6 Temmuz 2017 Perşembe

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 1


“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 1


28 ŞUBAT 2013 SAYI:5
KONUŞMACILAR;

BÜLENT ARINÇ, 
AVNİ ÖZGÜREL, 
FEHMİ KORU, 
YILMAZ ENSAROĞLU

Tarih/Saat 28 Şubat 2013, Perşembe / 
11.00- 13.00
Yer SETA, Ankara Salonu, ANKARA




Açılış Konuşması Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı ve Oturum Başkanı 
Konuşmacılar;
Avni Özgürel, Radikal Gazetesi 
Fehmi Koru, Star Gazetesi
Yılmaz Ensaroğlu, SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü

Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik 
veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama, vd.) yollarla basımı, yayını, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir.

Tasarım : M. Fuat Er
Uygulama : Ümare Yazar
Fotoğraflar : Volkan Yıldırım
_ SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi
_ SETA | Washington D.C. Office
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc
_ SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire


“BİN YILLIK DARBE!”: 28 ŞUBAT PANELİ


28 Şubat 1997’de, “post-modern bir darbe” ile Hükümetin görevden uzaklaştırılmasının üzerinden 16 yıl geçti. Her darbe gibi, 28 Şubat da toplumun önemli bir kısmını etkileyen ciddi haksızlıklara, mağduriyetlere yol açtı. Ancak yine diğer darbelerde olduğu gibi, 28 Şubat’ın da sivil ve askeri sorumluları, uzun bir dönem hesap vermek zorunda kalmadılar. 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “silahsız kuvvetleri” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil. 

Üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın devlet ve toplum üzerinde yol açtığı tahribat ve hâlâ giderilmemiş mağduriyetler SETA tarafından 
düzenlenen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Açılış Konuşmacısı ve Oturum Başkanı, Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel, Star Gazetesi Yazarı Fehmi Koru ve SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı bir panelde ele alındı. 

< 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “silahsız kuvvetleri” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil. >

Taha Özhan: Başta Sayın Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’a olmak üzere, İstanbul’dan gelen misafirlerimize ve haziruna, panelimize katılımları 
nedeniyle teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Bugün 28 Şubat. Hafta başından beri, 16 yıl önce vuku bulan 28 Şubat darbesine dair oldukça yoğun yayınlar, faaliyetler yapıldı. 

Bizim panelimizin başlığı da “Bin Yıllık Darbe: 28 Şubat”. 28 Şubat’ın ne zaman başladığı ve ne kadar süreceğine dair hep farklı iddialar olageldi. 

“Bin yıl sürecek.” kehanetinin şimdilik tedavülden kalktığını iddia etsek bile, bidayeti konusunda net bir tarih vermek mümkün müdür? Başka bir deyişle, 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan uygulamalar, bu ülkenin daha önce hiç tecrübe etmediği uygulamalar mıydı? Aksine, bu veçheden bakınca 28 Şubat’ın en son alaka kurulacağı yıl 1997 olabilir. 

O halde, 28 Şubat’ı sadece 90’ların talihsiz bir dönemi olarak değerlendirmek doğru değildir. 28 Şubat, ruhunu primitif Batılılaşma sürecinden, adaletini Tek Parti döneminden, vesayetini 27 Mayıs’tan, zulmünü ise 12 Eylül’den alan yerli bir kolonyalizm süreciydi. Bu yönüyle 28 Şubat, bu topraklarda kurulan düzenin Batı’ya sunabileceği bütün hizmetlerin rafine bir hülasasıydı. 

Devleti rehin alan çılgın bir proje, ihanet içinde bu son hizmeti de sunmuş oldu. Orduda yaşanan cadı avıyla 27 Mayıs 1960 darbesi, toplumsal kesimlerde yaşanan mağduriyetle,12 Eylül 1980 darbesi, genel anlamda halkın her kesiminde oluşan mağduriyetle 1940’ların Tek Parti dönemi, yeniden ve tek celsede 90’lara sıkıştırılarak yaşatılmış oldu. İş tankların, manşetlerin, mahkemelerin ve sermayenin üzerinden milletle adeta fantezi yapma girişimine kadar ileri götürüldü. 

Bu işi bu kadar ileri götürenler gözü keskinlikten değil, aksine 80 yıllık yabancılaşmanın verdiği cahil cesaretiyle hareket ediyorlardı. Dolayısıyla ne 
harekete geçirdikleri fay hatlarının derinliğini fark ettiler, ne de içine düştükleri ihanetin düzeyini. Ama bu müdahale, derin Anadolu’nun fay hatlarının 
harekete geçmesi için fazlasıyla yeterli oldu.

28 Şubat, sistemin bir tefessüh haliydi. Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar geçmiş darbeleri ve darbe girişimleri ile açık bir şekilde yüzleşmeye başladı. Türkiye Darbeler Tarihi’nin sonuncusu olarak bilinen 28 Şubat, farklı dinamikleriyle, geçmiş darbelerden ve dünyadaki örneklerinden ayrı bir mahiyete sahiptir. 28 Şubat darbesi, askerin hazırladığı ve güvenliğini sağladığı bir sahnede medya, sermaye, bürokrasi, yargı, üniversite ve dış güçlerin verdiği destekle hayata geçebildi. Milyonların oyuyla seçilmiş olan iktidar partisi kapatıldı. Binlerce üst düzey bürokrat ve subay trajikomik sebepler bahane gösterilerek işlerinden atıldı. Milyonlarca vatandaş akla ziyan bahanelerle ayrımcılığa maruz kaldı. Yüz binlerce kız öğrencinin eğitimi başörtüsü taktıkları için ya sekteye uğradı ya da ayrımcı muamelelere maruz kaldı. Yüzlerce STK’nın faaliyetine son verildi. 

Baas rejimlerini aratmayacak taktiklerle istihbarat birimleri onlarca terör örgütü icat etti. Sonuçta 28 Şubat, geçmiş darbelerin aksine doğrudan halkın kendisini hedef almıştı. Türkiye, bir avuç fanatik Batıcı jakoben eliyle, kaba sömürge ülkelerini aratmayacak bir hale sokulmuştu.

28 Şubat artık yargının bir konusu. Türkiye son darbesiyle yüzleşmeyi becerebilirse, sadece 90’ların günahlarıyla hesaplaşmakla kalmayacak, 
80 yıllık yabancılaşmasıyla da yüzleşme imkânı sağlayacak. Başka bir deyişle, eğer yeni bir Türkiye kurulacaksa 28 Şubat’ın temsil ettiği her şey eski Türkiye’ye ait olmak durumunda. Bu sadece Türkiye’nin iç siyasetinin ve toplumsal gelişmelerin icbar ettiği bir durum değil; aynı zamanda, bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında yeni Türkiye’nin alacağı pozisyon açısından da hayati önemi haizdir. 

Türkiye, 28 Şubat defterini geri dönmemek üzere kapatmayı başardığı ve normalleşmesini hitama erdirdiği oranda, kolonyal zihinlerden ve girişimlerden uzak bir ülke haline gelebilir. Sözlerimi burada bitirirken Sayın Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’ı, konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Ardından kendisinden panelistlerimize moderatörlük yapmasını rica edeceğim. Buyurun efendim.

AÇILIŞ KONUŞMASI

Bülent Arınç: Çok değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler. Hepinize hayırlı sabahlar diliyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. 

SETA önemli bir kuruluş. Bu kuruluş, 28 Şubat vesilesiyle önemli ve değerli arkadaşlarımızın da katılımıyla bir panel düzenledi. Katılımcılarımızın 
her biri Türkiye’nin yakın siyasetinde yazar olarak, araştırmacı olarak, özellikle sosyal konuları irdeleyen arkadaşlarımız olarak çok önemli görevler yaptılar. Sayın Fehmi Koru, Sayın Avni Özgürel ve Sayın Yılmaz Ensaroğlu, bu konularda geçmişten bu yana çok önemli çalışmalar yaptılar. Ben de hem o arkadaşlarım dan yararlanmak, hem de SETA’nın bu önemli çalışmasına katkı sağlamak için aranızda bulunuyorum. 




Dün de bir televizyon yayınındaydım. 28 Şubat ile ilgili, özellikle yargı sürecini ilgilendiren bazı gelişmelerin olduğunu görünce bana birkaç sual yönelttiler. Ben de bildiklerimi daha çok bu toplantıda sunacağımı ifade etmiştim.

Bugün 28 Şubat’ın yıldönümü. Üzerinden 16 yıl geçti. Birileri “Bin yıl sürecek.” demişti, bin yıl sürmedi. Belki iddialı olacak ama Türkiye’de son on yıl içerisinde yaşanan gelişmeler, sadece 28 Şubat’ı değil, 12 Eylül 1980’i de, onun Anayasasını da, onun getirdiği sistemi de sorgulamaya başladı. Bugün 12 Eylül 1980 darbesini yapanlardan hayatta olan ve yaşları 90’ı geçen iki kişi sanık olarak, şüpheli olarak yargılanıyor. 

Her ne kadar mahkeme önüne çıkarılamasalar da, bulundukları yerden telekonferans sistemiyle “annenin adı, babanın adı”ndan başlayarak, o 
süreçte ne sebeple darbe yaptıklarının ve niçin böyle bir suça katıldıklarının sorgulamasını hep beraber izliyoruz. 

Önemli olan, 1980 darbesi ve sonrasındaki 82 Anayasasında darbeyi meşru ve makul gören, darbecileri korumaya yönelik hükümlerin milletimizin yüzde 58’lik oyuyla kaldırılmış olması, yargının bunu bir suç kabul ederek bir sorguya başlaması ve daha sonrasında birilerinin “postmodern darbe”, “darbe benzeri” veya “darbenin ta kendisi” diye tanımladıkları 28 Şubat sürecinde yaşananların artık bir yargı meselesi haline gelmesidir. Bugüne kadar 85 civarında şüphelinin ifadesi alınmış, bunlardan 60’a yakını tutuklanmıştır. 

Henüz bir dava açılmış ve iddianame tanzim edilmiş değil ama yargı sürecini hepimiz, zaman zaman izlediğimiz gibi, takip edeceğiz. Temennimiz bu sürecin en güzel bir sonuçla - en güzel bir sonuç derken şüphesiz bunun içerisinde beraat, mahkûmiyet ya da başka kararlar olabilir - sonuçlanması ve 
Türkiye’nin adaletin tecelli ettiğine yönelik memnun ve mutmain olacağı bir kararın çıkmasıdır.

Türkiye’de son on yıl içerisinde yaşanan gelişmeler, sadece 28 Şubat’ı değil, 12 Eylül 1980’i de, onun Anayasasını da, onun getirdiği sistemi de sorgulamaya 
başladı. 

Değerli arkadaşlar; biraz sonra farklı açılardan 28 Şubat’ta yaşananları arkadaşlarımız irdeleyecekler. Ben bir açılış konuşmasında ne söyleyebilirim, 
ne söylesem daha doğru olur, diye düşündüm. Siyasi analizler yapmak kolay bir iş değil. Türkiye’nin o günkü şartlarında yaşananları konjonktürel olarak anlatmak da çok zaman alacak. Biraz önce Taha arkadaşımız o dönemde yaşananları bir taraftan medya, bir taraftan yargı ve bir taraftan da Türk Silahlı Kuvvetleri, sermaye, dış güçler vb. şeklinde tek tek saydı. Hani bazı sorularda a, b, c, d şıkları vardır, d şıkkı da “hepsi” diye geçer. Bunları hepsinin bu olayda kendileri ve temsil ettikleri kurumlar bakımından katkısının olduğunu söylemek çok doğru olur. Ben en azından bir siyasetçi olarak o gün ne hissettiğimi, neler görebildiğimi birkaç cümleyle söylersem “bir açış konuşması yapmış olabilirim” 
diye düşündüm. 

Değerli dostlar, bugün aynı zamanda - dün itibariyle - Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, yani Hocamızın, yani Sayın Başbakanımızın vefatının da yıldönümü. Kendisiyle yıllarca birlikte siyaset yapmış bir insan olarak onun hissettikleriyle bizim yaşadıklarımız çoğu kere örtüştü. Hem ölüm yıldönümünde onu rahmetle anmak hem de bu olayın gerçek mağduru sıfatıyla onu ve onun o günkü pozisyonunu kısaca anlatmak isterim. 

