1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 12


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 12


İlerleme Raporlarında Kıbrıs Nasıl Ele Alınmıştır? 

İlk üyelik müracaatımıza red cevabının verildiği 1989 yılında Kıbrıs konusu şöyle değerlendirilmiştir; 

"Kıbrıs'taki durum dikkate alınmazsa Türkiye'nin katılmasının politik yönlerine ilişkin bir inceleme eksik olurdu. Burada söz konusu olan, Birleşmiş Milletler'in ilgili kararlarına uygun olarak, Kıbrıs'ın birliği, bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüdür." 

Sonraki gelişimi diğer raporlardan takip edersek; 

1998 İlerleme Raporu: Türkiye 1974'den beri Kuzey Kıbrıs'ı işgal altında tutmakta ve yaklaşık olarak 35 bin kişilik bir ordu bulundurmaktadır. 1983 yılında adanın bu kesimi bağımsız bir cumhuriyet olduğunu ilan etti. Türkiye dışında uluslararası toplum bu devleti tanımamıştır. Muhtelif BM kararları Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye tarafından işgalini ve Kıbrıs Cumhuriyetini kuran antlaşmalara aykırı olarak işgal altındaki kesimde bir bağımsız cumhuriyetin tek taraflı ilanını kınamış ve mevcut durumun kabul edilemez olduğunu belirtmiştir. 

27 Ocak 1997'de Denktaş ve Cumhurbaşkanı Demirel, Kuzey Kıbrıs'ın kademeli olarak Türkiye ile bütünleşmesi hakkında ortak bir açıklama yaptılar. Bu açıklama AB'nin Kıbrıs ile katılım müzakereleri başlatma kararını tarihsel bir hata olarak kınıyordu ve AB'ye tek taraflı üyelik yolunda Rum yönetimi tarafından atılan her adımın KKTC ve Türkiye arasındaki bütünleşme sürecini hızlandıracağını belirtiyordu. Temmuz ayında Türkiye ve Kuzey Kıbrıs ekonomik ve malî bütünleşme, güvenlik, savunma ve dış politika alanlarında kısmî bütünleşme sağlamak için gerekli tedbirleri oluşturmakla görevli bir ortaklık konseyi kuran bir ortaklık anlaşması imzaladılar. Komisyon Türkiye tarafından alınan tedbirlerin AB'nin onayladığı ilgili BM kararlarında ifadesini bulan uluslararası hukuk ile bağdaşmadığı görüşündedir. (Kıbrıs'ın hukukî statüsünü diğer bölümlerde anlatmıştık. Uluslararası hukuku tanımaz bir tutumla Rum Kesimi'nin üyelik başvurusunu kabul eden AB, BM kararlarını da, Garanti Antlaşmaları ve Kıbrıs Anayasasının üzerinde tutmaktadır.) Komisyon BM Güvenlik Konseyinin ve AB'nin tam desteğiyle BM Genel Sekreteri tarafından yürütülen iyi niyet misyonunun ilgili tüm taraflarca aktif şekilde desteklenmesi gerektiğine inanmaya devam etmektedir. Komisyon, Kıbrıs Türk toplumunun garantörü olarak Türkiye'nin esas olarak iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyon kurulmasına dayanan ilgili BM kararlarına uygun biçimde Kıbrıs sorununa âdil ve hakça bir çözüm bulunması için özel ilişkisini kullanması gerektiğine inanmaktadır. (AB aynı şeyi diğer garantör ülkeler Yunanistan ve İngiltere'den istememiştir.) 

1999 İlerleme Raporu- Bay Denktaş ve Bay Ecevit tarafından yayınlanan 20 Temmuz 1999 tarihli ortak bildirgenin gösterdiği gibi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs aralarındaki ilişkileri en yüksek düzeyde bütünleme hedefiyle uyumlu olarak geliştirmeyi öngörmektedirler. Bir garantör olarak Türkiye G-8'in davetiyle başlatılan BM süreci çerçevesinde iki tarafı bir araya getirmek için güçlü taahhüt göstermelidir. Türkiye tüm tarafların meşru çıkarlarını dikkate alan kapsamlı bir çözüme varmak için bu çerçevede aktif ve yapıcı bir rol oynayabilir. 1996 yılında AİHM, Kuzey Kıbrıs'taki emlâkına erişim imkânından mahrum edilmiş olan bir Kıbrıslı Rum kadının (Bayan Loizidou) davasında Türkiye aleyhine bir karar aldı. Temmuz 1998'de aldığı ikinci bir kararla mahkeme davacı lehine parasal tazminat hükmetti ve tazminatı ödemesi için Türkiye'ye Ekim 1998'e kadar süre tanıdı. Türkiye bugüne kadar söz konusu arazinin Türkiye'de değil KKTC'de bulunduğu gerekçesiyle mahkemenin kararına uymamıştır. Nisan 1999'da Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Başkanı Türkiye'nin mahkeme tarafından belirlenen tazminatı ödemekle yükümlü olduğunu hatırlatmıştır.

2000 İlerleme Raporu- Helsinki'de 10 ve 11 Aralık 1999 tarihlerinde yaptığı toplantıda Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık'ta New York'ta Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması amacına yönelik görüşmelerin başlatılmasını memnuniyetle karşıladı ve BM Genel Sekreteri'nin süreci başarılı bir sonuca bağlama çabaları için güçlü desteğini ifade etti. Cenevre'de 2000 yılının Şubat ve Temmuz aylarında, özlü konulara ilişkin anlamlı bir görüşme olmaksızın, ikinci ve üçüncü tur dolaylı müzakereler yapıldı. Eylül ayında New York'ta dördüncü bir tur düzenlendi. BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı De Soto, bu turda iki tarafın özlü tartışmaya girdiklerini bildirdi ve bunu "ileriye doğru niteliksel bir adım" olarak tanımladı. Masaya, dört temel konu olan toprak, mülkiyet, güvenlik ve anayasa konularında fikirler koymuş olduğunu söyledi, fakat bu fikirlerin bu aşamada resmî teklifler olmadığını vurguladı. Bundan sonraki görüşme turunun Cenevre'de Kasım ayı başında yapılması öngörülmüştür. Türkiye, bir garantör olarak, Kıbrıs sorununa Birleşmiş Milletler himayesi altında kapsamlı bir çözüm bulunması için her gayreti göstermeye devam etmelidir. 

Türkiye'nin, kuzeydeki mülküne gitmesine engel olarak, Loizidou adlı bir Kıbrıslı Rum'un haklarını sürekli olarak ihlal etmiş olduğu yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği karar gereğince, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Temmuz 2000'de bu konuda ikinci bir ara karar kabul etti. Bu ara kararda, Bakanlar Komitesi, "bir yüksek âkit tarafın Mahkemenin kararını yerine getirmemesinin daha önce hiç görülmemiş bir şey olduğunu" vurguluyor, "Türkiye'nin Mahkemenin kararını yerine getirmeyi reddetmesinin, onun uluslararası yükümlülüklerine açıkça aykırı olduğunu" beyan ediyor ve "Türkiye'nin, daha fazla gecikmeksizin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 28 Temmuz 1998 tarihli kararına tam olarak uymasını" ısrarla talep ediyordu.

Kıbrıslılar (Rumlar kastediliyor) tarafından Türkiye aleyhine açılan ve halen İnsan Hakları Mahkemesi önünde bulunan 150-200 kadar benzer dava olduğu tahmin edilmektedir. 

2001 İlerleme Raporu- Güçlendirilmiş siyasî diyalog çerçevesinde AB temsilcileri, Kıbrıs ile katılım müzakerelerinin sonuçlanması öncesinde bir çözüme varılması için fırsat penceresinden yararlanmaya, Kıbrıs Türk lideri teşvik etmesini Türkiye'den istediler. Böylece bir siyasal çözüm temelinde Kıbrıslı Türkler AB üyelik müzakerelerine katılabilirler ve tarafların çıkarlarını yansıtan böyle bir uzlaşmanın sonuçları AB'ye katılım düzenlemelerine yansıtılabilir. 

İlerleme Raporlarında İnsan Hakları Konusu Nasıl İşlenmiştir? 

Türkiye'nin ilk tam üyelik başvurusuna 1989 yılında verilen cevapta insan hakları en son sıralarda yer almış ve "İnsan hakları alanında ve azınlıkların kimliğine saygı konusunda son zamanlarda bazı gelişmeler olmakla beraber, bunlar henüz bir demokraside olması gereken düzeye ulaşmamıştır." denilmekle yetinilmiştir. 

Sonraki yıllarda bu konudaki değerlendirmeler şöyle olmuştur;

1998 İlerleme Raporu: Türkiye ile ilgili ilk düzenli raporun hazırlandığı 1998 yılında siyasî kriterlerin ilk sıraya konmasıyla birlikte 1989 tarihli yukarıdaki görüşe atıfta bulunulduktan sonra Avrupa Komisyonu'nun Gündem 2000 belgesindeki şu değerlendirme rapora aynen aktarılmıştır: 

"Türkiye'nin kişi haklarını ve ifade özgürlüğünü destekleme konusundaki sicili, AB'deki standartların hayli gerisindedir. Güneydoğu'daki terörizm ile mücadele ederken Türkiye itidal sergilemeli, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı göstermek için daha fazla çaba harcamalı ve askerî değil, sivil bir çözüm bulmalıdır. 

Devam eden işkence, kaybolma ve yargısız infaz olayları hükümetin bu tür şeylere son vermeye kararlı olduğunun resmî ağızlardan defalarca beyan edilmesine rağmen resmî makamların, güvenlik kuvvetlerinin faaliyetlerini izleme ve kontrol etme yeteneğinin sorgulanmasına neden olmaktadır. 

Türkiye'nin güneydoğuda karşı karşıya olduğu sorunun ölçeğinin bilincinde olmakla beraber Birlik, terörizme karşı mücadelenin insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne gereken saygı ile yürütülmesi gerektiğini vurgular ve politik bir çözüm için çağrıda bulunur. Dolayısıyla Avrupa Konseyi'nin ve AGİT'in bir üyesi olarak Türkiye'nin taahhütlerini yerine getirmesi zorunludur.(Burada AGİT kararlarına uymayan AB'nin kendisidir. AGİT'in bütün metinleri ülkelerin toprak bütünlüğünü esas almaktadır. Terör örgütünün Güneydoğu'da bağımsız bir Kürdistan devleti kurmayı amaçladığını kabul eden AB'nin, AGİT'in kararlarına rağmen Türkiye'yi suçlaması dikkat çekicidir.) AB'nin Türkiye'nin ve bölgedeki tüm ülkelerin toprak bütünlüğünü desteklediği ve terörizmi kınadığı konusunda Türkiye'nin hiçbir şüphesi olmamalıdır.

İfade özgürlüğü tam olarak teminat altına alınmamıştır ve çok sayıda kısıtlamaya tabidir. Not edilmelidir ki medenî ve siyasî hakların ihlal edilmesi vakalarının çoğu, şu veya bu şekilde hükümetin ve ordunun ülkenin güneydoğusundaki sorunlara gösterdikleri tepkiyle bağlantılıdır."

1999 İlerleme Raporu- Raportörlerin hazırladığı bilgi raporu ülkedeki mevcut durumun bir analizini içermekte ve şu alanlarda yoğunlaşmaktadır: İşkence ve kötü muamele uygulamaları, hukuk devleti, ifade özgürlüğü, hapisteki eski DEP milletvekilleri, anayasal reform ve Kürt kökenli Türk vatandaşlarının haklarına saygı. Raportörler durumun iyileştirilmesi için Türk makamlarına tavsiyelerde de bulunmaktadır.

2000 İlerleme Raporu- Ağustos 2000'de, Türkiye insan hakları sahasında iki önemli uluslararası belgeyi imzaladı: Siyasî ve Medenî Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi. Yakında başlaması beklenen TBMM'deki onay süreci, bu sözleşmelerin herhangi birinde yer alan spesifik hükümlere herhangi bir spesifik çekince konulup konulmadığını gösterecektir. Ancak, ölüm cezasının kaldırılması hakkında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ek 6 numaralı protokol ve Her Türden Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi dahil, Türkiye'nin henüz katılmamış olduğu bazı önemli insan hakları belgeleri vardır. Türkiye, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi'ni ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü de imzalamamıştır.

AB, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin orta vadeli öncelikleri arasında BM'nin Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin onaylanması şartı bulunmaktadır. Türkiye her iki sözleşmeyi de çekince koyarak imzalamıştır. Ancak Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'ni AB üyesi olan Yunanistan imzalamamış, Fransa da bizim gibi çekince koymuştur. Kendi üyelerine bile imzalatamayan ya da çekince konulmasına cevaz veren AB'nin, Türkiye'yi böyle bir şart koşması, çekince konulup konulmayacağını da merak etmesi hem dikkat çekicidir hem de çifte standarttır. 

2001 İlerleme Raporu- İşkence ve kötü muamele kökü kazınmış olmaktan uzaktır. Türkiye cezaevi sisteminde önemli bir reform yapmaya hazırlanmakta olsa da cezaevi koşulları düzelmemiştir. İfade, örgütlenme ve toplantı özgürlükleri hâlâ sürekli olarak kısıtlanmaktadır.

İlerleme Raporlarına Sanal Azınlıklar Nasıl Girdi?

Kürtler Azınlık mıdır?

Türkiye'nin uluslararası anlaşmalar ile kabul edilmiş, millî azınlıkları vardır ve bunların kim oldukları bellidir. Buna rağmen AB, ısrarlı bir biçimde özellikle de Lozan Antlaşması'nı tanımaz bir tutum içinde, bu ülkenin aslî vatandaşlarını azınlık gösterme gayreti içine girmiştir. İlk etapta Kürt vatandaşlarımız üzerinde duran AB, daha sonra bunu diğer vatandaşlarımıza da yaygınlaştıracağının işaretlerini vermektedir. İşte AB'nin ilerleme raporlarının satır aralarında "sanal azınlıklar yaratma" stratejisi: 

1998 İlerleme Raporu: (İnsan hakları ve Azınlıkların korunması başlığı altında) Türkiye Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşmeyi imzalamamıştır. 

Türkiye'nin nüfusu 62 milyondan fazladır. Bu rakamın içinde bilgi kaynağına bağlı olarak 8-15 milyon arasında olduğu tahmin edilen Kürt kökenli bir nüfus da vardır. Lozan antlaşmasına göre Türk devleti resmen üç azınlığı tanımaktadır. Ermeniler (50.000), Museviler (25.000) ve Rumlar (5.000). Bu azınlıklar kendi kiliselerini, okullarını ve hastanelerini serbestçe yönetirler. Resmen tanınan bu üç azınlığın mensupları yetkili makamlara kayıt yaptırmakla yükümlüdürler. Bu azınlıkların üyelerinin kimlik kartlarında onların mensubiyetleri belirtilirdi. İçişleri Bakanlığında azınlıklar ile ilgilenen bir daire vardır. Anayasa Kürtleri ulusal, ırksal veya etnik bir azınlık olarak tanımaz. Kürt kökenli vatandaşların politik ve ekonomik hayata katılmaları önünde hukukî engeller yoktur fakat açıkça veya politik olarak etnik kimliklerini öne süren Kürtler taciz edilme veya takibata uğrama riskine girerler (Cumhurbaşkanı Özal, Kürt olmakla övünmüştü). Kürt nüfusun çoğunluğu ülkenin güneydoğusunda yaşar. Bu bölgede, 10 yıldan daha uzun bir süredir Türk hükümeti güneydoğu Türkiye'de bağımsız bir Kürdistan devleti kurma amacını güden ve terörist yöntemler kullanan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile silahlı çatışma içinde olmuştur. Bu durumun doğrudan bir sonucu olarak Türk güvenlik güçleri tarafından işlenen insan hakları ihlalleriyle birlikte köylerin geniş ölçekte zorla boşaltıldığını ve tahrip edildiğini gösteren kanıtlar vardır. 

Türkiye'deki durumun izlenmesi çerçevesinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi, üye ülkelerin yükümlülük ve taahhütlerinden sorumlu Komitenin, Kürt azınlığı konusunu araştırmasını istedi. Türkiye'de Lozan Antlaşması çerçevesinde resmen tanınan azınlıklara ve bu antlaşmanın kapsamı dışında kalan azınlıklara yapılan muamele açısından hukukî ve fiilî bir farklılık vardır. Türk makamları bir Kürt azınlığın varlığını tanımamakta, onları Kürt kökenli Türkler olarak telakki etmektedir. Kürtler Türkiye'nin her yerinde bulunur fakat esas olarak güneydoğuda yoğunlaşmıştır. Ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı bir konumdadırlar ve olağanüstü halin yürürlükte olduğu illerde devam eden terörist eylemlerin tüm sonuçlarını, medenî ve siyasî hakların normal kullanımı üzerinde olağanüstü halden kaynaklanan kısıtlamaları yaşamaktadırlar. Bu bağlamda Türkiye güneydoğu sorununa siyasî ve gayrı askerî bir çözüm bulmalıdır. Bugüne kadar görülen esas itibariyle askerî yaklaşım insanî ve malî açıdan maliyetlidir ve bölgenin sosyal ve ekonomik gelişmesine engel olmaktadır. Ayrıca bu yaklaşım Türkiye'nin uluslararası imajına da zarar vermiştir. Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir.

AB'nin bu ilerleme raporunun ciddi bir analizi gerekmektedir. Öncelikle görüldüğü gibi alenî bir biçimde çoğunluğa mensup bazı vatandaşlarımız "azınlıkların korunması" başlığı altında ele alınmış, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi'nin raporuna atıf yapılmış olsa da "Kürt azınlığı" ifadesi açıkça kullanılmıştır. Lozan kapsamında olanlar ve olmayanlar şeklinde bir ayırıma gidilmiştir. Kürt vatandaşlarının yoğun olarak Güneydoğu'da bulunduğu iddia edilmektedir. Oysa, AB'nin Karen Fogg'dan önceki Türkiye Temsilcisi Lake, ileride detaylı olarak ele alınacak Türkiye raporunda, Kürt vatandaşlarımızın yurdun her tarafında bulunduğunu özellikle de İstanbul'da yoğunlaştığını belirtmiştir. Bölgenin ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı olduğu doğrudur, ancak yurdun birçok bölgesi aynı durumdadır. Diğer bölgeler üzerinde durulmaması dikkat çekicidir. Kaldı ki, bölgenin son yıllardaki gerilemesinde Avrupa destekli PKK terörünün büyük etkisi olmuştur. Ancak AB, bu gerçeğe hiç değinmemektedir. Teröre verdiği desteği unutan AB'nin, terörle mücadelenin maliyetli olduğuna işaret ederek, soruna siyasî ve gayrı askerî çözüm bulunmasını istemesinin sebebi Türkiye'yi düşünmesi değil, terör hareketinin siyasallaşma zamanının gelmesidir. Ayrıca, diğer aday ülkelerin temel sorunlarını gidermeleri için malî desteğini esirgemeyen AB, Güneydoğu için aynı şeyi düşünmemiştir. Bu tür sorunların temelinin ekonomik sıkıntılar olduğunu elbette AB de biliyor. Ancak sadece teröristbaşının idam cezasının onaylanmasından sonra "rüşvet" kabilinden yardım teklifinde bulunmuştur. Rapordaki, "Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir." şeklindeki ifade, siyasallaştırma çağrısı olduğu gibi, sonraki yıllarda açıkça gündeme getirilecek olan Kürtçe yayın ve eğitim taleplerinin de altyapısı niteliğindedir.

Bu sebeple, diğer yıllardaki raporlarda yer alan ifadeleri de aynen aktarmak istiyoruz;                

1999 İlerleme Raporu- Avrupa Konseyinin üye devletlerince yükümlülüklerin ve taahhütlerin yerine getirilmesi komitesi Ocak 1999 raporunda şöyle diyordu: Önemli nokta şudur ki böyle herhangi bir grup (Kürt kökenli Türk vatandaşları) şimdi iki önemli Avrupa Konseyi sözleşmesinde açıkça ve makul biçimde tarif edilen durumlarda ve şartlar altında kendi doğal dillerini ve kültürel geleneklerini kullanma ve sürdürme fırsatına ve bunun için gerekli maddî kaynaklara sahip olmalıdır. Bu iki önemli sözleşme şunlardır: Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri için Avrupa Şartı ve ayrıca Ulusal Azınlıkların Hakları Üzerine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol hakkında genel kurul tavsiyesi. (AB, Kürt vatandaşlarımızın azınlık olduğuna karar vermiş ve imzalamadığımız sözleşmeleri dayanak yaparak, haklarını istemektedir. Buradaki "maddî kaynaklara sahip olmalıdır" ifadesi ayrıca çok dikkat çekicidir.) 

2000 İlerleme Raporu- Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi'ni henüz imzalamamıştır ve Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. 

Türkiye'nin, kültürel bir kimliğe ve ortak geleneklere sahip herhangi bir etnik grubu "ulusal azınlık" olarak kabul etmeye istekli olup olmamasından bağımsız olarak, bu tür grupların mensupları, hâlâ açıkça bazı temel haklardan yoksun bırakılmaktadır. Ana dillerinde yayın yapma, ana dillerini öğrenme veya ana dillerinde eğitim alma hakkı gibi, etnik kökenleri ne olursa olsun bütün Türklerin sahip olması gereken kültürel haklar garanti edilmiş değildir Ayrıca, bu vatandaşlara, bu konulardaki görüşlerini ifade etme fırsatları verilmemektedir. Kürt Kökenli Türk vatandaşlarıyla ilgili olarak, Türk devletinin, Kürt taraftarı görüşlerin ifade edilmesine karşı canlı bir şekilde mücadele ettiği belirtilmelidir. Şubat ayında, Kürt taraftarı HADEP'e mensup olan güneydoğudaki üç belediye başkanı, PKK ile bağlantılı olmakla suçlandı ve hapsedildi. Aynı ayda, HADEP'li 18 yönetici, Öcalan'ın yakalanmasını müteakip açlık grevleri başlattıkları için, 3 yıl 9 ay hapis cezasına mahkûm edildiler. Son Düzenli Rapor'dan bu yana, olağanüstü hal bölgesinde çeşitli gazete ve dergiler yasaklandı ve bazı Kürt taraftarı dernekler kapatıldı. Geçen yıla kıyasla, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin durum, özellikle etnik kökene bakılmaksızın bütün Türkler için kültürel haklardan yararlanma söz konusu olduğunda, iyileşme göstermemiştir. Nüfusun ağırlıklı olarak Kürt olduğu güneydoğuda durum pek fazla değişmemiştir.

2001 İlerleme Raporu- Kültürel bir kimliğe ve ortak geleneklere sahip etnik grupların mensuplarının kendi dilsel ve kültürel kimliklerini ifade edebilme imkânlarında herhangi bir iyileşme olmamıştır. Türkiye ulusal azınlıkların korunması için Avrupa Konseyi çerçeve sözleşmesini imzalamamıştır. Ve 1923 Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. 

İlerleme Raporlarında İdam Cezası ve Terörist başı Arasında Nasıl Bir Bağlantı Kurulmuştur?

Uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde idam cezasının nasıl düzenlendiğini ve Türkiye'de bu konuda yapılan Anayasa değişikliğini detaylı olarak anlatmıştık. AB, 1999 yılına kadar ülkemizde idam cezalarının 1984 yılından bu yana uygulanmıyor olmasını takdir ediyordu ve gündemin ilk maddelerinden birisi değildi. Ancak teröristbaşının yakalanması ve idam cezasına çaptırılması ile birlikte bu da, Türkiye'nin önüne öncelikle getirilen konulardan birisi oldu. Terörü kınayan ancak Türkiye'nin Güneydoğu'sunda ya da yine AB'nin ifadesiyle "Doğu Türkiye"de bağımsız bir Kürdistan devleti kurmayı amaçladığını kendisinin de kabul ettiği bölücü terör örgütünün faaliyetleri için "meşru çıkarlar" ifadesini kullanabilen Birliğin, özellikle teröristbaşının yakalanmasından sonra  ülkelerinde meydana gelen gösteriler karşısında nasıl paniklediğini de raporlarında görmek mümkün. 15 yıl boyunca ülkeyi kan gölüne çeviren örgütün benzeri eylemleri kendi ülkelerinde yapması halinde AB, acaba "meşru çıkarlar" diyebilecek miydi? AB'nin bu konudaki politikasını yine raporlarından takip edelim;   

1998 İlerleme Raporu- Türkiye ölüm cezasını mevzuatında tutmaya devam etmektedir fakat bu ceza 1984'den beri uygulanmamıştır. 

Türkiye Aralık 1996'da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesini ihlal etmekten mahkûm edildi. Halen TBMM Adalet Komisyonu önünde olan ceza kanunu tasarısı ölüm cezasını Türk hukukundan kaldıracaktır. 

1999 İlerleme Raporu: AB-Türkiye ilişkileri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tutuklanması ve yargılanmasından ve 29 Haziran 1999'da Ankara DGM'ce ölüm cezasına mahkûm edilmesinden de etkilenmiştir. Öcalan operasyonu kısa bir süreyle de olsa bazı AB ülkelerinde şiddetli PKK gösterilerine ve Türkiye'de terörist eylemlere yol açtı. Bu bağlamda AB, 22 Şubat 1999 tarihli Genel İşler Konseyi toplantısında aşağıda verilen açıklamayı yaptı: "AB terörizmin tüm biçimlerini kınadığını tekrar eder. Terörizme karşı meşru mücadele insan haklarına hukukun üstünlüğüne ve demokratik kurallara tam saygı içinde yürütülmelidir. Meşru çıkarlar, şiddet yoluyla değil, politik bir süreç yoluyla ifade edilmelidir."

AB, Abdullah Öcalan'ın tutuklanmasının ölüm, rehin alma, yıldırma ve yaygın tahribat ile sonuçlanmış olan kitlesel kargaşa ve şiddet eylemlerine yol açmış olmasını çok büyük esefle karşılamaktadır. Bu tür şiddet eylemlerinin kabul edilemez ve hiçbir şart altında hoş görülemez olduğu şeklindeki görüşünü tekrar ifade eder. AB, Türk hükümeti tarafından verilen Abdullah Öcalan'ın âdil biçimde yargılanacağı güvencesini kaydeder. Bu güvencenin kendi seçtiği avukatlara erişim imkânıyla ve uluslararası gözlemcilerin davaya kabul edilmesiyle birlikte bağımsız bir mahkeme önünde hukukun üstünlüğüne uygun bir açık yargılama ve âdil ve düzgün muamele anlamına gelmesini bekler. Ölüm cezasına karşı olduğunu bir kez daha vurgular. 

AB, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tamamen destekler. Aynı zamanda Türkiye'nin sorunlarını insan haklarına ve demokratik bir toplumda, hukukun üstünlüğüne tam saygıyla, politik yollardan ve Avrupa Konseyinin bir üyesi olarak taahhütlerine uygun biçimde çözmesini bekler. Bu bağlamda terörizme karşı mücadeleyi politik çözümler arayışından ayırmaya ve uzlaşmayı teşvik etmeye yönelik tüm sahici çabaları memnuniyetle karşılar. Bunu desteklemek için AB devamlı malî yardım dahil katkıda bulunmaya hazırdır. [Yıllardır verilmeyen malî yardımlar birdenbire teröristbaşı sayesinde hatırlanır. (S.S.)]

Abdullah Öcalan'ın yargılanması basının ve bazı yabancı temsilcilerin de bulunmasıyla Ankara DGM önünde 31 Mayıs 1999'da başladı. Davada asamblenin bulunmasını sağlamaya yönelik Avrupa Konseyi özel komitesine göre yargılama prosedürü "esas olarak düzgün ve ilgili Türk mevzuatına uygun görünmektedir..." diğer yandan Uluslararası Af Örgütü yargılama öncesi tutukluluk süresinde ve yargılama boyunca âdil yargılama standartlarının ihlal edilmiş olduğu görüşündeydi. 

29 Haziran 1999'da DGM tarafından Öcalan'a karşı ölüm cezası verilmesini AB'nin tepkileri izledi. AB başkanlığı 29 Haziran 1999 tarihli açıklamasında Türkiye'nin son 15 yıldan beri hep aynı kalmış olan teamülü izleyeceğini ve Öcalan aleyhine ölüm cezasını infaz etmeyeceği "ümidini" ifade etti. Yeni seçilen Avrupa Parlamentosu da 22 Temmuz 1999 tarihli bir kararda, Türk makamlarına cezayı infaz etmeme çağrısında bulundu.   

Öcalan aleyhindeki ölüm cezası Türk Yargıtay'ı önünde temyiz edilmiş olup, cezanın infaz edilmesi için parlamento tarafından onaylanması gerekecektir. 

Mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından tasdik edilirse AİHM önünde temyiz edilebilir. (AB, bir yandan Türkiye'de yargı bağımsızlığını isterken, öte yandan bu ifadelerinde de görüldüğü gibi yargıya müdahale etmekten, teröristbaşına bundan sonra ne yapması gerektiği konusunda yol göstermekten çekinmemektedir.)

Son zamanlarda Öcalan davasıyla ilgili olarak ölüm cezası sorunu Türkiye'de ve Türkiye dışında önemli bir tartışma konusu olmuştur. Öcalan vatana ihanet ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bir kısmını ayırmayı istemekten suçlu bulundu ve ölüm cezasına mahkûm edildi. Böyle bir cezanın uygulanmasının Türkiye'de ölüm cezasının kaldırılması için sarfedilen önemli çabayı etkisiz kılacağı açıktır. Bu bağlamda Parlamentonun gündeminde olan TCK tasarısında ölüm cezasının kaldırılmasının öngörüldüğü hatırlanmalıdır. 

2000 İlerleme Raporu- Ölüm cezası hâlâ kaldırılmamıştır, fakat bu cezanın infazı üzerine, de facto- moratoryum, Abdullah Öcalan davası dahil, devam ettirilmiştir. Kasım 1999'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, davacı şikâyetlerinin Sözleşme çerçevesinde kabul edilebilirliğini ve esasını incelemeye etkin şekilde devam edebilmesi için, Türkiye'den Öcalan'ın infazını ertelemesini talep etti. Ocak 2000'de, Türk hükümeti, bu davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde sonuçlanmasına kadar infazın geçici olarak askıya alınmasını kabul etti. Ölüm cezasını kaldıracak bir yasanın ne zaman müzakereye sunulacağı konusunda tartışmalar sürmektedir. [AB burada yanılmaktadır. Teröristbaşının dosyasını bekletme kararı hükümete değil, o dönemde üstelik birisi hükümette herhangi bir görevi de olmayan koalisyon ortağı üç partinin genel başkanına aittir. (S.S.)]

2001 İlerleme Raporu- Son Anayasa değişiklikleri insan hakları ve temel özgürlükler alanındaki güvencelerin güçlendirilmesi ve ölüm cezasının sınırlandırılması yönünde anlamlı bir adımdır. Anayasanın değiştirilen 38. maddesi ölüm cezasını terörizm suçlarıyla ve savaş zamanıyla ve yakın savaş tehlikeli durumlarıyla sınırlamaktadır. Terörizm suçlarına ait istisna (herhangi bir çekinceye izin vermeyen) AİHS'ye ek 6 sayılı protokol ile uyumlu değildir. Savaş suçlarıyla ilgili istisna ise 6 sayılı protokol kapsamında caizdir. Değiştirilen bu maddeyi yürürlüğe koymak için Ceza Kanununda değişiklik yapılması gerekecektir. Bu yapıldığında Türkiye'nin AİHS'ye ek 6 numaralı protokolü imzalamak ve onaylamak durumunda olup olmadığını değerlendirmek mümkün olacaktır. Ölüm cezalarının infazı konusunda 1984'den beri devam eden fiilî moratoryum sürdürülmüştür. Abdullah Öcalan davasıyla ilgili olarak Türk makamları AİHM önündeki davanın tamamlanmasına kadar idam kararının infazını ertelemeyi kabul etmişlerdir. 

Türkiye, 2001 yılı sonunda yaptığı Anayasa değişikliği ile idam cezasını kaldırmıştır. Sadece aynen AB ülkeleri gibi istisnaî haller için idam cezasını muhafaza etmektedir. AB ülkelerinden tek farkı, savaş ve yakın savaş suçlarına ilave olarak, terör suçlarını da kapsamasıdır. İnsanların ölmediği yakın savaş durumunda idam cezasına cevaz veren AB'nin, 15 yıl süren, 30 bin insanın ölümüne yol açan, gerçekten istisnaî bir hal olan terörü görmezden gelmesi ve bu suçlarda idam cezasının kaldırılmasını istemesi, ne detayları yukarıda aktarılan uluslararası hukuk kuralları ile BM Antlaşmasına ve ne de ahlaka ve vicdana sığmaktadır.

Kaldı ki, Komiserimiz Bay Verheugen bile, yapılan Anayasa değişikliği için, "Ölüm cezasının terörizm ve savaş durumlarıyla sınırlanması, Avrupa standartlarıyla tam olarak uyumlu olmasa da doğru yönde bir adımdır" değerlendirmesini yapmıştır. (15 Şubat 2002- ODTÜ Konferansı) 

Türkiye gibi sürekli terör tehdidi altında bulunan bir ülkeden bunu yapmasını istemenin iyi niyetle ve insan haklarıyla ilgisi bulunmamaktadır. AB, ülkelerin "özel şartlarını" göz önünde tutmak zorundadır. Bu Ekim 2000'de kendisinin aldığı bir karardır. Ancak diğer ülkelerin "özel şartları" dikkate alınırken, konu Türkiye'ye geldiğinde, "Adaylar arasında hiçbir ayrım yapılmadığı" söylenmektedir. AB'nin "özel şartlarla" ilgili düzenlemesi şöyledir:



13 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder