6 Temmuz 2017 Perşembe

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 2





 “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 2



Beşli Çetenin, yani meslek kuruluşları olarak bugün isimleri bilinen kuruluşların katkısı önemlidir. Yüksek yargının askerin verdiği brifinglere katılıp onları ayakta alkışlaması bunlardan bir tanesidir. Çünkü yargı veya adalet, kendisine telkin edilen, hatta emredilen, empoze edilen işleri yapmaya başlamıştı ve yargı olmaktan çıkmıştı. Maalesef yine üniversiteler ve bir başkaları ellerindeki bütün imkânları ortaya dökmüştü. Bu sefer senaryo farklı açılardan başladı: Sincan’da bir gece, Ali Kalkancılar, telekızlar, Aczimendiler ve onların sokakta yürümesi, “Memleket elden gidiyor, her tarafı bunlar sardı, artık sokağa da çıkamayacağız. ”, başörtüsü meselesi, meslek liseleri ve imam hatip liselerinin kapatılması. 

Bütün bunlar üst üste geldi ve bir gerginlik ortamında, bu işin içerisindeki baş aktör olan Süleyman Demirel – o da şüphesiz çok büyük katkılar sundu - hükümetin istifasını aldı. Hükümeti kurma görevini Çiller’e vermesi gerekiyordu çünkü Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun da katkısıyla çoğunluğun sağlandığını gösteren bir belge verilmişti. Ancak Demirel meseleyi baştan beri takip eden bir kişi olarak yeni bir dönemi başlattı: 

8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, imam-hatip okullarının kapatılması, üniversitelere doğrudan müdahale edilmesi, katsayı farklılığı vs. Bütün 
bunları biraz sonra çok değerli arkadaşlarımız farklı açılardan ele alacaklar. 

O günlerin yaşayan canlı bir tanığı olarak çok üzüldüğümüzü, çok sıkıldığımızı, kendi içerimizde çok kara günler geçirdiğimizi söylemeliyim. 

Çoğu zaman söyledim, tekrar ifade edeyim: “Bu bir darbe miydi, değil miydi?” O zamanlar bütün milletvekilleri lojmanlarda kalıyordu. 

1997’nin Haziran ayında bir darbe olacağı herkes tarafından o kadar güçlü söyleniyordu ki, benim aklımdaki tarih de 12 Haziran’dır, DYP’lilerin en 
az yüzde 60’ı olmak üzere pek çok milletvekili 

- Refah Partililerden bir tanesi bile değil - yurt dışına gitmişti. O tarihte Ankara’da bulunmamak, evlerinden alınıp götürülmemek herkesin kafasına yerleşmişti ancak biz yerimizden kıpırdamadık. 

Bize haber getirenlere “Lojmanımız bu, evimizdeyiz, kim gelecekse bekliyoruz. Biz milletin emanetiyle geldik, bu emaneti başka hiç kimseye de teslim etmeyiz.” demiştik. Allah bizi mahcup etmedi. 12 Haziran’da darbe bekleniyordu ancak 18 Haziran’da Erbakan Hoca istifasını verdi. O dönem bu şekilde sona erdirilmiş oldu. 

Şimdi geldiğimiz nokta, 28 Şubat’ın aslî ve fer’î faillerinden yargı önünde hesap sorma günüdür. Bunun konuşuluyor olması bile beni fevkalade memnun ediyor. Yargının vereceği karar ne olursa olsun, bugün 28 Şubat lanetli bir hale gelmişse, artık bu Türkiye’nin önünün açıldığını gösteren en önemli olaydır. Şimdi çok değerli konuklarımızı buraya davet edip hep beraber onları dinleyelim. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum. 

OTURUM

Bülent Arınç: Değerli katılımcılar, tekrar hoş geldiniz. Panelimize başlıyoruz. 

Hemen yanımdaki Sayın Fehmi Koru’yu hepiniz çok iyi biliyorsunuz, şu anda Star Gazetesi yazarımız. Fehmi Bey’in yanında yer alan Sayın Avni Özgürel, Radikal Gazetesi yazarlarımızdan. Değerli arkadaşımız Yılmaz Ensaroğlu ise SETA’nın Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü. Kendisi geçmişte bir insan hakları örgütünde, MAZLUMDER’de, genel başkanlık yapmış çok değerli bir arkadaşımız. 

Zamanı daha iyi değerlendirmek ve paneli belirlenmiş süre içerisinde bitirebilmek amacıyla şöyle bir formül düşünmüştük: Her arkadaşımıza 
öncelikle 15 dakika net bir süre verelim, bu süre içerisinde düşüncelerini ifade etsinler. Sonra da sizlerden gelecek soruların en azından 2-3 
tanesine her biri cevap versin ve daha sonra da panelimizi bir konuşmayla veya bir kısa değerlendirmeyle kapatalım. Hemen yanı başımda bulunan 




Sayın Fehmi Koru bir gazeteci olarak, bir araştırmacı olarak gerek yurt dışında gerekse yurt içerisinde 28 Şubat Sürecini fevkalade yakından izlemiş, olayın tanığı olmuş arkadaşlarımızdan birisidir. “Silahlı kuvvetlerin zamanı geçti, şimdi bu işte silahsız kuvvetler rol oynamalı” başlıklarını hatırlarsak, 28 Şubat sürecinde etkili olan silahsız kuvvetlerin, yani o zamanki tabir içerisinde TÜSİAD’ın, Türk-İş’in ve ona benzer meslek kuruluşlarının rolleri neydi? Gerçekten 28 Şubat’ı sürükleyen veya tetikleyen büyük bir etki olarak mı görüldüler? 28 Şubat Sürecinde medyada bu sürece katkı sağlandığı iddiaları var. Hatta 28 Şubat’la ilgili yargı sürecinin medya ayağını da, sivil ayağını da kapsaması gerektiğini söyleyenler var. Şüphesiz sadece medyayla ilgili değil; diğer sivil aktörlerin de içerisinde bulunduğu şartları izleyebiliriz. Askerin siyasete müdahalesinde askeri her zaman göreve davet eden sivillerin olduğunu biliyoruz. Askerler bazı konuşmalarında “Nerede kaldınız? Sizi bekliyoruz, gelin memleketi kurtarın.” şeklinde sivil teklif ve davetler aldıklarını söylemişlerdir. Ben Sayın Fehmi Koru’dan medya başta olmak üzere sivil güçlerin veya kuvvetlerin 28 Şubat Sürecindeki rollerini bize kapsamlı bir biçimde anlatmasını rica edeceğim. Sayın Koru, buyurun efendim.

Fehmi Koru: Teşekkür ederim Sayın Başkan. Doğrusu kapının önünden itibaren kendimi 28 Şubat günlerinin medya brifinglerinde, medyanın o brifinglere gösterdiği ilgiye benzer bir hava içerisinde buldum. Kapıda canlı yayın araçları, içeride onlarca meslektaş var. Bizler o dönemde verilen brifingleri akşam televizyonlardan izleyen gazetecilerdendik. Çok sayıda meslektaşımız, onlarca canlı yayın aracı o brifingleri canlı verdiler. Tabii, bugünle o gün arasında 180 derece fark var. Medya içerisinden arkadaşlar bugün buraya gelmeseler herhalde başlarına bir iş gelecek endişesi taşıyor değiller. Bu paneli kendi kitlelerine daha iyi anlatacak şekilde yansıtma amaçlı olarak geldiklerini biliyoruz.

  < 12 Haziran’da darbe bekleniyordu ancak 18 Haziran’da Erbakan Hoca istifasını verdi. O dönem bu şekilde sona erdirilmiş oldu.  Şimdi geldiğimiz  nokta, 28 Şubat’ın aslî ve fer’î faillerinden yargı önünde hesap sorma günüdür. >

Önce “postmodern” tanımıyla başlamak istiyorum. Postmodern tanımını “yumuşak bir darbe”, “aslında darbe de değil de çok başka türlü bir gelişme”yi 
anlatmak için kullanıyorsak bunda yanıldığımız kanaatindeyim. Ben 28 Şubat’ı bildik/klasik 27 Mayıs, 12 Eylül tarzındaki darbelerin biraz daha yumuşatılmış 
şekli olarak değil, tam tersine çok daha kapsamlı, nihai amacı ülkeyi ve toplumu biçimlendirmek olan, sadece askerlerin ön planda görüldüğü ve dolayısıyla 
onların kendilerine ait bir projeyi hayata geçirme amaçlı değil, kendileriyle ortak hareket eden birtakım güçlerle birlikte ülkeyi ve toplumu dönüştürme amaçlı 
bir proje olarak görüyor ve 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e uzanan çizgideki üç darbeden çok daha etkili olduğunu düşünüyorum: Hem kullandıkları malzemeler açısından, hem de amaçları açısından bildiğimiz klasik darbelerden çok daha etkili bir darbe türü olan postmodern darbe.

O dönemde darbecilerin ellerinde bir rapor vardı. Bu raporun varlığından haberdarız. Raporda 2020 yılına geldiğimizde Türkiye’de onların “irtica” olarak vasıflandırdığı, o düşünceye sahip olan kişilerin iktidara geleceği, nüfusun ona göre çoğalmakta olduğu, imam hatip mezunlarının sayılarının arttığı, üniversitelerde başörtülü görüntünün fazlalaştığı ve 2020 yılında artık önlenemez bir biçimde irticai düşüncenin iktidara gelmesi gibi bir beklenti, rakamsal birtakım tablolara da dayanarak yer alıyordu. Böyle bir beklentiyle bu postmodern denilen darbenin temelleri atıldı. 

Burada asker doğal olarak çok ön planda; çünkü askerin söz konusu olmadığı herhangi bir ortamda siyasi sonuç almak mümkün değil. O bakımdan en görünür yerde askerler var. Askerlerin bir komuta zinciri içerisinde hiyerarşik olarak bu darbenin başlatıcısı ve yürütücüsü oldukları belli ama içlerinden bazılarının özel birtakım görevleri üstlenebilecek tarzda ve toplumun başka kesimleriyle de irtibatlı olarak çaba gösterdiklerini hem o günden biliyoruz hem de bugünden geriye dönük değerlendirme yaptığımızda, o dönemle ilgili birtakım ifşaatlar sayılabilecek olan gazetelere yansıyan açıklamalara baktığımızda görüyoruz. “Bin yıl sürecek.” denilen şey, esasen, ordu içerisindeki o çok özel kadro ve onların 
kollarının uzanabildiği çeşitli yerlerde destek aldıkları, zaman zaman belki talimat aldıkları, bazı toplumsal kesimlerle olan işbirliğidir. Öyle zannediyorum ki, kafalarındaki amacı gerçekleştirebilecek kendilerinden yana bir toplum tepkisi görselerdi, gerçekten bin yıl bile sürebileceği düşünülebilecek bir büyük değişimi zorlayacaklardı. Ancak bunu yapabilmeleri için toplumda gerekli ilgiyi göremediler. Göremedikleri için de onların 2020’de bekledikleri türden bir gelişme 2002 yılında gerçekleşmiş oldu. 

Kendilerine göre tespit ettikleri ve mutlaka üzerinden geçilmesini düşündükleri bir yeşil sermaye olayı vardı. İmam hatip liseleri vardı, onun için çaba gösterdiklerini biliyoruz. Başörtülü kızlar meselesi vardı ve ordu içerisine sızdığını, bürokrasi içerisine sızdığını düşündükleri devlet görevlileri vardı. Bunların hepsinin hesabının görülmesi gerektiği kanaatindelerdi ve bunların tek tek üzerine gittiklerini hep beraber yaşayarak öğrendik. Bunu yapabilmeleri için - Bülent Bey’in az önce söylediği gibi - sadece askerlerin kendi aralarında bir kanaate vararak hareketlenmeleri yeterli değil, kendilerine destek verecek birilerine ihtiyaçları var. Birdenbire iş dünyasından örgütlerin harekete geçtiğini görüyoruz. “Beşli çete” kendilerinin koydukları bir isim. Ben o zaman onlardan bahsetmem gerektiğinde “Mahşerin Beş Atlısı” diye bahsediyordum. Gerçekten 
de bir araya gelmeleri düşünülemeyecek bir çete örgütlenmesi idi. Mesela Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonuyla Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun aynı grup içerisinde yer alması ve hepsinin de karşılarına hükümeti getirecek tarzda bir kamuoyunu aydınlatma görevini kendiliğinden üstlenmeleri, her akşam televizyonlara çıkarak birlikte açıklamalar yapmaları, hükümeti devirmek için çeşitli yerlerle aleni temaslarda bulunmaları pek alıştığımız bir şey değil. DİSK ile TİSK’in birbirleriyle çıkar çatışmaları olduğunu biliyoruz ama ilk defa olarak bu “Beşli Çete” içerisinde birlikte hareket ettikleri görüldü. Odalar Birliği de orada idi ancak TÜSİAD görünürde yoktu. Bununla birlikte, TÜSİAD’la irtibatlı başka bir gruplaşmanın, o dönemde TÜSİAD deyince aklınıza gelebilecek olan en belirgin isimlerin içinde yer aldığı bir grubun sık sık Ankara’ya gelip aslanlı kapıdan içeriye girdiği, orada askerlere bazı fikirlerini aşıladıkları biliniyor. Bunlar sadece duyum değil. O grubun içinden biriyle samimi bir sohbet ortamında o isimler ve neler konuşulduğu anlatıldığı için ben ayrıca birebir fikir sahibiyim. Olayın bir de medya boyutu var.

