2 Mart 2017 Perşembe

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 4




Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 4


Vize kalksa da Bürokratik yük 
çok Azalmayacak

- “Geri Kabul Anlaşması hâlen vize kolaylığını Türk vatandaşlarının tamamına değil bazı meslek gruplarına tanıyor” ifadeniz nedeniyle soracağız, olası muafiyette bir meslek ayrışması mı olacak?

Pratikte öyle oluyor; iş adamları, sanatçılar bu hakları kullanıyor.  

- Ancak öyle bir hüküm yok, değil mi?

Hayır, öyle bir hüküm yok. Ancak dünya kadar belge istemeye devam edecekler. Bürokratik yük çok azalmayacak.

- Meksika’yla yapılan elektronik onay benzeri bir sistem kurulamaz mı?

Belki olabilir. Ama şimdi mesela evin varsa tapuların isteniyor. Bir kısmı istenmeye devam edecek, onların hangi belgeler olduğu henüz açıklanmamış olabilir.

- Göç ve vize anlaşmalarının gözden kaçan başka artı ve eksileri neler?

Avrupalılar, göç krizi çıkınca haklı bir paniğe kapıldılar. Zaten Yunanistan başta olmak üzere Euro krizinden dolayı sallantıdaydılar, ayrıca İngiltere’nin AB’den çıkmayı tartıştığı Brexit, sağın yükselişi, yerleşik partilerin güç kaybetmesi, başta Almanya için olmak üzere büyük bir tehlike ifade eden güçlü bir ırkçılık akımı karşısındalar. Bu soruların bütünü Avrupa Birliği için yaşamsal bir kriz oluşturuyor. AB’nin ulusüstü bir kurum olarak dönüştürücü gücünün devam etmesi Avrupa bakımından hayati, ki dünya ve bizim için de öyle. Merkel’in cesaretli girişimi sonucunda Türkiye ile akdedilen bu anlaşma bu bakımdan çok önemli. Almanya Başbakanı kimsenin gözyaşına bakmadı, hedefe kilitlendi. Ama bir yandan da “Türkiye’nin üyeliğine de taraftar değilim” diye açıkça söylüyor. Bu girişime karşı bizim reaksiyonumuz çok akıllıca ve vizyoner oldu. Türkiye “Ben bir Lübnan veya Ürdün değilim. Seninle aramda bir tam üyelik süreci var. Biz bu işe taktik olarak bakmıyoruz” dedi ve şantaj yapmadı. “İstediğimiz şey AB’nin de buna stratejik bakması” diyerek sorunu tam üyelik sürecimizin canlandırılması çerçevesine oturtan bir stratejik yaklaşım gösterdi. Ve şunu söyledi: “Kapattığınız fasıllar var. Sen bunu Kıbrıs gibi exogen dinamiklere bağladın. Birincisi, bunları tek tek kaldır. İkincisi, sana gelecek göçmenlerin burada kalmalarını sürdürebilmek için gerekli finansmanı sağla. Ve vizeyi kaldır.” Merkel, “Türkler stratejik bakıyor, haksız da değiller’’ görüşünü ortaklarına kabul ettirmeyi başardı. Ama bu zor anlaşıldığı için üç günde bir buraya geliyor ve bunu canlı tutuyor.

“ Bölge için küresel düzeyde yeni bir 
Marshall Planı Seferberliği ”

Türkiye’den Yunanistan’a giden mülteci sayısının azaltılması ancak Yunanistan dışındaki Avrupa ülkelerinin daha fazla mülteci almayı kabul etmeleriyle mümkün olabilir. Üye ülkeler şimdi ayak sürüyorlar. Fakat Yunanistan-Türkiye yolu kapatılırsa bu kez Kuzey Afrika-İtalya yolu açılacak. O zaman da karşılarında anlaşma yapabilecekleri başka bir devlet bulamayacaklar. Bu sorunu çözmek için bize bir yerde mahkûm oldukları için kızgın bulundukları açık. “Türkiye bize şantaj yapıyor” diyorlar. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, “Türkiye’ye söyleyenecek hiçbir şey yoktur, bundan daha iyisini kimse yapamaz” dediğinde doğru söylüyordu.

Göçmen krizinin çözümü Avrupa’nın daha fazla göçmen kabulüne bağlı. Bu konuda belki söylenece son söz şudur: 500 milyon nüfuslu AB ve zengin Körfez ülkeleri birleşerek göçmen meselesinin temel nedenleri olan kitlesel yoksulluk konusunu ele almak cesaretini gösteremezse bu kriz hiçbir zaman çözülemez. Bunun anlamı bölge için küresel düzeyde yeni bir Marshall Planı seferberliğidir.

- Erdoğan’ın Mart 2016’da vize muafiyeti ve üyelik hakkında konuşurken “AB yine sözünü tutmayacak” demesine yol açan AB’nin geçmişte attığı güven sarsıcı adımlar neler oldu?

Pek çok örnek var, ama sadece birkaç somut örnek vereyim: 2004’te Annan Planı’nın kabulü halinde KKTC’ye konulan ambargonun kaldırılacağı ve evvelce vaat edilen yardım ve imkânların yürürlüğe konulacağı sözü verilmişti. Ama Avrupalı liderler sonra geri adım attılar. Türkiye GB Protokolü’nü, söz verdiği gibi 25 Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. Ama bunun karşılığında AB, verdiği sözlerin aksine ne ticaret tüzüğünü çıkardı, ne de yardımları yürürlüğe koydu.

3 Nisan 2003 tarihli AB Genişleme Antlaşması’na ek 10 No’lu Protokolu, Kıbrıs’ın mevcut üyeliğinin geçici bir durum olduğunu söyler, çözüm geçekleşene kadar AB mevzuatının sırf güneyde geçerli olacağını belirtir ve bu mevzuatın, adanın bütün yurttaşlarının yararına olmasını öngörür. Bu zaman zarfında AB’nin adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin de kalkınmasına katkıda bulunmasını ve adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını ve AB nin kuzeye doğrudan yardım yapmasını ve BM’nin süreci desteklemesini öngörür. Protokolün 2. maddesi, bunların yerine getirilmesi için Komisyon’un Konsey’e öneride bulunmasını ister. Nitekim

Konsey, 2004 yılında gerçekten de Komisyon’a bu öneride bulundu ve Komisyon’dan doğrudan ticari ve doğrudan ulaştırma yönetmenliğini çıkarmasını ve kuzeye koşulsuz yardımların başlatılmasını istedi. Doğrudan ticari yönetmenliği, doğrudan ulaştırma  yönetmenliği hâlâ çıkmadı, yardım ise kısıtlı ve koşullu başladı.

“ Türk toplumunun otoriterliğe zaafı var ”

- Türkiye’nin AB adaylığında ciddiyeti göstermek için şu sorunların çözülmesi gerektiğini söylediniz: 1) PKK ile mücadelede güvenlik güçlerinin maruz kaldığı ithamlara inandırıcı cevap verebilme, 2) Yayın yasakları, 3) Tartışma sınırlamaları, 4) Yıllarca sonuçlanamayan yargılama süreçleri, 5) Uzun tutukluluk, 6) Gazeteci, yazar, aydın ve akademisyenlerin yargı karşısına çıkma sıklıkları, 7) Sosyal medyayı sınırlama, 8) Yolsuzluk iddialarını takipsizlik ve en önemlisi 9) Halkın bütününde demokratik topluma dönüşme heyecanının olmaması ve partilerin buna öncülük etmede isteksizliği.

Bu maddeler çok önemli ve sonuncusu belki en önemlisi. Halkımızın demokratik talebi yoksa yapacak bir şey yok. AB tam üyelik süreci bu nedenle de, yani Türkiye toplumunun  değişmesini ve dönüşmesini doğal bir sürece soktuğu için çok önemli.

- Bu görüşünüzü açan bir alıntınız daha: “Türkiye demokrasisini derinleştirmeden, dış politikasında ağırlığı Ortadoğu politikasına verir, önceliğini bu bölgeye kaydırırsa,  korkum otoriter bir Ortadoğu ülkesi olma cazibesinin toplumumuzda da giderek güçlenmesi. Aslında böyle bir cazibenin mevcudiyetini bugün dahi hissetmemek mümkün değil.” Sizce Türk toplumunun otoriterliğe bir zaafı mı var?

Evet, var.

- Açar mısınız?

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana devlet kavramı süreklilik taşıyor. Unutmayalım, Osmanlı İmparatorluğu bir ordu devletti. Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadı, yabancı tahakkümü altında kalmadı. Türküyle Kürdüyle her zaman bağımsız ve birarada yaşadılar. Bağımsız devlet kavramı, Tükiye için tarihi bir özellik taşıyor. Türkiye’nin bu özelliği, dünyada çoğunluğu Müslüman olan bugünkü devletler arasında tek örnek olması. Türk milleti Osmanlı döneminden beri devleti eleştirir.  Tarihte zaman zaman mevzii ayaklanmalar da oldu. Bugün de var. Bugün dahi devlete dair her şeyden, hastanesinden postahanesine, karakolundan konsoloshanesine kadar şikâyet ederiz. Ama devletin varlığı ne zaman bir ciddi tehditle karşı karşıya kalsa halkın hiç şüphesiz yüzde 100’ü değil ama hatırı sayılır bölümü devlete taraftar çıkıyor. Bu şunu gösteriyor; evet, Türkiye’de bugün büyük bir kutuplaşma yaşıyoruz. Ama bu kutuplaşmaya rağmen en son kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 84’ünün en güvendiği kurumun silahlı kuvvetler olduğunu ortaya koyuyor. Devlete karşı kalkışma geleneği var, ama çoğunluğumuz bölünmeye de taraftar değil. Başka deyişle kitleleri dini, mezhepsel veya etnik nedenlerle devlete karşı topyekûn seferber etme ideali bir ütopya. Bu nedenle bölünme korkusundan kurtulmamız lazım. Buna mukabil otoriter bir yönetim altında yaşama alışkanlığımız var. Bu da bizim 21. yüzyılın gerektirdiği siyasi ve sosyal reformaları ve dönüşümleri yapmamızı kolaylaştırmıyor. Hep otoriter bir yapılar içinde yaşayan toplumlar kendilerini  kolayca dönüştüremiyor.

“ Türk halkının Önemli bir Bölümünün 
ilave Demokrasi talebi yok ”

Almanlar bunu yaşadı, otoriter yönetimler yüzünden başlattıkları iki büyük savaş kaybettikten sonra kendi kendilerini milli bir değişikliğe evirdiler. Japonlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ama biz cumhuriyetten sonra yukarıdan aşağı devrimlerle modern bir devlet yaratmak için otoriter bir sisteme yöneldik ve bu devrimleri 20. yüzyılın ilk 20-25 yılında dondurduk. Bu otoriter geleneğimiz bizde hâlen devam ediyor. Türk halkının önemli bir bölümünün ilave demokrasi talebi yoktur dememizin sebebi bu. Çünkü bizi ancak yukarıdan bir gücün dönüştürmesi lazım. Biraz Rus dünyasıyla bu konuda benzerliğimiz var. Rus devrimleri dün ve bugün hep yukarından aşağı  gerçekleşmekte. Türkiye de AB katılım sürecine devam edebildiği ölçüde modernleşme reformlarını sürdürmesi mümkün olacak. Sürecin özü, önemi de burada, yani devamlılığında yatıyor zaten.

- Umut ettiğiniz yine Türk toplumunun dışarıdan/yukarıdan dönüştürülmesi. Bunları söylerken cumhuriyetin kurucularının demokrasi gibi bir dertlerinin olmadığını da söylemiş oluyor musunuz?

Böyle bir dertleri vardı. Ama stratejik bir vizyon olarak. Değişim eş zamanlı olmuyor. Atatürk dönemini kimse bir liberal demokrasi olarak adlandırmıyor, İnönü dönemi de böyle bir şey değildi, ama orada büyük bir dönüşüm oldu. İlk defa serbest seçimler yapıldı. 46’da hile vardı, ama 50’de serbest seçimle iktidar değişti. Bu Müslüman bir ülkede ilk kez oldu. Dönüşüm bu demektir. Değişimler her yerde büyük dirençle karşılanıyor. Biz daha çağdaşlaşmayı tamamlamadan Orta Doğu’ya doğru yönelirsek, ki yöneldik, doğal naturamız olan otoriterleşmeye çok daha kolay kayarız. AB’ye girdikten veya reform sürecinde ileri aşamalara ilerledikten sonra bunu yapsaydık bu kadar sıkıntı olmayabilirdi. Liberal demokrasi her iklimde yeşeren bir bitki değil.

“ AK Parti dönemi bir hayal kırıklığı oldu ”

- Çok partili seçimlerden sonra her 10 senede bir asker Kemalist değerleri de öne sürerek iktidarını konsolide etmeye çalıştı. Bugün “Kemalizmin hatalarının bir sonucu olarak da AKP’de otoriterlik görüyoruz” der misiniz, Hasan Cemal’in ‘dindar Kemalistler’ çıkışına katılır mısınız?

Ben Kemalizm diye bir bilimsel bir düşünce sisteminin olduğunu kabul etmiyorum. Atatürk düşüncesi var, bu düşünce moderniteye, yani yaşanılan çağın gereklerine ve değerlerine erişilmesi, yani gerisinde kalınan dünya standartlarının yakalanması için pragmatik yol haritası. Ataürk’ün yetiştiği dünya içerisinde liberal demokrasi yoktu. Hedef moderniteydi ve bu, yaşanan çağın standartlarında temel hakların geçerli olacağı, hukukun üstün olacağı bir sistemdir. 1923’teki modernite vizyonu da bugünkünden çok farklıydı. Ve biz değişimleri sancılarla yaşadık, yaşıyoruz; gerek sivil, gerek askeri dönemlerde. Menderes’in, İnönü’nün, Atatürk’ün dönemi de otoriter bir dönemdi. AKP iktidara geldiği vakit demokrasi, özgürlükler ve modernitenin 2000’li yıllardaki anlayışıyla yönetime kavuşacağımız beklentisine kapılmıştık. Bir hayal kırıklığı oldu. Bu neden oldu? Bizde muhalefet partileri de otoriter geleneklere yatkındır. AB Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki maddeleri uygulamamız moderniteyi iyi kötü yakalamamız için aslında yeterli olur.

“ Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü 
görmekten hâlâ rahatsız oluyorum”

- Sizin dönüşümüzü de merak ediyoruz; 2010’da Hürriyet Okur Temsilcisi Faruk Bildirici’ye Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü görmekten rahatsız olduğunuzu söylemiştiniz. Bugün rahatsızlığınız geçti mi?

Bu görüşümde büyük bir değişiklik yok. Ben bir kadının başörtüsü takmasını kendi rızasıyla özgürlüklerinden bir fedakârlık olarak görüyorum.

- Kişinin kendi iradesini neden azımsıyor musunuz?

Azımsamıyor um. Kişisel tercihler saygıya layıktır. Ne var ki eleştiriye de kapalı olmamalı.

- Bildirici’yle konuşurken sözlerinize şöyle devam ediyorsunuz: “Cumhurbaşkanının eşi bir rol model. Davranışları,  giyimi, görüşleri ülkenin bütün hanımlarına örnek olur. (…) Şunu unutmayalım:  Cumhuriyetimiz sadece açık olanların Cumhuriyeti değil.  Başörtüsü Çankaya’ya çıkınca Cumhuriyet şimdiye kadar erişemediği ve kendini dışlanmış hisseden kitlelere uzandı, dolayısıyla güçlendi. Bu da, benim başörtüsü veya türban konusundaki görüşlerim ne olursa olsun, 100.yılına yaklaşırken Cumhuriyetimizin olgunlaştığını kanıtlıyor.” Kendi görüşünüzün uygulanmadığı bir Cumhuriyeti olgun olarak tabir etmek nadir rastlandığı için sizin tabirinizle sorsak...

Türkiye 78  milyon nüfuslu bir ülke. Ben herkesin benim gibi düşünmesini nasıl beklemiyorsam, milyonlarca kişinin de benim kendileriyle aynı düşüncede olmamamı beklemelerinin doğal olduğunu düşünüyorum.

- Örneğin Emine Erdoğan, kıdemli bir diplomattan bunu duymayı varoluşuna da bir saldırı olarak görmez mi?

Başörtüsü tartışmasını artık geride bıraktığımızı düşünüyorum. Bence alıntıladığınız sözlerimin devamı görüşlerimdeki dengeyi sağlıyor. Bu görüşümü biraz daha açayım isterseniz. Burada mesele şu: Başörtüsü sorunu Türkiye’de artık kitlesel bir ayrışma olmaktan çıktı. Bu konuyu yeniden gündeme getirmekte bir yarar yok. Geçmiş yıllarda dini geleneklerine bağlı muhafazakâr orta sınıfın büyük kısmı cumhuriyetin kadın-erkek eşitliği ve laiklik gibi temel ilkelerinin devrimsel uygulamasını uzun zaman yukarıdan aşağı bir dayatma gibi hissetti. Geniş kitlelere yayılan bu duygular tabii cumhuriyetin ülke çapında geniş ve kapayıcı bir entegrasyon sürecinde kolayca ilerlemesine yardımcı olmadı. Oysa şimdi dindar muhafazakâr görüşleri savunan bir politikacının cumhuriyetin en üst makamına halkın oylarıyla geçmesiyle bu kitlenin cumhuriyeti bir bütün olarak daha sıkı sahiplenmelerine yol açmakta.

Bu da cumhuriyetin sentez yoluyla bütünleşme sürecini güçlendiriyor. Ne var ki bugün sahiplenilen bu cumhuriyetle kuruluş yılları sırasındaki cumhuriyet arasında 100 yıllık bir fark var. Bu fark dünya koşullarında da var.

“Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’e 
yapılanlar Cumhuriyetimizin Ayıplarıydı ”

- Başörtüsü nedeniyle Emine Erdoğan’ın GATA’ya alınmadığını, Hayrünnisa Gül’ün asker istemediği için Çankaya’da bazı noktalardan geçemediğini duyduk.

Bu yanlışlar Cumhuriyetimizin Ayıplarıydı.  

- Dışişleri’nde başörtüsüne benzer bir ayrımcılık yaşandı mı?

Hayır.

“ Yarın Türkiye’nin başörtülü bir büyük elçisi olabilir, neden olmasın ”

- Sizce Türkiye’nin ne zaman başörtülü bir büyük elçisi olur?

Yarın olabilir. Neden olmasın?

-2013’te kamu personelinin başörtüsü takmasının önü açıldığı ve diplomasi bir kariyer mesleği de olduğu için başörtülü bir büyükelçinin yurt dışına tayin  edilmesi ne kadar zaman alır?

Kadın büyükelçilerimizin tercihlerine ve hükumetin büyükelçi kararnamesi çıkarabilmekteki süratine bağlı. Türkiye’de askerler zamanı gelir, terfi ederler. Biz de, yani sivil bürokraside de terfiler yapılır ama yurt içine ve dışına tayinler çeşitli sebeplerle gecikebilir. Benim bildiğim bir seneden beri kararname çıkmıyor, sebebi de iç problemler. Ama Türkiye’de kadınların en fazla görev aldığı ve terfilerinin normal yapıldığı kurumlardan biri de Dışişleri Bakanlığı’dır. Son yıllarda bakanlığa giren gençlerin yüzde 40’a yakını kadın. Önemli sayılarda kadın büyükelçimiz de var.

- Cengiz Çandar, Hasan Cemal’in bugünü açıklamak üzere kullandığı “ Ben değil, Erdoğan değişti ” tezine dair bir parantez açarak “ Türkiye’deki siyasal İslam’ın otokrasiye evrilme ihtimalini öngöremediklerini” söyledi. Murat Belge, referandum sürecinde ‘kandırılmış’ hissettiğini, Adalet Ağaoğlu da yetmez ama evet diyerek ‘enayilik yaptığını’ söyledi. ‘AKP’nin birikmiş sorunları çözme iradesi’ ve AB’ye katılım çabalarını takdir eden sizin süreç için benzer bir özeleştiriniz var mı?

Özeleştiri yapma konusunda hiçbir kompleksim yok. Benim için AK Parti’nin özellikle ifade ve basın özgürlüğü konusunda kendinde en ufak bir yanlışlık olmadığı görüşünü savunması, ‘onlar gazeteci değil terörist’  gibi beyanlarla yetinmesi büyük bir hayal kırıklığıdır. Kırılma noktamı sorarsanız, o da 2005’te AB müzakerelerine başlaması gibi tarihi bir sonucu elde ettikten sonra bu sürece birinci öncelik verilmemesi ve sürecin hangi sebeple olursa olsun duraklamasına izin verilmesidir. Bu duraklama, katılım sürcinin gereği olan toplumsal dönüşümü de yavaşlattı. Ne var ki bu sürecin durdurulmasına muhalefet de ciddi bir tepki göstermedi. Süreci sahiplenmedi. Demek ki  muhalefet de aslında kendisinin nüfuz edemediği o muhafazakâr dindar tabanı dönüştürmek istemedi.

Türkiye halkı olarak nasıl bir toplum modeli istediğimiz konusunda bir mutabakatımız yok. Kutuplaşmanın sebebi de bu. Toplum modelimizi bir dindar toplum olarak mı kurmak istiyoruz, yoksa temel haklara, sekülerizme dayalı bir toplum olarak mı? Modeli çoğunluklu anlayış temelinde dayatarak mı, yoksa yurttaşların gönüllü rızasına dayalı ve farklı görüşlere saygı temelinde mi kuracağız? Bu konulardaki zihin karışıklığı giderilmeden de anayasa değişikliği çok kolay yapılmaz.

- Erdoğan eleştirilerinize karşı o ünlü cümlesini tekrarlasa ve “Bizim yaptıklarımızı diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar” dese? 

Diyebilir. Dışişleri’nde ve muhtemelen bazı çevrelerde çok büyük bir coşku yaratmaz. Bazı çevrelerde ise yaratır. Toplumumuzdaki kutuplaşmaları azaltır mı? Bu sorunun yatını da size bırakayım.

“ İsrail, Türkiye ile Anlaşmak için Gazze Ablukasından vazgeçmez ”

- Bu yaklaşıma rağmen BM Soruşturma Komisyonu’ndaki Mavi Marmara incelemesinde Türkiye temsilcisi oldunuz. Bu teklif size nasıl geldi?

Dışişleri Bakanlığı bildirdi.

- İbrahim Kalın geçen hafta içinde “ İsrail’le Müzakerelerin son aşamasındayız ” dedi ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması dahil 2 maddede mutabakat sağlandıktan sonra anlaşma imzalanacağını söyledi. Sizce abluka maddesinde bir mutabakat olası mı?

Çok zor. İsrail için bu bir güvenlik meselesi. Güvenliğimi sağlayacağım diye bütün bir Filistin halkını insanlık dışı cendere altında tutması kabul edilebilir bir şey değil.

- İsrail, sizce Türkiye’yle anlaşma için bu politikasından vazgeçer mi?

Geçmez.

- Dolayısıyla anlaşma imzalanmayacak mı sizce?

Bir ülkenin bir diğer ülkeyle gül bahçesi ilişkisi olmaz, birçok sorunu olur. Türkiye’nin İsrail’den başka bir çok devletle ciddi sorunları var. Örneğin Rusya ile Yunanistan’la, hatta Amerika’yla... Ama başkentlerimizde büyükelçiler görevlerine devam ediyor. Böylece sorunlarımızı doğal yollardan çözümlemeye çalşıyoruz. İsrail’le de yapılacak iş, tüm sorunların çözümünü beklemeden artık süratle karşılıklı büyükelçi değişimlerinin gerçekleştirilmesi. Bu şekilde Gazze ablukasının kaldırılması veya hafifletilmesi politikamızın uygulanması için geniş hareket alanı kazanırız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder