6 Mart 2017 Pazartesi

ATIN BU HAİNLERİ MECLİSTEN


ATIN BU HAİNLERİ MECLİSTEN,


 
Meclis'te Terörist ( PKK ) İstemiyoruz! 
Özgür Erdem



PKK ile BDP arasında fark yok

" Meclis'te terörist istemiyoruz " dediğimiz zaman BDP ile PKK arasında fark olduğunu, BDP'lileri terörist olarak görmemek gerektiğini söyleyenler oluyor.

Gerçekten öyle mi?

Öncelikle şunu vurgulayalım. Türkiye'de PKK'lı olmak bir suç. Çünkü PKK yasadışı bir terör örgütü. Bu nedenle, açıkça PKK'lı olduğunuzu söylerseniz, anında tutuklanır, yargılanır ve "terör örgütü üyesi olmaktan" hüküm giyerek birkaç sene yatarsınız.

BDP gibi, DTP-HADEP-DEHAP-DEP-HEP gibi partilerin kuruluş amacı da PKK'yı yasal düzlemde savunmaktan başka bir şey değildir.

Yani PKK'lı olmak yerine BDP'li olursunuz, böylece yargılanmaktan kurtulursunuz. PKK'nın savunduğu her şeyi savunabilir, PKK'ya destek olabilir, hatta PKK propagandası da yapabilirsiniz.

Gerçi, terör örgütünü övmek, terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak da ağır bir suçtur, ancak bunları bir yasal parti çatısı altında yaptığınız zaman yasalar size biraz daha fazla tolerans tanır. Hele hele AKP iktidarının " Siyasi partileri kapatmayı Zorlaştıran" yasa değişiklikleri de düşünülürse, bu durum çok daha kolaydır.

Şimdi burada bir duralım.

İşbirlikçi basınımızda farklı bir algılama yaratılmaya çalışılsa da yasal bölücü partiler ile yasadışı bölücü terör örgütü arasında bir fark, ayrım yoktur.

Her şeyden önce, BDP'liler PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımaz. PKK'yı kınamak, terör eylemlerine karşı çıkmak bir yana PKK'yı öven açıklamalar yapar.

Kimi Kürtçü yazarların iddia ettiği gibi BDP ve PKK'nın söylemleri ayrı mıdır peki?

Hayır. BDP'liler PKK'nın taleplerini birebir aynen tekrarlarlar.

Peki BDP ile PKK arasında yöntem farkı var mıdır? Biri silahlı diğeri de silahsız bölücülük yapmakta mıdır?

Hayır. Bin kere hayır.

Çünkü son KCK operasyonu başta olmak üzere pek çok operasyonun da ortaya koyduğu üzere, PKK ile BDP iç içe geçmiş örgütlerdir. BDP'nin sadece üyeleri değil, pek çok yöneticisi, belediye başkanı aynı zamanda PKK üyesidir.

BDP binalarında defalarca kez molotof kokteylleri ve silahlar ele geçirilmiştir. BDP'nin eylemlerinde PKK bayrakları sallandırılmakta, Apo posterleri açılmakta, PKK ve Apo leyhine sloganlar atılmaktadır.

Yani, iki örgüt arasında bir yöntem farkı yoktur.

Sadece bölücüler yasaların izin verdiği ölçüde bölücülüğü BDP çatısı altında yapmakta, yasaların sınırları dışındaki eylemleri ise PKK adına gerçekleştirmektedir.

Peki, BDP ile PKK birbirinin alternatifi iki bölücü akım mıdır?

Hayır. İki örgüt birbirinin alternatifi olsa, birinin güçlü olduğu yerde diğerinin güç kaybetmesi gerekirdi. Halbuki öyle değildir.

Hakkari bunun en açık örneğidir. Hakkari, BDP'nin en güçlü olduğu şehirdir. Üç milletvekilinin üçü de BDP tarafından kazanılmıştır. Belediye seçiminde BDP %90'a yakın oy almıştır.

Hakkari, aynı zamanda PKK'nın da en güçlü olduğu şehirdir. O kadar ki, şehir adeta PKK'nın kurtarılmış bölgesi gibidir. Güvenlik güçlerine sürekli saldırılar düzenlenmekte, neredeyse bütün şehrin katıldığı illegal gösteriler yapılabilmektedir.

Bu durum, BDP'nin güçlü olduğu bütün şehirlerde böyledir. Belediye başkanlığını BDP'nin kazandığı bütün şehirlerde PKK da çok güçlüdür.

Dolayısıyla, BDP'nin güçlenmesi PKK'ya güç kaybettirmek bir yana, PKK'nın gücünü artırmaktadır.

Peki, bu kadar açık bir duruma rağmen, niye hâlâ BDP ile PKK'nın ayrı örgütler olduğu iddia ediliyor?

Bu tamamen bölücülüğe teslimiyetle alakalı bir durum. Türkiye'nin bölünmesinden rahatsız olmayanlar, ülkesinin bölünmesine asla izin vermeyecek Türk milletinin kafasını karıştırmak için bu propagandayı yapıyor. Amaç Türk insanının bölücülüğe karşı uyanıklığına zarar vermek.

Böylelikle BDP daha fazla meşruiyet kazanıyor. BDP meşruiyet kazandıkça PKK da adım adım meşru bir siyasi harekete dönüşüyor. PKK ile Türk devletinin masa başına oturacağı günlere de Türk milleti bu şekilde hazırlanıyor.

Bu senaryoyu bozmanın ilk adımı BDP'lilerin PKK'lı kimliklerini Türk milletine tekrar hatırlatmak olacaktır.

Ulusal Parti " Meclis'te terörist istemiyoruz " kampanyasıyla bu ilk adımı atmıştır.

http://www.turksolu.com.tr/328/erdem328.htm


****

3 Mart 2017 Cuma

KIBRIS SORUNU,

KIBRIS SORUNU,



İlter TÜRKMEN
Emekli DIŞİŞLERİ Bakanı & Büyükelçi 

19 Ekim 2009



Sorunun neresindeyiz ve neden, nereye doğru gidiyoruz? Tarihi, coğrafyası ve nüfusunun kompozisyonu Kıbrıs’ın makûs kaderini belirleyicisi oldu. Büyük güçlerin ve bölgesel güçlerin ada üzerinde hâkimiyet sağlama isteğinin ardında, adanın Doğu Akdeniz’deki jeopolitik konumu yatmaktadır. Pek çok istila ve işgalin ardından Kıbrıs, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğine girdi ve Rusya ile yapılan savaş sonunda, Osmanlı’nın ciddi şekilde zayıflayarak Ada üzerinde sadece sembolik bir hakimiyete sahip olup Ada’nın tüm yönetimini Büyük Britanya’ya devredeceği 19. yüzyıla kadar da Türk hakimiyetinde kaldı. 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile Kıbrıs, resmi olarak İngiliz kolonisi haline geldi. Bu tarihten sonra da büyük ölçüde “yönetmek için böl” politikasının sonucu olarak, Ada’daki iki toplum arasında gerilim ve çatışmalar baş gösterdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dekolonizasyon süreci doğal olarak Kıbrıs’ı da etkilemeye başladı. Ancak Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle dayanışma ve ortaklık içerisinde Ada’nın bağımsızlığı için mücadele etmek yerine ENOSIS, yani Ada’nın Yunanistan’a bağlanması, amacıyla şiddetli bir kampanya başlattı. Bu politika kaçınılmaz olarak iki toplum arasında şiddetli, zaman zaman da kanlı çatışmalara yol açtı. Türkiye ise Kıbrıslı Türkleri Ada’da bastırılmış bir azınlık haline getirmek dışında Lozan Antlaşması’nın Türkiye ve Yunanistan arasında kurmuş olduğu politik ve stratejik dengeyi de yıkan ENOSIS’e doğal olarak karşıydı.

1959 yılında Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşma, Ada’ya yeni bir statü öngören antlaşmanın yapılmasına olanak verdi. Buna göre, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın garantisi altında bir anayasaya sahip Kıbrıs, bağımsız ve çift toplumlu bir devlet haline gelmekteydi. Bu anayasaya göre, iki toplum yasama, yürütme ve yargı yetkilerini paylaşacaklardı. Ancak, bu çözüm uzun süreli olamadı. 1963 yılında Başkan Makarios, Türk toplumuna tanınan yetkileri büyük ölçüde azaltma amacıyla Anayasa’da değişiklik yapma yoluna gitti. Bu nedenle yaşanan politik krizi, Ada’daki Türk toplumu mensuplarına karşı girişilen silahlı saldırılar izledi. Silahlı Rum askerleri ile çevrili yerleşim birimlerinde, oldukça sıkı ekonomik abluka altında yaşamak zorunda kalmış olan Kıbrıslı Türkler için Türkiye’den Ada’ya müdahale etmesini istemekten başka seçenek kalmıyordu.

1963-74 yılları arasındaki döneme, birbiri ardına yaşanan ve pek çok defa Türkiye ve Yunanistan’ı son anda savaştan döndüren krizler damgasını vurdu. 1967 yılında yaşanan ve Yunan askeri cuntası tarafından ENOSİS amaçlı militan politika çerçevesinde Ada’ya gönderilen 12.000 Yunanlı asker ve görevlinin tahliyesi ile sona eren kriz, özellikle önem taşımaktadır. 1967 yılında askeri cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra, Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir krizin çıkmayacağı umuluyordu. Fakat böyle olmadı. Cunta içindeki darbe sonucu ENOSIS saplantısı yeniden canlandı. Bu kez yeni cunta üyeleri ve onların Kıbrıslı Rumlar arasındaki işbirlikçileri, 1974 yılında daha şiddetli bir harekâta girişip başpiskopos Makarios’u hedef alan bir saldırı düzenledi, Makarios son anda kurtulup Ada’yı terk etti. Birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde konuşan başpiskopos “Yunanistan’ın ilhak” düşüncesini açıkça ortaya koydu.

Bu olay üzerine Türkiye, 1960 yılında yapılan ve Kıbrıs’ın statüsünü garanti altına alan antlaşmadan doğan haklarına istinaden, hem ENOSIS’in gerçekleştirilmesini hem de Kıbrıslı Türk nüfusun katledilmesini önlemek amacıyla Ada’ya müdahale etmek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren Kıbrıs’taki fiili durum tamamen değişti. Bundan böyle kuzeyde Türkler, güneyde Rumlar olacak şekilde Ada’nın kuzeyi ile güneyi bir sınırla ayrılıyordu. Artık tüm olası çözüm önerileri bu gerçek göz önünde bulundurularak şekillendirilmek zorundaydı. Kısa bir süre sonra Türkler ile Rumların bundan sonra ancak federal bir sistem altında birlikte yaşayabilecekleri ortaya kondu. 1977 yılında Türk lider Rauf Denktaş ile başpiskopos Makarios iki bölgeli ve iki toplumlu federal sistem üzerinde anlaştı. Bu çerçeve anlaşma Makarios’un ölümünden sonra yerini alan Kyprianou ile Denktaş arasında teyit edildi.

Birleşmiş Milletler, Kıbrıs sorununda başından beri aktif bir rol üstlendi. Daha 1964 tarihli kararında BM Güvenlik Konseyi, BM Genel Sekreterini arabulucu olarak görevlendirmiş ve iki toplum arasındaki barışın korunmasına katkıda bulunacak bir gücün Ada’ya gönderilmesine karar vermiştir.  Artık etkisi çok düşük olmakla birlikte bugün hala bu barış gücü Kıbrıs’ta görev yapmaktadır.

1974 yılından beri BM Genel Sekreterleri, Denktaş-Makarios ve Denktaş-Kyprianou anlaşmalarını temel alan bir uzlaşma sağlamak amacıyla çalışmaktadır. 1985-86 yıllarında Perez de Cuellar ve 1992’de Boutros Ghali’nin önerdiği çözümlerin parametreleri de çok farklı değildi. Boutros Ghali, kurulacak federasyonda Türk tarafının Ada’nın %28’i oranında toprağa sahip olduğu bir sınır, iki topluma da geniş bir otonomi, yetkileri sınırlı bir federal hükümet, bir tarafın temsilcilerinin diğer tarafa kendi görüşlerini empoze etmesini engellemek amacıyla Türk ve Rum tarafının eşit katılımıyla kurulacak merkezi bir hükümet, eşit sayıda Türk ve Rum temsilciden oluşacak Yüksek Meclis ile iki toplum arasındaki sayısal farkın gözetileceği başka bir Meclisten oluşan çift meclisli bir yasama organı ve iki toplumun eşit sayıdaki temsilcisinden oluşan Yüksek Adalet Divanı kurulmasını öneriyordu.

Boutros Ghali’nin önerileri Güvenlik Konseyi tarafından da desteklenmekteydi. Bununla birlikte, Türkler gibi Rumların da öneri üzerinde ciddi çekinceleri vardı. En önemli anlaşmazlıklardan biri güvenlik sisteminin koşulları üzerineydi; Türkler 1960 tarihli Garanti ve İttifak Antlaşmaları’nın bütünüyle korunması konusunda ısrar ederken, Rumlar antlaşmaların şartlarının hafifletilmesini talep ediyorlardı.

1974’ten beri görülen, anlaşmazlığın çözümü için mutlak suretle üzerinde anlaşılması gereken dört temel konu olduğuydu: devlet yapısı, güvenlik, sınırlar ve mülkiyet.

Devlet yapısıyla ilgili olarak, çift meclisli üniter bir devlet kuran 1960 anayasasına dönüş artık tasarlanmıyordu. 1974 yılındaki olaylar sorunun yapısını bütünüyle değiştirdi ve iki tarafta yeni kurulacak sistemin federal ve çift bölgeli olması gerektiğini anlamakta gecikmedi. Ancak, taraflar bu sistemle ilgi olarak da farklı görüşlere sahiptiler; Rumlar geniş yetkilere sahip merkezi bir hükümet önerirken, Türkler daha zayıf bir merkezi hükümet ve federasyonu oluşturan iki tarafın daha önemli yetkilere sahip olduğu bir sistem tercih ediyordu.  Başkanlık sistemi iki taraf tarafından tercih edilmekle birlikte Türkler, başkanlık rotasyonu ve 1963’te olduğu gibi Rumların kendi isteklerini Türklere empoze etmesini engelleyecek tedbirler alınması konusunda ısrar ediyorlardı.

Güvenlik konusunun önemi daha 1960 Antlaşmalarının imzalanması sırasında anlaşılmıştı. Garanti Antlaşması uyarınca, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık Kıbrıs’ın bağımsızlığı, güvenliği ve anayasasını korumak, müdahaleyi gerektirecek gelişmelerin ortaya çıkması durumunda birbirlerine danışmak, ortak harekât kararı alınması durumunda birlikte hareket etmekle yükümlüydüler. Ortak harekâtın mümkün olmaması durumunda taraflar tek başlarına müdahale hakkına sahipti.

1960’taki İttifak Antlaşması, düşük sayıda bir Türk birliği ile Yunan birliğinin Ada’da konuşlandırılması yetkisini veriyordu. Bu antlaşma ayrıca Kıbrıslı Türkler ve Rumlardan oluşturulacak Ulusal Kıbrıs Muhafız Birliği’nin kurulmasını da öngörüyordu. 1963 olaylarından sonra Ulusal Muhafız Birliği sadece Rumlardan oluşan bir güç haline geldi. Bu gücün asker sayısı bugün 17.000’e yükselmiş olup İngiliz birliklerinden daha fazla saldırı tankına sahiptir. Ayrıca belirtmek gerekir ki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, ülkenin güneyindeki üslerden kalkacak Türk savaş uçaklarını vurabilecek SAM füzeleri alımına ilişkin 1997’de Rusya ile bir anlaşma imzalamıştır. 1974’ten itibaren Kıbrıs’ta konuşlandırılan Türk askeri sayısını fazla bulanlar Kıbrıslı Rumların askeri programlarının boyutunu göz önünde bulundurmalıdır.

Şüphesiz güvenlik konuları günümüzdeki ve gelecekteki görüşmeler sırasında Kıbrıslı Türkler ile Rumları bölmeye devam edecektir. Özellikle Avrupa Birliği’ne girdikten sonra Kıbrıs Rum Yönetimi, Garanti Antlaşması’nın AB üyelik statüsü ile uyumsuz olduğu ileri sürmektedir. Ama hukuksal olarak bu antlaşma halen yürürlüktedir ve geçerliliği BM Güvenlik Konseyi tarafından da kabul edilmektedir.

Sınır sorunu: 1974 yılında çatışmalar sona erdiğinde Kıbrıslı Türkler, 1960 yılında kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin % 36’sından biraz daha fazlasını, Kıbrıslı Rumlar ise % 63’ten biraz fazlasını kontrol ediyordu. Daha önce belirtildiği gibi Boutros Ghali’nin fikirler dizisi Kıbrıslı Türkler için % 28, Kıbrıslı Rumlar için ise % 72 oranında toprak öneriyordu. Ne Türkler ne de Rumlar bu öneriyi kabul etmedi. Ancak Boutros Ghali’nin BM tarafından desteklenen fikirler dizisinde önerilen sınırlar, daha sonraki BM inisiyatiflerinde de az veya çok yer aldı. Toprak sorunu ayrı bir zorluk daha içeriyordu, çünkü Kıbrıslı Rumlar kurulacak federasyondaki Türk bölgesine önemli sayıda Rum yerleştirmeyi istiyordu. Bu durum kuşkusuz iki bölgeli federasyon fikrinin aşındırılmasından korkan Türkleri rahatlatıcı nitelikte değildi.

Mülkiyet sorunu: Mülkiyet sorunu oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. 1974 yılında bir nüfus değişimi gerçekleştirilmiş, kuzeydeki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye yerleşmiştir. Göç eden Rum sayısı doğal olarak Türk sayısından fazla idi. BM’ye göre Ada nüfusunun yarısına yakını mülklerini terk etmek zorunda kalmıştı. Rumların kuzeyde mülk sahibi olanların mülklerini geri almalarına ve buralarda oturmalarına izin verilmesi yönündeki talebiyle ki bu durumda çift bölge konseptinin uygulanması baltalanacaktı, sorun iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kıbrıslı Rumların haklarına saygı gösterirken Ada’nın kuzeyindeki nüfus dağılımını radikal şekilde değiştirmeyecek bir çözüm yolu bulunması gerekiyordu. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkiyet sorunu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı kararlardan sonra iyice karmaşık hale gelmiştir. Adil ve realist bir çözüme ancak müzakerelerle belirlenecek düzenlemeler çerçevesinde ulaşılabilir.

Kıbrıs’ın AB üyeliği Kıbrıs sorununa kritik bir boyut kazandırdı. Türk tarafı Güney Kıbrıs’ın Ada’da bir düzenleme yapılmadan AB üyesi olmasının müzakere edilecek tüm çözüm önerilerini oldukça zor hatta imkânsız hale getireceğini anlamakta gecikmemiş ve Ada’nın bütünleşmesini sağlayacak anlaşmanın yapılmasından sonra bu üyeliğin gerçekleştirilmesinde ısrar etmiştir. Ama Güney Kıbrıs’ın tek taraflı AB üyeliği için mücadele eden önemli bir faktör bulunmaktaydı; Yunanistan açık bir biçimde Güney Kıbrıs’ın tek taraflı AB üyeliğinin reddedilmesi durumunda diğer Avrupa devletlerinin adaylıklarını engelleyemeye kararlı olduğunu göstermişti.

1999’te başlayan inişli çıkışlı süreç, 24 Nisan 2004’te Annan Planı’nın beşinci ve son şeklinin Kuzey’de ve Güney’de referanduma sunularak Türkler tarafından kabul edilip Rumlar tarafından reddedildiği kader tarihine kadar sürdü. Bir hafta sonra Güney Kıbrıs’ın tek taraflı olarak AB’ye üye olması hem Türkiye’nin AB üyelik sürecini hem de Kıbrıs sorununun çözümündeki yeni yönelimleri olumsuz etkiledi.

Bu uzun sürecin yol gösterici prensipleri Haziran 1999’da kabul edilen Güvenlik Konseyi kararında belirtilmiştir. Bu karar taraflardan, önceki BM kararlarını ve antlaşmaları göz önünde bulundurarak iyi niyet çerçevesinde müzakerelere devam etmelerini talep ediyordu.

1999 yılında Avrupa Birliği tarafında da olaylar gelişiyordu. Aralık ayında Devlet ve Hükümet Başkanları seviyesinde toplanan AB Konseyi, Türkiye’nin diğer adaylara uygulanan kriterler temelinde AB’ye aday ülke olduğunu ilan etmiştir. (Bu bağlamda hatırlatılması gereken, Türkiye’nin tam üye olamayacağına ilişkin görüşler, Aralık 1999’da Helsinki’de kaleme alınan belgenin de gösterdiği gibi Birliğin taahhütleriyle çelişmektedir.)

Kıbrıs’a gelince, Helsinki Zirvesi’nde “yapılacak bir düzenlemenin Kıbrıs’ın AB’ye girişini kolaylaştıracağı, eğer üyelik müzakerelerinin tamamlanacağı tarihe kadar taraflar yapılacak düzenleme üzerine anlaşma sağlayamazsa, bu durum üyelik kararının alınmasında öncelikli bir kıstas oluşturmayacağı, bu bağlamda Konsey’in ilgili tüm faktörleri göz önünde bulunduracağı” ifade edilmişti.

Bu muğlâk metin Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi hoşnut etmekten uzaktı: Türkleri rahatlatmaya yönelik yazılı ve sözlü açıklamalar alınan kararın anlamını değiştirmiyordu. Ancak, açıkça görülen, Rum tarafının AB üyelik antlaşmasını imzalamasından önce bir çözüme ulaşmaya çalışmanın Türk tarafının lehine olduğuydu. Ama bu dönemde, Kıbrıslı Türk liderlerin ve Türk hükümetinin zamanlama faktörünün arz ettiği önemin farkına varmış olduğunu söylemek mümkün değildir.

Çözüm arayışlarına ilişkin en önemli çaba, 2002-2004 yılları arasında BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından ortaya konmuştur. Bu dönemde AB ve ABD tarafından desteklenen Annan art arda beş plan sunmuştur. Ancak, ekler hariç yüzlerce sayfadan oluşan tüm planların burada detaylandırılması mümkün değildir.

İlk Annan planı, Kasım 2002’de taraflara ve garantör devletlere (Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık) sunulmuştu. Plan, Türk ve Rum iki ayrı devletten oluşacak hukuki ve uluslar arası karakterde bağımsız bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Merkezi devlet anayasanın öngördüğü yetkileri kullanırken, merkeze tanınmayan diğer tüm yetkiler birliği oluşturan devletlerce kullanılacaktı. Güney Kıbrıs ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki tüm yasama, yürütme ve yargı faaliyetleri yeni anayasaya aykırı olmamak koşulu ile yürürlükte kalacaktı. Birlikten çekilme ve dolayısıyla iki taraftan birine ait bir devlet kurumunun üzerinde tek başına egemen olması yasaktı.

Merkezi devlet, dış ilişkilerden, AB ile ilişkilerden, merkez bankasından, maliyeden, ticaret ve ekonomi politikasından, havacılık ve denizcilik politikasından sorumlu olacaktı. Yürütme sistemi İsviçre modelinden esinlenmişti. Yürütme Konseyi, devletler tarafından seçilecek dört Rum ve iki Türk’ten oluşacaktı. Hiçbir karar en az bir Türk ve Rum temsilcinin onayı olmadan alınamayacaktı. Başkan ve başkan yardımcısı Konsey tarafından seçilecek ve başkanlık Türk ve Rum temsilciler arasında değişimli olarak yürütülecekti. Yasama organı iki meclisten oluşacak, yüksek meclis devletlerin yasama organları tarafından atanacak eşit sayıda Türk ve Rum temsilciden oluşurken, diğer meclis Rumların çoğunlukta olacağı genel seçimle belirlenecekti. Üç Türk, üç Rum hakimin görev alacağı Yüksek Mahkeme’de olası bir krizi engellemek amacıyla Kıbrıslı olmayan üç hakim daha bulunacaktı.

Güvenlik konusunda Garanti Antlaşması’na bağlı kalınıyordu. İttifak Antlaşması’na göre Ada’da eşit sayıda Türk ve Rum birliği görev yapacaktı. Kıbrıs’taki tüm diğer kuvvetler dağıtılacak ve silahlar Ada dışına taşınacaktı. Silah ithalatı yasaklanacaktı. Bir BM gücü Ada’da süresiz olarak görev yapacak ve ancak ortak bir anlaşma durumunda Ada’dan çekilecekti.

Sınır konusunda ise plan, Türk tarafının Rum tarafına % 9’dan bir az oranda toprak devretmesini öngörüyordu.

Mülkiyet sorunu konusunda da özel bir yönetim karşılıklı tazminatlardan sorumlu olacaktı. Ama diğer planlardan farklı olarak Annan planı, mülklerin iade hakkını kısıtlamıyor; ancak çok sayıda Rum’un Kuzey’e göç ederek buranın Türkleşmiş yapısını bozacağından yerleşim hakkını kısıtlıyordu.

Plan, Ada’nın birleşmesi durumunda AB’ye kesin olarak üye olacağını belirtiyordu. Türk ve Rumların oyuna sunulan referandum metnindeki soru kaleme alınışı itibariyle, önerilen çözümün onaylanması ile Kıbrıs’ın üyeliği arasında ayrım yapılmasını olanaksız hale getiriyordu. Yani Rumların olumsuz oyu, Türkleri dışarıda bırakarak tek taraflı AB üyesi olma yaklaşımlarını tehlikeye atıyordu. Bu nedenle Kıbrıslı Rumlar Annan planını reddeden tarafın Türkler olmasını istiyordu.

Birinci Annan planına hem Türkler hem de Rumlardan itiraz gelmesi üzerine, BM Genel Sekreteri ilk planda bazı değişiklikler yaparak 2002 Aralık ayı ortasındaki AB zirvesinden önce ikinci Annan planını taraflara sundu. Rumların görüşlerini ifade etmelerine fırsat bırakmadan Türkler ikinci Annan planını reddetti.

Kopenhag toplantısı bir diğer önemli etaptı. Güney Kıbrıs ile tüm üyelik müzakereleri tamamlanmıştı. AB Konseyi bu gelişmeyi hatırlatmakla birlikte Kıbrıs’ın birleşmiş olarak üye olmasını tercih ettiğini belirtiyordu. 10 Mart 2003 tarihinde Kofi Annan’ın Rauf Denktaş ile Papadopoulos’u da davet ettiği La Haye’de Kıbrıs’ın birleşmiş olarak AB üyesi olmasını sağlayacak son bir çözüm önerisi sunuldu. Bu arada BM tarafından, tarafların talepleri göz önüne alınarak yapılan değişiklikleri kapsayan üçüncü Annan planı hazırlamıştı. Kopenhag’da olduğu gibi La Haye’de de Papadopulos’un fikrini söylemesine fırsat vermeden Denktaş öneriyi reddetti. 16 Nisan 2003 tarihinde Güney Kıbrıs AB Antlaşması’nı imzaladı. Ek protokolle topluluk müktesebatının Ada’nın kuzeyinde uygulanması askıya alındı.

Güney Kıbrıs’ı AB üyesi yapan antlaşmanın imzalanmasından birkaç gün sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, otuz yıldır Rumların Kuzey’e, Türklerin Güney’e geçmesini engelleyen, Ada’nın Kuzey’i ve Güney’ini ayıran yeşil hat üzerindeki kısıtlamaların kaldırıldığını açıkladı. Bu girişime verilen tepkiler beklenenin çok üzerindeydi. Birkaç ay içinde Kıbrıslı Türklerin 2/3 ‘ü Güney’i, Rumların yarısı Kuzey’i ziyaret etti. Türkler ve Rumlar arasındaki bu ziyaret ve temaslar, bir nebzede olsa karşılıklı ön yargıların kaldırılmasını ve birleşmenin her iki tarafın da menfaatine olacağı duygusunun güçlenmesini sağladı.

Güney Kıbrıs’ın AB üyelik antlaşmasını imzalamasına rağmen, 1 Mayıs 2004’teki resmi adaylığından önce, Kofi Annan son bir defa daha çıkmazı aşmayı ve iki taraf arasında uzlaşma ortamı yaratmayı denedi. Biri New York’ta diğeri İsviçre’nin Bürgenstock şehrinde olmak üzere iki toplantı düzenlendi. Kofi Annan, öncekilerden çok farklı olmayan dördüncü ve beşinci Annan planlarını taraflara sundu. 24 Nisan 2004 yılında Kuzey’de ve Güney’de ayrı ayrı referanduma sunulan plan, beşinci planıdır. Kuzey’de cumhurbaşkanı Denktaş’ın karşı olmasına rağmen yeni seçilen başbakan Talat ve hükümeti büyük kamuoyu desteğini arkasına alarak, halkı evet demeye çağırdı. Güney’de ise Papadopulos televizyondaki açıklamasında gözleri yaşlı olarak Annan planını reddediyordu. Garip bir biçimde hem Papadopulos hem Denktaş birlikte red cephesindeydi. Kuzey’de Türkler % 65 ile planı kabul ederken Güney’de Rumlar % 76 ile reddetti.

Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerde sorun yaratmakta gecikmedi. 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’na göre Türkiye’nin yükümlülükleri yeni AB üyelerini de kapsıyordu. Türkiye zaten buna hazırdı ve ticari hükümler vakit geçirmeden uygulamaya kondu. Ancak, Kıbrıslı Rumlar bu uygulamaya Güney Kıbrıs bandıralı gemi ve uçakların, Türk liman ve havaalanlarına girişinin de dâhil edilmesinde ısrar ediyordu. Bir başka sorun da Kıbrıslı Rumların, AB Komisyonu tarafından AB ile Kuzey Kıbrıs arasında kurulmaya çalışılan aracısız ticari ilişki girişimini bloke etmesiydi. Türkiye’nin tutumuna istinaden Güney Kıbrıs, Türkiye’nin adaylık görüşmeleri çerçevesindeki sekiz önemli başlığı bloke etme kararı aldı.

Yakın zamanda, birbirini uzun zamandır tanıyan, aynı ideolojiyi paylaşan ve Ada’da bütünleşme yanlısı başkanlar, Mehmet Ali Talat ve Dimistris Christofias arasında Kıbrıs’ta görüşmeler olmuştur. Şüphesiz, aşmaları gereken sorunlar kolay değildir. Annan planı görüşmelerde gündeme bile gelmemiştir, ama her seferinde yeni formüller üretmek de mümkün değildir. Parametreler hep aynı kalmaktadır. Eğer bir taraf bu parametreleri aşmakta ısrar ederse bu durum, tüm olumsuzlukları ve tehlikeleriyle Ada’nın kesin olarak bölünmesine yol açabilir.

http://www.bilgesam.org/incele/1246/-kibris-sorunu/

***

2 Mart 2017 Perşembe

Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji


Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji



Özdem SANBERK

20 Temmuz 2009


Hukuki süreç,

Bilindiği gibi TBMM ve Avrupa Birliği üyelerinin Parlamentolarınca onaylanmış olan 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol ülkemizle Avrupa Birliği arasında bir ortaklık hukuku meydana getirir. Bu ortaklık hukuku karşılıklı yükümlülükleri içerir. Uluslararası Antlaşmalar olan Ankara Antlaşması ve Katma Protokol aynı zamanda tarafların iç hukuklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle riayeti mecburi olan hukuki belgelerdir. Taraflar ortaklık hukukuna aykırı hareket ederlerse bu durum kendileri hakkında uluslararası hukuk sorumluluğunu gündeme getirir. Bu sorumluluğu belirleme ve müeyyide uygulama yetkisi Avrupa Birliği’nin Lüksemburg’daki Adalet Divanı’na aittir. Nitekim Divan 2007 yılında TIR şoförü Mehmet Soysal’ın Berlin Eyalet Mahkemesi’ne yaptığı başvuru üzerine, kısa bir süre önce aldığı kararla, Avrupa Birliği’nin 2000 yılından beri şoförlerimize vize koymasını 1970 tarihli Katma Protokol’ün 41’inci maddesinin ihlali olarak görmüş ve bu karar uyarınca Alman Hükümeti, hizmet sunumu yapmak üzere bu ülkeye seyahat eden Türk vatandaşlarına şimdiye kadar uyguladığı vize rejiminde değişiklik yapmak mecburiyetinde kalmıştır.

Tam üyelik müzakereleri 

Karşılıklı hizmet sunumu, hizmetlerin serbest dolaşımı, iş kurma hakkı gibi konular, vize konusuyla irtibatlı olan ve hepimizi çok yakından ilgilendiren konulara ilişkin dosyalardır.

Bu konular Avrupa Birliği ile halen yürütmekte olduğumuz katılım sürecindeki 35 başlıkta bulunan konular arasında yer alıyor. Ancak tam üyelik müzakere sürecindeki bu dosyalar, Kıbrıs meselesi ve Fransa’nın vetosu gibi nedenlerle ya bir türlü hiç açılamadığı için veya hiç kapanamadığı için vize meselesi dâhil, adı geçen dosyalarda ilerleme sağlamak mümkün olmuyor. Komisyon vize meselesini de, bizim mültecileri geri kabul anlaşmasına razı olmamız gibi siyasi bir koşula bağlıyor.

Oysa şimdi karşılıklı hizmet sunumunda vize muafiyeti konusunun, hak sahibi bir özel kişi tarafından müzakere süreci dışında, ortaklık hukukumuz çerçevesinde, yani hukuki bir süreç içinde ele alınması sayesinde, müzakere sürecinde tıkalı olan bir yolun ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımız sayesinde, hiç bir siyasi koşula bağlı olmadan açılabildiğini görmüş olmaktayız.

Siyasi tıkanıklıkları hukuk açıyor 

Bu deneyim bize çok önemli bir gerçeği çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Üyelik süreci ne kadar tıkanık olursa olsun, bu tıkanıklık Antlaşmalardan kaynaklanan ortaklık ilişkimizi ve bu ilişkinin ilzam ettiği karşılıklı yükümlülükleri etkilemiyor. Yani katılım sürecinde Avrupa Birliği tarafından bizim hakkımızda alınan hiç bir karar, ileri sürülen hiç bir siyasi koşul Ortaklık ilişkimiz üzerinde herhangi bir hukuki etki yaratmıyor. Eğer biz Ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımızı layıkıyla kullanma becerisini gösterebilirsek, katılım sürecinde sahip olmadığımız yaptırım gücünü ortaklık ilişkimizde elde etmek olanağına sahip olabiliriz.

Siyasi süreç 

Avrupa Birliği’ne tam üyeliğimizi hedef alan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin öngördüğü katılım sürecimiz Birlikle aramızda esas itibarıyla siyasi bir süreç oluşturuyor. Bu süreç Avrupa Birliği için hukuki yükümlülükler içermiyor. Dolayısıyla bu süreçte her aday ülke gibi biz de Birliğe karşı hukuki bir yaptırım gücüne sahip değiliz. Aksine katılım süreci, yine her aday için olduğu gibi Türkiye için de, tek taraflı olarak taahhüt edilen yükümlülükleri ihtiva ediyor. Aday ülke ile arasında ikili siyasi anlaşmazlıkları bulunan üye ülkeler, üyelik müzakerelerinde bu asimetrik ilişkiyi kendi davalarında siyasi avantaj elde etmek için istismar ederler. Bizim katılım sürecimizde de aynen bu durum yaşanmakta. Özetlemek gerekirse Türkiye, tam üyelik sürecinde Avrupa Birliği’ne karşı, bütün aday ülkeler gibi zayıf bir durumda iken, Ankara Antlaşması ve Katma Protokolün oluşturduğu Ortaklık ilişkilerinde hukuken eşit bir statüye sahip.

Tam üyelik süreci hukuki süreci frenlememeli 

Ankara Antlaşması’nda her ne kadar nihai hedef olarak tam üyelikten bahsediliyorsa da ortaklık ilişkisi temelde Gümrük Birliği yoluyla ekonomik entegrasyonu öngörüyor. Katılım süreci ise, açık uçlu olmakla beraber Müzakere Çerçeve Belgesi’nde belirtildiği gibi tam üyelik hedefine yöneliktir. Ancak katılım süreci başladıktan sonra Ankara Antlaşması’ndaki ekonomik entegrasyon hedefinin de fiiliyatta artık tam üyelik müzakerelerinin birer dosyası haline geldiğini ve siyasi nedenlerle tıkanmış olan bu müzakerelerin içinde felce uğramış bir duruma dönüştüğünü görüyoruz.

Çıkmazdan nasıl kurtuluruz? 

Bu çıkmazdan kurtulmanın ancak yeni ve pratik bir strateji aranması ile mümkün olabileceği hatıra geliyor. Tamamen bir zihni egzersiz olarak bu stratejiyi şöyle özetleyebiliriz: 
Bilindiği gibi tam üyelik müzakere sürecinde siyasi engelleler dolayısıyla başlıkları açılamayan veya kapanamayan veya ilerletilemeyen fakat vatandaşlarımızın günlük hayatını, iş ve istihdam yaşamlarını yakından ilgilendiren serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi dosyalar var. Bu dosyalar ayni zamanda Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’de yer alan ve ekonomik entegrasyonu hedef alan ve dolayısıyla Avrupa Birliği’nin de yükümlülüklerini icap ettiren konular. Yani Ortaklık hukukumuzun da dosyaları. Bu tespit ışığında yeni strateji, tam üyelik müzakereleri siyasi engellerle karşılaşmadığı yerlerde, bir yandan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nde sürdürülürken, diğer yandan siyasi engeller dolayısıyla ilerleyemeyen veya hiç konuşulamayan serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi konuların ele alınmasının katılım sürecinden ortaklık hukukumuz zeminine çekilmesi hedefi etrafında şekillenebilir.

Alınan bir sonuç var 

İlk bakışta gerçekçi gibi görünmeyen bu önerinin gerçek hayatta nasıl mümkün olduğunu Avrupa Adalet Divanı, yukarıda değindiğimiz Soysal kararıyla kanıtlamış bulunuyor. Bu karar aslında hepimizin gözlerini açan bir işaret fişeği niteliğinde. Çünkü tam üyelik müzakereleri devam ederken bu müzakere konularından henüz ele bile alınamayan bir dosya, başka bir düzlemde-ortaklık hukukumuz düzleminde- açılmış ve sonuç vermiştir. Unutmayalım ki Avrupa Adalet Divanı da Ortaklık hukukumuzun organlarından biri.

Ekonomik entegrasyon 

Öte yandan ortaklık ilişkimizin öngördüğü ekonomik entegrasyon hedefinin, tam üyelik müzakerelerini kesmeden fakat bu müzakerelerin sonuçlanmasından önce bugünkünden daha büyük oranda gerçekleştirilmesi tam üyelik hedefine varmamızı geniş ölçüde kolaylaştırır. Esasen bu gün dahi Ankara Antlaşması, Katma Protokol ve eksiklikleri ne kadar fazla olursa olsun, Gümrük Birliği uygulamaları sayesinde Avrupa Birliği ile artan ticaret hacmimiz ve aramızdaki müktesebat uyumunun halen sürdürdüğümüz tam üyelik sürecimizde bize sağladığı ciddi avantajlar biliniyor.

Geri dönüş yok 

Unutulmaması gereken bir diğer nokta da, ekonomik entegrasyona bir kere erişildikten sonra bu entegrasyonun yarattığı karşılıklı iş, istihdam ve refah düzeyleri söz konusu entegrasyon seviyesinden geriye dönülmesine izin vermez. Tam tersine yaratılan karşılıklı ekonomik bağımlılık ve karşılıklı çıkarlar ekonomik entegrasyonun ekonomi dışı alanlara genişletilmesi sonucunu doğurur. Avrupa Birliği’nin bu gün vardığı karmaşık entegrasyon düzeyi de aynen bu süreci izlemiştir.

Canlanma 

Ortaklık ilişkilerimizin yeniden gündeme getirilmesi ve ortaklık organlarımıza yeniden hayatiyet kazandırılması Avrupa Birliği ile ilişkilerimize yeni bir canlılık getirir. Bu canlılık Bakanlar düzeyinde Ortaklık Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi Ankara Antlaşması’nda öngörülen yetkili organların teknik çalışma kapasitesine yeniden kavuşturulması ile sağlanır.

Tam üyelik dışı yolları TBMM kapar 

Bu stratejinin bizim tam üyelik dışında bir hedefe yeşil ışık yaktığımız şeklinde muhataplarımızın zihninde yanlış anlamalar oluşturmaması için ise, Komisyon’la halen müzakereleri sürdürmekte olan heyetimizin müzakere yetkisinin sadece tam üyelik hedefiyle sınırlı bulunduğu yolunda TBMM’ce bir karar alınması yeterli olur. Bu şekilde Türkiye’nin birbirine paralel fakat birbirini güçlendiren iki süreci, yani 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol’den kaynaklanan ortaklık süreci ile 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nden kaynaklanan tam üyelik sürecini birlikte sürdürdüğü teyit edilmiş olacak ve imtiyazlı üyelik formüllerine kapalı bulunduğumuz milli iradeyi temsil eden en yetkili makam tarafından tescil edilmiş bulunacaktır.

AB iki paralel sürece itiraz edemez 

Avrupa Birliği’nin ortaklık hukukunu işletmeyelim deme şansı yoktur. Zira ortaklık hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerimizin yerine getirilmesini üyelik kriterleri arasında yukarıda anılan Müzakere Çerçeve Belgesi’nde esasen kendisi belirtmekle iki süreç arasındaki irtibatı bizzat kendisi kurmuş bulunuyor.

Zemin kaybı 

Hiç şüphesiz Avrupa’nın da içinde bulunduğu ekonomik ve mali kriz ortamında işçilerin serbest dolaşımı gibi hassas bir dosyadan, ortaklık hukukumuzun işletilmesiyle de olsa, sonuç alınması gerçekçi bir beklenti olamaz. Bununla birlikte Türkiye’nin bu konuda 1/80 sayılı Konsey kararıyla kazanılmış haklarının son yirmi yıldan bu yana zemin kaybettiği açıktır. Bu haklarımızın takip edilmesi ve ayni şekilde işadamlarımızın vize sorunun 1/95 sayılı Gümrük Birliği kararı dolayısıyla Ortaklık Kurumlarını gündemine getirilmesi meşru ve beklenen bir davranış tarzı olur.

Sırf Hükümetin görevi değil 

Bu görüşlerimiz sadece Hükümete yönelik değil. Birlik ile ilişkilerimizde sahip bulunduğumuz hukuk yollarının araştırılması ve kullanılması hedefine daha fazla ilgi göstermemiz ayni zamanda muhalefet partilerimize, mesleki kuruluşlarımıza, düşünce kuruluşlarımıza, fakat bilhassa değerli hukukçularımıza düşen bir görevdir. Çünkü Avrupa Birliği içinde hakların savunulmasında temel unsur hukuk, başat aktör ise bireydir. Sonuçta yalnız Avrupa’da altı yüz yıllık varlık tarihimizin bu ilişkimize ilgisizliğimiz yüzünden gözlerimizin önünde buharlaşıp yok olmasına şahit olmakla kalmayacağız. Kazanılmış haklarımızı, dış komplolar arayışlarıyla zaman kaybedeceğimize, kendi iç dinamiklerimize güvenerek koruma mücadelesine odaklanamazsak, ayni zamanda bu gün kıtada yaşayan milyonlarca Türk vatandaşı ve soydaşımızın haklarını savunmaktan da feragat etmiş olacağımız artık farkına varmalıyız.

Zorluklar sürecek 

Avrupa Birliği projesinin bitmeyen zorlukları, tartışmaları, hayal kırıklıkları ve umutları bellidir. Türkiye karşıtı çeşitli çıkar çevrelerinin ve etnik grupların faaliyetleri ortadan yok olmayacaktır. Birliğin bazı üyelerinin biz karşı tavırları zaman içinde dondurulamaz. Avrupa Birliği süreci hem bizim için, hem Birlik için gönüllü iradeye dayalı dinamik bir süreçtir. Bu dinamiği ne Avrupa Birliği’nin şu veya bu üyesi, ne de biz tek başımıza belirleyebiliriz. Son yirmi yıldan beri çok coğrafyalı bir yöne doğru seyretmeye başlayan Avrupa Birliği’ndeki gelişmelerin nabzını her gün tutmamız lüzumu var. Nasıl bir Avrupa istediğimizi, Hükümet olarak, muhalefet olarak, sivil toplum ve bireyler olarak biliyor muyuz?

İdeolojik tartışmalar gündemden teknik icraatlar dönemine 
Ama bu gün vardığımız noktada artık, yeni bir stratejiye ihtiyacımız olduğu kesin. Evet, Hükümetimizce demokrasi ve hukukun üstünlüğü hedefi yönünde yeniden bir reform seferberliğine dönülmesi bu seferberliğin, kamuoyumuzca anlaşılması ve muhalefet partilerimizce de desteklemesi böyle bir stratejinin olmazsa olmaz bir koşulu. Ama asıl gerekli olan şey Avrupa Birliği tartışmasının ülkemizde bugünkü ideolojik ve siyasi niteliğinden kurtarılması. Her birimizin gündelik yaşamımızda hissedeceğimiz pratik sonuçlara dönüştürebilmesi. Bunun gerçekleştirilebilmesi ancak teknik icraatlar gündemine geçilebilmesiyle mümkün olur. Son yıllarda Avrupa yönünde kaybedilen kamuoyu desteğinin yeniden kazanılmasının yolu Avrupa Birliği hedefinin gündelik yaşamımızda somut bir anlam ifade etmesinden geçer.

*Bu röportaj 22 Haziran 2009 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır.



http://www.bilgesam.org/incele/813/-avrupa-birligi-icin-yeni-bir-strateji-/


***

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde



Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde





14 Haziran 2010


Bugün Obama yönetiminin, bölgede bir dünya gücüne düşen liderlik rolünü yerine getirememesi, Ortadoğu’da tırmanan gerginliğin başlıca nedenleri arasında yer alıyor. Bölgede etkin bir Amerikan liderliği olmadan Ortadoğu’daki sorunların çözülmesi mümkün değil. İsrail’in bir ölçüye kadar kulak vereceği tek ülke Amerika. Ama Amerika Ortadoğu’daki politikalarını İsrail’in izlediği çizgiden ayıramıyor. Bunu ayıramadığı müddetçe de Amerika, bölgede iki ata aynı zamanda binmeye çalışan bir süvari görüntüsünden kurtulamıyor. Amerika’nın Ortadoğu’daki asıl çıkarları Arap Yarımadası’nda ve Körfez’de yatıyor. Yönetim en çetin mücadeleyi bu Körfez bölgesindeki çıkarlarını korumak için verecektir.

Obama yönetiminin, Amerikan dış politikasını yönetmekle görevli kurumlarına hakim olmakta başarısız kalması bölge ve dünya barışı için potansiyel tehlikeleri barındırıyor. Bunu en son örneğini çok kısa süre önce İran’la takas anlaşması konusunda Obama’nın Lula ve Erdoğan’a gönderdiği mektup olayında yaşadık. Şimdi de yardım konvoyları krizinde yaşamaktayız. Sebepleri ne olursa olsun bu kriz Amerika’nın bölgedeki en eski iki müttefikinin arasının açılması sonucunu doğurdu. Bu sonuç bölgedeki dengeleri kökünden değiştiriyor. ABD Başkanının Ortadoğu’daki başarısızlığı, kendinden sonra Cumhuriyetçilerin daha sert politikalarla ve Bush sonrası yeni muhafazakâr bir gündemle sahneye çıkmaları sonucunu doğurur.


Birleşmiş Milletler’in İşlevsizliği

İsrail Gazze kuşatması sırasında kullandığı aşırı güç dolayısıyla uluslararası hukuku ihlal etti. Bu ihlal BMGK’nin görevlendirdiği Güney Afrikalı Yahudi asıllı Hollandalı hukukçu Goldstone başkanlığında kurulan komisyon raporu ile kanıtlandı. Ancak İsrail Amerika’nın da yardımıyla bu raporun BMGK de görüşülmesini engelledi. Oysa bu raporun tartışılması engellenmeseydi belki de Gazze’ye uygulanan ambargo hafifletilecek ve böylece bu günkü gibi bir kriz yaşanması ve dokuz can kaybı belki de önlenmiş olacaktı. Esasen Birleşmiş Milletler de esasen bunun için var. Ama görevini yapamadığı sürece işlevsizleşmiş durumda. Barış ve istikrarın kurulmasına yardımcı olamamakta. Aynen 2004’te Kıbrıs’ta Rumların adanın birleşmesini öngören Kapsamlı Barış Planını referandumda reddetmelerinden sonra, o zamanki BMGS Annan’ın, Rumları sorumlu tutan raporunun Güvenlik Konsey’inde görüşülmesinin yine daimi üyelerden bazılarının (bu kere Rusya ve Fransa’nın) engellemeleriyle önlenmiş olması gibi.


Öte yandan ine BMGK’nin bir başka kararı ise uluslararası toplumunu, Gazze’ye insani yardım yapılmasını zaten öngörüyor. İsrail donanmasının yardım götüren Mavi Marmara ve yanındaki gemilere hücum botlar ve helikopterlerle saldırması bu kararı da hiçe sayıyor. İsrail’in Gazze’yi kuşatma altında tutması ve sivil halk üzerinde baskı ve tecrit politikaları uygulamaya devam etmesi sadece moral bakımdan sorunlu olmakla kalmıyor. Aynı zamanda, yine aynen Rum Yönetiminin, barış ve birleşmeye evet diyen Kıbrıs Türklerine uyguladığı kuşatma politikası gibi ahlaka aykırı olduğu gibi, siyasi bakımdan da yararsız.


Her iki ambargo da sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. Tabii bu arada Kıbrıslı Türklerin şu anda, ikinci dünya savaşından beri, Saraybosna’dan sonra, Avrupa’da kuşatma altında yaşayan son halk olduğunu da, dünyada, başta biz kendimiz olmak üzere, hatırlayan kimse yok, Biz dahil, hatırlatmaya çalışan da yok. Türkiye Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız ambargoyu dünya gündemine getirmekte geç kaldığı sürece, başkalarının Kıbrıs’ın işgalden kurtarılması gibi tutarsızlıkları gündeme getirmesine hayret etmemeli.


İsrail’in Meşruiyet Zemini

İsrail vahim bir kuşatılmıştık psikolojisi içinde. Sırtını Amerika’ya dayayarak uluslararası kuruluşların kararlarını hiçe sayıyor. Bu davranışı ile bölge barış ve istikrarını zehirliyor. Aynı zamanda kendi güvenliğini de zaafa uğratıyor. İsrail’in güvensizlik duygusunun bilhassa 1970’lerde Enver Sadat’la barış fırsatı kaçırmasından sonra artarak kötüleşti. Oysa İsrail, barış için ikinci fırsatı iki kutuplu dünyanın sona ermesi ve Körfez Savaşı sonrasında Oslo süreci ile elde etmişti. Bu süreç Türkiye ile ilişkilerin normalleştirilmesinin de meşru zeminini oluşturmuştu. Ne yazık ki İsrail bu süreçte sert ve yayılmacı stratejisini terk etmedi. Özellikle yeni yerleşim birimleri kazanma politikalarını ve sırf Arap alemi için değil, tüm İslam alemi için mukaddes sayılan ve bu nedenle çok hassas olan Kudüs’teki kazılarını sürdürdü. 2006’da Lübnan’a saldırması ve nihayet Hamas’ın roket saldırılarına karşılık son Gazze bombardımanı ve sonrasında sivil halka uyguladığı ambargo dünya kamuoyunu olumsuz etkiledi. Bu politikalar aynı zamanda İsrail kamuoyunda da ciddi eleştirilere yol açtı.


İsrail Halkının Sorumluluğu

Asırlarca büyük haksızlıklara, ayırımcılıklara maruz kalmış ve kitlesel ıstıraplar çekmiş bir halk olan Musevilerin, ikinci dünya savaşından sonra kendi devletlerini Ortadoğu’da Arap toprakları üzerinde kurmaları, muhakkak ki tartışılması daha uzun sürecek bir tarihi vakıa oluşturmakta. Bu tartışmayı sona erdirmek ve artık herkesin bu gerçeği kabul edip Yahudilerin ana vatanı olan bir İsrail devletiyle barış içinde yaşama iradesine kavuşmasına sahip olmasına yardımcı olmak, geniş ölçüde İsraillilerin elinde.


Bütün mesele İsrail hükümetlerinin ve bu ülke halkının, aşırı güç kullanma ve yeni yerleşim birimlerine devam edilmesi gibi, uluslararası toplum tarafından mahkum edilen politikalarının barış sürecini sürekli akamete uğratmaya ve dolayısıyla Ortadoğu’yu zehirlemeye devam etmesinin önüne nasıl geçileceği konusunda atık bir karara varabilmesi.


Türkiye

Türkiye’nin kendi iç sorunları var. Bu sorunların önemli bir kısmının kökleri kendi sınırlarımızın dışına taşıyor ve bölgemizdeki sorunlara karışıyor. Biz artık kendi sorunlarımızı biriktirmek istemiyoruz. Bu nedenle bu sorunların iltisaklı olduğu çevremizdeki sorunları da, barış girişimleri olsun, arabuluculuk çabaları olsun, kalıcı şekilde çözme iradesini sergiliyoruz. Bu amaçla Erdoğan hükümeti, hem içerde hem dışarıda ciddi açılımlara girişti ve ciddi süreçler başlattı. Fakat süreçler uzuyor. Uzadıkça da kamu oyu desteğini muhafaza etmek güçleşiyor. İsrail’in Ortadoğu’da barışın kurulmasına iştirak etme fırsatını kaçırması, sorunların birbirleriyle iç içe geçmiş olması nedeniyle, bize de ülkemizde istikrar ve refahı sağlamaya, işsizlik ve yoksulluk gibi temel meselelere odaklanma fırsatlarını kaçırtıyor. Ortadoğu’daki bütün sorunların gelip dayandığı Filistin sorunu çözümlenmeden bölgede güvenlik sağlanamaz. Bölgede barış ve güvenlik sağlanamadan Türkiye bölge sorunları ile iç içe geçmiş olan kendi dahili sorunlarının üstesinden gelemez ve tüm enerjisiyle temel ekonomi ve demokrasi hedeflerine kilitlenemez. Bu nedenlerle Türkiye bölgede kurulacak barışın biri nevi hissedarı durumunda. Bu nedenle bölgede düzen kurucu bir rol oynamak istiyor. Yine ayni nedenle de burada barışın temeli olan Filistin meselesi, duygusal yönlerine ilaveten, bizim için bir milli mesele.


İsrail

İsrail Netenyahu hükümetinden ibaret değil. Bu ülkede de barış isteyen insanlar, aydınlar ve güçlü siyasi çevreler olduğunu biliyoruz. Bu çevreler daha huzurlu bir Ortadoğu kurulması için Türkiye’nin etkin ve yapıcı bir rol oynayacağının farkındalar ve buna inanıyorlar. Örneğin Amos Oz, David Grossman ve Gideon Levy bu aydınlardan bir kaçı. Ayrıca İsrail işçi sendikası Hisdradut var.


Daha İsrail devleti kurulmadan mevcut olan en eski ve nüfuzlu kurumlar arasında yer alıyor. Dünyanın en köklü ve etkili sendikalarından biri. İşçi Partisi’nin de güç kaynağı, sosyalist ve sosyal demokrat ideolojisi ile barış kampının başını çekiyor. Muhakkak ki İsrail’de adlarını bilmediğimiz ve şu anda ortalarda fazla görünmeyen başka kişiler ve sivil toplum kuruluşları da var.


Barış ve uzlaşma arayan, çaresizlik içinde olanlara yardım elini uzatmak isteyen insanlar hiç şüphesiz bölgedeki başka komşularımızda, Lübnan’da, Mısır’da Ürdün’de de bulunuyor. Hangi ülkeye mensup olurlarsa olsunlar, bu insanların amaçlarını paylaşmaları, çabalarını birleştirmeleri sağ duyunun bir gereği. Ne yazık ki Mavi Marmara’da dökülen kan bu kapasitenin kullanılmasını şimdilik geniş ölçüde sekteye uğratmış durumda. Bu fırtınanın sebep olduğu yıkımın kaldırdığı toz bulutları önümüzü görmemize izin vermiyor. Hasarların tamir edilmesi lazım. Bu tamirat mevcut şartlar altında bu hemen gerçekleşecek bir şey değil. Bu aşamada devletlerden ve resmi teşebbüslerden medet ummak yersiz. Hükümetlerin şimdi muhtemelen ihtiyatla beklemekten ve olayları dikkatle izlemekten başka çareleri yok.


Sivil Toplum

Ne var ki tarih süratle hareket ediyor. Kendi hızına yetişemeyenleri affetmiyor. Barış fırsatları kaçıyor. Bu fırsatları kaçırmanın, maliyeti başta Filistin halkı olmak üzere herkes için çok ağır olabilir. Gazze’de ıstırap çekenlerin, devletlerin harekete geçmesini bekleme lüksü yok.


Bugün dış politika artık sadece devletten devlete yapılmıyor. Düşünce kuruluşları, mesleki teşekküller, yardım kuruluşları, işadamları, doktorlar, gazeteciler, sendikalar artık dış ilişkilerin devlet dışı aktörleri haline gelmiş bulunuyorlar. İşte sırf bir IHH’nın bir eylemi, Gazze dramını dünya gündeminin en üst sırasına çekebildi. BMGS tecridin sona ermesi çağırırsında bulundu. Daha şimdiden refah kapsısını açtırdı.


Türkiye’nin bundan sonra izleyeceği yol haritası da İsrail ile ilişkilerin koparılması gibi, çatışmacı ve menfi bir gündem üzerine değil, değerli diplomat ve siyaset adamı Mehmet Ali Bayar’ın geçen pazar akşamı bir TV programında önerdiği gibi, insanlık sorumluluğuna dayalı sınır tanımayan vicdanlar üzerine kurulmalı ve bizim sivil toplumumuzla, İsrail’de Netenyahu hükümetine karşı çıkan zinde sivil kuvvetleri arasında bir dayanışma işbirliği gerçekleştirilmesi zeminine oturtulmalıdır. Böyle bir dayanışma muhakkak ki ancak demokratik ülkelerde yapılabilir. İsrail’in, her şeye rağmen bir demokrasi olduğu ve saldırıya uğrayan yardım konvoyunda İsrail vatandaşlarının bulunduğu gerçeğini unutmayalım.


Türkiye ile İsrail arasında bir sivil dayanışmanın uluslararasında büyük yansımalar yaratacağından ve uluslararası sivil toplum dünyasına hale hale yayılacağından kimse şüphe etmesin. Böyle bir girişim aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da yumuşak güce dayalı düzen kurucu rolünü uygun düşeceği gibi Başbakan Erdoğan’ın Netenyahu Hükümetiyle İsrail halkı arasında mesafe koyan tutumunu da teyit edecektir.


* Bu yazı Radikal Gazetesi'nde 12 Haziran 20010 tarihinde yayınlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/1268/-cozum-sinir-asan-vicdanlarin-harekete-gecirilebilmesinde-/

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 4




Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 4


Vize kalksa da Bürokratik yük 
çok Azalmayacak

- “Geri Kabul Anlaşması hâlen vize kolaylığını Türk vatandaşlarının tamamına değil bazı meslek gruplarına tanıyor” ifadeniz nedeniyle soracağız, olası muafiyette bir meslek ayrışması mı olacak?

Pratikte öyle oluyor; iş adamları, sanatçılar bu hakları kullanıyor.  

- Ancak öyle bir hüküm yok, değil mi?

Hayır, öyle bir hüküm yok. Ancak dünya kadar belge istemeye devam edecekler. Bürokratik yük çok azalmayacak.

- Meksika’yla yapılan elektronik onay benzeri bir sistem kurulamaz mı?

Belki olabilir. Ama şimdi mesela evin varsa tapuların isteniyor. Bir kısmı istenmeye devam edecek, onların hangi belgeler olduğu henüz açıklanmamış olabilir.

- Göç ve vize anlaşmalarının gözden kaçan başka artı ve eksileri neler?

Avrupalılar, göç krizi çıkınca haklı bir paniğe kapıldılar. Zaten Yunanistan başta olmak üzere Euro krizinden dolayı sallantıdaydılar, ayrıca İngiltere’nin AB’den çıkmayı tartıştığı Brexit, sağın yükselişi, yerleşik partilerin güç kaybetmesi, başta Almanya için olmak üzere büyük bir tehlike ifade eden güçlü bir ırkçılık akımı karşısındalar. Bu soruların bütünü Avrupa Birliği için yaşamsal bir kriz oluşturuyor. AB’nin ulusüstü bir kurum olarak dönüştürücü gücünün devam etmesi Avrupa bakımından hayati, ki dünya ve bizim için de öyle. Merkel’in cesaretli girişimi sonucunda Türkiye ile akdedilen bu anlaşma bu bakımdan çok önemli. Almanya Başbakanı kimsenin gözyaşına bakmadı, hedefe kilitlendi. Ama bir yandan da “Türkiye’nin üyeliğine de taraftar değilim” diye açıkça söylüyor. Bu girişime karşı bizim reaksiyonumuz çok akıllıca ve vizyoner oldu. Türkiye “Ben bir Lübnan veya Ürdün değilim. Seninle aramda bir tam üyelik süreci var. Biz bu işe taktik olarak bakmıyoruz” dedi ve şantaj yapmadı. “İstediğimiz şey AB’nin de buna stratejik bakması” diyerek sorunu tam üyelik sürecimizin canlandırılması çerçevesine oturtan bir stratejik yaklaşım gösterdi. Ve şunu söyledi: “Kapattığınız fasıllar var. Sen bunu Kıbrıs gibi exogen dinamiklere bağladın. Birincisi, bunları tek tek kaldır. İkincisi, sana gelecek göçmenlerin burada kalmalarını sürdürebilmek için gerekli finansmanı sağla. Ve vizeyi kaldır.” Merkel, “Türkler stratejik bakıyor, haksız da değiller’’ görüşünü ortaklarına kabul ettirmeyi başardı. Ama bu zor anlaşıldığı için üç günde bir buraya geliyor ve bunu canlı tutuyor.

“ Bölge için küresel düzeyde yeni bir 
Marshall Planı Seferberliği ”

Türkiye’den Yunanistan’a giden mülteci sayısının azaltılması ancak Yunanistan dışındaki Avrupa ülkelerinin daha fazla mülteci almayı kabul etmeleriyle mümkün olabilir. Üye ülkeler şimdi ayak sürüyorlar. Fakat Yunanistan-Türkiye yolu kapatılırsa bu kez Kuzey Afrika-İtalya yolu açılacak. O zaman da karşılarında anlaşma yapabilecekleri başka bir devlet bulamayacaklar. Bu sorunu çözmek için bize bir yerde mahkûm oldukları için kızgın bulundukları açık. “Türkiye bize şantaj yapıyor” diyorlar. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, “Türkiye’ye söyleyenecek hiçbir şey yoktur, bundan daha iyisini kimse yapamaz” dediğinde doğru söylüyordu.

Göçmen krizinin çözümü Avrupa’nın daha fazla göçmen kabulüne bağlı. Bu konuda belki söylenece son söz şudur: 500 milyon nüfuslu AB ve zengin Körfez ülkeleri birleşerek göçmen meselesinin temel nedenleri olan kitlesel yoksulluk konusunu ele almak cesaretini gösteremezse bu kriz hiçbir zaman çözülemez. Bunun anlamı bölge için küresel düzeyde yeni bir Marshall Planı seferberliğidir.

- Erdoğan’ın Mart 2016’da vize muafiyeti ve üyelik hakkında konuşurken “AB yine sözünü tutmayacak” demesine yol açan AB’nin geçmişte attığı güven sarsıcı adımlar neler oldu?

Pek çok örnek var, ama sadece birkaç somut örnek vereyim: 2004’te Annan Planı’nın kabulü halinde KKTC’ye konulan ambargonun kaldırılacağı ve evvelce vaat edilen yardım ve imkânların yürürlüğe konulacağı sözü verilmişti. Ama Avrupalı liderler sonra geri adım attılar. Türkiye GB Protokolü’nü, söz verdiği gibi 25 Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. Ama bunun karşılığında AB, verdiği sözlerin aksine ne ticaret tüzüğünü çıkardı, ne de yardımları yürürlüğe koydu.

3 Nisan 2003 tarihli AB Genişleme Antlaşması’na ek 10 No’lu Protokolu, Kıbrıs’ın mevcut üyeliğinin geçici bir durum olduğunu söyler, çözüm geçekleşene kadar AB mevzuatının sırf güneyde geçerli olacağını belirtir ve bu mevzuatın, adanın bütün yurttaşlarının yararına olmasını öngörür. Bu zaman zarfında AB’nin adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin de kalkınmasına katkıda bulunmasını ve adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını ve AB nin kuzeye doğrudan yardım yapmasını ve BM’nin süreci desteklemesini öngörür. Protokolün 2. maddesi, bunların yerine getirilmesi için Komisyon’un Konsey’e öneride bulunmasını ister. Nitekim

Konsey, 2004 yılında gerçekten de Komisyon’a bu öneride bulundu ve Komisyon’dan doğrudan ticari ve doğrudan ulaştırma yönetmenliğini çıkarmasını ve kuzeye koşulsuz yardımların başlatılmasını istedi. Doğrudan ticari yönetmenliği, doğrudan ulaştırma  yönetmenliği hâlâ çıkmadı, yardım ise kısıtlı ve koşullu başladı.

“ Türk toplumunun otoriterliğe zaafı var ”

- Türkiye’nin AB adaylığında ciddiyeti göstermek için şu sorunların çözülmesi gerektiğini söylediniz: 1) PKK ile mücadelede güvenlik güçlerinin maruz kaldığı ithamlara inandırıcı cevap verebilme, 2) Yayın yasakları, 3) Tartışma sınırlamaları, 4) Yıllarca sonuçlanamayan yargılama süreçleri, 5) Uzun tutukluluk, 6) Gazeteci, yazar, aydın ve akademisyenlerin yargı karşısına çıkma sıklıkları, 7) Sosyal medyayı sınırlama, 8) Yolsuzluk iddialarını takipsizlik ve en önemlisi 9) Halkın bütününde demokratik topluma dönüşme heyecanının olmaması ve partilerin buna öncülük etmede isteksizliği.

Bu maddeler çok önemli ve sonuncusu belki en önemlisi. Halkımızın demokratik talebi yoksa yapacak bir şey yok. AB tam üyelik süreci bu nedenle de, yani Türkiye toplumunun  değişmesini ve dönüşmesini doğal bir sürece soktuğu için çok önemli.

- Bu görüşünüzü açan bir alıntınız daha: “Türkiye demokrasisini derinleştirmeden, dış politikasında ağırlığı Ortadoğu politikasına verir, önceliğini bu bölgeye kaydırırsa,  korkum otoriter bir Ortadoğu ülkesi olma cazibesinin toplumumuzda da giderek güçlenmesi. Aslında böyle bir cazibenin mevcudiyetini bugün dahi hissetmemek mümkün değil.” Sizce Türk toplumunun otoriterliğe bir zaafı mı var?

Evet, var.

- Açar mısınız?

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana devlet kavramı süreklilik taşıyor. Unutmayalım, Osmanlı İmparatorluğu bir ordu devletti. Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadı, yabancı tahakkümü altında kalmadı. Türküyle Kürdüyle her zaman bağımsız ve birarada yaşadılar. Bağımsız devlet kavramı, Tükiye için tarihi bir özellik taşıyor. Türkiye’nin bu özelliği, dünyada çoğunluğu Müslüman olan bugünkü devletler arasında tek örnek olması. Türk milleti Osmanlı döneminden beri devleti eleştirir.  Tarihte zaman zaman mevzii ayaklanmalar da oldu. Bugün de var. Bugün dahi devlete dair her şeyden, hastanesinden postahanesine, karakolundan konsoloshanesine kadar şikâyet ederiz. Ama devletin varlığı ne zaman bir ciddi tehditle karşı karşıya kalsa halkın hiç şüphesiz yüzde 100’ü değil ama hatırı sayılır bölümü devlete taraftar çıkıyor. Bu şunu gösteriyor; evet, Türkiye’de bugün büyük bir kutuplaşma yaşıyoruz. Ama bu kutuplaşmaya rağmen en son kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 84’ünün en güvendiği kurumun silahlı kuvvetler olduğunu ortaya koyuyor. Devlete karşı kalkışma geleneği var, ama çoğunluğumuz bölünmeye de taraftar değil. Başka deyişle kitleleri dini, mezhepsel veya etnik nedenlerle devlete karşı topyekûn seferber etme ideali bir ütopya. Bu nedenle bölünme korkusundan kurtulmamız lazım. Buna mukabil otoriter bir yönetim altında yaşama alışkanlığımız var. Bu da bizim 21. yüzyılın gerektirdiği siyasi ve sosyal reformaları ve dönüşümleri yapmamızı kolaylaştırmıyor. Hep otoriter bir yapılar içinde yaşayan toplumlar kendilerini  kolayca dönüştüremiyor.

“ Türk halkının Önemli bir Bölümünün 
ilave Demokrasi talebi yok ”

Almanlar bunu yaşadı, otoriter yönetimler yüzünden başlattıkları iki büyük savaş kaybettikten sonra kendi kendilerini milli bir değişikliğe evirdiler. Japonlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ama biz cumhuriyetten sonra yukarıdan aşağı devrimlerle modern bir devlet yaratmak için otoriter bir sisteme yöneldik ve bu devrimleri 20. yüzyılın ilk 20-25 yılında dondurduk. Bu otoriter geleneğimiz bizde hâlen devam ediyor. Türk halkının önemli bir bölümünün ilave demokrasi talebi yoktur dememizin sebebi bu. Çünkü bizi ancak yukarıdan bir gücün dönüştürmesi lazım. Biraz Rus dünyasıyla bu konuda benzerliğimiz var. Rus devrimleri dün ve bugün hep yukarından aşağı  gerçekleşmekte. Türkiye de AB katılım sürecine devam edebildiği ölçüde modernleşme reformlarını sürdürmesi mümkün olacak. Sürecin özü, önemi de burada, yani devamlılığında yatıyor zaten.

- Umut ettiğiniz yine Türk toplumunun dışarıdan/yukarıdan dönüştürülmesi. Bunları söylerken cumhuriyetin kurucularının demokrasi gibi bir dertlerinin olmadığını da söylemiş oluyor musunuz?

Böyle bir dertleri vardı. Ama stratejik bir vizyon olarak. Değişim eş zamanlı olmuyor. Atatürk dönemini kimse bir liberal demokrasi olarak adlandırmıyor, İnönü dönemi de böyle bir şey değildi, ama orada büyük bir dönüşüm oldu. İlk defa serbest seçimler yapıldı. 46’da hile vardı, ama 50’de serbest seçimle iktidar değişti. Bu Müslüman bir ülkede ilk kez oldu. Dönüşüm bu demektir. Değişimler her yerde büyük dirençle karşılanıyor. Biz daha çağdaşlaşmayı tamamlamadan Orta Doğu’ya doğru yönelirsek, ki yöneldik, doğal naturamız olan otoriterleşmeye çok daha kolay kayarız. AB’ye girdikten veya reform sürecinde ileri aşamalara ilerledikten sonra bunu yapsaydık bu kadar sıkıntı olmayabilirdi. Liberal demokrasi her iklimde yeşeren bir bitki değil.

“ AK Parti dönemi bir hayal kırıklığı oldu ”

- Çok partili seçimlerden sonra her 10 senede bir asker Kemalist değerleri de öne sürerek iktidarını konsolide etmeye çalıştı. Bugün “Kemalizmin hatalarının bir sonucu olarak da AKP’de otoriterlik görüyoruz” der misiniz, Hasan Cemal’in ‘dindar Kemalistler’ çıkışına katılır mısınız?

Ben Kemalizm diye bir bilimsel bir düşünce sisteminin olduğunu kabul etmiyorum. Atatürk düşüncesi var, bu düşünce moderniteye, yani yaşanılan çağın gereklerine ve değerlerine erişilmesi, yani gerisinde kalınan dünya standartlarının yakalanması için pragmatik yol haritası. Ataürk’ün yetiştiği dünya içerisinde liberal demokrasi yoktu. Hedef moderniteydi ve bu, yaşanan çağın standartlarında temel hakların geçerli olacağı, hukukun üstün olacağı bir sistemdir. 1923’teki modernite vizyonu da bugünkünden çok farklıydı. Ve biz değişimleri sancılarla yaşadık, yaşıyoruz; gerek sivil, gerek askeri dönemlerde. Menderes’in, İnönü’nün, Atatürk’ün dönemi de otoriter bir dönemdi. AKP iktidara geldiği vakit demokrasi, özgürlükler ve modernitenin 2000’li yıllardaki anlayışıyla yönetime kavuşacağımız beklentisine kapılmıştık. Bir hayal kırıklığı oldu. Bu neden oldu? Bizde muhalefet partileri de otoriter geleneklere yatkındır. AB Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki maddeleri uygulamamız moderniteyi iyi kötü yakalamamız için aslında yeterli olur.

“ Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü 
görmekten hâlâ rahatsız oluyorum”

- Sizin dönüşümüzü de merak ediyoruz; 2010’da Hürriyet Okur Temsilcisi Faruk Bildirici’ye Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü görmekten rahatsız olduğunuzu söylemiştiniz. Bugün rahatsızlığınız geçti mi?

Bu görüşümde büyük bir değişiklik yok. Ben bir kadının başörtüsü takmasını kendi rızasıyla özgürlüklerinden bir fedakârlık olarak görüyorum.

- Kişinin kendi iradesini neden azımsıyor musunuz?

Azımsamıyor um. Kişisel tercihler saygıya layıktır. Ne var ki eleştiriye de kapalı olmamalı.

- Bildirici’yle konuşurken sözlerinize şöyle devam ediyorsunuz: “Cumhurbaşkanının eşi bir rol model. Davranışları,  giyimi, görüşleri ülkenin bütün hanımlarına örnek olur. (…) Şunu unutmayalım:  Cumhuriyetimiz sadece açık olanların Cumhuriyeti değil.  Başörtüsü Çankaya’ya çıkınca Cumhuriyet şimdiye kadar erişemediği ve kendini dışlanmış hisseden kitlelere uzandı, dolayısıyla güçlendi. Bu da, benim başörtüsü veya türban konusundaki görüşlerim ne olursa olsun, 100.yılına yaklaşırken Cumhuriyetimizin olgunlaştığını kanıtlıyor.” Kendi görüşünüzün uygulanmadığı bir Cumhuriyeti olgun olarak tabir etmek nadir rastlandığı için sizin tabirinizle sorsak...

Türkiye 78  milyon nüfuslu bir ülke. Ben herkesin benim gibi düşünmesini nasıl beklemiyorsam, milyonlarca kişinin de benim kendileriyle aynı düşüncede olmamamı beklemelerinin doğal olduğunu düşünüyorum.

- Örneğin Emine Erdoğan, kıdemli bir diplomattan bunu duymayı varoluşuna da bir saldırı olarak görmez mi?

Başörtüsü tartışmasını artık geride bıraktığımızı düşünüyorum. Bence alıntıladığınız sözlerimin devamı görüşlerimdeki dengeyi sağlıyor. Bu görüşümü biraz daha açayım isterseniz. Burada mesele şu: Başörtüsü sorunu Türkiye’de artık kitlesel bir ayrışma olmaktan çıktı. Bu konuyu yeniden gündeme getirmekte bir yarar yok. Geçmiş yıllarda dini geleneklerine bağlı muhafazakâr orta sınıfın büyük kısmı cumhuriyetin kadın-erkek eşitliği ve laiklik gibi temel ilkelerinin devrimsel uygulamasını uzun zaman yukarıdan aşağı bir dayatma gibi hissetti. Geniş kitlelere yayılan bu duygular tabii cumhuriyetin ülke çapında geniş ve kapayıcı bir entegrasyon sürecinde kolayca ilerlemesine yardımcı olmadı. Oysa şimdi dindar muhafazakâr görüşleri savunan bir politikacının cumhuriyetin en üst makamına halkın oylarıyla geçmesiyle bu kitlenin cumhuriyeti bir bütün olarak daha sıkı sahiplenmelerine yol açmakta.

Bu da cumhuriyetin sentez yoluyla bütünleşme sürecini güçlendiriyor. Ne var ki bugün sahiplenilen bu cumhuriyetle kuruluş yılları sırasındaki cumhuriyet arasında 100 yıllık bir fark var. Bu fark dünya koşullarında da var.

“Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’e 
yapılanlar Cumhuriyetimizin Ayıplarıydı ”

- Başörtüsü nedeniyle Emine Erdoğan’ın GATA’ya alınmadığını, Hayrünnisa Gül’ün asker istemediği için Çankaya’da bazı noktalardan geçemediğini duyduk.

Bu yanlışlar Cumhuriyetimizin Ayıplarıydı.  

- Dışişleri’nde başörtüsüne benzer bir ayrımcılık yaşandı mı?

Hayır.

“ Yarın Türkiye’nin başörtülü bir büyük elçisi olabilir, neden olmasın ”

- Sizce Türkiye’nin ne zaman başörtülü bir büyük elçisi olur?

Yarın olabilir. Neden olmasın?

-2013’te kamu personelinin başörtüsü takmasının önü açıldığı ve diplomasi bir kariyer mesleği de olduğu için başörtülü bir büyükelçinin yurt dışına tayin  edilmesi ne kadar zaman alır?

Kadın büyükelçilerimizin tercihlerine ve hükumetin büyükelçi kararnamesi çıkarabilmekteki süratine bağlı. Türkiye’de askerler zamanı gelir, terfi ederler. Biz de, yani sivil bürokraside de terfiler yapılır ama yurt içine ve dışına tayinler çeşitli sebeplerle gecikebilir. Benim bildiğim bir seneden beri kararname çıkmıyor, sebebi de iç problemler. Ama Türkiye’de kadınların en fazla görev aldığı ve terfilerinin normal yapıldığı kurumlardan biri de Dışişleri Bakanlığı’dır. Son yıllarda bakanlığa giren gençlerin yüzde 40’a yakını kadın. Önemli sayılarda kadın büyükelçimiz de var.

- Cengiz Çandar, Hasan Cemal’in bugünü açıklamak üzere kullandığı “ Ben değil, Erdoğan değişti ” tezine dair bir parantez açarak “ Türkiye’deki siyasal İslam’ın otokrasiye evrilme ihtimalini öngöremediklerini” söyledi. Murat Belge, referandum sürecinde ‘kandırılmış’ hissettiğini, Adalet Ağaoğlu da yetmez ama evet diyerek ‘enayilik yaptığını’ söyledi. ‘AKP’nin birikmiş sorunları çözme iradesi’ ve AB’ye katılım çabalarını takdir eden sizin süreç için benzer bir özeleştiriniz var mı?

Özeleştiri yapma konusunda hiçbir kompleksim yok. Benim için AK Parti’nin özellikle ifade ve basın özgürlüğü konusunda kendinde en ufak bir yanlışlık olmadığı görüşünü savunması, ‘onlar gazeteci değil terörist’  gibi beyanlarla yetinmesi büyük bir hayal kırıklığıdır. Kırılma noktamı sorarsanız, o da 2005’te AB müzakerelerine başlaması gibi tarihi bir sonucu elde ettikten sonra bu sürece birinci öncelik verilmemesi ve sürecin hangi sebeple olursa olsun duraklamasına izin verilmesidir. Bu duraklama, katılım sürcinin gereği olan toplumsal dönüşümü de yavaşlattı. Ne var ki bu sürecin durdurulmasına muhalefet de ciddi bir tepki göstermedi. Süreci sahiplenmedi. Demek ki  muhalefet de aslında kendisinin nüfuz edemediği o muhafazakâr dindar tabanı dönüştürmek istemedi.

Türkiye halkı olarak nasıl bir toplum modeli istediğimiz konusunda bir mutabakatımız yok. Kutuplaşmanın sebebi de bu. Toplum modelimizi bir dindar toplum olarak mı kurmak istiyoruz, yoksa temel haklara, sekülerizme dayalı bir toplum olarak mı? Modeli çoğunluklu anlayış temelinde dayatarak mı, yoksa yurttaşların gönüllü rızasına dayalı ve farklı görüşlere saygı temelinde mi kuracağız? Bu konulardaki zihin karışıklığı giderilmeden de anayasa değişikliği çok kolay yapılmaz.

- Erdoğan eleştirilerinize karşı o ünlü cümlesini tekrarlasa ve “Bizim yaptıklarımızı diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar” dese? 

Diyebilir. Dışişleri’nde ve muhtemelen bazı çevrelerde çok büyük bir coşku yaratmaz. Bazı çevrelerde ise yaratır. Toplumumuzdaki kutuplaşmaları azaltır mı? Bu sorunun yatını da size bırakayım.

“ İsrail, Türkiye ile Anlaşmak için Gazze Ablukasından vazgeçmez ”

- Bu yaklaşıma rağmen BM Soruşturma Komisyonu’ndaki Mavi Marmara incelemesinde Türkiye temsilcisi oldunuz. Bu teklif size nasıl geldi?

Dışişleri Bakanlığı bildirdi.

- İbrahim Kalın geçen hafta içinde “ İsrail’le Müzakerelerin son aşamasındayız ” dedi ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması dahil 2 maddede mutabakat sağlandıktan sonra anlaşma imzalanacağını söyledi. Sizce abluka maddesinde bir mutabakat olası mı?

Çok zor. İsrail için bu bir güvenlik meselesi. Güvenliğimi sağlayacağım diye bütün bir Filistin halkını insanlık dışı cendere altında tutması kabul edilebilir bir şey değil.

- İsrail, sizce Türkiye’yle anlaşma için bu politikasından vazgeçer mi?

Geçmez.

- Dolayısıyla anlaşma imzalanmayacak mı sizce?

Bir ülkenin bir diğer ülkeyle gül bahçesi ilişkisi olmaz, birçok sorunu olur. Türkiye’nin İsrail’den başka bir çok devletle ciddi sorunları var. Örneğin Rusya ile Yunanistan’la, hatta Amerika’yla... Ama başkentlerimizde büyükelçiler görevlerine devam ediyor. Böylece sorunlarımızı doğal yollardan çözümlemeye çalşıyoruz. İsrail’le de yapılacak iş, tüm sorunların çözümünü beklemeden artık süratle karşılıklı büyükelçi değişimlerinin gerçekleştirilmesi. Bu şekilde Gazze ablukasının kaldırılması veya hafifletilmesi politikamızın uygulanması için geniş hareket alanı kazanırız.