Etti?

Türkiye'nin AB nezdindeki statüsü gerçekten ilginç bir seyir izlemiştir. AET ile imzaladığımız ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması'nda "Tam üye adayı" olan Türkiye, tam üyelik için 1987 yılında yaptığı müracaata 1989 yılında verilen cevapta, "Topluluğa katılmaya ehil bir ülke ancak hem Türkiye, hem topluluk bu katılıma hazır değil." konumda görüldü. Türkiye için, Lüksemburg Zirvesi'nde (1997) "üyelik için ehil", Cardiff Zirvesi'nde (1998) "Üyelik adayı", Helsinki Zirvesi'nde (1999) "Aday ülke" ve yukarıda görüldüğü gibi Nice Zirvesi'nde (2000) "Farklı aday ülke" nitelendirmeleri yapıldı. Almanya'nın dönem başkanlığında Alman Dışişleri Bakanı Fischer ise (1999) "Türkiye aday bir ülke, ancak özel sorunları olan bir aday ülke" dedi. 
Ancak en gerçekçi ve samimi isimlendirmeyi 15 Eylül 1999'da göreve başlayan AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi yaptı. Prodi, göreve başlaması münasebetiyle Parlamento'da yaptığı konuşmada, AB'nin katılım müzakerelerini sürdürdüğü ve AB üyeliğine hazırlık açısından en ileri düzeyde olan adaylar için Aralık ayında gerçekleştirilecek Helsinki Zirvesi'nde geçiş süreleri uzun olsa dahi, kesin bir üyelik tarihi tesbit edilmesini istedi. Üyeliğe hazırlık çalışmalarında daha az ilerleme kaydeden, bu nedenle daha uzun vadeli bir üyelik perspektifi olan aday ülkeler için ise Komisyon Başkanı, "sanal üyelik" olarak tanımladığı bir yaklaşım teklif etti. Bu tanımlamaya ismi zikredilmese de öncelikle giren ülkenin Türkiye olduğu muhakkaktır. Çünkü uzun vadeli perspektifi olan tek ülke Türkiye'dir. Laeken Zirvesi'nde de (Aralık 2001) Türkiye için, "görüşmelere yakın" ifadesi kullanıldı. 
Türkiye sanal değil de gerçekten aday bir ülke olsa AB'nin pek çok yükümlülüğü yerine getirmesi gerekirdi. Malî yardımlar gibi anlaşmalarla belirlenmiş en temel görevini yapmayan AB, serbest dolaşım hakkını da tek yanlı ve hukuksuz bir biçimde askıya almıştır. 1970 yılında imzaladığımız AET-Türkiye Karma Protokolü'nde yer alan işgücü serbest dolaşım hakkımız 1986 yılında şartları yerine getirmediğimiz gerekçesiyle uygulamaya konulmamıştır. Ülkemize yönelik eleştirileri ile tanınan Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Daniel Chon Benditt bile, Kasım 2001'de CNN-Türk'te Mehmet Ali Birand'ın "Manşet" Programında serbest dolaşım hakkının verilmemesi ile ilgili olarak "Bu bir rezalettir. Bu rezalet ortadan kaldırılmalıdır." demek durumunda kalmıştır. 
Öte yandan Türkiye, AB'de kişilerin serbest dolaşımı yönünde atılmış önemli bir adım olan Schengen Anlaşması'nın da dışında tutulmuştur. Aşamalı tedbirleri öngören (sistematik denetimlerin kaldırılması, formalitelerin kolaylaştırılması, vize düzenlemelerinin uyumlaştırılması, sınır polisleri arasında yakın işbirliğinin sağlanması) anlaşması diğer aday ülkeler için uygulamaya konulmuştur. 
Bu durumda da adaylığımızın gerçek olup olmadığının bir kez daha sorulması gerekmektedir.
AB, tüm aday ülkelerin malî yardımlarını eksiksiz yerine getirirken, anlaşmalarda öngörüldüğü halde Türkiye için yardımları da, son bir yönetmelik değişikliği ile Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine bağlamıştır. İlerleme raporlarında Türkiye'yi her konuda kelimenin tam anlamı ile didik didik eden AB, yine anlaşmalarla kendi yükümlülüğünde olan konuları ise, "Malî olmayan hizmetler ve kişilerin serbest dolaşım alanlarında uyumlaştırma çok erken bir aşamadadır." ya da "Kişilerin serbest dolaşımı konusunda raporlama döneminde, müktesebatın bu alanında önemli herhangi bir gelişme görülmemiştir. İşçilerin serbest dolaşımı konusuyla ilgili olarak gelişme olmamıştır. Schengen anlaşmasıyla uyumlaşma alanında, herhangi bir ilerleme olmamıştır" şeklinde kısa cümlelerle geçiştirmektedir. 

Kopenhag Kriterleri 

Gerçekten Esas Alınıyor mu? Tüm Adaylara Eşit Muamele Yapılıyor mu? 
Resmî açıklamalarda Kopenhag Kriterlerinin tüm aday ülkeler için geçerli olduğu, her ülkeden aynı taleplerde bulunulduğu ve herhangi bir ayrımın sözkonusu olmadığı vurgulanmaktadır. Uygulamada ise durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi Kopenhag Kriterleri siyasî, ekonomik ve mevzuat düzenlemeleri ile bir bütündür. 1993 yılında, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri'nin istedikleri takdirde AB'ye üye olabilecekleri kararı alınmış, bunun ne zaman olabileceğini kararlaştırmak için de Kopenhag Kriterleri tesbit edilmiş ve "Ortak ülke gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getirerek, üyelik yükümlülüklerini üstlenecek seviyede olur olmaz katılım gerçekleşecektir." denilmiştir. Bu konu çok önemli olduğu ve bugün Türkiye'deki tartışmaların merkezini oluşturduğu için sık sık vurgulama gereği duyuyor ve kısaca yeniden hatırlatmak istiyoruz. 1993 yılı itibariyle Kopenhag Kriterleri, AB'ye üye olarak alınmanın şartlarıdır. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Kopenhag Kriterlerinin tümünün yerine getirilmesinin üyelik müzakerelerine başlanması için, son olarak 1999 Helsinki Zirvesi'nde de Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin tamamlanmasının müzakerelere başlanması için şart olmasına (sadece Türkiye için) karar verilmiştir. 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verhaugen ise adaylara öncelikle şu konulara eğilmelerini tavsiye etmektedir: 

"AB ülkeleri içinde ve dışında rekabete dayanabilecek, sürekli bir pazar ekonomisi kurmaları. Kopenhag'ın ekonomik ve Maastricht kriterlerine saygılı davranmaları." 
Görüldüğü gibi Verheugen, AB ile ilişkilerde gerçek, olması gereken ölçülere işaret etmektedir. Esasında zaten ekonomik bir birlik olan AB için, ekonomik ve mevzuat kriterlerinin yerine getirilmesi önceliklidir. Siyasî kriterlerin, bu temellere oturtulması daha sağlıklı bir yapılanmayı getirmektedir. İşe siyasî kriterlerden başlanması, hem çok önemli ve bir o kadar da zor olan diğer kriterlerin yerine getirilmesini geciktirmekte ve hem de AB'nin yapılanmasına ters düşmektedir. Nitekim, AB'nin diğer aday ülkelerle ilişkilerinde ekonomik ve mevzuat kriterlerine öncelik verilerek normali yapılmaktadır. Ancak konu Türkiye olunca siyasî kriterler dayatılarak, normalin dışına çıkılmaktadır. Lüksemburg Zirvesi'nde de müzakerelerin, özellikle aday ülkelerin topluluk mevzuatını kabul etme, uygulama ve yürütme şartları üzerinde odaklanması, bu düzenlemelerin kapsam ve süre açısından sınırlı olması kararlaştırılmıştır. Bu durumda Türkiye, müzakerelere başlamak için takvim alsa bile çok kısa sürede topluluk mevzuatına uyum sağlaması istenecektir. Bilindiği gibi AB, yasalardaki değişikliği yeterli görmemekte, uygulamanın belirleyici olacağını da söylemektedir. Bu durumda bugüne kadar siyasî kriterlerle uğraştırılan Türkiye'nin, eğer AB'den randevu almayı başarırsa, müzakere sürecinde ne kadar başarılı olacağı ya da AB'yi ne kadar memnun edeceği tartışmalıdır. 
Kopenhag kriterleri ortada yokken ölçü neydi ve nasıl bir yöntem izleniyordu? Bunun cevabını, Türkiye'nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik müracaatına 1989 yılında verilen Komisyon "Görüşü"nde buluyoruz. Komisyon, o dönemde tam olarak şu değerlendirmeleri yapmıştır:
"Türkiye'nin özel durumunda, bu iki husus daha da önemlidir zira Türkiye büyük bir ülkedir - herhangi bir topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve ileride daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır (1988'de 53 milyon; 2000 yılında tahmin edilen nüfus 68 milyon). Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının bir hayli altındadır. 1989'un son çeyreğinde Komisyon'un değerlendirmesine göre, Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu, son zamanlardaki gelişmelerin olumlu taraflarına rağmen, eğer topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyon'u ikna etmemektedir. Katılma müzakerelerinin başlatılması için, ilk varsayım, geleneksel bir geçiş döneminin sonunda, halen üye devletler için geçerli olan tüm kısıtlar ve disiplinlere uyma kabiliyetine sahip olduğu düşünülmelidir, aksi takdirde topluluğun gelecekteki ilerlemesi engellenecektir. İkinci varsayım ise, topluluğun, adayın tedricen olsa da katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek bir durumda bulunmasıdır." 

Görüldüğü gibi, Kopenhag kriterlerinden önce, Türkiye için "büyüklüğünden duyulan korku" ifade ediliyor, hemen ardından da yeni üyelerin "geleneksel geçiş döneminden" sonra üye devletlerin seviyesine gelmeleri ve ikinci olarak da "topluluğun yeni üyenin katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek durumda olması" gibi "varsayımlara"dayanan kriterler geliştiriliyordu. Özellikle ikinci ölçü 1999 Ekimi'nde belirlenen "Genişleme Stratejisi" ile örtüşmektedir. Yeni düzenleme ile, aday ülkenin istenilen bütün şartları yerine getirse bile, AB içinde sorun yaratıyorsa, üyeliğe alınmaması karara bağlanmıştır. Daha önce de işaret edildiği gibi bu Türkiye için hayatî önemde bir maddedir. AB için sorun ifadesi çok geniş bir kavram olduğundan, bunun içine her türlü gerekçeyi koymak mümkündür. 
Tekrar tekrar vurguluyoruz: Bugün Türkiye'nin önüne konan Kopenhag Kriterleri tümüyle Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırlanmıştır. Demirperdenin eski ülkelerinin sosyal, siyasî ve ekonomik durumlarına göre belirlenen kriterlerin Türkiye gibi büyük, özellikle de yıllarca terörle mücadele eden bir ülke tarafından da aynen kabul edilmesi istenmektedir. Kriterlere temel oluşturan ülkelerin hiçbirisinde terör hadisesi yaşanmamıştır. Bu farklılık bile tek başına önemlidir. 
Kaldı ki, AB, söylediği gibi bu ülkeler ile Türkiye'ye eşit şartlarda yaklaşmamaktadır. Çünkü AB üyesi devletler 1993'de Kopenhag Avrupa Konseyi'nde, yani kriterleri belirledikleri toplantıda, "Orta ve Doğu Avrupa'daki ülkeler istedikleri takdirde AB'ye üye olabilirler" diyerek, bu ülkelere bir anlamda garanti vermişlerdir. AB, bu ülkeler için "ortak ülke" ifadesini kullanmaktadır. Aynı yaklaşım Türkiye için sözkonusu değildir. AB Komisyonu'nun, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırladığı 2000 Yılı İlerleme Raporu'nda aynen şöyle denilmiştir: 
"1993 yılında Kopenhag Avrupa Birliği Konseyi, `İsteyen Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler Birlik üyesi olacaklardır. Katılma, bir ülke ekonomik ve siyasal koşulları yerine getirerek üyelik yükümlülüklerini üstlenmeye hazır olur olmaz gerçekleşecektir.' şeklindeki tarihi sözü verdi. En yüksek düzeyde yapılan bu siyasal beyan, yerine getirilecek ciddi bir sözdü." 
Uygulamadaki gerçek duruma bakarsak; 1998'de 6 ülke ile katılım müzakereleri başladığı, diğer 6 ülke ile de 15 Şubat 2000'de başlaması kesinleştiği halde, Avrupa Komisyonu Ekim 1999'da Avrupa Konseyi'ne şu tekliflerde bulunmuş, söz konusu teklifler Helsinki Avrupa Konseyi'nde onaylanmıştır: 

• Bulgaristan'la müzakerelerin açılması, Bulgar yetkililerin 1999 yılı sona ermeden önce, Kozloduy nükleer enerji tesisinin 1-4 numaralı ünitelerinin kabul edilebilir kapanış tarihleri konusunda karar almaları ve ekonomik reform sürecinde kaydedilen önemli gelişmenin teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır. 
• Romanya için müzakerelerin açılması, Romen yetkililerin 1999 sonundan önce çocuk bakım kurumları için yeterli bütçe kaynağının sağlanması ve yapısal reform uygulanması için etkin önlem alınacağına ilişkin duyurularının teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır; müzakerelerin açılması ayrıca, makroekonomik durumla ilgili uygun önlemlerin alınmış olacağı beklentisiyle, müzakereler resmen açılmadan önce ekonomik durumla ilgili yeni bir değerlendirme yapılması koşuluna da bağlıdır.
• Her aday ülke ile ard arda açılacak müzakere konusu bölümlerin sayısı ve niteliği AB tarafından, ayırt etme ilkesi uygulanarak, bir başka deyişle, her aday ülkenin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde üyeliğe hazırlanmada kaydettiği gelişme tam olarak dikkate alınarak belirlenecektir.


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***