Rahmetli Erbakan Odalar Birliği mücadelesiyle tanınmış, bilinmiş bir insandı. Bu gücüyle 1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız olarak adaylığını koydu. O zaman o kampanyada çalışmış bir arkadaşınız olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, üç milletvekiline yetecek oyla, 40 binden fazla oyla, Parlamento’ya girdi. Rahmetli Erbakan daha sonra 1-2 arkadaşını da yanına alarak Parlamento’da üç kişiyle 1970 yılında Milli Nizam Partisinin kuruluşunu sağladı. Kısa sürede teşkilatlanan partinin temel dinamikleri güçlüydü, Anadolu’da bir karşılığı vardı. Milli Nizam Partisi, adından da anlaşılacağı üzere, hem milli hem de nizam gerektiren bir siyasi düşünceye sahipti. O zamanlar esasen “takunyalılar” ismiyle de anılan ve İslâmî dinamiklerin çok güçlü olduğu düşünceye sahip Erbakan ve arkadaşlarının, dindarların da siyaset yapabileceğini, dindarların 
Türkiye’ye yön verebileceğini, Türkiye’nin kalkınmasında etkin rol oynayabileceğini ve siyaset yoluyla da iktidara gelmelerinin mümkün olduğunu 
göstermeyi amaçlayan bir yapısı vardı. 

Ancak bu partinin ömrü çok uzun sürmedi. Ankara’daki ilk toplantısının Ankara Sineması’nda yapıldığını biliyorum. Gençler de farklı isimlerle o 
kongre salonunu doldurmuşlardı. Ben de Osman Gazi Grubu’nun genç bir üyesi olarak o toplantıda hazır bulunmuştum. Sonra 1971 muhtırasına 
giderken Türkiye’de yargı harekete geçti. Milli Nizam Partisi 1971 yılının Mayıs ayında kapatıldı. 

Kendisinden 1-2 ay önce de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılmıştı. Kenan Evren’in bir sözü zaman zaman her yerde konuşulur: “Bir sağdan, bir soldan.” O zaman partiler açısından da böyle yapılıyordu. Mehmet Ali Aybar ve 13 arkadaşı ile 1965’te Parlamento’ya giren TİP çok güçlü bir muhalefet yapmıştı. O zaman sosyalizm ve benzeri türevleri parlamentoda ciddi bir şekilde konuşulmuş, TİP’liler dövülmüşler, sövülmüşler, sokak hareketleri olmuş ve bu parti de 1971’de kapatılmıştı. 

Arkasından da Milli Nizam Partisi kapatıldı. 12 Mart muhtırası dönemini yaşayan bir arkadaşınız olarak, o zaman Nihat Erim’in Başbakanlığında kurulmuş olan hükümetin “Bu özgürlükler bize biraz fazla geldi, üzerini şalla örtmek lazım.” iddialarının gerçek manasının Türkiye’deki sokak hareketlerinin bir şekilde önlenebilmesi, anayasanın buna yönelik olarak değiştirilebilmesi, teknokratlar dan kurulu bir hükümetle bazı reformların yapılabilmesi olduğunu ve bu konuda Silahlı Kuvvetlerin bizzat komuta kademesinin çok etkin rol oynadığını söyleyebilirim. 

1972 yılında, Erbakan ve arkadaşları yasaklı olduğu için, Süleyman Arif Emre ve arkadaşları tarafından Milli Selamet Partisi (MSP) kuruldu. 

Bir yıl sonra bu parti seçimlere girdi, 48 milletvekiliyle üçüncü parti konumuna yükselecek bir başarı sağladı ve 1980’e kadar koalisyonlarda yer aldı. Ecevit’in liderliğindeki CHP ile yapılan koalisyon tarihi yanılgı itirafları ile yedi ay sonra biterken, “Milliyetçi Cephe Hükümetleri” ismiyle bilinen üç partili, dört partili koalisyonlar sokak hareketlerinin şiddetlenmesi ve bugünkü tabirle belki “teröre yol açabilecek birtakım kitlesel eylemlerin yapılmasının” akabinde 12 Eylül darbesi ile sona erdi. 12 Eylül darbesi sonrası Erbakan Hoca da Süleyman Demirel gibi bir adaya gönderildi. 

MSP hakkında açılan dava ise dört yıl kadar sürdü, önce çeşitli cezalar verildi ancak daha sonra dava beraatla sonuçlandı. 

Erbakan ve MSP, o dönemde beğenilmeyen, istenilmeyen bir parti hüviyetin deydi. Düşünceleri, ifadeleri, mensup oldukları inanç manzumesi ve bunu sürekli dile getiren rahmetli Erbakan’ın her konuşması tepkiyle karşılanıyor ve tehlikeli bulunuyordu. 12 Eylül darbesi ve arkasından gelen Anayasa, altı yıl süren siyasi yasaklar ve 1983 seçimlerine Refah Partisi, Doğru Yol Partisi ve SODEP’in sokulmayışı, 1984 mahalli seçimleri, 1987 genel seçimleri ve o günkü baraj sisteminin ardından 1991’e gelindiğinde Doğru Yol Partisi ile SHP’nin koalisyon kurdu ama Refah Partisi de güçlü bir grup ile Parlamento’da yer aldı. 

Geleceğim nokta, 1994 mahalli ve arkasından 1995 genel seçimleridir. 1994 mahalli seçimlerinde Refah Partisi çok güçlü bir teşkilatlanmayla çok önemli bir noktaya tırmandı, önemli illerin belediye başkanlıklarını kazandı. 

Hatta o zamanlar Anavatan Partisinin önemli bir belediyesi olan Malatya ile Doğru Yol Partisinin önemli bir belediyesi olan Isparta belediye başkanları Refah Partisine geçmiş ve Türkiye’de önemli konularda, önemli noktalarda belediyelerde etkinlik sağlanmıştı. Unutmayalım; 1984 mahalli seçimlerinde Anavatan Partisi, 1983 iktidarının etkisiyle, 55 ilde belediye başkanlığını almıştı. Ama beş sene sonra, 1989’da, Anavatan Partisinin elinde sadece Malatya Belediyesi kalmış, diğer hepsini kaybetmişti. 

Diğer partiler inişli-çıkışlı bir seyir takip ederken Refah Partisi 84, 89 ve 94 mahalli seçimlerinde müthiş bir başarı kazandı. 1995’e gelinceye kadar barajları aşamadığı için 1991’de ittifak yaptı ve Parlamento’ya 62 milletvekiliyle girdi. Refah Partisinin yükselişi devam ederken diğer partilerdeki iniş de giderek hızlanıyordu. 25 Aralık 1995 seçimlerinde Refah Partisi yüzde 21,5 oy oranı ve 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Anavatan ve Doğru Yol Partisinin de milletvekilleri vardı. Çok gariptir: Cumhuriyet Halk Partisi o zaman barajı zorla, sadece yarım puan farkla, aşabilmişti. 1995 seçimlerinde CHP yüzde 10,5 oyla 49 milletvekili çıkarmıştı. Bu partinin başarısızlığı o günden belliydi ki, 1999’da 
yüzde 8,5 alarak barajın altında kaldı. 

Refah Partisinin birinci parti olması, bizim açımızdan çok büyük bir başarı olduğu kadar, Refah Partisini istemeyen, ona düşman olan, onu kırmızı güç veya kuvvet olarak tanımlayan, irticanın temsilcisi olarak gören, Atatürk ve laiklik düşmanı olarak bilen çevrelerde çok büyük bir endişeye yol açmıştı. Unutmayalım: seçimler yapılır, milletimiz oyunu verir, partiler iktidara gelir veya iktidar ortağı olur. Bunların hiçbirinde belli çevrelerin korkusu ve endişesi yoktu, “Gelen ağam, giden paşam.” diyorlardı. Ama Refah Partisi ve onun temsil ettiği mana, özellikle dört güçte büyük bir korkuya yol açıyordu. 

< Bülent Arınç: ““Milliyetçi Cephe Hükümetleri” ismiyle bilinen üç partili, dört partili koalisyonlar sokak hareketlerinin şiddetlenmesi ve bugünkü tabirle belki “teröre yol açabilecek birtakım kitlesel eylemlerin yapılmasının” akabinde 12 Eylül darbesi ile sona erdi.“ >

Bu dört güçten birisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, birisi üniversiteler, birisi yargı - özellikle yüksek yargı - bir diğeri de medya idi. Özellikle bu dört güç, Refah Partisi ile ondan önceki Milli Selamet ve Milli Nizam Partisinin Türkiye için, rejim için büyük bir tehlike oluşturduğunu söylüyorlardı; buna inanmışlardı. Çoğu zaman el ele veriyorlar; yaptığımız konuşmalar, çalışmalar ve faaliyetler ters tarafından ele alınıyor; yalan haberlerle, kötüleyici birtakım düzmece haberlerle kötü bir imaj ve algılama meydana getirilmeye çalışılıyordu. 

Ama 1995’te korktukları hakikat, başlarına geldi: Refah Partisi birinci oldu. Şüphesiz bunun Parlamento içerisinde getireceği önemli avantajlar vardı. Bir tanesi; Meclis Başkanı seçimi yapılacaktı. Teamül olarak parlamentoda en çok hangi partinin/grubun oyu ve milletvekili varsa bu partiden bir Meclis Başkanı seçilmesi gerekiyordu. Hepimiz ümitliydik ve sevinçliydik. O seçimlerde Parlamento’ya girmiş bir arkadaşınızım. Parlamento’da yirmi yılımı tamamlamak, Allah izin ve ömür verirse, bu dönemin sonunda mümkün olabilecek. Biz Aydın Menderes’i aday gösterdik. 

Kendisi, Allah rahmet eylesin, rahmetli Adnan Menderes’in bir emanetiydi, iyi bir siyasetçiydi. Bir parti kurmuş ve daha sonra Refah Partisine katılmıştı. Demokrasinin Türkiye’ye gelmesinde, çok partili siyasi hayata katılmada eğer Demokrat Parti’nin bir önemi varsa, Aydın Menderes’in de, isim olarak da, şahsiyet olarak, 1980 öncesi Parlamento’da bulunmuş bir milletvekili olarak mutlaka bir tesiri vardı. Aydın Menderes, Meclis’te 49 milletvekili bulunan Cumhuriyet Halk Partisini bir kenara koyarsak, gerek Anavatan Partili milletvekillerinin, gerekse Doğru Yol Partili milletvekillerinin kesinlikle “hayır” oyu vermeyeceğini tahmin ettiğimiz bir insandı. Aydın Menderes’in yüzde yüz seçileceğini düşünüyorduk. 

Ama tam tersi oldu. Meclis Başkanlığına Refah Partisinden bir ismin seçilmesini birileri istemediler. Bu bizim için bir düş kırıklığı oldu. 

Birileri devreye girdi ve “Refah Partisinden Meclis Başkanı olmamalı.” dediler. Bu olay bizim gözümüzü açtı. 

Tabii 28 Şubat, gözümüzü o kadar açtı ki, daha sonraları Meclis Başkanıyken bana her sorduklarında “Ben 28 Şubat’ı gördükten sonra Avrupa Birliği taraftarı oldum.” demiştim. 

Bu bir gerçektir. Türkiye’de yaşadığımız bu süreç, bizim bazı konularda farklı düşünmemiz gerektiğini, Türkiye’nin şartları içerisinde demokrasinin 
ve hukuk standartlarının daha da yükseltilmesi gerektiğini ortaya koydu. 

Ardından, sıra hükümet kurmaya geldi. Şüphesiz Erbakan Hoca’ya birinci sırada vazife verilmeli, iki veya bir başka partinin iştirakiyle hükümet kurulmalıydı. Muhtemel ortak, beklenen ortak, - o zamanlar konuşulduğu kadarıyla - mutlaka Anavatan Partisi olmalıydı. Çünkü Doğru Yol Partisinin lideri, seçim öncesinde yaptığı pek çok konuşmada Erbakan Hoca ve Refah Partisini o kadar kötülemiş ve hatta ağzından “Bunlar PKK’dan daha tehlikelidir.” sözünü de çıkartmıştı ki, “Herhalde bu iki parti bir araya gelmez.” deniliyordu. Anavatan Partisinin Rahmetli Özal’dan iktisap ettiği bazı özellikler, Refah Partisiyle hükümet kurabileceğini gösteriyordu. 

Nitekim bir araya geldiler, oturdular, konuştular. Bazı konuşmaların tanığıyım, bazılarını da duyan bir arkadaşınızım. O günlerde bir Kurban Bayramı veya bir Ramazan Bayramı devreye girdi. Bakanlıklar konusunda anlaşılmıştı, hatta dönüşümlü başbakanlık konusu üzerinde de anlaşılmıştı. 

Mesut Yılmaz “Hele şu bayramı bir ağız tadıyla yapalım. Bayramdan sonra bu protokolü imzalar ve hükümetimizi kurarız.” dedi. Ancak Bayram’dan sonra 
“Kusura bakmayın, ben bu işte yokum.” diye karşımıza çıktı.

< 28 Şubat, gözümüzü o kadar açtı ki, daha sonraları Meclis Başkanıyken bana her sorduklarında “Ben 28 Şubat’ı gördükten sonra Avrupa Birliği taraftarı oldum.” demiştim. >

Niçin Vazgeçmişti? 

Çünkü komuta kademesi kendisini tehdit etmişti: “Böyle bir hükümeti istemiyoruz, böyle bir hükümet kurarsanız, sizi hedefimize koyarız.” 
demişlerdi. Bunları herkes artık Türkiye’de konuşabiliyor. Sonuç olarak, Anavatan Partisine o hükümeti bizimle birlikte kurdurmadılar. 

Anavatan’la DYP’yi bir araya getirdiler. Onlar da birbirlerini tüketmek için 1995 seçimlerine gelinceye kadar her şeyi söylemiş, yapmışlardı. 

Birbirlerinin kuyusunu kazıyorlardı. Güya “Merkez sağda ben daha güçlüyüm, senin olmaman gerekir.”, “Tam aksi ben daha güçlüyüm, sen nerden çıktın?” kavgası vardı. Yolsuzluk denildiği zaman, birbirlerinin isimlerini söylüyorlardı. Bu iki partinin hükümet kurmasını isteyen yine aynı yüksek komuta kademesi bunda muvaffak oldu ama çürük bir hükümet olarak kuruldu. Hatta o hükümetin kurulmasıyla ANAP’lı Mustafa Kalemli Meclis Başkanı olarak da seçildi. 

O hükümet 3-4 ay kadar zorlukla gidebildi. Çünkü güvenoyu bile alamamıştı ve salt çoğunluğa sahip değildi. Refah Partisi olarak Anayasa Mahkemesine müracaat etmiştik. O günkü oylama tutanaklarıyla güvenoyu alamadığı ortaya çıktı, düştüler. Kuracak başka hükümet olmadı. 

Doğru Yol Partisinin bizimle hükümete, bizim de hükümet olmaya ihtiyacımız vardı. Çünkü biz 17 yaşından itibaren “Erbakan Başbakan” sloganlarıyla yetişmiş, büyümüş gençlerdik. İnanıyorduk ki, Erbakan başbakan olursa Türkiye düzelecek, ilerleyecek, yükselecek ve bizim düşüncelerimiz, fikirlerimiz Türkiye’de neşvünema bulacak. Rahmetli Erbakan da şuna inanıyordu: Hükümet olursam, başbakan olursam, artık başka meşruiyet aramaya gerek yok. Kim ne kadar kötülerse kötülesin, Refah Partisi artık hükümet olmuştur. 

Ben başbakanım, bütün bu safsatalar bir tarafta, bundan sonra Türkiye’de yeni bir dönem açılacak. Sanıyorum buna çok büyük bir ihtiyaç vardı. Halktan aldığınız oylar, sizin meşruiyetiniz için yeterli olmasına ve böyle düşünmemiz gerekmesine rağmen o üç - dört tane güç sizi meşru kabul etmiyor, sizi tehlikeli görüyordu. 

Erbakan’ın başbakan olduğu dönemde önüne getirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (2010’a kadar değişmeden kalan şekliyle Yüksek Siyaset Belgesi) “Türkiye için en tehlikeli şahsiyet olduğu” yazılıdır. Türkiye böyle günler gördü. Kırmızı Kitap’ta (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) birinci hedefte irtica, ikinci hedefte bölücülük vardı. İrtica artık bir paranoya haline gelmişti. Bir insanın başında takkesi varsa, evinde namaz kılıyorsa, dindar yayın yapan televizyonları izliyorsa, ailesinde başörtülü insanlar varsa, her kurumun içerisinden temizlenmesi gerektiğine inanılmış ve laikliğin hiçbir dünyada benzeri olmayan bir tarifi ve uygulamasıyla yola çıkılmıştı. 

O hükümet kuruldu ama uzun ömürlü olmadı çünkü onu istemiyorlardı. Refah’la hükümet kurduğu için Tansu Çiller’i de hedefe koymuşlardı. Artık o da - özellikle çok büyük değer görmesine, 91’li, 94’lü yıllarda, 95 seçimlerinde el üstünde tutulmasına rağmen - Refah Partisiyle hükümet kurduğu ve Erbakan’ı başbakan yaptığı için kara listeye yazılmış, altı kırmızı çizgiyle de dört defa çizilmişti. O dönemde yaşananları hepimiz gördük ve bildik. Hükümet yıkılmak istendi. 
Oysa Erbakan Hoca çok akıllı, çok başarılı bir insandı. Türkiye’nin ekonomisini düzeltmek, çalışanların haklarını daha fazla vermek, özellikle israfa son vermek ve havuz sistemiyle devletin bütün imkânlarını havuzda toplayarak yatırımlara aktarmak ve borç ilişkisiyle Türkiye’nin cebini boşaltmamak için çabaladı ve bütün bunları başarıyla uyguladı. 1996 Haziran’ında geldiği hükümetten, 1997’nin başındaki 6 aylık verilere baktığımızda çok başarılı bir gidişat göründü. 

Çok enteresandır: O günlerde bir gazetenin ekonomi sayfasında bir iş adamının röportajını hatırlıyorum,

- Refah Partisi iktidar olursa korkar mısınız? Endişeniz var mı?
- Hayır, bu demokrasinin bir gereğidir. Ama ben yine de korkuyorum, bunlar başbakan olmamalı, hükümet olmamalı.

- Niçin?
- Çünkü bunların başarılı olmasından korkarım. 

Çok garip bir şey değil mi? Paradoks. “Bunların başarılı olmasından korkarım.” diyor ve sözünü açıyor:

“Bunların başarılı olması bugüne kadar gelenlerin başarısız olduğunun tescil edilmesidir. Bugüne kadar gelenler; Atatürkçülükte, laiklikte, ilericilikte, şunda bunda mangalda kül bırakmamış adamlar. Ama Türkiye fakirleşti ve yoksullaştı. Şimdi yerine gelen bir insan sizin gözünüzde dinci bir insan. Laiklik düşmanı bir insan ama Profesör. Ekonomiyi iyi biliyor, kitlelerle iyi iletişim kuruyor ve iyi bir yönetim sergiler de başarılı olursa bu kez Türkiye’nin paradigması değişir ve artık bunların da başarılı olabileceği kanısı/algısı Türkiye’de yerleşir. Asıl ben bundan korkuyorum.”

O zamanki iş adamları, “Pencereyi açıyorum, ama önümü göremiyorum.” diyorlardı. 1997’nin Ocak ayında, Allah rahmet eylesin bugün aramızda olmayan birisi, “Pencereyi açıyorum, on yıl sonrasını görebiliyorum.” demişti. Aradaki fark bu kadar açıktı. Şimdi çok şükür, penceresini açanlar otuz yıl sonrasını görmeye başladılar. Türkiye’nin ekonomide geldiği nokta artık ileriyi görebilme, stabil, istikrarlı siyasi ve ekonomik bir programın uygulanmakta olduğudur. En azından biz böyle görüyoruz. Özellikle 1995 seçimlerinden sonra Refah Partisinin 
hükümet kurmasını takiben, Refah Partisinin yıkılması, Erbakan’ın başbakanlık tan uzaklaştırılması ve bir irtica paranoyası içerisinde tekrar eskiye dönüşün temin edilmesi için çok büyük hukuksuzluklar yapıldı. Bu zamana kadar elbette silahlı darbeleri görmüştük. 27 Mayıs ve 12 Eylül bunlardan birer örnekti. 22 Şubat’larda Talat Aydemir’lerin, Osman Gürcan’ların, Fethi Gürcan’ların ayaklanma kalkışması, 50-60 arasındaki bazı olaylar, 1950’den önceki bazı teşebbüsler bunlardandı ama bu seferki, silahsız kuvvetlerin güya bir araya gelerek, el ele vererek hükümeti yıkma girişimiydi ve bunda da muvaffak oldular.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder