6 Temmuz 2017 Perşembe

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 2





 “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 2



Beşli Çetenin, yani meslek kuruluşları olarak bugün isimleri bilinen kuruluşların katkısı önemlidir. Yüksek yargının askerin verdiği brifinglere katılıp onları ayakta alkışlaması bunlardan bir tanesidir. Çünkü yargı veya adalet, kendisine telkin edilen, hatta emredilen, empoze edilen işleri yapmaya başlamıştı ve yargı olmaktan çıkmıştı. Maalesef yine üniversiteler ve bir başkaları ellerindeki bütün imkânları ortaya dökmüştü. Bu sefer senaryo farklı açılardan başladı: Sincan’da bir gece, Ali Kalkancılar, telekızlar, Aczimendiler ve onların sokakta yürümesi, “Memleket elden gidiyor, her tarafı bunlar sardı, artık sokağa da çıkamayacağız. ”, başörtüsü meselesi, meslek liseleri ve imam hatip liselerinin kapatılması. 

Bütün bunlar üst üste geldi ve bir gerginlik ortamında, bu işin içerisindeki baş aktör olan Süleyman Demirel – o da şüphesiz çok büyük katkılar sundu - hükümetin istifasını aldı. Hükümeti kurma görevini Çiller’e vermesi gerekiyordu çünkü Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun da katkısıyla çoğunluğun sağlandığını gösteren bir belge verilmişti. Ancak Demirel meseleyi baştan beri takip eden bir kişi olarak yeni bir dönemi başlattı: 

8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, imam-hatip okullarının kapatılması, üniversitelere doğrudan müdahale edilmesi, katsayı farklılığı vs. Bütün 
bunları biraz sonra çok değerli arkadaşlarımız farklı açılardan ele alacaklar. 

O günlerin yaşayan canlı bir tanığı olarak çok üzüldüğümüzü, çok sıkıldığımızı, kendi içerimizde çok kara günler geçirdiğimizi söylemeliyim. 

Çoğu zaman söyledim, tekrar ifade edeyim: “Bu bir darbe miydi, değil miydi?” O zamanlar bütün milletvekilleri lojmanlarda kalıyordu. 

1997’nin Haziran ayında bir darbe olacağı herkes tarafından o kadar güçlü söyleniyordu ki, benim aklımdaki tarih de 12 Haziran’dır, DYP’lilerin en 
az yüzde 60’ı olmak üzere pek çok milletvekili 

- Refah Partililerden bir tanesi bile değil - yurt dışına gitmişti. O tarihte Ankara’da bulunmamak, evlerinden alınıp götürülmemek herkesin kafasına yerleşmişti ancak biz yerimizden kıpırdamadık. 

Bize haber getirenlere “Lojmanımız bu, evimizdeyiz, kim gelecekse bekliyoruz. Biz milletin emanetiyle geldik, bu emaneti başka hiç kimseye de teslim etmeyiz.” demiştik. Allah bizi mahcup etmedi. 12 Haziran’da darbe bekleniyordu ancak 18 Haziran’da Erbakan Hoca istifasını verdi. O dönem bu şekilde sona erdirilmiş oldu. 

Şimdi geldiğimiz nokta, 28 Şubat’ın aslî ve fer’î faillerinden yargı önünde hesap sorma günüdür. Bunun konuşuluyor olması bile beni fevkalade memnun ediyor. Yargının vereceği karar ne olursa olsun, bugün 28 Şubat lanetli bir hale gelmişse, artık bu Türkiye’nin önünün açıldığını gösteren en önemli olaydır. Şimdi çok değerli konuklarımızı buraya davet edip hep beraber onları dinleyelim. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum. 

OTURUM

Bülent Arınç: Değerli katılımcılar, tekrar hoş geldiniz. Panelimize başlıyoruz. 

Hemen yanımdaki Sayın Fehmi Koru’yu hepiniz çok iyi biliyorsunuz, şu anda Star Gazetesi yazarımız. Fehmi Bey’in yanında yer alan Sayın Avni Özgürel, Radikal Gazetesi yazarlarımızdan. Değerli arkadaşımız Yılmaz Ensaroğlu ise SETA’nın Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü. Kendisi geçmişte bir insan hakları örgütünde, MAZLUMDER’de, genel başkanlık yapmış çok değerli bir arkadaşımız. 

Zamanı daha iyi değerlendirmek ve paneli belirlenmiş süre içerisinde bitirebilmek amacıyla şöyle bir formül düşünmüştük: Her arkadaşımıza 
öncelikle 15 dakika net bir süre verelim, bu süre içerisinde düşüncelerini ifade etsinler. Sonra da sizlerden gelecek soruların en azından 2-3 
tanesine her biri cevap versin ve daha sonra da panelimizi bir konuşmayla veya bir kısa değerlendirmeyle kapatalım. Hemen yanı başımda bulunan 




Sayın Fehmi Koru bir gazeteci olarak, bir araştırmacı olarak gerek yurt dışında gerekse yurt içerisinde 28 Şubat Sürecini fevkalade yakından izlemiş, olayın tanığı olmuş arkadaşlarımızdan birisidir. “Silahlı kuvvetlerin zamanı geçti, şimdi bu işte silahsız kuvvetler rol oynamalı” başlıklarını hatırlarsak, 28 Şubat sürecinde etkili olan silahsız kuvvetlerin, yani o zamanki tabir içerisinde TÜSİAD’ın, Türk-İş’in ve ona benzer meslek kuruluşlarının rolleri neydi? Gerçekten 28 Şubat’ı sürükleyen veya tetikleyen büyük bir etki olarak mı görüldüler? 28 Şubat Sürecinde medyada bu sürece katkı sağlandığı iddiaları var. Hatta 28 Şubat’la ilgili yargı sürecinin medya ayağını da, sivil ayağını da kapsaması gerektiğini söyleyenler var. Şüphesiz sadece medyayla ilgili değil; diğer sivil aktörlerin de içerisinde bulunduğu şartları izleyebiliriz. Askerin siyasete müdahalesinde askeri her zaman göreve davet eden sivillerin olduğunu biliyoruz. Askerler bazı konuşmalarında “Nerede kaldınız? Sizi bekliyoruz, gelin memleketi kurtarın.” şeklinde sivil teklif ve davetler aldıklarını söylemişlerdir. Ben Sayın Fehmi Koru’dan medya başta olmak üzere sivil güçlerin veya kuvvetlerin 28 Şubat Sürecindeki rollerini bize kapsamlı bir biçimde anlatmasını rica edeceğim. Sayın Koru, buyurun efendim.

Fehmi Koru: Teşekkür ederim Sayın Başkan. Doğrusu kapının önünden itibaren kendimi 28 Şubat günlerinin medya brifinglerinde, medyanın o brifinglere gösterdiği ilgiye benzer bir hava içerisinde buldum. Kapıda canlı yayın araçları, içeride onlarca meslektaş var. Bizler o dönemde verilen brifingleri akşam televizyonlardan izleyen gazetecilerdendik. Çok sayıda meslektaşımız, onlarca canlı yayın aracı o brifingleri canlı verdiler. Tabii, bugünle o gün arasında 180 derece fark var. Medya içerisinden arkadaşlar bugün buraya gelmeseler herhalde başlarına bir iş gelecek endişesi taşıyor değiller. Bu paneli kendi kitlelerine daha iyi anlatacak şekilde yansıtma amaçlı olarak geldiklerini biliyoruz.

  < 12 Haziran’da darbe bekleniyordu ancak 18 Haziran’da Erbakan Hoca istifasını verdi. O dönem bu şekilde sona erdirilmiş oldu.  Şimdi geldiğimiz  nokta, 28 Şubat’ın aslî ve fer’î faillerinden yargı önünde hesap sorma günüdür. >

Önce “postmodern” tanımıyla başlamak istiyorum. Postmodern tanımını “yumuşak bir darbe”, “aslında darbe de değil de çok başka türlü bir gelişme”yi 
anlatmak için kullanıyorsak bunda yanıldığımız kanaatindeyim. Ben 28 Şubat’ı bildik/klasik 27 Mayıs, 12 Eylül tarzındaki darbelerin biraz daha yumuşatılmış 
şekli olarak değil, tam tersine çok daha kapsamlı, nihai amacı ülkeyi ve toplumu biçimlendirmek olan, sadece askerlerin ön planda görüldüğü ve dolayısıyla 
onların kendilerine ait bir projeyi hayata geçirme amaçlı değil, kendileriyle ortak hareket eden birtakım güçlerle birlikte ülkeyi ve toplumu dönüştürme amaçlı 
bir proje olarak görüyor ve 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e uzanan çizgideki üç darbeden çok daha etkili olduğunu düşünüyorum: Hem kullandıkları malzemeler açısından, hem de amaçları açısından bildiğimiz klasik darbelerden çok daha etkili bir darbe türü olan postmodern darbe.

O dönemde darbecilerin ellerinde bir rapor vardı. Bu raporun varlığından haberdarız. Raporda 2020 yılına geldiğimizde Türkiye’de onların “irtica” olarak vasıflandırdığı, o düşünceye sahip olan kişilerin iktidara geleceği, nüfusun ona göre çoğalmakta olduğu, imam hatip mezunlarının sayılarının arttığı, üniversitelerde başörtülü görüntünün fazlalaştığı ve 2020 yılında artık önlenemez bir biçimde irticai düşüncenin iktidara gelmesi gibi bir beklenti, rakamsal birtakım tablolara da dayanarak yer alıyordu. Böyle bir beklentiyle bu postmodern denilen darbenin temelleri atıldı. 

Burada asker doğal olarak çok ön planda; çünkü askerin söz konusu olmadığı herhangi bir ortamda siyasi sonuç almak mümkün değil. O bakımdan en görünür yerde askerler var. Askerlerin bir komuta zinciri içerisinde hiyerarşik olarak bu darbenin başlatıcısı ve yürütücüsü oldukları belli ama içlerinden bazılarının özel birtakım görevleri üstlenebilecek tarzda ve toplumun başka kesimleriyle de irtibatlı olarak çaba gösterdiklerini hem o günden biliyoruz hem de bugünden geriye dönük değerlendirme yaptığımızda, o dönemle ilgili birtakım ifşaatlar sayılabilecek olan gazetelere yansıyan açıklamalara baktığımızda görüyoruz. “Bin yıl sürecek.” denilen şey, esasen, ordu içerisindeki o çok özel kadro ve onların 
kollarının uzanabildiği çeşitli yerlerde destek aldıkları, zaman zaman belki talimat aldıkları, bazı toplumsal kesimlerle olan işbirliğidir. Öyle zannediyorum ki, kafalarındaki amacı gerçekleştirebilecek kendilerinden yana bir toplum tepkisi görselerdi, gerçekten bin yıl bile sürebileceği düşünülebilecek bir büyük değişimi zorlayacaklardı. Ancak bunu yapabilmeleri için toplumda gerekli ilgiyi göremediler. Göremedikleri için de onların 2020’de bekledikleri türden bir gelişme 2002 yılında gerçekleşmiş oldu. 

Kendilerine göre tespit ettikleri ve mutlaka üzerinden geçilmesini düşündükleri bir yeşil sermaye olayı vardı. İmam hatip liseleri vardı, onun için çaba gösterdiklerini biliyoruz. Başörtülü kızlar meselesi vardı ve ordu içerisine sızdığını, bürokrasi içerisine sızdığını düşündükleri devlet görevlileri vardı. Bunların hepsinin hesabının görülmesi gerektiği kanaatindelerdi ve bunların tek tek üzerine gittiklerini hep beraber yaşayarak öğrendik. Bunu yapabilmeleri için - Bülent Bey’in az önce söylediği gibi - sadece askerlerin kendi aralarında bir kanaate vararak hareketlenmeleri yeterli değil, kendilerine destek verecek birilerine ihtiyaçları var. Birdenbire iş dünyasından örgütlerin harekete geçtiğini görüyoruz. “Beşli çete” kendilerinin koydukları bir isim. Ben o zaman onlardan bahsetmem gerektiğinde “Mahşerin Beş Atlısı” diye bahsediyordum. Gerçekten 
de bir araya gelmeleri düşünülemeyecek bir çete örgütlenmesi idi. Mesela Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonuyla Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun aynı grup içerisinde yer alması ve hepsinin de karşılarına hükümeti getirecek tarzda bir kamuoyunu aydınlatma görevini kendiliğinden üstlenmeleri, her akşam televizyonlara çıkarak birlikte açıklamalar yapmaları, hükümeti devirmek için çeşitli yerlerle aleni temaslarda bulunmaları pek alıştığımız bir şey değil. DİSK ile TİSK’in birbirleriyle çıkar çatışmaları olduğunu biliyoruz ama ilk defa olarak bu “Beşli Çete” içerisinde birlikte hareket ettikleri görüldü. Odalar Birliği de orada idi ancak TÜSİAD görünürde yoktu. Bununla birlikte, TÜSİAD’la irtibatlı başka bir gruplaşmanın, o dönemde TÜSİAD deyince aklınıza gelebilecek olan en belirgin isimlerin içinde yer aldığı bir grubun sık sık Ankara’ya gelip aslanlı kapıdan içeriye girdiği, orada askerlere bazı fikirlerini aşıladıkları biliniyor. Bunlar sadece duyum değil. O grubun içinden biriyle samimi bir sohbet ortamında o isimler ve neler konuşulduğu anlatıldığı için ben ayrıca birebir fikir sahibiyim. Olayın bir de medya boyutu var.

Bütün bunlardan bahsederken, aslında Süleyman Demirel’i unutmamak lazım. Ama artık o herkesin kafasında 28 Şubat sürecinin mimarı olarak geçtiği için fazla üzerinde durmak istemiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum: Süleyman Demirel, bu süreci belki de askerlerin zihnine yerleştiren isimdir. 1996 yılının başından itibaren adım adım arzu ettiği istikamette olayların gelişmesini sağlamak için özel çaba göstermiştir. Size bir soru sorarak zihinlerinizi tazelemekte yarar var. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) en son şu sıralarda ne zaman toplandı? Herhalde bu sorunun cevabını sadece Bülent Bey bilebilir, katıldığı için: Birkaç gün önce. Niye hatırlamıyoruz diğerlerimiz? Çünkü hiçbir şekilde gazetelerde artık ayrıntılı olarak MGK toplantılarına yer verilmiyor. Birer cümleyle veya birer paragrafla “Şunu görüştüler.” diye bilgi sunuluyor. Hâlbuki 
Süleyman Demirel’in Ocak 1996 başından itibaren başlattığı süreç içerisinde, onun zorlamasıyla, daha 28 Şubat 1997 MGK’sı ufukta bile görünmezken, 
“Milli Güvenlik Kurulu toplantıları önemlidir, mutlaka orada neler konuşulduğuna bakın.” diye onun ilgilendirmesiyle MGK odaklı bir darbe gerçekleştirilebildi sonradan. Bunu hatırlatmak istiyorum. 

Medya ise, özellikle iş dünyasının var olduğu bir ortamda ve medya patronlarının da mutlaka içerisinde yer aldığı bir gruplaşmada, zihinleri işgal etme ve yönlendirme görevini üstlenmiş olmak zorunda. Nitekim Google arama motoruna “28 Şubat’ın gazete manşetleri” diye yazdığınızda karşınıza yüz kadar manşet görüntüsü çıkıyor. “Silahsız kuvvetler artık devreye girsin”den, “Gerekirse silah da kullanırız”a kadar 28 Şubat’ta siyasileri zorlayıcı, kimini yurt dışına kaçmaya, kimini vakti geldiğinde Süleyman Bey’in yönlendirmesiyle partilerinden istifaya 
zorlayan manşetler hepimizin gözünün önünde. O gazeteler sonradan işbirliğini inkâr ettiler ama unutmayalım, şimdilerde tutuklu olarak 28 Şubat davasından 
cezaevinde bulunan bir komutan, 28 Şubat’ın artık etkisini iyice yitirdiği bir dönemde “Biz aslında askerleri dinlemiyorduk, onlara ters davranışlarda bulunuyorduk.” diye çıkış yapan o dönemin önemli bir Ankara temsilcisi için “Öyle bir şey söz konusu bile olamaz, bizim karşımızda tek ayak üzerinde duruyorlardı, biz bir şey söylediğimiz zaman morarıyorlardı.” diye cevap verdi. 

< Fehmi Koru:
 “Süleyman Demirel, bu süreci belki de askerlerin zihnine yerleştiren isimdir. 1996 yılının başından itibaren adım adım arzu ettiği istikamette 
olayların gelişmesini sağlamak için özel çaba göstermiştir. “ >

Tabii medyanın bu görevi sadece 28 Şubat için söz konusu değildi. “28 Şubat’ta medya çok aleni bir şekilde yönlendirici görevi üstlendi mi, üstlenmedi mi?” diye kuşku duysaydık bile, 27 Mayıs 1960’tan başlayarak bütün darbelerin medya olmadan gerçekleşemeyeceği yönündeki kanaatin bizzat medya içerisinden tanıklıklarla yerleştiğini de unutmamak lazım. Döneminin en önemli medya patronu Erol Simavi gazetesinin 40. kuruluş yıl dönümüyle ilgili verdiği mülakatta “Bazıları medya için dördüncü kuvvet diyorlar, hayır birinci kuvvettir. Çünkü askerler medyayı, gazeteleri okuyarak darbe yaparlar. Biz onları yönlendiririz, darbeler ondan sonra olur.” sözünü bizzat kendi ağzıyla dile getirmişti. 28 Şubat’ta yaşananlar da o sözlerin hepimizin gözü önünde canlandırabileceği tanıklıklarıdır. 

Bir nokta üzerinde daha durmakta yarar var: Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçteki rolü. Bütün darbelerde bir biçimde dış parmakların olduğunu neredeyse kazıye-i muhkeme gibi hepimiz biliyoruz. 28 Şubat bir laboratuvar gibi bu dış etkinin nasıl olduğunu bize gösteren bir süreçtir. Gerçekten de daha en başından itibaren Amerika Birleşik Devletleri o sürecin bir biçimde olmasını arzu etmiş ancak bunun belli sınırlar içerisinde kalması noktasında telkinlerde bulunmuştur. Parti kapatılmasına, “Yeşil Sermaye” olarak vasıflandırılan ve dolayısıyla işlerini güçlerini azaltma noktasına gelen ticaret ve sanayi erbabının sistem dışına itilmek istenmesine sesini çıkarmamış, o dönemde mağdur olan 
binlerce insanın işlerini kaybetmesinden rahatsız olmamıştır. Sürecin daha ileri bir noktaya doğru götürülmek istendiğini anladığı zaman da frene basma görevini yine ABD üstlenmiştir. 12 Haziran’da bir darbe olmadıysa, bu Amerika’nın o dönemde yaptığı değerlendirmenin sonucudur.

    “ Öyle bir Darbenin henüz sırası değil, siz bu işi başka yöntemlerle çözmeye devam edin.” mesajının Ankara’ya ulaştırılmasıyla “ 12 Haziran darbesi ” fiili bir müdahale noktasına vardırılmamıştır. Bir de Rahmetli Erbakan’ın çok sonraları ifşa ettiği bir Amerikan belgesi var: Erbakan’ın hükümeti görevde iken Viyana’dan kim olduğunu açıklamayan birinin dönemin Devlet Bakanı Abdullah Gül’e gönderdiği bir belge. İlk başta gerçekliği konusunda kuşku duyulduğu için pek üzerinde durulmamıştı. Henüz hükümetin işbaşında olduğu bir dönemde ele geçen bu belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın imzası var. O belgeye bugünden baktığımızda, Türkiye’nin ABD Büyükelçisine verilen 
bir talimat zinciri olduğu ve adım adım o belgenin izlendiği, uygulandığı görülebilir. 

Sözün kısası şu: 28 Şubat - Sayın Bülent Arınç’ın gayet güzel bir şekilde çerçevesini çizdiği gibi - Türkiye’ye çok kötü günler göstermek amaçlı bir girişimdi. Bin yıl sürmesi planlanıyordu, askerler ön plandaydı, ama onlarla birlikte hareket eden, hatta zaman zaman akıl vererek onları yönlendiren, o yönlendirmelerine biraz daha katkı yapan ve içerisinde sadece iş dünyasının ve medyanın değil, dışarının birtakım telkinlerinin de rol oynadığı bir süreç olarak görebiliriz. Ben şimdilik bu kadarla iktifa edeyim.

  < 27 Mayıs 1960’tan başlayarak bütün darbelerin medya olmadan gerçekleşemeyeceği yönündeki kanaatin bizzat medya içerisinden tanıklıklarla yerleştiğini de unutmamak lazım. >

Bülent Arınç: Verdiğiniz güzel bilgiler için çok teşekkür ederim Sayın Koru. Sayın Koru’nun bıraktığı yerden devam ederek şunu söylemek istiyorum: “Türk Silahlı Kuvvetleri” dendiğinde bütün bir güç olarak veyahut da tamamını temsil eden bir iddia olarak konuşmak gerekir ama şüphesiz Genelkurmay Başkanı’ndan başlayan ve Kuvvet Komutanlarıyla temsil edilen komuta kademesinde Refah Partisine karşı büyük bir tepki vardı, istenmiyordu, arzu edilmiyordu. Böyle bir metot ve yöntemle bir darbe yapıldığı Sayın Koru’nun verdiği bilgilerden yararlanarak söylenebilir. 

Ancak “Askeri bu noktaya yönlendiren, ikbal bekleyen siyasetçiler de var mıydı?” sorusu da önemli. Siyasetçilerin askeri davet ettiği kriz zamanlarında, ara rejimlerde “Ordu + filan = iktidar” noktasına götürecek bazı formüllerin geçerli olduğunu düşünenler her zaman olmuştur. 

2002’den sonra bile, “geleceğin cumhurbaşkanı, başbakanı” tanımlamalarıyla dedikodular ortaya çıktığında bazı insanların çok heyecanlandığı olmuştur. 
Türkiye bu süreçleri, geçmişte ve yakın zaman içerisinde çokça yaşadı. Ben özellikle o günkü siyasal konjonktür içerisinde, siyasetçilerin 28 Şubat sürecine nasıl destek verdikleri konusunda, eğer kabul ederlerse, Sayın Özgürel’den bir değerlendirme istiyorum. 

Bir de şu soru var: “Asker emir-komuta zinciri içerisinde mi 28 Şubat’a müdahil oldu yoksa bunu yöneten sadece bir cunta mıydı? Çevik Bir’in açıklamalarıyla Karadayı’nın açıklamaları arasında çelişkiler olduğu görülüyor. Şimdi vefat etmiş olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın da “Her şey emir komuta zinciri içerisinde yapıldı, biz yekpare bir anlayış içerisindeydik” sözü gerçekten kabul edilebilir mi? Dönemin Genelkurmay Başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu’ nun “Bin yıl sürecek.” sözünü hangi anlamda kabul etmeliyiz? Bu çok iddialı bir söz. Buna inanarak darbe yaptıklarına göre, bu sistemin de devam edeceğini herhalde inanarak düşünüyorlardı. O söz nereye oturtulabilir? Bugün hangi noktadayız? İşin zor bir tarafını da Sayın Özgürel’e havale etmiş olalım. Buyurun efendim.

Avni Özgürel: Estağfurullah efendim. Gerek Sayın Arınç, gerekse Fehmi Bey, çok önemli hatırlatmalar yaptılar ve bilgilerimizi kısmen tazelediler, kısmen de yeni bilgilerle aydınlandık. 

Öncelikle şunu söylemek lazım: Darbelerin veya siyasete her türlü müdahalenin - buna daha sonraki 27 Nisan’ı da katmak lazım - altında yatan temel anlayış şu: “ Bu ülkeyi kim yönetecek? ” Sorunun esası budur. Bugün Anayasa Mahkemesi nin internet sitesini açın, “Tarihçesi” diye bir bölüm var. Orada şöyle bir cümle göreceksiniz: “1961’e kadar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindi. 61’den sonra bu sona ermiştir.” Aynen cümle bu. “ Hâkimiyette, yargı olarak, özellikle Anayasa Mahkemesi olarak, biz büyük pay sahibiyiz.” diyor. Bu, 1961 Anayasası ile yeniden inşa edilen bir anlayıştır. Bu anlayış 1971’de bir kez daha hatırlatıldı, arada Talat Aydemir’ler de var. Ama 1980’de Kenan Evren’in bir sözünü herhalde hepimiz hatırlıyoruz: “ Öyle bir Anayasa yapacağız ki, bir daha darbe yapmaya ihtiyaç kalmayacak.” Elhak dedikleri gibi bir anayasa da yaptılar. Fakat buna rağmen hesaplanamayan şeyler var. Hep kendisi gibi cumhurbaşkanları nın geleceğini, bildiği gibi, planladığı gibi bir siyaset serüveninin Türkiye’de yerleşeceğini öngörmüştü. Buna rağmen, Refah Partisi gibi, planlanan oyunun dışından aktörler çıkınca 28 Şubat kendi iddiaları 
istikametinde bir zaruret haline geldi. Bu sadece laiklik meselesiyle alakalı değil: “ Bu ülkeyi kim yönetecek? ” sorusuyla alakalıdır.

28 Şubat öncesi ben Ankara’da gazetecilik yapıyordum ve Sayın Erbakan’ın Başbakanlığı sırasında, 12 Eylül’ün yıldönümünde, TRT bir program yayınladı. Ülkenin Başbakanı Erbakan iken TRT’deki programda onun Konya Mitingi görüntüleri var. İstiklal Marşı’nda nasıl herkesin yerlere oturduğu, nasıl bir irticai ayaklanma olduğu anlatılıyor. Ve özetle deniliyor ki programda: “Aynı şartlar teşekkül ederse Türk Silahlı Kuvvetleri aynı şekilde hareket etmeye kararlıdır.” Bir ihtilalin, bir darbenin yıldönümü nedeniyle hazırlanan program biterken de programı hazırlayan kişi - TRT’nin devamlı asker programlarını hazırlayan bir zat - “Bu program umumi arzu üzerine yarın tekrar yayınlanacaktır.” diyor. Ben o sırada Başbakanlıktaydım ve rahmetli Hoca’nın özel kalemine bir not iletmek istedim ancak olmadı. Daha sonra Sayın Gül’ün yanına geçtim ve dedim ki: “ Sakın ha TRT’ye adam göndermeyin. Sadece “ Yarın Yayınlanmasın.” diye telefon edin. Erbakan küplere binmiş ve kimseyle konuşacak halde değildi. Kendisine bağlı bir kurum ekrandan kendisine resmen küfür ediyordu. Herhalde Abdullah Bey Hoca’ya ya söyleyemedi ya da söylese bile ikna edemedi ki Başbakanlıktan görevliler TRT’ye gitti. Gidilmemesini söyleyiş sebebim orada tahakkuk etti: “ Genel müdür burada yok, görüşemezsiniz.” denilerek TRT’nin kapısından içeriye sokulmadılar. Bu, Türkiye’de siyasi iktidarın, siyasetin karşı 
karşıya, yüz yüze olduğu bir dönem. 

“Neden Refah Partisi istenmiyor?” sorusunun cevabında iki nokta var. Birincisi, bazı gazeteciler ve işadamlarının başbakanlarla arasındaki ilişki. Şimdi düşünün, bir başbakanla veya iktidarla ilişkiniz var, gazeteci veya iş adamı olarak telefonla başbakana istediğiniz zaman ulaşabiliyorsunuz ve “ Akşam iki kadeh bir şey içelim.” diyorsunuz ve “ Bugün gelemem, Çarşamba günü geleyim.” yanıtı alıyorsunuz ya da “Bizim hanım sizin hanıma bir elbise yaptırmış.” diyorsunuz. 

Böyle bir ahbaplık ilişkiniz, içki masası/yemek masası ilişkiniz ve o masada muhabbetle iş takip edebilme yakınlığınız var. Türkiye’nin ekonomisinden 
sorumlu bakanlarla hatta başbakanla yapılan amiyane bazı telefon konuşmaları nın içeriğinin basına yansıdığını gördük. Buradaki birtakım arkadaşlarımızın belki yaşları müsait değil ama bir kısmı bunları hatırlayabilir. Bu bir psikolojik bir harpti. Ne Erbakan’la böyle bir ilişkiniz olabiliyordu ne de şimdi Sayın Başbakan ’la böyle bir ilişkiniz olabilir. Elbette Başbakan’a bir medya mensubu da, bir iş adamı da gerektiği zaman ulaşabilir ama az önce bahsettiğim türden bir ilişki yok şimdi. Bu önemli bir psikolojik faktör. 

Bir başka husus ise ekonomi. Dikkat edilirse Refah Partisi iktidarının ilk döneminde herhangi bir itiraz, bir homurdanma yok idi. Kimse hoşnut 
değildi ama Refah Partisi de kimsenin damarına basmamak için gayret sarf ediyordu. Esas rahatsızlık Sayın Arınç’ın hatırlattığı ekonomide havuz 
sistemi idi. Türkiye’de iş hayatında, paradan para kazanmak üzerine, devlete para satmak üzerine kurulmuş bir anlayış var. 12 Eylül’den sonra Rahmetli Özal’ın yeni ekonomik anlayışıyla, kamu iktisadi kuruluşları artık kendi bütçelerini kendileri yapar ve serbestçe borçlanabilir oldular. 

Kamu kuruluşlarına borç vermek çok kârlı bir iş haline geldi. Fakat havuz sistemi, Boğaz köprüleri ve Ereğli Demir Çelik İşletmeleri de dâhil olmak 
üzere kamunun bütün kurum ve kuruluşlarının kaynaklarını tek bir yerde toplayıp, ihtiyacı olan kamu kuruluşlarının fazla kaynakları buradan almalarını 
sağladı. Bu sistem çalışmaya başlayınca faiz lobisi çöktü. 28 Şubat’ın arkasında yatan temel sebeplerden bir tanesi budur.

Sayın Arınç’ın hatırlattığı siyasetçiler ve sivil unsurlara gelirsek. 28 Şubat ve sonrasındaki AK Parti dönemi de dâhil olmak üzere, şunu göz ardı etmeyiniz: Milli Savunma Bakanının katılmadığı hiçbir darbe yoktur, hatta hiçbir darbe teşebbüsü bile olmamıştır. Bütün darbe teşebbüslerinde Milli Savunma Bakanlarımız vardır. Herkes içeri atılır ama bir bakarsınız ki, dönemin Milli Savunma Bakanı, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olmuş. Keza, 12 Eylül’de, 12 Mart’ta bunları gördük. Yakın dönemde ıslak imzaların tartışıldığı Genelkurmay içindeki o birimlerin de 2002-2003’te teşekkül ettiğini biliyoruz. Yani siyaset mutlaka işin içine bir şekilde girer. Öyledir ki - bunu muhakkak Bülent Bey çok daha iyi biliyor – geçmişte Refah Partisine her bakanlığı verebilirdiniz ama “ Sakın ha şu üç bakanlığı; Milli Eğitim’i, Milli Savunmayı, Dışişlerini vermeyin.” denirdi. Bu sadece laiklik ya da şu bu kaygısı, gerekçesi ile değildir. Gazetecilik hayatımdan biliyorum. Eskiden Milli Savunma Bakanlığı veya Genelkurmay Başkanlığının da dâhil olduğu Bütçe, Meclis’te ayakta oylanırdı. Bütün generaller dinleyici localarına geçerler, milletvekilleri sadece “evet” demek için gelirler ve Türk Silahlı Kuvvetlerine saygıdan dolayı ayağa kalkarak bütçeyi oylarlardı. O dönemin Meclis Muhabiri olarak, bütçe komisyonlarında 
Milli Savunma Bakanlığının bütçesi üstünde tek bir tartışmanın olduğunu hatırlamıyorum. Böyle bir anlayıştan geliyoruz.

Burada siyasetin payını, 28 Şubat Döneminde Sayın Demirel’in tavrını, az önce Fehmi Bey de hatırlattı. Siyasetin sağlam duruşunu ise 27 Nisan’da gördük. Daha da öncesine ilişkin çok önemli bir hatırlatma yapayım. 12 Mart sonrası Faruk Gürler “Ben cumhurbaşkanı olacağım.” iddiasıyla Türkiye’nin karşısına çıktı ve siyasete bunu dayattı. Emekliye ayrıldıktan sonra Cumhurbaşkanı onu “Kontenjan Senatörü” olarak atadı. Senato’ya giren Gürler Cumhurbaşkanı adayı oldu. Ancak oy alamayınca adamcağız çöktü kaldı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar bunun üzerine - bunu bana Bülent Ecevit söyledi, Süleyman Bey de teyit etti – gülerek “Bu kadar şahsiyetli olacağınızı düşün memiştik. Hayırlı olsun” demişti. Bir gün önce “ Komutanım ” dediği insanın harcanmasını bir tarafa atmıştı.

Siyasetin bu tür darbeler ve dayatmalar karşısındaki duruşu fevkalade önemli. 27 Nisan’da da AK Parti Hükümeti - ve tabii Sayın Başbakan - zaaf göstermiş olsa idi, hiç şüpheniz olmasın ki çok daha sert bir çıkış gerçekleşebilirdi. Bugün baktığımızda aradan 16 sene geçtiğini ve yargılamaların başladığını görüyoruz. “Artık böyle bir endişeye mahal kalmadı. İnsanların çoğu da zaten yaşlı, hasta vs.” diyoruz. Hatta üzüntü veren tablolar da var medyada. Tabii kimsenin işkenceye dönüşmüş bir tutukluluk haline girmesi arzu edilen bir şey değil. Ama bugün siyaset bir zaaf gösterse - çünkü bu işler bir sene, iki sene, beş sene, on sene içinde zihinlerden atılan bir anlayış değil – yine bir tehlike ortaya çıkar. O nedenle, ben siyasetin bugün de doğru yerde durması gerektiğine inanıyorum.

Basın mesleğinden bir insan olarak da şunu söyleyebilirim: Nasıl Milli Savunma Bakanının dâhil olmadığı bir darbe yoksa basının da dâhil olmadığı bir darbe yok. Hatta basın tarafından planlanmış, yani Sayın Simavi tarafından planlanmış bir darbe girişimi var. Ben o sırada o gazetenin matbaasında çıraktım. “Kahraman Albay kazandı, darbeyi yaptı.” şeklinde manşet attık fakat akşam Albay’ın başarısız olduğu ve tutuklandığı haberi gelince çok kötü olduk. Gazetenin çalışanlarını “matbaadan çıkarken üstlerinde bir tane dahi gazete nüshası kalmasın” diye soyarak aramış ve ondan sonra çıkarmışlardı. Öte taraftan, medya 28 Şubat sürecinde elbette bir rol üstlendi. Fakat şunu hiç unutmamak icap eder: Bu sadece bir askeri operasyon/harekât değildi. 28 Şubat döneminde önemli bir banka sahibi olan ve daha sonradan bankası batan ve kendisi de tutuklanan Ali Avni Balkaner Mahkeme’de ifadesi sırasında “Biz 18 aileyiz. Niye beni tutukladınız? Türkiye’yi biz yönetiriz, kararları biz alırız. Ben bu insanlardan biriyim.” dediğinde Hâkim “Demek ki, sizi gözden çıkarmışlar.” demişti. Ben, Darbeleri Araştırma Komisyonuna Balkaner’in çağrılıp bu 18 kişinin kim olduğunun sorulmasını istemiştim. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 1


“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 1


28 ŞUBAT 2013 SAYI:5
KONUŞMACILAR;

BÜLENT ARINÇ, 
AVNİ ÖZGÜREL, 
FEHMİ KORU, 
YILMAZ ENSAROĞLU

Tarih/Saat 28 Şubat 2013, Perşembe / 
11.00- 13.00
Yer SETA, Ankara Salonu, ANKARA




Açılış Konuşması Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı ve Oturum Başkanı 
Konuşmacılar;
Avni Özgürel, Radikal Gazetesi 
Fehmi Koru, Star Gazetesi
Yılmaz Ensaroğlu, SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü

Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik 
veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama, vd.) yollarla basımı, yayını, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir.

Tasarım : M. Fuat Er
Uygulama : Ümare Yazar
Fotoğraflar : Volkan Yıldırım
_ SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi
_ SETA | Washington D.C. Office
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc
_ SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire


“BİN YILLIK DARBE!”: 28 ŞUBAT PANELİ


28 Şubat 1997’de, “post-modern bir darbe” ile Hükümetin görevden uzaklaştırılmasının üzerinden 16 yıl geçti. Her darbe gibi, 28 Şubat da toplumun önemli bir kısmını etkileyen ciddi haksızlıklara, mağduriyetlere yol açtı. Ancak yine diğer darbelerde olduğu gibi, 28 Şubat’ın da sivil ve askeri sorumluları, uzun bir dönem hesap vermek zorunda kalmadılar. 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “silahsız kuvvetleri” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil. 

Üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın devlet ve toplum üzerinde yol açtığı tahribat ve hâlâ giderilmemiş mağduriyetler SETA tarafından 
düzenlenen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Açılış Konuşmacısı ve Oturum Başkanı, Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel, Star Gazetesi Yazarı Fehmi Koru ve SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı bir panelde ele alındı. 

< 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “silahsız kuvvetleri” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil. >

Taha Özhan: Başta Sayın Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’a olmak üzere, İstanbul’dan gelen misafirlerimize ve haziruna, panelimize katılımları 
nedeniyle teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Bugün 28 Şubat. Hafta başından beri, 16 yıl önce vuku bulan 28 Şubat darbesine dair oldukça yoğun yayınlar, faaliyetler yapıldı. 

Bizim panelimizin başlığı da “Bin Yıllık Darbe: 28 Şubat”. 28 Şubat’ın ne zaman başladığı ve ne kadar süreceğine dair hep farklı iddialar olageldi. 

“Bin yıl sürecek.” kehanetinin şimdilik tedavülden kalktığını iddia etsek bile, bidayeti konusunda net bir tarih vermek mümkün müdür? Başka bir deyişle, 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan uygulamalar, bu ülkenin daha önce hiç tecrübe etmediği uygulamalar mıydı? Aksine, bu veçheden bakınca 28 Şubat’ın en son alaka kurulacağı yıl 1997 olabilir. 

O halde, 28 Şubat’ı sadece 90’ların talihsiz bir dönemi olarak değerlendirmek doğru değildir. 28 Şubat, ruhunu primitif Batılılaşma sürecinden, adaletini Tek Parti döneminden, vesayetini 27 Mayıs’tan, zulmünü ise 12 Eylül’den alan yerli bir kolonyalizm süreciydi. Bu yönüyle 28 Şubat, bu topraklarda kurulan düzenin Batı’ya sunabileceği bütün hizmetlerin rafine bir hülasasıydı. 

Devleti rehin alan çılgın bir proje, ihanet içinde bu son hizmeti de sunmuş oldu. Orduda yaşanan cadı avıyla 27 Mayıs 1960 darbesi, toplumsal kesimlerde yaşanan mağduriyetle,12 Eylül 1980 darbesi, genel anlamda halkın her kesiminde oluşan mağduriyetle 1940’ların Tek Parti dönemi, yeniden ve tek celsede 90’lara sıkıştırılarak yaşatılmış oldu. İş tankların, manşetlerin, mahkemelerin ve sermayenin üzerinden milletle adeta fantezi yapma girişimine kadar ileri götürüldü. 

Bu işi bu kadar ileri götürenler gözü keskinlikten değil, aksine 80 yıllık yabancılaşmanın verdiği cahil cesaretiyle hareket ediyorlardı. Dolayısıyla ne 
harekete geçirdikleri fay hatlarının derinliğini fark ettiler, ne de içine düştükleri ihanetin düzeyini. Ama bu müdahale, derin Anadolu’nun fay hatlarının 
harekete geçmesi için fazlasıyla yeterli oldu.

28 Şubat, sistemin bir tefessüh haliydi. Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar geçmiş darbeleri ve darbe girişimleri ile açık bir şekilde yüzleşmeye başladı. Türkiye Darbeler Tarihi’nin sonuncusu olarak bilinen 28 Şubat, farklı dinamikleriyle, geçmiş darbelerden ve dünyadaki örneklerinden ayrı bir mahiyete sahiptir. 28 Şubat darbesi, askerin hazırladığı ve güvenliğini sağladığı bir sahnede medya, sermaye, bürokrasi, yargı, üniversite ve dış güçlerin verdiği destekle hayata geçebildi. Milyonların oyuyla seçilmiş olan iktidar partisi kapatıldı. Binlerce üst düzey bürokrat ve subay trajikomik sebepler bahane gösterilerek işlerinden atıldı. Milyonlarca vatandaş akla ziyan bahanelerle ayrımcılığa maruz kaldı. Yüz binlerce kız öğrencinin eğitimi başörtüsü taktıkları için ya sekteye uğradı ya da ayrımcı muamelelere maruz kaldı. Yüzlerce STK’nın faaliyetine son verildi. 

Baas rejimlerini aratmayacak taktiklerle istihbarat birimleri onlarca terör örgütü icat etti. Sonuçta 28 Şubat, geçmiş darbelerin aksine doğrudan halkın kendisini hedef almıştı. Türkiye, bir avuç fanatik Batıcı jakoben eliyle, kaba sömürge ülkelerini aratmayacak bir hale sokulmuştu.

28 Şubat artık yargının bir konusu. Türkiye son darbesiyle yüzleşmeyi becerebilirse, sadece 90’ların günahlarıyla hesaplaşmakla kalmayacak, 
80 yıllık yabancılaşmasıyla da yüzleşme imkânı sağlayacak. Başka bir deyişle, eğer yeni bir Türkiye kurulacaksa 28 Şubat’ın temsil ettiği her şey eski Türkiye’ye ait olmak durumunda. Bu sadece Türkiye’nin iç siyasetinin ve toplumsal gelişmelerin icbar ettiği bir durum değil; aynı zamanda, bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında yeni Türkiye’nin alacağı pozisyon açısından da hayati önemi haizdir. 

Türkiye, 28 Şubat defterini geri dönmemek üzere kapatmayı başardığı ve normalleşmesini hitama erdirdiği oranda, kolonyal zihinlerden ve girişimlerden uzak bir ülke haline gelebilir. Sözlerimi burada bitirirken Sayın Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’ı, konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Ardından kendisinden panelistlerimize moderatörlük yapmasını rica edeceğim. Buyurun efendim.

AÇILIŞ KONUŞMASI

Bülent Arınç: Çok değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler. Hepinize hayırlı sabahlar diliyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. 

SETA önemli bir kuruluş. Bu kuruluş, 28 Şubat vesilesiyle önemli ve değerli arkadaşlarımızın da katılımıyla bir panel düzenledi. Katılımcılarımızın 
her biri Türkiye’nin yakın siyasetinde yazar olarak, araştırmacı olarak, özellikle sosyal konuları irdeleyen arkadaşlarımız olarak çok önemli görevler yaptılar. Sayın Fehmi Koru, Sayın Avni Özgürel ve Sayın Yılmaz Ensaroğlu, bu konularda geçmişten bu yana çok önemli çalışmalar yaptılar. Ben de hem o arkadaşlarım dan yararlanmak, hem de SETA’nın bu önemli çalışmasına katkı sağlamak için aranızda bulunuyorum. 




Dün de bir televizyon yayınındaydım. 28 Şubat ile ilgili, özellikle yargı sürecini ilgilendiren bazı gelişmelerin olduğunu görünce bana birkaç sual yönelttiler. Ben de bildiklerimi daha çok bu toplantıda sunacağımı ifade etmiştim.

Bugün 28 Şubat’ın yıldönümü. Üzerinden 16 yıl geçti. Birileri “Bin yıl sürecek.” demişti, bin yıl sürmedi. Belki iddialı olacak ama Türkiye’de son on yıl içerisinde yaşanan gelişmeler, sadece 28 Şubat’ı değil, 12 Eylül 1980’i de, onun Anayasasını da, onun getirdiği sistemi de sorgulamaya başladı. Bugün 12 Eylül 1980 darbesini yapanlardan hayatta olan ve yaşları 90’ı geçen iki kişi sanık olarak, şüpheli olarak yargılanıyor. 

Her ne kadar mahkeme önüne çıkarılamasalar da, bulundukları yerden telekonferans sistemiyle “annenin adı, babanın adı”ndan başlayarak, o 
süreçte ne sebeple darbe yaptıklarının ve niçin böyle bir suça katıldıklarının sorgulamasını hep beraber izliyoruz. 

Önemli olan, 1980 darbesi ve sonrasındaki 82 Anayasasında darbeyi meşru ve makul gören, darbecileri korumaya yönelik hükümlerin milletimizin yüzde 58’lik oyuyla kaldırılmış olması, yargının bunu bir suç kabul ederek bir sorguya başlaması ve daha sonrasında birilerinin “postmodern darbe”, “darbe benzeri” veya “darbenin ta kendisi” diye tanımladıkları 28 Şubat sürecinde yaşananların artık bir yargı meselesi haline gelmesidir. Bugüne kadar 85 civarında şüphelinin ifadesi alınmış, bunlardan 60’a yakını tutuklanmıştır. 

Henüz bir dava açılmış ve iddianame tanzim edilmiş değil ama yargı sürecini hepimiz, zaman zaman izlediğimiz gibi, takip edeceğiz. Temennimiz bu sürecin en güzel bir sonuçla - en güzel bir sonuç derken şüphesiz bunun içerisinde beraat, mahkûmiyet ya da başka kararlar olabilir - sonuçlanması ve 
Türkiye’nin adaletin tecelli ettiğine yönelik memnun ve mutmain olacağı bir kararın çıkmasıdır.

Türkiye’de son on yıl içerisinde yaşanan gelişmeler, sadece 28 Şubat’ı değil, 12 Eylül 1980’i de, onun Anayasasını da, onun getirdiği sistemi de sorgulamaya 
başladı. 

Değerli arkadaşlar; biraz sonra farklı açılardan 28 Şubat’ta yaşananları arkadaşlarımız irdeleyecekler. Ben bir açılış konuşmasında ne söyleyebilirim, 
ne söylesem daha doğru olur, diye düşündüm. Siyasi analizler yapmak kolay bir iş değil. Türkiye’nin o günkü şartlarında yaşananları konjonktürel olarak anlatmak da çok zaman alacak. Biraz önce Taha arkadaşımız o dönemde yaşananları bir taraftan medya, bir taraftan yargı ve bir taraftan da Türk Silahlı Kuvvetleri, sermaye, dış güçler vb. şeklinde tek tek saydı. Hani bazı sorularda a, b, c, d şıkları vardır, d şıkkı da “hepsi” diye geçer. Bunları hepsinin bu olayda kendileri ve temsil ettikleri kurumlar bakımından katkısının olduğunu söylemek çok doğru olur. Ben en azından bir siyasetçi olarak o gün ne hissettiğimi, neler görebildiğimi birkaç cümleyle söylersem “bir açış konuşması yapmış olabilirim” 
diye düşündüm. 

Değerli dostlar, bugün aynı zamanda - dün itibariyle - Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, yani Hocamızın, yani Sayın Başbakanımızın vefatının da yıldönümü. Kendisiyle yıllarca birlikte siyaset yapmış bir insan olarak onun hissettikleriyle bizim yaşadıklarımız çoğu kere örtüştü. Hem ölüm yıldönümünde onu rahmetle anmak hem de bu olayın gerçek mağduru sıfatıyla onu ve onun o günkü pozisyonunu kısaca anlatmak isterim. 

Rahmetli Erbakan Odalar Birliği mücadelesiyle tanınmış, bilinmiş bir insandı. Bu gücüyle 1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız olarak adaylığını koydu. O zaman o kampanyada çalışmış bir arkadaşınız olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, üç milletvekiline yetecek oyla, 40 binden fazla oyla, Parlamento’ya girdi. Rahmetli Erbakan daha sonra 1-2 arkadaşını da yanına alarak Parlamento’da üç kişiyle 1970 yılında Milli Nizam Partisinin kuruluşunu sağladı. Kısa sürede teşkilatlanan partinin temel dinamikleri güçlüydü, Anadolu’da bir karşılığı vardı. Milli Nizam Partisi, adından da anlaşılacağı üzere, hem milli hem de nizam gerektiren bir siyasi düşünceye sahipti. O zamanlar esasen “takunyalılar” ismiyle de anılan ve İslâmî dinamiklerin çok güçlü olduğu düşünceye sahip Erbakan ve arkadaşlarının, dindarların da siyaset yapabileceğini, dindarların 
Türkiye’ye yön verebileceğini, Türkiye’nin kalkınmasında etkin rol oynayabileceğini ve siyaset yoluyla da iktidara gelmelerinin mümkün olduğunu 
göstermeyi amaçlayan bir yapısı vardı. 

Ancak bu partinin ömrü çok uzun sürmedi. Ankara’daki ilk toplantısının Ankara Sineması’nda yapıldığını biliyorum. Gençler de farklı isimlerle o 
kongre salonunu doldurmuşlardı. Ben de Osman Gazi Grubu’nun genç bir üyesi olarak o toplantıda hazır bulunmuştum. Sonra 1971 muhtırasına 
giderken Türkiye’de yargı harekete geçti. Milli Nizam Partisi 1971 yılının Mayıs ayında kapatıldı. 

Kendisinden 1-2 ay önce de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılmıştı. Kenan Evren’in bir sözü zaman zaman her yerde konuşulur: “Bir sağdan, bir soldan.” O zaman partiler açısından da böyle yapılıyordu. Mehmet Ali Aybar ve 13 arkadaşı ile 1965’te Parlamento’ya giren TİP çok güçlü bir muhalefet yapmıştı. O zaman sosyalizm ve benzeri türevleri parlamentoda ciddi bir şekilde konuşulmuş, TİP’liler dövülmüşler, sövülmüşler, sokak hareketleri olmuş ve bu parti de 1971’de kapatılmıştı. 

Arkasından da Milli Nizam Partisi kapatıldı. 12 Mart muhtırası dönemini yaşayan bir arkadaşınız olarak, o zaman Nihat Erim’in Başbakanlığında kurulmuş olan hükümetin “Bu özgürlükler bize biraz fazla geldi, üzerini şalla örtmek lazım.” iddialarının gerçek manasının Türkiye’deki sokak hareketlerinin bir şekilde önlenebilmesi, anayasanın buna yönelik olarak değiştirilebilmesi, teknokratlar dan kurulu bir hükümetle bazı reformların yapılabilmesi olduğunu ve bu konuda Silahlı Kuvvetlerin bizzat komuta kademesinin çok etkin rol oynadığını söyleyebilirim. 

1972 yılında, Erbakan ve arkadaşları yasaklı olduğu için, Süleyman Arif Emre ve arkadaşları tarafından Milli Selamet Partisi (MSP) kuruldu. 

Bir yıl sonra bu parti seçimlere girdi, 48 milletvekiliyle üçüncü parti konumuna yükselecek bir başarı sağladı ve 1980’e kadar koalisyonlarda yer aldı. Ecevit’in liderliğindeki CHP ile yapılan koalisyon tarihi yanılgı itirafları ile yedi ay sonra biterken, “Milliyetçi Cephe Hükümetleri” ismiyle bilinen üç partili, dört partili koalisyonlar sokak hareketlerinin şiddetlenmesi ve bugünkü tabirle belki “teröre yol açabilecek birtakım kitlesel eylemlerin yapılmasının” akabinde 12 Eylül darbesi ile sona erdi. 12 Eylül darbesi sonrası Erbakan Hoca da Süleyman Demirel gibi bir adaya gönderildi. 

MSP hakkında açılan dava ise dört yıl kadar sürdü, önce çeşitli cezalar verildi ancak daha sonra dava beraatla sonuçlandı. 

Erbakan ve MSP, o dönemde beğenilmeyen, istenilmeyen bir parti hüviyetin deydi. Düşünceleri, ifadeleri, mensup oldukları inanç manzumesi ve bunu sürekli dile getiren rahmetli Erbakan’ın her konuşması tepkiyle karşılanıyor ve tehlikeli bulunuyordu. 12 Eylül darbesi ve arkasından gelen Anayasa, altı yıl süren siyasi yasaklar ve 1983 seçimlerine Refah Partisi, Doğru Yol Partisi ve SODEP’in sokulmayışı, 1984 mahalli seçimleri, 1987 genel seçimleri ve o günkü baraj sisteminin ardından 1991’e gelindiğinde Doğru Yol Partisi ile SHP’nin koalisyon kurdu ama Refah Partisi de güçlü bir grup ile Parlamento’da yer aldı. 

Geleceğim nokta, 1994 mahalli ve arkasından 1995 genel seçimleridir. 1994 mahalli seçimlerinde Refah Partisi çok güçlü bir teşkilatlanmayla çok önemli bir noktaya tırmandı, önemli illerin belediye başkanlıklarını kazandı. 

Hatta o zamanlar Anavatan Partisinin önemli bir belediyesi olan Malatya ile Doğru Yol Partisinin önemli bir belediyesi olan Isparta belediye başkanları Refah Partisine geçmiş ve Türkiye’de önemli konularda, önemli noktalarda belediyelerde etkinlik sağlanmıştı. Unutmayalım; 1984 mahalli seçimlerinde Anavatan Partisi, 1983 iktidarının etkisiyle, 55 ilde belediye başkanlığını almıştı. Ama beş sene sonra, 1989’da, Anavatan Partisinin elinde sadece Malatya Belediyesi kalmış, diğer hepsini kaybetmişti. 

Diğer partiler inişli-çıkışlı bir seyir takip ederken Refah Partisi 84, 89 ve 94 mahalli seçimlerinde müthiş bir başarı kazandı. 1995’e gelinceye kadar barajları aşamadığı için 1991’de ittifak yaptı ve Parlamento’ya 62 milletvekiliyle girdi. Refah Partisinin yükselişi devam ederken diğer partilerdeki iniş de giderek hızlanıyordu. 25 Aralık 1995 seçimlerinde Refah Partisi yüzde 21,5 oy oranı ve 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Anavatan ve Doğru Yol Partisinin de milletvekilleri vardı. Çok gariptir: Cumhuriyet Halk Partisi o zaman barajı zorla, sadece yarım puan farkla, aşabilmişti. 1995 seçimlerinde CHP yüzde 10,5 oyla 49 milletvekili çıkarmıştı. Bu partinin başarısızlığı o günden belliydi ki, 1999’da 
yüzde 8,5 alarak barajın altında kaldı. 

Refah Partisinin birinci parti olması, bizim açımızdan çok büyük bir başarı olduğu kadar, Refah Partisini istemeyen, ona düşman olan, onu kırmızı güç veya kuvvet olarak tanımlayan, irticanın temsilcisi olarak gören, Atatürk ve laiklik düşmanı olarak bilen çevrelerde çok büyük bir endişeye yol açmıştı. Unutmayalım: seçimler yapılır, milletimiz oyunu verir, partiler iktidara gelir veya iktidar ortağı olur. Bunların hiçbirinde belli çevrelerin korkusu ve endişesi yoktu, “Gelen ağam, giden paşam.” diyorlardı. Ama Refah Partisi ve onun temsil ettiği mana, özellikle dört güçte büyük bir korkuya yol açıyordu. 

< Bülent Arınç: ““Milliyetçi Cephe Hükümetleri” ismiyle bilinen üç partili, dört partili koalisyonlar sokak hareketlerinin şiddetlenmesi ve bugünkü tabirle belki “teröre yol açabilecek birtakım kitlesel eylemlerin yapılmasının” akabinde 12 Eylül darbesi ile sona erdi.“ >

Bu dört güçten birisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, birisi üniversiteler, birisi yargı - özellikle yüksek yargı - bir diğeri de medya idi. Özellikle bu dört güç, Refah Partisi ile ondan önceki Milli Selamet ve Milli Nizam Partisinin Türkiye için, rejim için büyük bir tehlike oluşturduğunu söylüyorlardı; buna inanmışlardı. Çoğu zaman el ele veriyorlar; yaptığımız konuşmalar, çalışmalar ve faaliyetler ters tarafından ele alınıyor; yalan haberlerle, kötüleyici birtakım düzmece haberlerle kötü bir imaj ve algılama meydana getirilmeye çalışılıyordu. 

Ama 1995’te korktukları hakikat, başlarına geldi: Refah Partisi birinci oldu. Şüphesiz bunun Parlamento içerisinde getireceği önemli avantajlar vardı. Bir tanesi; Meclis Başkanı seçimi yapılacaktı. Teamül olarak parlamentoda en çok hangi partinin/grubun oyu ve milletvekili varsa bu partiden bir Meclis Başkanı seçilmesi gerekiyordu. Hepimiz ümitliydik ve sevinçliydik. O seçimlerde Parlamento’ya girmiş bir arkadaşınızım. Parlamento’da yirmi yılımı tamamlamak, Allah izin ve ömür verirse, bu dönemin sonunda mümkün olabilecek. Biz Aydın Menderes’i aday gösterdik. 

Kendisi, Allah rahmet eylesin, rahmetli Adnan Menderes’in bir emanetiydi, iyi bir siyasetçiydi. Bir parti kurmuş ve daha sonra Refah Partisine katılmıştı. Demokrasinin Türkiye’ye gelmesinde, çok partili siyasi hayata katılmada eğer Demokrat Parti’nin bir önemi varsa, Aydın Menderes’in de, isim olarak da, şahsiyet olarak, 1980 öncesi Parlamento’da bulunmuş bir milletvekili olarak mutlaka bir tesiri vardı. Aydın Menderes, Meclis’te 49 milletvekili bulunan Cumhuriyet Halk Partisini bir kenara koyarsak, gerek Anavatan Partili milletvekillerinin, gerekse Doğru Yol Partili milletvekillerinin kesinlikle “hayır” oyu vermeyeceğini tahmin ettiğimiz bir insandı. Aydın Menderes’in yüzde yüz seçileceğini düşünüyorduk. 

Ama tam tersi oldu. Meclis Başkanlığına Refah Partisinden bir ismin seçilmesini birileri istemediler. Bu bizim için bir düş kırıklığı oldu. 

Birileri devreye girdi ve “Refah Partisinden Meclis Başkanı olmamalı.” dediler. Bu olay bizim gözümüzü açtı. 

Tabii 28 Şubat, gözümüzü o kadar açtı ki, daha sonraları Meclis Başkanıyken bana her sorduklarında “Ben 28 Şubat’ı gördükten sonra Avrupa Birliği taraftarı oldum.” demiştim. 

Bu bir gerçektir. Türkiye’de yaşadığımız bu süreç, bizim bazı konularda farklı düşünmemiz gerektiğini, Türkiye’nin şartları içerisinde demokrasinin 
ve hukuk standartlarının daha da yükseltilmesi gerektiğini ortaya koydu. 

Ardından, sıra hükümet kurmaya geldi. Şüphesiz Erbakan Hoca’ya birinci sırada vazife verilmeli, iki veya bir başka partinin iştirakiyle hükümet kurulmalıydı. Muhtemel ortak, beklenen ortak, - o zamanlar konuşulduğu kadarıyla - mutlaka Anavatan Partisi olmalıydı. Çünkü Doğru Yol Partisinin lideri, seçim öncesinde yaptığı pek çok konuşmada Erbakan Hoca ve Refah Partisini o kadar kötülemiş ve hatta ağzından “Bunlar PKK’dan daha tehlikelidir.” sözünü de çıkartmıştı ki, “Herhalde bu iki parti bir araya gelmez.” deniliyordu. Anavatan Partisinin Rahmetli Özal’dan iktisap ettiği bazı özellikler, Refah Partisiyle hükümet kurabileceğini gösteriyordu. 

Nitekim bir araya geldiler, oturdular, konuştular. Bazı konuşmaların tanığıyım, bazılarını da duyan bir arkadaşınızım. O günlerde bir Kurban Bayramı veya bir Ramazan Bayramı devreye girdi. Bakanlıklar konusunda anlaşılmıştı, hatta dönüşümlü başbakanlık konusu üzerinde de anlaşılmıştı. 

Mesut Yılmaz “Hele şu bayramı bir ağız tadıyla yapalım. Bayramdan sonra bu protokolü imzalar ve hükümetimizi kurarız.” dedi. Ancak Bayram’dan sonra 
“Kusura bakmayın, ben bu işte yokum.” diye karşımıza çıktı.

< 28 Şubat, gözümüzü o kadar açtı ki, daha sonraları Meclis Başkanıyken bana her sorduklarında “Ben 28 Şubat’ı gördükten sonra Avrupa Birliği taraftarı oldum.” demiştim. >

Niçin Vazgeçmişti? 

Çünkü komuta kademesi kendisini tehdit etmişti: “Böyle bir hükümeti istemiyoruz, böyle bir hükümet kurarsanız, sizi hedefimize koyarız.” 
demişlerdi. Bunları herkes artık Türkiye’de konuşabiliyor. Sonuç olarak, Anavatan Partisine o hükümeti bizimle birlikte kurdurmadılar. 

Anavatan’la DYP’yi bir araya getirdiler. Onlar da birbirlerini tüketmek için 1995 seçimlerine gelinceye kadar her şeyi söylemiş, yapmışlardı. 

Birbirlerinin kuyusunu kazıyorlardı. Güya “Merkez sağda ben daha güçlüyüm, senin olmaman gerekir.”, “Tam aksi ben daha güçlüyüm, sen nerden çıktın?” kavgası vardı. Yolsuzluk denildiği zaman, birbirlerinin isimlerini söylüyorlardı. Bu iki partinin hükümet kurmasını isteyen yine aynı yüksek komuta kademesi bunda muvaffak oldu ama çürük bir hükümet olarak kuruldu. Hatta o hükümetin kurulmasıyla ANAP’lı Mustafa Kalemli Meclis Başkanı olarak da seçildi. 

O hükümet 3-4 ay kadar zorlukla gidebildi. Çünkü güvenoyu bile alamamıştı ve salt çoğunluğa sahip değildi. Refah Partisi olarak Anayasa Mahkemesine müracaat etmiştik. O günkü oylama tutanaklarıyla güvenoyu alamadığı ortaya çıktı, düştüler. Kuracak başka hükümet olmadı. 

Doğru Yol Partisinin bizimle hükümete, bizim de hükümet olmaya ihtiyacımız vardı. Çünkü biz 17 yaşından itibaren “Erbakan Başbakan” sloganlarıyla yetişmiş, büyümüş gençlerdik. İnanıyorduk ki, Erbakan başbakan olursa Türkiye düzelecek, ilerleyecek, yükselecek ve bizim düşüncelerimiz, fikirlerimiz Türkiye’de neşvünema bulacak. Rahmetli Erbakan da şuna inanıyordu: Hükümet olursam, başbakan olursam, artık başka meşruiyet aramaya gerek yok. Kim ne kadar kötülerse kötülesin, Refah Partisi artık hükümet olmuştur. 

Ben başbakanım, bütün bu safsatalar bir tarafta, bundan sonra Türkiye’de yeni bir dönem açılacak. Sanıyorum buna çok büyük bir ihtiyaç vardı. Halktan aldığınız oylar, sizin meşruiyetiniz için yeterli olmasına ve böyle düşünmemiz gerekmesine rağmen o üç - dört tane güç sizi meşru kabul etmiyor, sizi tehlikeli görüyordu. 

Erbakan’ın başbakan olduğu dönemde önüne getirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (2010’a kadar değişmeden kalan şekliyle Yüksek Siyaset Belgesi) “Türkiye için en tehlikeli şahsiyet olduğu” yazılıdır. Türkiye böyle günler gördü. Kırmızı Kitap’ta (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) birinci hedefte irtica, ikinci hedefte bölücülük vardı. İrtica artık bir paranoya haline gelmişti. Bir insanın başında takkesi varsa, evinde namaz kılıyorsa, dindar yayın yapan televizyonları izliyorsa, ailesinde başörtülü insanlar varsa, her kurumun içerisinden temizlenmesi gerektiğine inanılmış ve laikliğin hiçbir dünyada benzeri olmayan bir tarifi ve uygulamasıyla yola çıkılmıştı. 

O hükümet kuruldu ama uzun ömürlü olmadı çünkü onu istemiyorlardı. Refah’la hükümet kurduğu için Tansu Çiller’i de hedefe koymuşlardı. Artık o da - özellikle çok büyük değer görmesine, 91’li, 94’lü yıllarda, 95 seçimlerinde el üstünde tutulmasına rağmen - Refah Partisiyle hükümet kurduğu ve Erbakan’ı başbakan yaptığı için kara listeye yazılmış, altı kırmızı çizgiyle de dört defa çizilmişti. O dönemde yaşananları hepimiz gördük ve bildik. Hükümet yıkılmak istendi. 
Oysa Erbakan Hoca çok akıllı, çok başarılı bir insandı. Türkiye’nin ekonomisini düzeltmek, çalışanların haklarını daha fazla vermek, özellikle israfa son vermek ve havuz sistemiyle devletin bütün imkânlarını havuzda toplayarak yatırımlara aktarmak ve borç ilişkisiyle Türkiye’nin cebini boşaltmamak için çabaladı ve bütün bunları başarıyla uyguladı. 1996 Haziran’ında geldiği hükümetten, 1997’nin başındaki 6 aylık verilere baktığımızda çok başarılı bir gidişat göründü. 

Çok enteresandır: O günlerde bir gazetenin ekonomi sayfasında bir iş adamının röportajını hatırlıyorum,

- Refah Partisi iktidar olursa korkar mısınız? Endişeniz var mı?
- Hayır, bu demokrasinin bir gereğidir. Ama ben yine de korkuyorum, bunlar başbakan olmamalı, hükümet olmamalı.

- Niçin?
- Çünkü bunların başarılı olmasından korkarım. 

Çok garip bir şey değil mi? Paradoks. “Bunların başarılı olmasından korkarım.” diyor ve sözünü açıyor:

“Bunların başarılı olması bugüne kadar gelenlerin başarısız olduğunun tescil edilmesidir. Bugüne kadar gelenler; Atatürkçülükte, laiklikte, ilericilikte, şunda bunda mangalda kül bırakmamış adamlar. Ama Türkiye fakirleşti ve yoksullaştı. Şimdi yerine gelen bir insan sizin gözünüzde dinci bir insan. Laiklik düşmanı bir insan ama Profesör. Ekonomiyi iyi biliyor, kitlelerle iyi iletişim kuruyor ve iyi bir yönetim sergiler de başarılı olursa bu kez Türkiye’nin paradigması değişir ve artık bunların da başarılı olabileceği kanısı/algısı Türkiye’de yerleşir. Asıl ben bundan korkuyorum.”

O zamanki iş adamları, “Pencereyi açıyorum, ama önümü göremiyorum.” diyorlardı. 1997’nin Ocak ayında, Allah rahmet eylesin bugün aramızda olmayan birisi, “Pencereyi açıyorum, on yıl sonrasını görebiliyorum.” demişti. Aradaki fark bu kadar açıktı. Şimdi çok şükür, penceresini açanlar otuz yıl sonrasını görmeye başladılar. Türkiye’nin ekonomide geldiği nokta artık ileriyi görebilme, stabil, istikrarlı siyasi ve ekonomik bir programın uygulanmakta olduğudur. En azından biz böyle görüyoruz. Özellikle 1995 seçimlerinden sonra Refah Partisinin 
hükümet kurmasını takiben, Refah Partisinin yıkılması, Erbakan’ın başbakanlık tan uzaklaştırılması ve bir irtica paranoyası içerisinde tekrar eskiye dönüşün temin edilmesi için çok büyük hukuksuzluklar yapıldı. Bu zamana kadar elbette silahlı darbeleri görmüştük. 27 Mayıs ve 12 Eylül bunlardan birer örnekti. 22 Şubat’larda Talat Aydemir’lerin, Osman Gürcan’ların, Fethi Gürcan’ların ayaklanma kalkışması, 50-60 arasındaki bazı olaylar, 1950’den önceki bazı teşebbüsler bunlardandı ama bu seferki, silahsız kuvvetlerin güya bir araya gelerek, el ele vererek hükümeti yıkma girişimiydi ve bunda da muvaffak oldular.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME


DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME 

Battal YILMAZ 

Ahi Evran Üniversitesi,İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü 

Öğretim Üyesi, Yrd.Doç.Dr. 

E-posta: battalyilmaz40@hotmail.com 

Özet 

Darbeleri araştırmak üzere TBMM’nin 11 Nisan 2012 günlü toplantısında 4 partinin önerisi ile darbeleri ve muhtıraları araştırmak üzere Anayasa’nın 
98.maddesi ile TBMM içtüzüğünün 104. ve 105. maddeleri gereğince bir meclis araştırma komisyonu kurulmuştur. Araştırma üç alt komisyon şeklinde yapılmış tır. Birinci alt komisyon “27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası” , İkinci alt komisyon “12 Eylül 1980 Darbesi” üçüncü alt komisyon ise 
“28 Şubat ve 27 Nisan Müdahale süreçlerini” incelemiştir. Komisyonun 1960’dan beri Türkiye’de temsili demokrasinin kesilmesine ve yara almasına neden olan demokrasi dışı müdahalelerin incelenmesi darbelerin siyasi hayattan izolasyonu hatta bir daha hiç gündeme gelmemesi için toplumsal ve siyasal bilincin oluşturulması, yakın tarihe ışık tutarak şeffaflaşmaya hizmet etmesi beklenmekte dir. Bu çerçevede Komisyon yaptığı incelemeler ve dinlediği 
tanıkların sonucunda nihai raporunu 28 Kasım 2012 tarihinde TBMM Başkanına sunmuştur. Ancak komisyonun yaptığı çalışmaların sonucunda hazırladığı sonuç 
raporu üzerinde tartışmalar devam etmektedir. 
Tartışmalar genellikle komisyonun darbelerin arka planını sunmaktan öte darbelere dayanak olarak iç siyasi gelişmeleri kronolojik olarak sıraladığı, sınırlı kapsamda dış dinamiklerin etkisini(ABD ve NATO) ortaya koyduğu ve darbelerin ekonomik gerekçelerini tüm yönleri ile sunmaktan uzak olduğu şeklindedir. Bu çerçevede çalışmanın konusunu Darbeleri Araştırma Komisyonu ile ilgili tüm bu iddia ve isnatları değerlendirmek oluşturmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Şeffaflık, Darbeler, Araştırma Komisyonu. 


Giriş 

Askeri darbeler, hem gelişmekte olan demokrasilerde hem de totaliter rejimlerde çok yaygın olarak görülmektedir. Aynı zamanda askeri darbeler oldukça  karmaşık bir olgudur ve tek bir değişkenle açıklanması mümkün değildir. Askeri darbelerde tarihsel, politik, ekonomik, kişisel, askeri, etnik ve kültürel 
faktörler(Önder,2010) ile birlikte askeri yapı, örgütlenme biçimi ve eğitimle aşılanan amaçları ile bazı müdahale dürtüleri taşımakla birlikte, Türkiye’de 
varolan siyasal kültürde bunları destekler özelliklere sahiptir. Ancak, her darbe, bazı koşulların bu dürtüleri harekete geçirmesiyle gerçekleşmiştir. Türkiye’nin 
siyasal kültürü ve siyasal yönetimin meşruiyetini yitirmiş olması, bir yandan orduya hareket serbestisi sağlarken, diğer yandan şiddetli ve güçlü bir muhalefetle karşılaşmamasına yardımcı olmuştur(Örs, 1996; 97). 

Askeri darbelerin Türkiye’de ortaya çıkış gerekçelerini farklı biçimlerde değerlendirenler bulunmaktadır. Bunlardan Çiğdem, siyasal sistemin darbeye 
müsait bir yapı olduğunu ifade ederek, Türkiye’de yürürlükteki siyasal sistemin askeri-sivil bir bürokrasi ve bu tabakanın toplumsal destekçilerinin egemen 
olduğu patrimonyal bir vesayet rejimine dayandığını ifade etmektedir(Çiğdem, 2009; 95). 

İnsel(2006;56), paralel bir biçimde askeri darbeleri TSK’nın kendisini siyasal parti olarak görmesinin sonucu olarak değerlendirmektedir. Ona göre, Türkiye’de askeri darbeler TSK’nın ‘’kendisi için varolan pretoryan zümre’’ olarak görmesinin ve zaman zaman özgün bir siyasal parti görünümünde olmasının 
sonucudur. Söz konusu zümre otoriter özellikleri ağır basan cumhuriyet rejiminin nihai dayanağı işlevini görmekte ve bu rejim tarzının toplumsal tahayyülde hakim konumda yer almaya devam etmesini sağlamak gibi bir misyonu temsil etmektedir. Öztürk(2006;220-221) ise, TSK’nın siyasal görünüme sahip olmasını dış politika koşullarının sonucu olarak görmekte, NATO üyeliğinin ve bu çerçevede askeri veçhesi ağır basan Türk-Amerikan ilişkilerinin Türk iç ve dış 
politikalarındaki ağırlıklı yeri nedeniyle, TSK’nın ulusal sistem içinde etkin bir yere sahip olduğu ve bu etkinliğin TSK’ya sınırlı bir siyasal görünüm 
kazandırdığını ifade etmektedir. 

 Sözü edilen gerekçelerin yanısıra darbeleri araştırma komisyonu 27 Mayıs 1960’tan 27 Nisan e-muhtırasına kadar askeri darbeleri dönem tanıklarını 
dinlemek suretiyle rapora bağlamıştır. 

1. 27 Mayıs Darbesi 

Darbeleri araştırma komisyonu, 27 Mayıs 1960 darbesine ilişkin üçlü sacayağını (iç politikada kronolojik olarak sunulan olaylar silsilesi ile bu olaylarda iktidar ve muhalefetinin tutumu, ekonomik gerekçeler ve buna bağlı olarak dış politikada kısmen yaşanan eksen değişikliğini) gerekçe olarak belirtmiştir. 

Söz konusu rapor, Türkiye’de yaşanan bütün darbelerin aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe olduğu tezi ile hareket etmiş (2012;135) ve 27 Mayıs 
darbesinin ekonomik gerekçesi olarak da 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi kriz yaşamasını, krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve 
istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devamının ilk cuntaların kurulduğu döneme denk geldiğini ve Demokrat Partinin özellikle ekonomik krizi 
çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde dış politikada attığı adımların darbe sürecini beraberinde getirdiğini ortaya koymuştur. 

Bu çerçevede 27 Mayıs darbesine gerekçe olarak söz konusu raporda(2012;255-256). dış politikada Sovyet Rusya ile yakınlaşma girişimlerini ve Menderes’in 
yapacağı deklare edilen Moskova ziyaretini Sander'in ekonomik zorluklara bağladığı, Ahmad'in ABD’ye tehlikeli şantaj olarak nitelendirdiği, nihai olarak 
Tunçay'ın ise ekonomik nedenlere bağlamakla birlikte ABD’nin darbeye sessiz kalışını doğrudan bu gerekçeye dayandırdığı belirtilmiştir. Nitekim darbeden 
sonra Milli Birlik Komitesinin ABD elçiliğine NATO ve CENTO’ya başta olmak üzere uluslararası yükümlerini getirme taahhüdünde bulunmasının ABD’nin 
kurulan hükümeti tanımasında etkili olduğu bilinmektedir(Akalın, 2000;183-184). 


Yine komisyon raporunda ifade edilen hususların(ekonomik ve dış politikaya bağlı gerekçeler ile kronolojik olarak sunulan iç politika gelişmelerinin) yanı sıra 
kimi gerekçelerin üzerinde fazlaca durulmadığı dikkati çekmektedir. 

Bu çerçevede farklı gerekçelerle darbelerin arka planını ortaya koyan Dursun(2001;37) yaptığı değerlendirmede, Türkiye’de varolan siyasal kültür, muhalefete tahammülsüzlük, halka güven duymamak, bir takım gelişmelerin ülkenin tehlikeye sürüklendiği şekilde değerlendirilmesi ve bu durumda kendi iradesiyle harekete geçilmesine inanılması ile siyasal elitin mevcut gelişmelerin ışığında geleceği iyi okuyamamaları ve uygun bir tavır sergileyememeleri ile Türk siyasal sisteminde merkez ile kenar arasında fay hattının karşıt değerler ve ilkeler üzerinde yükselmesi ve her iki kesimin temsilcileri arasında demokratik süreçlere ve değerlere öncelik tanıma konusunda farklı turumun darbeyi beslediğini iddia etmektedir. 

2. 12 Mart Muhtırası 

Askeri müdahalenin biçimi, amacı, askeri yönetim süresi gibi kriterlere göre sınıflayan E.Nordlinger’in sınıflamasından hareket eden Tachau ve  Heper (1983;19) 1971 muhtırasını ‘’arabulucu’’ tip askeri yönetime benzetmektedir. Ordunun sosyal ve ekonomik statükoyu korumak için sivil otoriteler üzerinde veto uygulama yetkisini kullanarak bazı yüzeysel değişiklikler yaptığını belirtmektedir. 

12 Mart Muhtırasına ilişkin darbeleri araştırma komisyonu raporunda dış politikanın rolüne ilişkin, Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin iktisadi ve teknik 
yardımıyla pek çok büyük sanayi tesisi yapımının(Aliağa petrol rafinerisi, Seydişehir Aliminyum Tesisleri) ve Sovyetler ile soğuk savaş ortamında yapılan 
flörtün ABD’ce hoş karşılanmaması, ABD ile yaşanan haşhaş sorunu(tüm hükümetlerin ayak diremesine rağmen muhtıradan sonra kurulan hükümetce bir ay sonra yasaklandı), Filistin sorununda ABD’de ile farklı tutum geliştirme, ABD’nin altmışlı yıllarda zirve yapan Kıbrıs meselesindeki tutumundan 
kaynaklanan politikasının, Türk tarafında yarattığı güvensizlik, U-2 casus uçaklarının SSCB üzerinde yaptıkları uçuşların yasaklanmasının ABD’ce olumlu 
karşılanmaması gibi başlıklar gerekçe olarak ortaya konulmuştur(2012; 440-445). 

Dursun(2003;13), 12 Mart muhtırasına gerekçe olarak dış dinamiklerin etkisine ilişkin raporda belirtilen gerekçelerin yanı sıra Soğuk savaş dönemi devam 
etmekle birlikte bloklar arası detant(yumuşama) halinin verdiği iklimle birlikte Türkiye’nin bir yandan Batı ile ilişkilerini sürdürürken diğer yandan Sovyetler 
Birliği ile Ortadoğu, İslam Dünyası ve genelde üçüncü Dünya ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmesinin yani tek yanlı dış politika stratejisinden çok yönlü dış 
politika çizgisine geçişinin etkili olduğunu belirtmiştir. 

Komisyon raporunda dış politika gerekçelerinin yanında iç politika gerekçesi olarak eski DP’lilere af çıkarılması meselesine yer verilmiş ve bu çerçevede 
TBMM’de sürekli olarak tartışmalara neden olan af sorununun(Celal Bayar ve eski DP'li arkadaşlarının siyasal haklarına hukuken kavuşmaları) darbenin örtülü 
gerekçelerinden birini oluşturduğundan söz edilmiştir(2012;390). İç ve dış politika gerekçelerine ek olarak 12 Mart muhtırasında ekonomik gerekçe olarak 
1970 yılında yaşanan devalüasyona işaret edilmiş ve bu çerçevede askeri darbeler ile ekonomik krizler arasında doğrudan ilişki üzerinde durulmuştur (2012;650). 

3. 12 Eylül Darbesi 

Söz konusu raporda Türkiye'de bazı Latin Amerika ülkelerinde(Şili, Arjantin) görülen askeri darbelerde olduğu gibi askeri darbeler ile neoliberalizm olarak 
adlandırılan serbest piyasa odaklı iktisadi modele geçiş arasında bir ilişki olduğu üzerinde durulmuştur(2012; 650). Türkiye serbest piyasa ekonomisine 24 Ocak 
1980’de geçmiştir. 24 Ocak kararları, başlangıçta sadece ekonomiyi piyasa kanunlarına göre dönüştürmeyi amaçlamıştır. Ve bu süreçte sosyal kargaşanın 
yanı sıra, büyük şirketlerin hegemonyası ile birlikte küçük ve orta boy işletme lerin, tüketici ve ücretlilerin zarar görmesi beklenmiştir (Ahmad,1993;179). 
Piyasa dönüşümünün yanında 24 Ocak kararlarında sermaye birikim modelinde değişiklik yapılmakta ve ekonomiye istikrar kazandırmaya çalışılmıştır. Daha açık bir ifade ile ithal ikameci sanayileşme politikasından ihracata dayalı büyüme stratejisine geçilmiştir. Yeni sermaye birikim modeli ücretlerin reel olarak 
geriletilmesini gerektirdiği için yeni birikim modelinin mevcut siyasal yapı için oturtulması kolay değildir. Askeri darbe ile parlamenter demokrasi askıya alınıp 
siyasal örgütler(partiler, sendikalar vb.) işlevsizleştirerek asıl amacı bu olmasa da yeni birikim modelinin üzerinde yürüyeceği güzergah temizlenmiştir (Aydın,2007; 303-304). 

Komisyon raporunda darbenin dış politika ayağı ile ilgili olarak ABD’nin İran Devriminin sonucunda ortaya çıkan iktidar, Camp David anlaşması ile Arap 
Dünyasında yalnızlaşan Mısır’a Türkiye’nin destek olmasının beklenmesi, ülkedeki istikrarsızlığın Türkiye’yi Batı ittifakı dışına itecek bir siyasi dönüşüme 
yol açması yahut daha uzun ve derin bir karmaşaya sürükleyerek NATO’nun cephe ülkesini güç dengesi dışına itme riski, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali 
sonrası oluşan ortamda Çevik Kuvvet’e soğuk yaklaşılması, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne yönelik veto, ABD’nin çok önemsediği liberalleşme adımları 
topyekün olarak ABD’nin çekinceleri olarak ortaya konulmuştur. Yine 1970-1980’li yıllarda ABD’nin dahli ile yapılan askeri darbeler (Şili, Arjantin, Bolivya, 
Güney Kore, Pakistan) ile Türkiye’de yapılan darbe arasında benzer şüphelerden hareket edilerek CIA’nin Ankara istasyon şefi olan Paul Henze’nin ülkesine 
darbeyi, “our boys did it” sözleriyle duyurduğu iddiasına yer verilmiştir(2012; 653-658). 

Komisyon raporunda 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili iç politika gerekçeleri olarak; 1977 yılından itibaren kötü ekonomik koşullar ve yaygın şiddet olaylarının 
hâkim olduğu ülkede sorunlara çözüm üretemeyen siyasal partilerin tutumlarıyla gergin, bunalımlı, karşılıklı inatlaşma boyutlarına ulaşmış, karşılıklı suçlayıcı 
açıklamalarla krizi daha da tırmandırdıkları, umutların tükenmekte olduğu bir tablo olduğu inancı(2012;724), 
6 Mart 1980’de görev süresi biten Cumhurbaşkanının yerine siyasi partilerin nafile turlar ile Cumhurbaşkanını seçememeleri ve böylece siyasi istikrarsızlığın devamına katkıda bulunarak darbeye gerekçe arayan TSK’nın adeta ekmeğine yağ sürmeleri sıralanabilir. 


4. 28 Şubat Darbesi 

28 Şubat süreci, Türkiye'de ordunun hükümete yapılacakları ve yapılmayacakları dikte etmek yoluyla askeri bürokrasinin demokratik sisteme müdahil olduğu bir 
post-modern darbeyi anlatmaktadır. Bu çerçevede 28 Şubat tartışmalarında genel olarak post-modern darbenin gerekçeleri ile ilgili bir konsensüs(oydaşma) 
bulunmadığından söz edilebilir. Örneğin Çaha(2004,114), Türkiye’de devletçi elit ile devlet rantından beslenen kesimlerin demokrasiyi kurmaktan çok rejimi 
kurtarmaya çalıştığını, demokrasi ile rejim arasında bir ayrım yaptığını ve bu rejim uğruna demokrasiyi rahatlıkla gözden çıkarabildiğini belirtmektedir.

Kocabaş(1998;12) ise 28 Şubat’a gerekçe olarak ekonomik temelli bir varsayımdan hareketle tekelci sermayenin pazar egemenliğini sağlayacak 
hükümeti kurulmasını göstermiş dayanak olarak da Behiç Kılıç’ın(21.12.1996 tarihli Akşam gazetesi) Atina’da Türk-Yunan İşadamları Ortak Konseyi 
toplantısında bir kısım Türk işadamlarının aldığı kararı açıklayan yazısında iş dünyasının birinci hedefinin hükümeti yıkmak, ikinci hedef tekelci sermayenin 
pazar egemenliğini sağlayacak hükümeti kurmak olduğunu ortaya koyduğuna işaret etmiştir. Şen (2000;117) ise gerekçe olarak uzun zamandır duyulan sermaye içi hiyerarşinin yeniden kurulma gereksinimi normal yollardan gerçekleştirilememesi olarak göstermiş ve çatışmanın sınıfsal boyutunu göstermiştir. Şen’e göre; 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası uygulamalar sermayenin genel desteğini almakla birlikte, uygulanan politikalar kaçınılmaz olarak sermaye içi çatışmaları geliştirmiş ve dengeleri bozmuştur. Uzun zamandır duyulan sermaye içi hiyerarşinin yeniden kurulma gereksinimi normal yollardan 
gerçekleştirilememiştir. 1997, hiyerarşinin yeniden kurulma gereksiniminin aciliyet kazandığı bir yıl olmuştur. Olağan dışı mekanizmalarla süreç başlatıldıysa da, henüz tamamlanamamıştır. Hiyerarşinin yeniden kuruluşunda kendi konumunu güçlü kılmak isteyen çevreler, kitleleri bu mücadeleye alet etmeye çalışmışlardır. Kimi zaman kültürel, kimi zaman siyasal-ideolojik görüntü altında ortaya çıkan gerilimler üzerine yapılan değerlendirmelerde çatışmanın sınıfsal boyutu ihmal edilmiştir. Yaşanan kutuplaşmada kitlelerin karşı karşıya gelmesi, ordunun bu kez farklı bir tarzda müdahalede bulunmasına yol açmıştır. Ordu yönetime el koymasa da güçsüz hükümetler sayesinde etkili olmayı sürdürmüştür(Şen, 2000;117). 

Buna rağmen, komisyon raporunda darbenin arka planını ortaya koymak yerine 28 Şubat’a gelene dek iç politikada yaşanan gelişmeler kronolojik olarak 
belirtilmiş, medyanın sivil toplumun rolünden bahsetmiş, dışarıdan dönemin Refah-Yol hükümetine bakış üzerinde durulmuş ve ekonomik gerekçe olarak da 
sadece Refah-Yol hükümetinin 1996-1997 yıllarında uyguladığı ekonomi politikaları darbeye gerekçe oluşturan başlıklar olarak sıralanmıştır. 

Söz konusu komisyon raporunda ekonomik gerekçe olarak, kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sisteminin rant 
üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmesi, memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de 
desteklemelerde ve karşılığında sunulan kaynak paketleri, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi 
reformuna yönelik önlemler, reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni 
prensipler alma konusunda hazırlıklar uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 
işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılması ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız ettiği üzerinde durulmuştur(2012; 
1267-1269). 

Komisyon raporunda 28 Şubat sürecinin dış politika boyutu ile ilgili olarak ise (2012; 959) başta ABD olmak üzere dış güçlerin, resmi düzeyde Türkiye’den 
demokrasinin sekteye uğratılmaması koşuluyla, iktidarda bulunan Refah-Yol’un uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlıklarına dair 
açıklamalar yaparken, fiili bir darbeyi de destekleme eğiliminde olmadığı belirtilmiştir. Komisyon raporuna paralel bir biçimde Donat (1999;430) ; 28 
Şubat Kararlarının ardından Amerikan medyasının; askerlerin hükümeti sert şekilde uyardığını, askerlerin bundan sonraki uygulamaları izleyeceklerini 
belirttiğini, Türkiye ile Amerika arasında yürümekte olan pek çok işin ve bunların pek çoğunun askıya alındığını, sivil ve askeri otorite arasındaki çekişmenin 
sakıncalı olarak görüldüğünü nihai olarak Amerika’da Türkiye imajının pek düzgün olmadığını belirtmektedir. 

Yine 28 Şubat sürecinde dışardan bakışı anlatan Arcayürek (2003;572-574), RP’li hükümete olumsuz bakıldığını örneğin Chriac’ın Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz’a ‘’köktendinciliğin Türkiye’de gerçekleşmesinin Avrupa tarafından kabul edilmeyeceğini, hatta İran deneyimini bir daha yaşamak istemediklerini, 
İranda düştükleri hatayı bu sefer Türkiye’de tekrarlamayacağız’’ dediğini ifade etmektedir. 

Komisyon raporunda darbenin iç politika ayağı ile ilgili olarak da 28 Şubat döneminde hükümetin çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya 
ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmediği, dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provokatif haberler, brifingler, ve bazı suni 
vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulduğundan bahsedilmiştir(2012;1269). Bunun sonucu olarak da 28 Şubat sürecinde, daha önce 1960, 1971, 1980 darbe ve muhtıralarında da görüldüğü üzere olası bir askeri müdahale plan ve uygulamaları için kamuoyu ve medya organlarının etkin rol oynadığı üzerinde 
durulmuştur(2012; 965). 

5. 27 Nisan E-Muhtırası 


Komisyon raporunda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan e-muhtıra ve sonrasında yaşanan sürecin Türk siyasi 
tarihi bakımından bir kırılmayı ifade ettiği belirtilmektedir(2012;1262). Raporda e-muhtıra ile demokrasiye müdahale etmeye yönelik girişimin, hükümetin bu 
müdahale karşısındaki kararlı tutumunun sonucunda başarısız olduğu ifade edilmiştir(2012;1262-1263). Yine raporda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 
demokrasiye müdahale olarak Genelkurmay Başkanlığının verdiği e-muhtıra dayanağının TSK’nın İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde yer alan 
Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin gerekçe olarak sunulmasının TSK içinde aynı içgüdünün halen var olduğunu ispatı anlamına geldiği ifade 
edilmiştir.(2012;1263). Dolayısıyla e-muhtıra sivil siyaset üzerinde askeri vesayetin devamının açık kanıtıdır. 

Raporda e-muhtıra dış politikadan gelen tepkilere de yer verilmiştir. Bu çerçevede ABD Dışişleri Bakanı ve sözcülerinin yaptığı iki açıklamayla demokrasiden ve anayasal süreçten yana olduğunu deklare ettiğini, Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise yaptığı açıklamada Türk ordusunun politika dışında kalması gerektiğinin belirterek, “Ordu, siyaseti seçilmiş kişilere bırakmalıdır” şeklinde tepki gösterdiği üzerinde durulmuştur (2012;1259). 

SONUÇ 

Türkiye’de demokratik sistemin demokrasi dışı müdahalelerle ya doğrudan(27 Mayıs ve 12 Eylül), ya da dolaylı(12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan) olarak kesintiye uğraması demokratik yaşam sicilimizin hiç de parlak olmadığını göstermektedir. Bu çerçevede demokrasi dışı müdahalelerin gerekçelerini ortaya koyarak sorumluların ortaya çıkarılması amacıyla Mecliste grubu bulunan 4 partinin mutakabatı ile kurulan Meclis Araştırma Komisyonu çalışmaları sonucunda hazırlanan rapor her şeyden önce sivil siyasete verilen değer itibariyle önem taşımaktadır. 

Askeri darbeler tek bir gerekçe ile açıklanamasa da Türkiye’de askeri darbelerde dış dinamiklerin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Öncelikle belirtilmesi 
gereken husus, Türkiye’nin asker- sivil siyaset ilişkilerinin özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD ve NATO olmadan düşünülemeyeceğidir. Soğuk savaş döneminde  ABD için bölgede savunma gücü, SSCB ile sınır ülke olması, Orta Doğu bölgesindeki tarihsel gücü ve ABD tarafından ekonomik olarak sistem 
içinde tutulması zorunlu ülke olduğundan hareketle stratejik önem taşıyan Türkiye ile işbirliğinin kesintisiz devamı gerekmektedir. ABD kendi savunma, dış politika ve ekonomik konseptinin dışına çıkma tehdidi her gördüğünde Türkiye’de sivil siyasete alternatif olarak stratejik işbirliğini yürütebileceği mekanizmalara 
yönelmiştir. Bu çerçevede askeri darbeleri sadece ABD ve NATO ile ilişkilere bağlamak yanlış olsa da darbelerdeki rolü yadsınamaz bir gerçekliktir. 

Ekonomik kriz dönemleri, sivil hükümetlerin halk nezdinde en çok irtifa kaybettiği ve askeri darbenin kendisine en çok gerekçe bulabildiği zamanlardır. 
Darbeleri araştırma komisyonu raporunda da söz konusu durumlara ilişkin dikkate değer atıflarda bulunulmuştur. Örneğin, 1958 ve 1970’de yaşanan 
devalüasyonların 27 Mayıs ve 12 Mart’a gerekçe oluşturduğu belirtilmiş yine 12 Eylül ile 24 Ocak Kararları(serbest piyasa ekonomisine ve neo-liberalizm geçiş) 
arasında bağ kurulmuş, 28 Şubatta dönem hükümetinin izlediği ekonomik politikalarla sermaye çevresini kızdırması gerekçe olarak sunulmuştur. Ancak 12 
Eylül’e gelinen süreçte 24 Ocak Kararlarının belki de en önemli gerekçe olduğu, yeni sermaye birikim modeline uygun dizayn edilecek siyasal partiler, sendika lar ve toplumsal yapı için 12 Eylül’ün kaçınılmaz son olduğu üzerinde yeterince durulmamıştır. Yine 28 Şubatta sermaye çevreleri arasında hiyerarşi kurulma  zorunluluğunun darbeye gerekçe olduğundan söz edilmemiş daha dar çerçevede dönemin analizi ortaya konulmuştur. 

Raporda yine 27 Nisan e-muhtırasında sınıfsal bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Bu çerçevede değişen merkez-çevre ilişkisine, yükselen yeni orta 
sınıfa karşı sosyo-ekonomik olarak iktidarı elinde tutan seçkinler arasındaki iktidar kavgasına değinilmemiştir. 

Raporda nihai olarak sivilleşme, demokratikleşme ve askeri vesayetin konjonktürel olarak değil yapısal olarak ortadan kaldırılması için atılacak 
adımlara yer verilmemiştir(MGK’nın anayasal konumu, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına 
bağlanması vs.) Söz konusu adımların 4 partinin mutakabatı ile oluşturulmuş komisyon raporunda ortaya konulması siyasi partiler için bağlayıcı olmasa da 
partilerin irade beyanını kayıt altına almak için anlamlı bir duruş sayılabilecektir ancak yer verilmemiştir. 

Sonuç olarak tafsilatlı bir biçimde ortaya konan, bünyesinde pek çok gözden kaçırılan eksikler içeren söz konusu rapor, Türkiye’de sivilleşmeye, 
demokratikleşmeye, seçilmişlerin hareket alanını genişletmeye yönelik önemli bir adımı oluşturmaktadır. 

KAYNAKÇA 

2012. Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile 
Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu. 

Ahmad, Feroz, (1993), The Making of Modern Turkey, Routhledge, London. 

Akalın, Cüneyt,(2000), Askerler ve Dış Güçler, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul. 

Arcayürek, Cüneyt, (2003), 28 Şubat’a İlk Adım, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 

Aydın, M. Kemal, (2007), ‘’Türkiye Ekonomisinin Dönüşümü: ‘’İthal İkamecilik’’ten ‘’Dışa Açık’’ Birikim Modeline Savruluş’’, Dönüşüm 
Sürecindeki Türkiye, Ed. Davut Dursun, Burhanettin Duran, Hamza Al, Alfa Yayınevi, ss.303-324. 

Çaha, Ömer,(2004), Açık Toplum Yazıları, Liberte Yayınları, Ankara. 

Çiğdem, Ahmet,(2009), D’nin Halleri Din, Darbe, Demokrasi, İletişim Yayıncılık, İstanbul. 

Donat, Yavuz, (1999), Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 

Dursun, Davut ,(2001), 27 Mayıs Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul. 

Dursun, Davut, (2003), 12 Mart Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul. 

İnsel, Ahmet, (2006), ‘’Bir toplumsal sınıf olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’’, Bir Zümre Bir parti Türkiye’de Ordu, Der. Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu , Birikim 
Yayınları, İstanbul. 

Kocabaş, Süleyman,(1998), ‘’Post-Modern Darbe’’ süreci 28 Şubat’a Doping,Vatan Yayınları, İstanbul. 

Kılıç, Behiç, (1996), 21.12.1996 tarihli Akşam gazetesi. 

Önder, Murat, (2010),’’What Account for Military İnterventions in Politics: A Cross- National Comparasion’’, E-Akademi Dergisi, Sayı: 102, Ağustos 2010. 

Örs, Birsen,(1996), Türkiye’de askeri müdahaleler, Der Yayınları, İstanbul. 

Öztürk, Osman Metin, (2006), Ordu ve Politika, Fark Yayınları, Ankara. 

Şen, Serdar , (2000),Geçmişten Geleceğe Ordu, Alan Yayınları, İstanbul. 

Tachau, Frank and Heper,Metin(1983), ‘’The State Politics and the military in Turkey’’, Comparative Politics,Vol.16, No.1, pp.17-33. 


***