Bütün bunlardan bahsederken, aslında Süleyman Demirel’i unutmamak lazım. Ama artık o herkesin kafasında 28 Şubat sürecinin mimarı olarak geçtiği için fazla üzerinde durmak istemiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum: Süleyman Demirel, bu süreci belki de askerlerin zihnine yerleştiren isimdir. 1996 yılının başından itibaren adım adım arzu ettiği istikamette olayların gelişmesini sağlamak için özel çaba göstermiştir. Size bir soru sorarak zihinlerinizi tazelemekte yarar var. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) en son şu sıralarda ne zaman toplandı? Herhalde bu sorunun cevabını sadece Bülent Bey bilebilir, katıldığı için: Birkaç gün önce. Niye hatırlamıyoruz diğerlerimiz? Çünkü hiçbir şekilde gazetelerde artık ayrıntılı olarak MGK toplantılarına yer verilmiyor. Birer cümleyle veya birer paragrafla “Şunu görüştüler.” diye bilgi sunuluyor. Hâlbuki 
Süleyman Demirel’in Ocak 1996 başından itibaren başlattığı süreç içerisinde, onun zorlamasıyla, daha 28 Şubat 1997 MGK’sı ufukta bile görünmezken, 
“Milli Güvenlik Kurulu toplantıları önemlidir, mutlaka orada neler konuşulduğuna bakın.” diye onun ilgilendirmesiyle MGK odaklı bir darbe gerçekleştirilebildi sonradan. Bunu hatırlatmak istiyorum. 

Medya ise, özellikle iş dünyasının var olduğu bir ortamda ve medya patronlarının da mutlaka içerisinde yer aldığı bir gruplaşmada, zihinleri işgal etme ve yönlendirme görevini üstlenmiş olmak zorunda. Nitekim Google arama motoruna “28 Şubat’ın gazete manşetleri” diye yazdığınızda karşınıza yüz kadar manşet görüntüsü çıkıyor. “Silahsız kuvvetler artık devreye girsin”den, “Gerekirse silah da kullanırız”a kadar 28 Şubat’ta siyasileri zorlayıcı, kimini yurt dışına kaçmaya, kimini vakti geldiğinde Süleyman Bey’in yönlendirmesiyle partilerinden istifaya 
zorlayan manşetler hepimizin gözünün önünde. O gazeteler sonradan işbirliğini inkâr ettiler ama unutmayalım, şimdilerde tutuklu olarak 28 Şubat davasından 
cezaevinde bulunan bir komutan, 28 Şubat’ın artık etkisini iyice yitirdiği bir dönemde “Biz aslında askerleri dinlemiyorduk, onlara ters davranışlarda bulunuyorduk.” diye çıkış yapan o dönemin önemli bir Ankara temsilcisi için “Öyle bir şey söz konusu bile olamaz, bizim karşımızda tek ayak üzerinde duruyorlardı, biz bir şey söylediğimiz zaman morarıyorlardı.” diye cevap verdi. 

< Fehmi Koru:
 “Süleyman Demirel, bu süreci belki de askerlerin zihnine yerleştiren isimdir. 1996 yılının başından itibaren adım adım arzu ettiği istikamette 
olayların gelişmesini sağlamak için özel çaba göstermiştir. “ >

Tabii medyanın bu görevi sadece 28 Şubat için söz konusu değildi. “28 Şubat’ta medya çok aleni bir şekilde yönlendirici görevi üstlendi mi, üstlenmedi mi?” diye kuşku duysaydık bile, 27 Mayıs 1960’tan başlayarak bütün darbelerin medya olmadan gerçekleşemeyeceği yönündeki kanaatin bizzat medya içerisinden tanıklıklarla yerleştiğini de unutmamak lazım. Döneminin en önemli medya patronu Erol Simavi gazetesinin 40. kuruluş yıl dönümüyle ilgili verdiği mülakatta “Bazıları medya için dördüncü kuvvet diyorlar, hayır birinci kuvvettir. Çünkü askerler medyayı, gazeteleri okuyarak darbe yaparlar. Biz onları yönlendiririz, darbeler ondan sonra olur.” sözünü bizzat kendi ağzıyla dile getirmişti. 28 Şubat’ta yaşananlar da o sözlerin hepimizin gözü önünde canlandırabileceği tanıklıklarıdır. 

Bir nokta üzerinde daha durmakta yarar var: Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçteki rolü. Bütün darbelerde bir biçimde dış parmakların olduğunu neredeyse kazıye-i muhkeme gibi hepimiz biliyoruz. 28 Şubat bir laboratuvar gibi bu dış etkinin nasıl olduğunu bize gösteren bir süreçtir. Gerçekten de daha en başından itibaren Amerika Birleşik Devletleri o sürecin bir biçimde olmasını arzu etmiş ancak bunun belli sınırlar içerisinde kalması noktasında telkinlerde bulunmuştur. Parti kapatılmasına, “Yeşil Sermaye” olarak vasıflandırılan ve dolayısıyla işlerini güçlerini azaltma noktasına gelen ticaret ve sanayi erbabının sistem dışına itilmek istenmesine sesini çıkarmamış, o dönemde mağdur olan 
binlerce insanın işlerini kaybetmesinden rahatsız olmamıştır. Sürecin daha ileri bir noktaya doğru götürülmek istendiğini anladığı zaman da frene basma görevini yine ABD üstlenmiştir. 12 Haziran’da bir darbe olmadıysa, bu Amerika’nın o dönemde yaptığı değerlendirmenin sonucudur.

    “ Öyle bir Darbenin henüz sırası değil, siz bu işi başka yöntemlerle çözmeye devam edin.” mesajının Ankara’ya ulaştırılmasıyla “ 12 Haziran darbesi ” fiili bir müdahale noktasına vardırılmamıştır. Bir de Rahmetli Erbakan’ın çok sonraları ifşa ettiği bir Amerikan belgesi var: Erbakan’ın hükümeti görevde iken Viyana’dan kim olduğunu açıklamayan birinin dönemin Devlet Bakanı Abdullah Gül’e gönderdiği bir belge. İlk başta gerçekliği konusunda kuşku duyulduğu için pek üzerinde durulmamıştı. Henüz hükümetin işbaşında olduğu bir dönemde ele geçen bu belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın imzası var. O belgeye bugünden baktığımızda, Türkiye’nin ABD Büyükelçisine verilen 
bir talimat zinciri olduğu ve adım adım o belgenin izlendiği, uygulandığı görülebilir. 

Sözün kısası şu: 28 Şubat - Sayın Bülent Arınç’ın gayet güzel bir şekilde çerçevesini çizdiği gibi - Türkiye’ye çok kötü günler göstermek amaçlı bir girişimdi. Bin yıl sürmesi planlanıyordu, askerler ön plandaydı, ama onlarla birlikte hareket eden, hatta zaman zaman akıl vererek onları yönlendiren, o yönlendirmelerine biraz daha katkı yapan ve içerisinde sadece iş dünyasının ve medyanın değil, dışarının birtakım telkinlerinin de rol oynadığı bir süreç olarak görebiliriz. Ben şimdilik bu kadarla iktifa edeyim.

  < 27 Mayıs 1960’tan başlayarak bütün darbelerin medya olmadan gerçekleşemeyeceği yönündeki kanaatin bizzat medya içerisinden tanıklıklarla yerleştiğini de unutmamak lazım. >

Bülent Arınç: Verdiğiniz güzel bilgiler için çok teşekkür ederim Sayın Koru. Sayın Koru’nun bıraktığı yerden devam ederek şunu söylemek istiyorum: “Türk Silahlı Kuvvetleri” dendiğinde bütün bir güç olarak veyahut da tamamını temsil eden bir iddia olarak konuşmak gerekir ama şüphesiz Genelkurmay Başkanı’ndan başlayan ve Kuvvet Komutanlarıyla temsil edilen komuta kademesinde Refah Partisine karşı büyük bir tepki vardı, istenmiyordu, arzu edilmiyordu. Böyle bir metot ve yöntemle bir darbe yapıldığı Sayın Koru’nun verdiği bilgilerden yararlanarak söylenebilir. 

Ancak “Askeri bu noktaya yönlendiren, ikbal bekleyen siyasetçiler de var mıydı?” sorusu da önemli. Siyasetçilerin askeri davet ettiği kriz zamanlarında, ara rejimlerde “Ordu + filan = iktidar” noktasına götürecek bazı formüllerin geçerli olduğunu düşünenler her zaman olmuştur. 

2002’den sonra bile, “geleceğin cumhurbaşkanı, başbakanı” tanımlamalarıyla dedikodular ortaya çıktığında bazı insanların çok heyecanlandığı olmuştur. 
Türkiye bu süreçleri, geçmişte ve yakın zaman içerisinde çokça yaşadı. Ben özellikle o günkü siyasal konjonktür içerisinde, siyasetçilerin 28 Şubat sürecine nasıl destek verdikleri konusunda, eğer kabul ederlerse, Sayın Özgürel’den bir değerlendirme istiyorum. 

Bir de şu soru var: “Asker emir-komuta zinciri içerisinde mi 28 Şubat’a müdahil oldu yoksa bunu yöneten sadece bir cunta mıydı? Çevik Bir’in açıklamalarıyla Karadayı’nın açıklamaları arasında çelişkiler olduğu görülüyor. Şimdi vefat etmiş olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın da “Her şey emir komuta zinciri içerisinde yapıldı, biz yekpare bir anlayış içerisindeydik” sözü gerçekten kabul edilebilir mi? Dönemin Genelkurmay Başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu’ nun “Bin yıl sürecek.” sözünü hangi anlamda kabul etmeliyiz? Bu çok iddialı bir söz. Buna inanarak darbe yaptıklarına göre, bu sistemin de devam edeceğini herhalde inanarak düşünüyorlardı. O söz nereye oturtulabilir? Bugün hangi noktadayız? İşin zor bir tarafını da Sayın Özgürel’e havale etmiş olalım. Buyurun efendim.

Avni Özgürel: Estağfurullah efendim. Gerek Sayın Arınç, gerekse Fehmi Bey, çok önemli hatırlatmalar yaptılar ve bilgilerimizi kısmen tazelediler, kısmen de yeni bilgilerle aydınlandık. 

Öncelikle şunu söylemek lazım: Darbelerin veya siyasete her türlü müdahalenin - buna daha sonraki 27 Nisan’ı da katmak lazım - altında yatan temel anlayış şu: “ Bu ülkeyi kim yönetecek? ” Sorunun esası budur. Bugün Anayasa Mahkemesi nin internet sitesini açın, “Tarihçesi” diye bir bölüm var. Orada şöyle bir cümle göreceksiniz: “1961’e kadar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindi. 61’den sonra bu sona ermiştir.” Aynen cümle bu. “ Hâkimiyette, yargı olarak, özellikle Anayasa Mahkemesi olarak, biz büyük pay sahibiyiz.” diyor. Bu, 1961 Anayasası ile yeniden inşa edilen bir anlayıştır. Bu anlayış 1971’de bir kez daha hatırlatıldı, arada Talat Aydemir’ler de var. Ama 1980’de Kenan Evren’in bir sözünü herhalde hepimiz hatırlıyoruz: “ Öyle bir Anayasa yapacağız ki, bir daha darbe yapmaya ihtiyaç kalmayacak.” Elhak dedikleri gibi bir anayasa da yaptılar. Fakat buna rağmen hesaplanamayan şeyler var. Hep kendisi gibi cumhurbaşkanları nın geleceğini, bildiği gibi, planladığı gibi bir siyaset serüveninin Türkiye’de yerleşeceğini öngörmüştü. Buna rağmen, Refah Partisi gibi, planlanan oyunun dışından aktörler çıkınca 28 Şubat kendi iddiaları 
istikametinde bir zaruret haline geldi. Bu sadece laiklik meselesiyle alakalı değil: “ Bu ülkeyi kim yönetecek? ” sorusuyla alakalıdır.

28 Şubat öncesi ben Ankara’da gazetecilik yapıyordum ve Sayın Erbakan’ın Başbakanlığı sırasında, 12 Eylül’ün yıldönümünde, TRT bir program yayınladı. Ülkenin Başbakanı Erbakan iken TRT’deki programda onun Konya Mitingi görüntüleri var. İstiklal Marşı’nda nasıl herkesin yerlere oturduğu, nasıl bir irticai ayaklanma olduğu anlatılıyor. Ve özetle deniliyor ki programda: “Aynı şartlar teşekkül ederse Türk Silahlı Kuvvetleri aynı şekilde hareket etmeye kararlıdır.” Bir ihtilalin, bir darbenin yıldönümü nedeniyle hazırlanan program biterken de programı hazırlayan kişi - TRT’nin devamlı asker programlarını hazırlayan bir zat - “Bu program umumi arzu üzerine yarın tekrar yayınlanacaktır.” diyor. Ben o sırada Başbakanlıktaydım ve rahmetli Hoca’nın özel kalemine bir not iletmek istedim ancak olmadı. Daha sonra Sayın Gül’ün yanına geçtim ve dedim ki: “ Sakın ha TRT’ye adam göndermeyin. Sadece “ Yarın Yayınlanmasın.” diye telefon edin. Erbakan küplere binmiş ve kimseyle konuşacak halde değildi. Kendisine bağlı bir kurum ekrandan kendisine resmen küfür ediyordu. Herhalde Abdullah Bey Hoca’ya ya söyleyemedi ya da söylese bile ikna edemedi ki Başbakanlıktan görevliler TRT’ye gitti. Gidilmemesini söyleyiş sebebim orada tahakkuk etti: “ Genel müdür burada yok, görüşemezsiniz.” denilerek TRT’nin kapısından içeriye sokulmadılar. Bu, Türkiye’de siyasi iktidarın, siyasetin karşı 
karşıya, yüz yüze olduğu bir dönem. 

“Neden Refah Partisi istenmiyor?” sorusunun cevabında iki nokta var. Birincisi, bazı gazeteciler ve işadamlarının başbakanlarla arasındaki ilişki. Şimdi düşünün, bir başbakanla veya iktidarla ilişkiniz var, gazeteci veya iş adamı olarak telefonla başbakana istediğiniz zaman ulaşabiliyorsunuz ve “ Akşam iki kadeh bir şey içelim.” diyorsunuz ve “ Bugün gelemem, Çarşamba günü geleyim.” yanıtı alıyorsunuz ya da “Bizim hanım sizin hanıma bir elbise yaptırmış.” diyorsunuz. 

Böyle bir ahbaplık ilişkiniz, içki masası/yemek masası ilişkiniz ve o masada muhabbetle iş takip edebilme yakınlığınız var. Türkiye’nin ekonomisinden 
sorumlu bakanlarla hatta başbakanla yapılan amiyane bazı telefon konuşmaları nın içeriğinin basına yansıdığını gördük. Buradaki birtakım arkadaşlarımızın belki yaşları müsait değil ama bir kısmı bunları hatırlayabilir. Bu bir psikolojik bir harpti. Ne Erbakan’la böyle bir ilişkiniz olabiliyordu ne de şimdi Sayın Başbakan ’la böyle bir ilişkiniz olabilir. Elbette Başbakan’a bir medya mensubu da, bir iş adamı da gerektiği zaman ulaşabilir ama az önce bahsettiğim türden bir ilişki yok şimdi. Bu önemli bir psikolojik faktör. 

Bir başka husus ise ekonomi. Dikkat edilirse Refah Partisi iktidarının ilk döneminde herhangi bir itiraz, bir homurdanma yok idi. Kimse hoşnut 
değildi ama Refah Partisi de kimsenin damarına basmamak için gayret sarf ediyordu. Esas rahatsızlık Sayın Arınç’ın hatırlattığı ekonomide havuz 
sistemi idi. Türkiye’de iş hayatında, paradan para kazanmak üzerine, devlete para satmak üzerine kurulmuş bir anlayış var. 12 Eylül’den sonra Rahmetli Özal’ın yeni ekonomik anlayışıyla, kamu iktisadi kuruluşları artık kendi bütçelerini kendileri yapar ve serbestçe borçlanabilir oldular. 

Kamu kuruluşlarına borç vermek çok kârlı bir iş haline geldi. Fakat havuz sistemi, Boğaz köprüleri ve Ereğli Demir Çelik İşletmeleri de dâhil olmak 
üzere kamunun bütün kurum ve kuruluşlarının kaynaklarını tek bir yerde toplayıp, ihtiyacı olan kamu kuruluşlarının fazla kaynakları buradan almalarını 
sağladı. Bu sistem çalışmaya başlayınca faiz lobisi çöktü. 28 Şubat’ın arkasında yatan temel sebeplerden bir tanesi budur.

Sayın Arınç’ın hatırlattığı siyasetçiler ve sivil unsurlara gelirsek. 28 Şubat ve sonrasındaki AK Parti dönemi de dâhil olmak üzere, şunu göz ardı etmeyiniz: Milli Savunma Bakanının katılmadığı hiçbir darbe yoktur, hatta hiçbir darbe teşebbüsü bile olmamıştır. Bütün darbe teşebbüslerinde Milli Savunma Bakanlarımız vardır. Herkes içeri atılır ama bir bakarsınız ki, dönemin Milli Savunma Bakanı, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olmuş. Keza, 12 Eylül’de, 12 Mart’ta bunları gördük. Yakın dönemde ıslak imzaların tartışıldığı Genelkurmay içindeki o birimlerin de 2002-2003’te teşekkül ettiğini biliyoruz. Yani siyaset mutlaka işin içine bir şekilde girer. Öyledir ki - bunu muhakkak Bülent Bey çok daha iyi biliyor – geçmişte Refah Partisine her bakanlığı verebilirdiniz ama “ Sakın ha şu üç bakanlığı; Milli Eğitim’i, Milli Savunmayı, Dışişlerini vermeyin.” denirdi. Bu sadece laiklik ya da şu bu kaygısı, gerekçesi ile değildir. Gazetecilik hayatımdan biliyorum. Eskiden Milli Savunma Bakanlığı veya Genelkurmay Başkanlığının da dâhil olduğu Bütçe, Meclis’te ayakta oylanırdı. Bütün generaller dinleyici localarına geçerler, milletvekilleri sadece “evet” demek için gelirler ve Türk Silahlı Kuvvetlerine saygıdan dolayı ayağa kalkarak bütçeyi oylarlardı. O dönemin Meclis Muhabiri olarak, bütçe komisyonlarında 
Milli Savunma Bakanlığının bütçesi üstünde tek bir tartışmanın olduğunu hatırlamıyorum. Böyle bir anlayıştan geliyoruz.

Burada siyasetin payını, 28 Şubat Döneminde Sayın Demirel’in tavrını, az önce Fehmi Bey de hatırlattı. Siyasetin sağlam duruşunu ise 27 Nisan’da gördük. Daha da öncesine ilişkin çok önemli bir hatırlatma yapayım. 12 Mart sonrası Faruk Gürler “Ben cumhurbaşkanı olacağım.” iddiasıyla Türkiye’nin karşısına çıktı ve siyasete bunu dayattı. Emekliye ayrıldıktan sonra Cumhurbaşkanı onu “Kontenjan Senatörü” olarak atadı. Senato’ya giren Gürler Cumhurbaşkanı adayı oldu. Ancak oy alamayınca adamcağız çöktü kaldı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar bunun üzerine - bunu bana Bülent Ecevit söyledi, Süleyman Bey de teyit etti – gülerek “Bu kadar şahsiyetli olacağınızı düşün memiştik. Hayırlı olsun” demişti. Bir gün önce “ Komutanım ” dediği insanın harcanmasını bir tarafa atmıştı.

Siyasetin bu tür darbeler ve dayatmalar karşısındaki duruşu fevkalade önemli. 27 Nisan’da da AK Parti Hükümeti - ve tabii Sayın Başbakan - zaaf göstermiş olsa idi, hiç şüpheniz olmasın ki çok daha sert bir çıkış gerçekleşebilirdi. Bugün baktığımızda aradan 16 sene geçtiğini ve yargılamaların başladığını görüyoruz. “Artık böyle bir endişeye mahal kalmadı. İnsanların çoğu da zaten yaşlı, hasta vs.” diyoruz. Hatta üzüntü veren tablolar da var medyada. Tabii kimsenin işkenceye dönüşmüş bir tutukluluk haline girmesi arzu edilen bir şey değil. Ama bugün siyaset bir zaaf gösterse - çünkü bu işler bir sene, iki sene, beş sene, on sene içinde zihinlerden atılan bir anlayış değil – yine bir tehlike ortaya çıkar. O nedenle, ben siyasetin bugün de doğru yerde durması gerektiğine inanıyorum.

Basın mesleğinden bir insan olarak da şunu söyleyebilirim: Nasıl Milli Savunma Bakanının dâhil olmadığı bir darbe yoksa basının da dâhil olmadığı bir darbe yok. Hatta basın tarafından planlanmış, yani Sayın Simavi tarafından planlanmış bir darbe girişimi var. Ben o sırada o gazetenin matbaasında çıraktım. “Kahraman Albay kazandı, darbeyi yaptı.” şeklinde manşet attık fakat akşam Albay’ın başarısız olduğu ve tutuklandığı haberi gelince çok kötü olduk. Gazetenin çalışanlarını “matbaadan çıkarken üstlerinde bir tane dahi gazete nüshası kalmasın” diye soyarak aramış ve ondan sonra çıkarmışlardı. Öte taraftan, medya 28 Şubat sürecinde elbette bir rol üstlendi. Fakat şunu hiç unutmamak icap eder: Bu sadece bir askeri operasyon/harekât değildi. 28 Şubat döneminde önemli bir banka sahibi olan ve daha sonradan bankası batan ve kendisi de tutuklanan Ali Avni Balkaner Mahkeme’de ifadesi sırasında “Biz 18 aileyiz. Niye beni tutukladınız? Türkiye’yi biz yönetiriz, kararları biz alırız. Ben bu insanlardan biriyim.” dediğinde Hâkim “Demek ki, sizi gözden çıkarmışlar.” demişti. Ben, Darbeleri Araştırma Komisyonuna Balkaner’in çağrılıp bu 18 kişinin kim olduğunun sorulmasını istemiştim. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder