Hazal Özvarış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hazal Özvarış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2017 Çarşamba

Cengiz Çandar: Ortadoğu'da Sınırlar değişecek, Türkiye de buna dahil...


Cengiz Çandar: Ortadoğu'da Sınırlar değişecek, Türkiye de buna dahil...



' Ya Türkiye Kürt Sorununu çözecek ya da Kürt sorunu Türkiye'yi' uyarısında bulunan Çandar, 'Erdoğan ve Öcalan'ı TBMM'de yan yana görmek çok iyi olur, ancak hayalperest değilim' diyor


26 Kasım 2012 00:00

Cengiz Çandar: Bugün Türk Medyası, Başbakan'a teslim durumda!



Hazal Özvarış
hazalozvaris@gmail.com

Cengiz Çandar, gazeteci olarak hiçbir zaman kayıtsız kalınabilen bir isim olmadı.

Son kitabı " Mezopotamya Ekspresi " (İletişim Yayınları), Çandar'ın kişisel serüveni eşliğinde Türkiye solundan Ortadoğu’ya, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın danışmanlığından Kürt sorununa uzanan önemli girişim ve temasları içeriyor.

Çandar, sözünü esirgemeyen, kitabın ortasından konuşan tutumuyla daima destek veya tepki alan, tam da bu nedenle kayıtsız kalınamayan bir gazeteci olageldi.

Vaktiyle Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarında gerilla kıyafeti kuşanmış bir solcu olmasına rağmen Turgut Özal'ın en yakınındaki isim de olabildi, bir dönem kendisini andıçlayan Genelkurmay Karargâhı'na Genelkurmay Başkanı tarafından davet edilerek Kürt sorunu konusundaki görüşleri dikkatle dinlenen bir gazeteci de.

Katı gerçekçi tutumu, tutkulu gazetecilik serüveninde başrol oynamış, heyecanlarına yanılma kaygısıyla ket vurmamış, ama ne olursa olsun olayların ta içine sokulan girişimciliğiyle daima ilgi görmüş kıdemli bir gazeteci karşısındayız.


630 Sayfalık “ Mezopotamya Ekspresi - Bir Tarih Yolculuğu " adlı son kitabını notlar çıkararak okuduktan sonra T24 için Çandar’ın kapısını çaldık. 
Hem akademi, medya ve siyaset için bir kaynak niteliği taşıyan bu kitabı konuşmak, hem de zaman zaman sabrını zorlama pahasına da olsa kitaba yazmadıklarından 
da bir şeyler koparmak için yaklaşık iki saat konuştuk.

Çandar'ın, bütün aktörleriyle birebir temas kurduğu Kürt sorunu konusunda söylediklerini dikkatle okumak gerekiyor. "Zira" diyor Çandar, "ya Türkiye Kürt sorununu çözecek ya da Kürt sorunu Türkiye'yi..."

Evet, Çandar, Türkiye'nin de dahil olduğu bu coğrafyada sınırların mutlaka değişeceğinin altını çiziyor. Peki bu değişiklik, Türkiye topraklarını bölmeden olabilir mi? "Evet" diyor Çandar, nasıl olabileceğini anlatıyor.

“Erdoğan ve Öcalan’ı TBMM’de yanyana görmek çok iyi olur” diyen Çandar ekliyor: “Ama öyle bir hayalperest tarafım yok.”

Soruyoruz; “Erdoğan'a Kürt sorununun çözümü için bir çağrı yapsanız, neler söylerdiniz?”

Seçim sandığı yerine tarihe işaret eden cevabını duraksamadan paylaşıyor:

“Çözüm yönünde daha cesur ol. Bu, bazı makamlara mal olacak olsa bile, ismini tarihe yazdırmaktan kaçınma.”

Sözü Cengiz Çandar’a bırakalım, buyrun.

- Abdullah Öcalan'ın katıldığı ilk eyleminin sizin düzenlediğiniz eylem olduğunu okuduğumuzda aklımıza şu soru düştü; Öcalan, siz, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Emre Taner, Mahir Çayan, Mesut Yılmaz, Hasan Cemal, Mehmet Ağar, Oral Çalışlar, Hüseyin Velioğlu gibi Türkiye’yi farklı cephelerden etkileyen onlarca kişi Ankara Siyasal çıkışlı. Sizce Mülkiye’yi bu kadar doğurgan yapan ne? 

Ankara'da o dönemde  '68 kuşağının iki merkezi vardı; biri Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF), biri ODTÜ'ydü. Bu herhalde okulun geleneği ile ilişkiliydi. 1960'a giden dönemde Türkiye'deki öğrenci hareketleri İstanbul'da 28, Ankara'da 29 Nisan'da SBF'de patlak vermişti. Bir ay sonra 27 Mayıs olunca ki o zaman "asker darbe yaptı" olarak görülmüyordu, ilerici-gerici, sol-sağ çatışmasında ilericilik kazanmış ve 1961 Anayasası solun önünü açmış sayılıyordu. 1961 Anayasası'nı yapan hocaların çoğunluğu da Siyasal’dandı. Ayrıca ilk Sosyalist Fikir Kulübü daha sonra TİP’in üç büyük liderinden biri olacak olan, okulun hocalarından Prof. Sadun Aren’in etkisindeki öğrenciler tarafından orada kurulmuştu. SBF yolun taşlarını döşeyen en önemli merkezlerden biri olmuştu ve dönem gençliği için bir ufka dönüştü. 

Türkiye'de Kemalizm ile sosyalizm arasında çok net sınırlar çizilemiyordu. Gerek Kemalist, gerek sosyalist, gerek ilkinden ikincisine seyreden gençlik, en çok 29 Nisan'dan gelen bu hareket geleneğinden beslendi. O yüzden de ‘68 kuşağı denen dönemin Ankara'daki kalesi oldu. İstanbul'da da Hukuk Fakültesi'ydi, Deniz Gezmiş oradaydı.

‘Filistin halkı devrimcilikle dinin bağdaşmazlığı fikrini kafamdan silip attı’
- Ömer Laçiner’in T24'e verdiği söyleşide dile getirdiği "Sol, askerle aynı mahalleden hissetti" argümanına sizce Ankara Siyasal'ın da etkisi oldu mu?

Olabilir. Harbiye Marşı, "Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfâdıyız” diye, Mülkiye Marşı da “Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz / Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz” diye başlıyor.

- Kitapta kimliklerinizi şöyle tanımlıyorsunuz: “Kültürel kimliğim Müslüman, ideolojik kimliğim özgürlükçü demokrat.” Müslüman kimliğiniz hakkında Yalçın Küçük, “namazınızın Cumhuriyet’te yadırgandığını” yazmıştı. Doğru mu?

Hayır. Doğru değil. Zaten hayatımda tüm Ramazan ayı boyunca oruç tutmaya ilk kez Bosna’da başladım. 1995’te Ramazan’ın ilk günü Bosna Ordusu’nun bir birliğinde koğuşta kalmıştım. George Michael dinleyen askerlerin tümü oruç tutuyordu. Kimlik tavrı. Biz de tuttuk. Cumhuriyet’ten yıllar sonra.

“ Müslüman Kimlik ”ten kastım, bizim doğuştan kazandığımız bir kimlik olması. Ateistlik bir bireysel tercihtir, kimlik değildir. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik doğuştan kazanılan bir şeydir. Ben, Müslüman bir topluma gözümü açtım. Minarelerde ezan sesi duydum. Göz estetiğim camilerle beslendi. Çevreme, bazıları aile ferdim insanlar namaz kılıyorlardı. Ben, o geniş büyük Müslüman ailenin bir ferdiyim. Bir Müslüman ülkeye gittiğim zaman, etnik olarak farklı kimlikte olsam bile, kültürel iklimimin içinde hissettim kendimi. Filistin halkının içinde yaşadığım dönemde, insanların Müslüman olmasıyla devrimci olmaları arasında hiçbir çelişki olmadığını gördüm. Ve, İslam’ı daha iyi, daha derinlemesine bilmek zorunda olduğuma hükmettim.

- Ömer Laçiner’den bir alıntı daha: “ Türkiye’de sol Dini öğrenme zahmetine girmedi.” Sizin örgütten uzaklaşmanızda bunun etkisi oldu mu?

SBF'de Çevremdeki hareketin parametrelerinden de etkilenerek dindarların önemli bir kısmına, Gericiler diye bakıyordum. Onlar bizim halkımız, insan veya sevilesi yaratıklar değildi. Ama Filistin halkının gayet Müslüman, aynı zamanda devrimci olması bende çok önemli bir etki yarattı ve devrimcilikle dinin bağdaşmazlığı düşüncesini kafamdan silip attı.

’12 Mart ve 12 Eylül sonrasında sol lider beklenebilir bir durumda değildi’
- Sizce, sol bugün İslam’la barıştı mı?

Solu siyaset sahnesinde amorf görüntüsünden çıkmış bir unsur olarak görmüyorum. Barışanı da var, barışmayanı da. Dolayısıyla genelleme yapıp soruya cevap vermek doğru değil.

- Şu soru aklınıza takılıyor mu; 1980'den sonra Türkiye sağı Özal ve Erdoğan gibi iki önemli lider çıkardı, sol neden lider çıkaramadı?

Sol 12 Mart'ta çok ağır bir darbe yedi; 12 Eylül'de de ölümcül bir darbe. Sovyetler Birliği’nin dağılış gerekçelerini arayan bir hale geldi. Dolayısıyla bu süreçte lider, beklenebilir bir durum değildi.

‘Ben hiç doğru dürüst Maocu olmadım’

- “Mezopotamya Ekspresi”nde Filistin’de gerillayken Doğu Perinçek’in çevresindeki Aydınlık tayfasını ve örgütlülüğünüzü sorgulamaya başladığınızı yazıyorsunuz.

Daha ‘71 yılı dolmadan, 3-4 ay sonra çabucak koptuk. Başkaldırarak.

- Maocu olmanız...

Ben hiç doğru dürüst Maocu olmadım. Oral (Çalışlar) ve karım sinirleniyorlar “Peki o zaman neydin” diye. Ben de diyorum ki “Hareket Maocuydu, ama ben değildim.” Liderlerinden biriydim, fakat kızıl kitap elde, “Başkan Mao” denilmesine vs. bir türlü içim ısınmamıştı.

- Sizin de içinde bulunduğunuz Aydınlık grubunun lideri Doğu Perinçek bugün sizin için ne ifade diyor?

Ergenekon’u. Kitapta da o konuda anlamlı bölümler var. Perinçek, Talat Paşa Komitesi üyesiydi zaten. Senin bir şey demen bile gerekmiyor.

‘Fallaci’nin Arafat’a yaptığı tipik bir Batılı zıpırlığı’
- Bir parantez açsak; sizin kişisel olarak da tanıdığınız Yaser Arafat, iz bırakmış önemli bir lider. Kendisiyle yaptığı söyleşide Oriana Fallaci’nin Arafat’a sorduğu “eşcinsel misiniz” sorusunu okuyunca siz ne hissettiniz?

Filistin hareketi dünyanın en zor işine kalkıştı. Holocaust’un yaşandığı bir dünyada bütün Batı onun utancıyla felç durumdayken en olmayacak şeyi yaptı ve bir Yahudi ulus-devletine karşı silah çekti. Bunu simgeleyen adam Yaser Arafat’ın hem kişilik, hem fiziki katli için İsrailliler çok uğraştı. Kişilik katli için bütün Batı da gönüllüydü. Dolayısıyla Fallaci'nin yaptığını tipik bir Batılı zıpırlığı olarak görüyorum. Bir de yalan söylüyordu. Fallaci, aynı dönemde Batı’nın kucağına oturan Kral Hüseyin’i göklere çıkaran röportajlar yaptı.

- 1991’de, o sırada Turgut Özal’ın bulunduğu Köşk’e çıkıyorsunuz. Ardından hem Irak muhalefetiyle temasınız, hem de Özal’la Kürt meselesine dair attığınız adımlar nedeniyle ölüm tehditleri alıyorsunuz. Kitapta ‘92’de gelen ölüm tehditleri hakkında "tehdidin kaynağının askeri istihbarat ve JİTEM'e kadar uzandığına dair elle tutulur bilgiler edindiğinizi" yazıyorsunuz. Elle tutulur bilgilerden kastınız ne?

Kaynağını söylemem.

- Neden?

Öyle.

‘ JİTEM istese beni öldürürdü, anlaşılan birkaç kez direkten döndüm’ 
- Sizce, asker sizi öldürmek mi istedi?

Hakkımda ölüm tehditleri vardı. Bunun kaynağı da JİTEM'e gidiyordu. Sindirmek, caydırmak istemiş olabilirler. Türkiye’de öldürmek de devasa bir konu değil, bir kurşuna bakar. Bütün bir askeri kurumu kast etmiyorum, ama o yapının içindeki belli mekanizmaların beni canlı görmek istemediğini, öldürmek istediklerini düşünebiliyorum.

- JİTEM de bir kurşun sıkmaktan çekinmeyen bir yapılanma olduğu için sizi gerçekten öldürmeyi hedefleseydi bunu yapamaz mıydı?

Yapardı. Ama bu gibi işler belli siyasi dengelerle ilgili. Ben anlaşılan denge değişmesiyle birkaç kez direkten döndüm. Veya sıralamada Hrant Dink gibi isimler daha öne çıktı.

‘Kıramayacağımı düşündüğüm iki lider var; biri Özal, diğeri Arafat’
- Kitapta konuşmalarınızı ve yaşananları anlatırken mükemmele yakın bir Özal portresi çıkıyor. Özal'a dair eleştireceğiniz hiçbir şey olmadı mı?

Uzunca düşünsem sıralarım, fakat Özal'la benim ilişkim işlevsel bir ilişkiydi; bir de arada kendiliğinden oluşan bir sevgi bağı vardı. Mesafe almış bir aydının gözlemciliği konumunda değildim. O yüzden aklıma o seyir içinde "şunu şöyle yapma" gibi bir düşünce gelmedi. Başka söyleşilerde söyledim, ben çok koyu bir bireyim; disiplin, örgüt, talimata gelemem. Ama bütün bu özelliklerime rağmen, benden bir şey istediklerinde, yanlış olduğunu düşünsem bile kişisel sadakat duygusuyla yerine getiremeyeceğim, onları kıramayacağımı düşündüğüm iki lider figür var; biri Özal, diğeri Arafat. Bu, onlara duyduğum inanç ve sevgiyle ilgiliydi.

- Yanlış olduğunu düşündüğünüz, buna rağmen Özal istediği için yaptığınız şeyler neler?

Öyle bir durum oluşmadı. Ama şunu söyleyebilirim; Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı makamını terk edip, bir siyasi hareketi başlatmayı tasarlıyordu. Benim de o sıralarda onun sağ kolu gibi bir konumum vardı. İşin içindeydim. Kafamdan sürekli, “Bu iş tutmayabilir, başarısız olunabilir” düşüncesi geçiyordu. Ama, hararetle işin içindeydim bir yandan da. Ona uyarı niteliğinde söylediğim tek şey, “Seçim yaklaşana kadar sakın Çankaya’dan inmeyin” oldu. Cumhurbaşkanlığı makamını terk etmesinin zamanlamasıyla ilgiliydi. O da zaten farklı düşünmüyordu.

- Özal dediğiniz programı takip etse ve Erdoğan kadar güçlü çıksaydı, Türkiye bugün nerede olurdu?

Bu soru kitabın içinde gizli duran, bütün tezlere aykırı.

- Yazmadıklarınızı, aklınızın ucundan geçenleri öğrenmek için soruyoruz.

Ama benim kafam böyle çalışmıyor. Yazmak istediklerimi yazdım. Aklımın ucundan geçenleri yazıp yazmamayı düşünmedim bile. Olanı, aklımdan neyin, neden, hangi koşullar altında öyle geçtiğini yazdım. Bu kitabın bir de küçük ismi var: “Bir Tarih Yolculuğu…’’ Bu, zihinsel oyunlarla geçen bir yolculuk değil. Somut olayların içinden geçen bir yolculuk.

‘ 2011’den bugüne Erdoğan’da Özal izi azaldı, Erbakan’ın ağırlığı arttı’
- Erdoğan, Adnan Kahveci’nin raporunu iletirken size 2005’teki Diyarbakır konuşmasında “Kürt sorunu” dediği için pişmanlık duyduğunu belirtiyor. Siz de şu cümleyi kaleme alıyorsunuz: “İş, Kürt sorununun çözümü ise, Tayyip Erdoğan’a Turgut Özal ölçüsünde bel bağlamamak gerekir.” Sizce, Erdoğan'ın Özal'ın halefi olduğu iddiası yersiz mi?

Erdoğan, kendini tanımlama yolu olarak Erbakan'ın değil, "Atatürk, Menderes, Özal" zincirinin bir halkası olarak olmayı daha uygun görüyor. Ancak 2011'den bugüne kadarki performansına baktığım zaman Erdoğan’da geçmişe kıyasla çok daha az iz görüyorum Özal’dan.

- Erdoğan’ın üzerinde Erbakan ağırlığının arttığını mı düşünüyorsunuz?

Evet. Zaten şu anda da Erbakan'ın Batı'nın G-7'sine karşı kurduğu D-8 zirvesinde.

- Çok değinmediğiniz bir konu; Gülen cemaatinin sizdeki yeri ne?

Bu kitapla ilgili bir soru değil.

‘Gülen cemaati olarak ileri sürülenler güvenlik ve yargıda tehlikeli rol oynuyor’
- Kitapta Fallaci de yoktu.

Evet, şu ana kadar kitabı konuşmadık. Gülen cemaati dünyada eşine pek rastlanmayacak türden ilginç bir hareket. İçlerinde Fethullah Gülen de dahil kendime dost saydığım insanlar var. Çok becerikli ve başarılı bir hareket, ama tespit olarak Türkiye’nin şu döneminde ciddi olarak tartışma zeminine gelmiş de bir hareket.

- Kelimelerinizi özenle, tane tane seçtiniz.

Gülen cemaatinin güvenlik bürokrasisinde ve özel yetkili mahkemelerin de dahil olduğu yargıda çok etkili olduklarına dair birtakım belirtiler var. Bunlar beni çok rahatsız ediyor. Ama bunu yapanlar Gülen cemaati kisvesine bürünmüş bizim bildik devletimizin bildik dişlileri mi, yoksa gerçekten Gülen cemaati mi sorusunun cevabını bilmiyorum açıkçası. Ama Gülen cemaati olarak ileri sürülen birtakım insanların saydığım bu kurumlarda son derece tehlikeli ve zararlı bir rol oynadıklarına dair bir algım var.

‘İki Gülen cemaati’ gözlemi
- Tehlikeli bulduğunuz bu davranışların kaynağını Fethullah Gülen cemaatinin bilinçli tavrı olarak değil, bazı cemaat üyelerinin şahsi tutumu olarak mı yorumluyorsunuz?

Bilmiyorum. Yalnız cemaatin yayın organlarında güvenlik ve yargıdaki bu çok tehlikeli ve zararlı gördüğüm davranışları savunan tavırlar gördüm. Buna rağmen onlar gerçekten Gülen cemaati mi, soru işaretini muhafaza etmeyi uygun görüyorum. Çünkü benim tanıdığım ve dostluk ettiğim cemaatten kişiler onlara benzemiyor.

- “İki Gülen cemaati” okuması yapıyorsunuz, doğru mu?

Evet. Güvenlik bürokrasisi ve yargı üzerinden harekete geçen bir sürü olumsuzluk Gülen cemaatiyle ilişkilendiriliyor. Ve Gülen cemaatinin yayın organlarında bu olumsuzlukların kollandığı ve savunulduğunu görüyorum. Bunu kendime bir not olarak düşüyorum; fakat “Bu Gülen cemaatidir” demekten de imtina ediyorum. Çünkü olmayabilir.

‘Cemaatten bazı tanıdıklarım ‘onlar Ergenekoncu’ diyor’
- Eleştirilerinizi Gülen cemaati mensuplarına ilettiğinizde nasıl bir yanıt alıyorsunuz?

Kimisi söylediklerimi onaylıyor, “Bunlar hâlâ güvenlik ve yargı bürokrasisinin bildiğimiz devleti, Ergenekoncular” diyorlar. “Bunlar bizle alakalı değil. Günahı niye bize çıkıyor” diyorlar. O zaman da “Yapılanları yayın organlarınızda savunmayın” diyorum. 

- Hangi olayları kastediyorsunuz?

Bazılarına çok komik geliyor, ama Fenerbahçe davası bir örnek. Keza bir sürü faulü olan Balyoz davasında, Ahmet Şık ve Nedim Şener davasında ve MİT krizinde cemaatin yayın organı olarak deklare edilen yerlerde bu konularda pozisyon alındı. Bunu yapanlar Gülen cemaati değilse bu savunma yapılmamalı, Gülen cemaatiyse de bu yanlış.

‘Genelkurmay’ın ilk davetine olumsuz yanıt verdim, Fenerbahçe maçı vardı’
- Filistin gerillası olduğunuz dönemin ardından ‘91'de Köşk’e çıkışınız sonrasında Türkiye’nin seyri için belki de en ilginç aşama asker tarafından andıçlanan bir gazeteci olarak 2008'de Genelkurmay Başkanı olan Başbuğ’u Karargâh’ta ziyaretiniz. Başbuğ'un teklifi size nasıl ulaştı?

Radikal’de “Genelkurmay 2. Başkanı arıyor” dediler. "Gene ne yaptık" diye tedirgin oldum, ama “yok” diyecek halimiz yok. Önce kendisi görüşecekmiş gibi, "Sizi konuşmak için davet edeceğiz" dedi. Hemen iki gün söyledi, Fenerbahçe maçı vardı, imkânsızdı gitmem. "Benim bir angajmanım var, mümkün değil" dedim, o da "Ben bir bakayım, haberleşiriz" dedi. Ben iş iptal oldu zannederken, Fenerbahçe stadından dönerken, gazeteden “Genelkurmay 2. Başkanı arıyor” dediler. Bağlandı, Hasan Iğsız "Birinci Başkan’ımız sizinle görüşmek istiyor" dedi. İki tarih söyledi, ben de bir tanesini söyledim. Sonra ben saf saf gittim İsmet Berkan'a "Sen bunları bilirsin, Ankara temsilciliği yaptın, Birinci Başkan ne demek?" diye sordum. "Ne olacak, Genelkurmay Başkanı demek, onlar aralarında öyle konuşurlar" dedi. Başbuğ'la görüşecekmişiz, kalktık gittik.

- Kitabınızda 28 Şubat döneminde andıçlandığınız Karargâh’a girmenin ironisinden bahsediyorsunuz; ancak Başbuğ'a bu konuyu sormuyorsunuz. Neden?

Andıcın sorulacak bir tarafı yoktu ki. 1998 yılında çıktı, 2000 yılında Genelkurmay bir şekilde itiraf etti. Gene o sıralarda Genelkurmay'dan Mehmet Ali Birand'la bana resepsiyon daveti geldi. Bu davet zaten örtülü özürdü. 

‘Başbuğ’un tutuklanmasından çok rahatsız oldum; saçma sapan bir dava’
- "Size de ilginç gelmiyor mu bu Karargâh’ta karşılıklı konuşuyor olmamız" gibi basit bir soru sormak bile aklınızdan geçmedi mi?

Zaten ilginçti, desem ne olacaktı? En başında "Bu aramızda" dedi, ben de "Söylemenize bile gerek yok" dedim. Ertesi gün gazeteye yazmam düşünülemezdi. Kitapta da belirttim, zarifti, çıkarken de dış kapıya kadar geldi. Birtakım komutanların önünde "Umarım yararı olmuştur" dedim, o da "Çok oldu, bunu tekrarlayalım" dedi.

- Sizin gibi Kürt meselesinde tabular içinde konuşmayan bir gazeteciyle Kürt meselesini konuşmak üzere görüşen bir Genelkurmay Başkanı'nın terör örgütü liderliğinden tutuklanıyor olmasının sizdeki yansıması ne?

Tutuklanmasından çok rahatsız oldum. Başbuğ ile görüşmüş olduğum için değil, "terör örgütü kurmak ve yönetmek" gibi absürt bir suçlamayla karşı karşıya olduğu için rahatsızım.

“Darbe amaçlı terör örgütü kurmak” suçu isnat edilen adam, bu suçlamaya dayanak olan tarihte Genelkurmay Başkanı. 800 bin kişilik silahlı güce hükmediyor. “Darbe amacıyla silahlı terör örgütü kurma”ya ihtiyacı olabilir mi? Böyle bir suçlama olabilir mi? Böyle bir suçlamayla, bir Genelkurmay Başkanı tutuklanır mı? Gerçi, Türkiye’de Kenan Evren Genelkurmay Başkanı iken dört kuvvet komutanı darbe yaptı ama “emir ve kumanda altında” yapılan bir darbeydi o. İlker Başbuğ’a “darbe amaçlı silahlı terör örgütü kurmak” suçlamasında bulunulacaksa, tartışmasız sağlam kanıtlar ortaya koymak gerek. Öyle bir şey yok. Aziz Yıldırım’a da isnat edilen “şike yapmak amacıyla terör örgütü kurmak.” Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Kulübü Başkanı. Sözde terör örgütü üyeleri asbaşkan ya da yönetim kurulu üyeleri. Böyle bir suçlamanın inandırıcılığı olabilir mi? 

Şike yapmak amacıyla silahlı terör örgütü mü kurulur?

- Suç kapsamı “ Görevi kötüye kullanma ” olsa rahatsız olmayacak mıydınız?

Onu da somut delillendirmeniz lazım. İkincisi de; bu insanları niye tutukluyorsunuz? Tutuklanmak çok ağır bir ceza.

- Sizce Başbuğ’un suçlanması için somut delil var mı?

Hiçbir delil yok. Ortada saçma sapan bir dava var. Cemaatçi arkadaşlarımızla ayrıca konuştuğumuz konulardan biri bu. Onların bütün yayın organlarında bu gelişme selamlandı. Ki ben genelde Ergenekon konusunda hiçbir tereddüdü olmayan birisiyim. Ama bu tür gelişmeler davanın kamu vicdanında yok olmasına, sonuç olarak da Ergenekon denen şeyin kendisine yarayacak şeyler.

‘Bunlar cemaat kullanılarak yapılıyor, diyorum; cemaat mührü vurmuyorum’
- Erdoğan başta olmak üzere hükümet yetkililerinin tutuklanmasından memnuniyet duymadıklarını söyledikleri Başbuğ, sizce neden hâlâ içeride?

Devletin içinde Erdoğan’ın kolay diş geçiremediği belli odaklar var. Zaten kendisi de MİT krizinin doğrudan kendisine yönelik olduğunu söyledi.

- Başbuğ’un tutukluluğunun sona erdirilememe sebebi olarak Gülen cemaatini mi işaret ediyorsunuz?

Bunlar benim bildiğim cemaatin işlevleriyle bağdaşmayan şeyler. Dolayısıyla, bunlar cemaat kullanılarak yapılıyor, diyorum. Bu yüzden, bu tip işlere Gülen cemaati mührü vurmaktan imtina ediyorum.

- Güneydoğu’da PKK’nın yanı sıra etkin olan AKP, Gülen cemaati ve Hizbullah mimarisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Halihazırda AKP, potansiyel olarak da Gülen cemaati. 

‘Güneydoğu’da PKK da, Gülen de aynı sahaya ekim yapıyor’
- Nasıl bir potansiyelden bahsediyorsunuz?

Üniversitelerde, yurtlarda, burslarda baya bir yaygınlık elde etmeye başladılar. Yeni Kürt kuşaklarına yatırım yapıyorlar. Gülen cemaati uzun vadede hareket eden ve yatırımlarla çalışan ve sonradan hasat toplayan, bunu da gayet sabırlı ve kararlı bir şekilde yapan bir cemaat. 

- Sizce bunun siyasi sonucu ne?

Her siyasi hareket gelecek kuşaklara oynar. Gülen cemaatinin burs verip yurda yerleştirdiği ve okuttuğu kişiler PKK’nin de kendilerine devşirmek istediği kişiler. PKK da, Gülen de aynı sahaya ekim yapıyor. Sonra da mülkiyet meselesi çıkıyor, “bu tarla benimdi” diye.

- Karşı karşıya gelme durumunda kimin üstün çıkacağına dair cevabınızın net, değil mi?

Kürtler Türkiye’de eşitlenmedikçe, Kürt hareketi her zaman diğerini alt eder.

- Varsayımlardan yana değilsiniz, ancak yine de soralım; Öcalan, üniversite yıllarında Mahir Çayan'dan değil de mesela Sezai Karakoç'tan etkilenseydi, Marksist çizgide doğan PKK yerine, İslamcı bir PKK görebilir miydik?

Tarih metodolojisi açısından "Öyle şey olur mu" denilir. Bazı insanların tarihte olağanüstü önemli bir rolü oluyor, Öcalan da bu kişilerden biri. Dolayısıyla buna cevap vermek çok zor.

PKK morfolojisi yapmaya kalktığımız zaman doğum şartlarına bakmak gerekiyor. PKK'nin en çarpıcı özelliklerinden biri Türkiye üniversite sol hareketi içinden çıkmış olması ve onun bütün izlerini hem zihin kalıplarında, hem söyleminde bugüne getirerek taşıması. İkincisi dünyanın durumu, eski sömürge ülkelerde ortaya çıkan ve terör diye kınanmadan selamlanan kurtuluş mücadeleleri ve Sovyetler Birliği'nin olduğu bir dönem var. PKK'nın ana rahmine düştüğü dönemin yapısını ve dışarıdaki iklimi göz ettiğimiz zaman PKK ancak böyle olabilirdi, denebilir.

‘Öcalan’ın tutuklanması müthiş bir ivme yarattı’
Ama Öcalan da zaman içinde böyle oldu, birinci günden itibaren kimse bir şey olmuyor. Hatta Öcalan bu durumuna tutuklandıktan sonra geldi, çünkü ‘99 öncesi ve sonrası Öcalan arasında nüfuz, güç, etki bakımından olağanüstü bir fark var.

- 1999 dönemi öncesine gitsek; Öcalan sizce nasıl lider oldu? Tarih yazan insanlarla doğrudan tanışan biri olarak Öcalan’ın lider vasıflarına sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

Çıktığı dönemde dünyada PKK’ya benzer onlarca hareket var; dili, üslubu ve yöntemi de bir sürü hareketle türdeş. Öcalan da netice itibariyle onlardan birinin lideri. Fakat Türkiye'nin kendine özgü şartları bu hareketin kök salmasına yol açtı. 1989-91 aralığında Soğuk Savaş bitince bu tür hareketler dünyada çok zayıflayarak kaldı. Fakat PKK güçlendi. Buna sebep olan da 90'lı yıllarda Türkiye'nin izlediği politikalardı. İkinci neden de PKK’nın Soğuk Savaş sonrası döneme görece adapte olması ve bağımsızlık taleplerini ortadan kaldırması oldu. Ayrılık talepli bir hareket olmamasına rağmen Türkiye'nin ayrılıkçı hareket muamelesi yaparak Kürt bölgelerine genel bir baskı uygulaması hareketin kök salmasına neden oldu. Üstüne Öcalan'ın tutuklanması müthiş bir ivme yarattı.

- Ruşen Çakır da köşesinde alıntıladı; Öcalan’ın tutuklandığında gösterdiği tutum hakkında Talabani’nin size “Türkiye Kürtlerinin bu adamın hâlâ arkasından gitmesini anlayamıyorum; senin bir izahın var mı” diye sorduğunu yazıyorsunuz.  

Çakır, bu soruya cevap vermediğimi yazmış. Ancak cevap vermiştim; sadece kitaba almadım.

- Cevabınız neydi?

Haklı ya da haksız, doğru veya yanlış, Türkiye'nin Kürtleri 80 yıldır, o zaman 80 yıldı, kendilerini ezdiğine inandıkları Türk devletine karşı başkaldırı olarak görüyorlar Öcalan'ı. Her şeyi de buna göre rasyonalize ediliyorlar, yakalandıktan sonra mahkemedeki performansı da öyle.

- Sizce, Kandil'den Öcalan'ın savunması ve ifadeleri için gelen "İlaç verdiler" bu rasyonalizasyonun bir parçası mı? 

Evet, bir dalgalanma yaşandı. Büyük bir türbülansa giriyorlar ve kopuşlar yaşanıyor. Fakat Öcalan ile örgüt arasında tekrar bağ kurulduktan sonra Öcalan duruma hükmediyor.

Öcalan'ın ilginç bir tarafı var; örgüt içinde birtakım farklı eğilimler olduğu zaman zamk görevi görüyor. En büyük gücü de Kürt halkı üzerindeki simbiyotik ilişkisi üzerinden geliyor. Bunu da kırmak çok zordur.

‘Kürt aydını sıfatıyla İstanbul’da dolaşanlara bölgede kitlesel tecrit var’ 
- Öcalan dışında ikinci bir lider çıkabilseydi, bu aidiyet sizce yine bu kadar kuvvetli olur muydu?  

Çıkamadı, ben de tam onu söyleyecektim. Bunun temel sebeplerinden birini Kürtlerin zihin kıvrımlarını öğrenmeye çabaladığınızda öğreniyorsunuz.

Bugüne kadar bir sürü Kürt isyanı oldu ve hepsi hem fiziki olarak ezildi, hem de liderleri yok edildi. PKK, Kürtler için yenilmemiş bir Kürt isyanı. Darbe yiyor, tutuklanıyor, birtakım adamlar öldürülüyor ama öbürleri gibi yenilmiyor. Bunun göstergelerinden biri liderinin hayatta olması ve hapiste de olsa liderliğe devam etmesi. Bir anlamda kendisini kavramsal olarak tutuklu hisseden bir kitlenin liderinin tutukluluğu Kürtlerin kendilerine ilişkin algılarının tam karşılığı oluyor.

Ayrıca, Kürt isyanları 1- Devlet tarafından ezildi, 2- Bölündü, ihanete uğradı. Kürtler için ikinci lider hemen o bölünme ve ihanet kavramını çağrıştırıyor ve hiçbir şansın kalmıyor. Bu yüzden, “Kürt aydını” sıfatıyla İstanbul’da, Ankara’da dolaşanların görüşlerinin, sözlerinin bölgede bir etkisi kalmadığı gibi, bölgede bulunmalarının da imkanı pek kalmıyor.  Kimisi “PKK bizi öldürecek” diye korumayla geziyor, ama asıl sıkıntı bu konuda değil. Bölgede insanların kendilerine yüz çevirecek olması kaygısı. Bir nevi kitlesel tecrit hali. Nedeni, onların Kürt hareketini zayıflatıyor olarak görünmesi ve az önce söylediğim kendilerine ilişkin genel Kürt algılaması.

- Kitabınızda aktarıyorsunuz; Mesut Barzani de Öcalan’ın tutuklandığı zamanki tavrı sorguluyor ve şunları söylüyor: "Kürtlerin böyle bir liderden utanması gerek. Avrupa'nın en önemli devletlerini asil kökenli insanlar kurdu. Başka türlü devlet kurulmaz. Öcalan'ın kökeni ne? Kimin nesi o?" Siz, Barzani’nin söylediklerini nasıl okudunuz?

Barzani şunu demek istiyor: Avrupa'da Habsburglar gibi aileler imparatorluklar kurdular. Kalıcı ve sağlam devlet kurmak ile ailenin, bir ulusun yönetici elitinin köklülüğü arasında bir ilişki var. Barzaniler 100 yıla yakın bir süredir Irak Kürtlerinin siyasi hareketinin liderliğini yapmışlar. Bu nedenle bir Kürt devleti kurma misyonuna ailesi nedeniyle sahip olduğunu düşünüyor. Bu misyonla Öcalan’a "Bu kim" diyor.

Barzani ve Öcalan değerlendirmesi,

- Barzani'nin kendine biçtiği rol, Öcalan ile arasındaki hiyerarşide karşılığını ne kadar buluyor?

PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi) Genel Sekreteri Mesut Tek’in bana söylediği bir cümle var; "Bir kazanda iki kelle kaynamaz, bizde üç kelle var." Pan-Kürt perspektif ile baktığımızda Barzani ile Öcalan arasında kendiliğinden bir liderlik rekabeti var.

Yalnız, Barzani Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı sıfatıyla başarıyı temsil ediyor. Fakat Kürtlerin devletleşmesi ve tarih sahnesine çıkması tamamlanmamış bir süreç; ayrıca Öcalan, Kürtlerin en büyük bölümünü teşkil eden Türkiye Kürtlerinin içinden çıkmış olması ve Kürt mazlumluğunu temsil eden tutukluluğu nedeniyle Türkiye Kürtleri nezdinde daha fazla güce sahip.

- Bir parantez daha: AKP Kongresi’ne katılan Barzani konuşmasından önce anons edilirken “Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı” denilmedi. Barzani, sıfatının AKP tarafından seslendirilmemesi hakkında ne düşünüyor, biliyor musunuz? 

Bundan haz ettiği elbette ki söylenemez. Ama Türkiye’yi yorumlayabildiği için bunun bir süreç meselesi olduğunu ve öyle takdim edilmese de Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı sıfatını taşıyan bir kişinin Türkiye başkentinde, iktidar partisinin kongresinde Kürtçe konuşma yapmış olmasını çok çarpıcı ve gelinen nokta açısından çok daha önemli görüyor.

- Öcalan ve Barzani arasındaki rekabet ile Barzani ve Talabani arasındaki geçmişten gelen husumet "Birleşik Kürdistan" fikrini ütopyaya mı dönüştürüyor?

Tarihe ipotek koyamayız. Fakat tarihin yol alışı, dünyadaki teknoloji dahil gelişmeler, ulus-devlet bağlamında Kürt devletinin kurulmasını gereksiz ve anlamsız kılabilir.  

- Sizce bağımsız Kürt devleti şu an anlamsız mı?

Şu an alacakaranlık kuşağındayız. Ulus-devlet aşınan bir format, yakın bir gelecekte bu model yok olabilir, ama Kürtler yok olmayacak, peki ne yapacaklar? Milletin tüylerini diken diken etse de Öcalan'ın demokratik özerklik ve konfederasyon önerisi tam da bu durumu karşılıyor. Bu tezde mevcut sınırlar değişmeksizin ve Kürt ulus-devleti oluşmaksızın Kürtlerin tarih sahnesinde yeni bir formatta yer almasının bir formülasyonu var.

‘PKK içinde ‘genç subaylar rahatsız’ durumu yok’

- Bunun Kandil'deki karşılığı ne, sorusuna kitabınızdan bir alıntıyla girizgâh yapalım; 1993’te Bingöl'de 33 silahsız askerin öldürüldüğü saldırıyı Öcalan duyunca hayretler içinde kalıyor. Ancak birkaç gün sonra olayı üstlendikten sonra Talabani'ye "Kabullenmeseydim gerilla üzerindeki hakimiyetimi kaybedebilirdim" diyor. Öcalan ve Kandil arasındaki farklı dalga boyunu da göz önünde bulundurduğunuzda, sizce İmralı Kandil'e her zaman hükmedebilir durumda mı?

Büyük ölçüde, ama tümüyle değil. Çünkü iki temek fark var; Öcalan tutuklu; gördüğü insan sayısı sınırlı ve çerçevesi iradesi dışında çizilebiliyor. Kandil, serbest dolaşan insanlardan oluşuyor, özgür ve silahlı olmanın getirdiği bir düşünce kalıbı var. Kandil’dekiler, konumlandıkları coğrafya nedeniyle bir sürü devletle de temas edebilir durumda. Onlar da birtakım siyasi hesaplar yapıyorlar ve "Önderlik, bizim elimizdeki verilere haliyle sahip değil, dolayısıyla bizim hesapladıklarımızı doğal olarak görmüyor olabilir. Yaptıklarımız aslında onun lehine dönüşebilecek şeylerdir" diye düşünebiliyorlar. Birebir örtüşmeyen pozisyonlar olduğu varit, bu son üç sene içinde defalarca yaşandı. Ancak talimat mekanizması çalıştığı takdirde son sözü Öcalan söylüyor ve uyulmaması söz konusu değil. Olsa olsa öncekiler gibi bir fraksiyon ayrılır, gider.

- Öcalan'ın "Anadilde eğitim tamam, silahları bırakın" dediği noktada sizce Kandil, silahları gömer mi?        

Karayılan, "O derse yaparız" dedi. Ama “Daha orada değiliz" diye de ekledi. Fakat, Öcalan  bunu zaten demez. Öcalan, bütün İmralı serüveninde devletin değişik unsurlarıyla, değişik zeminlerde, değişik talepler üzerinde konuşuyor. Ama zurnanın zırt dediği hep aynı yer. Devlet, silahlı mücadelenin sonlandırılması stratejisi ve taktikleriyle yol alıyor. Ama Öcalan nezdinde bu son nokta. Çünkü örgütün varlığı ve silahlı bulunması onun en önemli pazarlık kozu.

- Söylediklerinizden şu mu çıkıyor; "PKK içinde 'genç subaylar rahatsız' durumu yok!'

Hayır, yok.

‘Kandil hiyerarşisinde birinci Cemil Bayık, ikinci Karayılan’

- Kitabınızdan bir alıntı: Talabani espriyle "Sorun yine sizinkilerden çıktı" diyor ve siz açıklıyorsunuz, "Talabani şahin çizgisindeki Türk ve Alevi olan Duran Kalkan'dan bahsediyordu." Kandil’de Öcalan’a dair bir rahatsızlık olmadığından emin misiniz?

Şahin kanat, genç subaylara tekabül etmiyor. Son söz, Öcalan'ın.

- Kandil’den üç isim: Murat Karayılan, Duran Kalkan, Cemil Bayık. Hiyerarşi listesi yapsanız bu isimleri nasıl sıralarsınız?

1. Cemil Bayık, 2. Murat Karayılan, 3. Duran Kalkan ya da Mustafa Karasu veya Sabri Ok vs. Oradaki sıralamayı çok iyi tasavvur edemiyorum.

- Neden Bayık, birinci sırada?

Çünkü PKK kurucu kadrolarını, a takımını çok kayıp vermeden koruyor. Bu a takımının PKK’da manevi değeri var. 1970'lerin ortalarında Ankara'nın çeşitli evlerinde toplandıklarında Cemil Bayık var ve hâlâ hayatta. Karayılan, bölgede örgütlenme kararının ardından ilk örgütlenenlerden, ikinci aşamada örgüte giriyor. Karayılan, gücünü iki yerden alıyor: 1- Onu Öcalan oraya atadı; 2- PKK'nın silahlıları nezdinde savaş sicili efsanevi; 3- Irak Kürt liderlerinin görüşülebilir bulduğu kişi.

‘‘Şahin, güvercin’ adlandırması, PKK’de kenetlenmeye neden oluyor’
- Karayılan'ın “konuşulabilir” kimliğiyle listenizde ikinci sırada yer alırken, şahin kanattaki Bayık’ın birinci sırada olması çatışma yaratmıyor mu?  

Öcalan’ın tarafından atanmış olduğu için Karayılan’ın pozisyonunu Öcalan’ın kendisinden başka kimse değiştiremez. Kandil’dekiler aynaya baktıkları vakit, hepsinin sureti aynı olmasa da, bu farklılık üzerinde oynanmaya kalkıldığı takdirde, PKK’de bunu yapanların hesaplarının tam tersi yönünde bir kenetlenme yaşanıyor. “Bu şahin, şu güvercin” adlandırması, PKK nezdinde “örgütün tasfiyesi yönünde yeni bir girişim” olarak algılanıyor.

‘Kürt halkı nezdinde Bayık bir lider değil’
- Öcalan'ın tecridi sürerse, ikinci adam kim olur?

Son bir yılda ne gözüküyor? İkinci adam olmuyor. Birinci mesele de tecridin kalkması talebine dönüşüyor. Kürt halkı nezdinde Bayık bir lider değil. Bana sorarsanız, Öcalan'ın tutuklu olması yüzyüze görüşerek çözüm aranması için bir şans olarak değerlendirilebilir. Ama kitabın bir bölümünün başlığında da olduğu gibi "Ya eşitlik, ya eşitlik." Bunun dışında bir çözüm yok.

- "Öcalan'ın tutuklu olması yüzyüze görüşerek çözüm aranması için bir şanssa” Öcalan idam edilseydi, sizce bu şans kaybedilmiş mi olacaktı? 

Bu konuya öyle yaklaşılmaz. Birincisi idam tartışmalarını çok ciddiye almıyorum. Bu başka amaçlarla açılan bir tartışma. İkincisi, eğer geçmişte öyle olmuş olsaydı -ki öyle olmadı- bugün bambaşka bir süreç söz konusu olurdu. Öyle bir sürecin sorununun çözümü bakımından daha elverişli olacağını söyleyemeyiz; çünkü bilemeyiz. 

- Peki, dediklerinizden bu tartışmayı gündeme getiren "Erdoğan, Öcalan'ın kıymetini bilmeli" gibi bir sonuç da çıkıyor mu?

Barışçıl ve siyasi çözüm şansı için değerlendirilmesi anlamında, evet.

Çandar’dan Erdoğan’a: Çözüm için daha cesur ol
- Bu kadar uzun zamandır Türkiye siyasetinde hem gazeteci, hem danışman olarak etkili bir isim oldunuz. Leyla Zana'nın "O çözebilir" dediği Erdoğan'a Kürt sorununun çözümü için bir çağrı yapsanız, neler söylerdiniz?

Çözüm yönünde daha cesur ol. Bu, bazı makamlara mal olacak olsa bile, ismini tarihe yazdırmaktan kaçınma.  

- Erdoğan’a "Sandık yerine tarihi tercih et" mi diyorsunuz? 

Evet, öyle. 

- Kürt siyasetindeki askeri vesayet bir başka konu başlığı. Aysel Tuğluk, açlık grevlerinin sonlanmasının ardından Yeni Şafak'tan Murat Aksoy'a "Yeni sayfa açıyoruz, şimdiye kadar yapmadıklarımız neler bakacağız, yapıcı bir muhalefet olacağız" dedi.

İyimserlik duygusu.

- Gerçekçi mi?

Bilmiyorum, bunlar konjonktürel.

- Peki, Kürt siyasetinde sivil bir kahramanın çıkması da mı konjonktürel?

Abdullah Öcalan, sivil. Hiçbir silahlı çatışmada yer almadı. Silah taşıdığına dair bir fotoğrafını da görmedim. Kürtlerin gözünde PKK, sadece bir askeri örgüt değil; Kürt Özgürlük Hareketi. Bunun içinde sivil toplum örgütleri, milletvekilleri, belediye başkanları, KCK var ama omurgası PKK. Öcalan da filanca kolordunun komutanı değil.

- Dağa çıkmamış bir isim, mesela milletvekilleri ihtimaller arasında yok mu?

Abdullah Öcalan varken öyle birisini aramayın. Bunu söylediğiniz noktada o isimleri de iptal etmiş olursunuz, çünkü siyaseten biterler. Hak-Par veya KADEK’in BDP’ye rakip olma şansı yok. Bu PKK izin vermediği için değil, toplum özdeşleşmediği için olmuyor. 

- Son zamanlarda Özgür Gündem’in Ramazan ayına özel içerikleri, sivil cumalar gibi etkinlikler çıkmasına rağmen Marksist kökenli PKK, Kürt halkının dindarlığını ne kadar dert etti?

PKK lider kadrosunun kökeni, üslubu ve dili bakımından solcu özelliklerini koruyor. Fakat PKK zaman içinde bir halk hareketi kimliği edinmeye başladığı andan itibaren o da dönüşümden nasibini alıyor. Milliyetçi boyutu da var, ama Türkiye’de MHP neyse PKK da Kürtlerde ona mı tekabül ediyor? Hayır. Solcu; ama tam solcu da değil vs. PKK, esnek bir hareket, muazzam bir bilmece.

- “Kandil’de namaz kılınıyor” diyebileceğiniz kadar esnek mi?

Onu bilmiyorum. Kandil büyük bir yer, öyle herkesi pat diye göremiyorsun.

‘Türkler nelere sahipse, Kürtler de aynı şeylere sahip olmak zorunda’
- Kitabın sonunda hayalinizi şöyle özetliyorsunuz:

“Türkiye’nin Kürtlerle barışık ve birleşik biçimde Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen sınırlarını tümden iptal ederek, demokratik ve modern bir toplum olarak dünya sahnesinde sağlıklı bir güç olarak belirmesi.”

“Barışık ve birleşik biçimde” tabirinizi açan bir başka cümleniz de “Kürtlerin kendilerini ülkenin ayrılmaz unsuru olduklarını hissetmesi.” Açıklar mısınız, “ayrılmaz unsur olmak” nasıl hissedilir?

Bir kere Kürt kimliği ile ilgili olan her şeyin tartışılmaz olmaktan çıkarılması gerek. Biz hâlâ anadilde eğitim yapmıyoruz da seçmeli ders olarak koyuyoruz. Tüm bunlar gevezelik. Kürtlerin Kürt kimlikleriyle bu ülkede eşit olmaları gerekiyor.

Kürtler, tarih sahnesinde Birinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar olmadıkları şekilde çıkıp yer alıyorlar ve bu Kürtlerin yarısından çoğu Türkiye vatandaşı. Artık 5 sene öncesine göre büyük ilerleme sayabileceğin şeyler bu tarihi kategori itibariyle anlamlı değil. O yüzden kafalarımızı açmamız lazım; Kürtler, Türkler olarak biz nelere sahipsek, aynı şeylere sahip olmak zorundalar. Bunun için her şeyi konuşabilmemiz lazım. 

İkincisi; statü. Irak içinde neredeyse devlet halini alan bir Kürt yapısı var. Yarın Suriye’de de benzer bir durumun yaşanma ihtimali var. Irak’takilere benzer bir şekilde federal mi, özerk bölge mi olacak bilmesek de en azından şunu biliyoruz; Suriye Kürtleri, Suriye’deki olaylar başlamadan önceki statülerinde olmayacaklar. Türkiye’deki Kürtler de, “Bizim bulunduğumuz devlet sisteminin daha gerisinde olan ülkelerdeki Kürtlerin konumundan biz niye altta olalım” diyeceklerdir ve diyorlar.

‘Kürtçe ders almam biraz da Kürtleşmekle ilgili’

- Statüye geçmeden soralım; anadilde eğitim yerine Kürtçe seçmeli ders için “gevezelikler” diyorsunuz, ancak TESEV ve KONDA’nın “Anayasaya Dair Tanım ve Beklentiler” başlıklı raporunda katılımcıların yüzde 73’ü “Temel eğitim dili yalnızca Türkçe olmalıdır” diyor. Kürt sorunun çözümüne Türk kamuoyunu siz ne kadar katıyorsunuz?

Kamuoyunu dönüştürmek siyasi önderliğin görevidir. Bu sorunun nedenlerinden biri de zaten Türk algısıyla ilgili. Bunun değişmesi gerekirken bazı siyasetçiler ucuz bir popülizmle toplumdaki geri durumlara kendilerini kolayca teslim ediyorlar.

- Hidayet Şefkatli Tuksal’ın “Bölünmemek için Kürtler ne kadar Türkleştiyse, Türkler de o kadar Kürtleşmeli” sözleriyle sizinkini bir araya getirdiğimizde şu sonuç mu ortaya çıkıyor: “Erdoğan’ın Kürtleşmesi gerekiyor.

Hidayet Hanım’ın dediği anlamda hepimizin “Kürtleşmesi” lazım. Benim Kürtçe ders alıyor olmam da biraz bununla ilgili zaten.

‘Erdoğan ve Öcalan’ı TBMM’de yan yana görmek iyi olur ama ...’
- Peki, sizin statüden kastınız tam olarak ne; federasyon, konfederasyon, özerklik?

Federasyon da olabilir, otonomi de; önemli olan Türkiye bütünlüğü içinde Kürtlerin kendi kendini yönetir durumda olması; prensip adem-i merkeziyetçilik.

- Aklınızda Mehmet Ali Birand’ın geçtiğimiz günlerde söylediği “Öcalan, parti başkanı olarak Meclis’e girmeli” düşüncesi de var mı? 

Elbette, öyle olmak zorunda. PKK’nın silahı bırakabilmesi için “Talep ettiklerinizi silahsız da talep edebilirsiniz” diyebileceğiniz bir mekanizma yaratmanız lazım. Bu da PKK’nın siyasi taleplerinin taşıyıcısı olan kadroların siyaset yapabilmesi demek. Sonucu da Abdullah Öcalan’ın meşru zeminde siyaset yapabilmesi, parlamentoya girebilmesi demek.

- Cengiz Bey, siz Erdoğan ve Öcalan’ı yan yana TBMM’de hayal edebiliyor musunuz?

Öyle bir hayalperest tarafım yok.

- Bu, hayalperestlik mi?

Çok iyi olur, ama olabileceğine dair hiçbir sinyal almıyorum.

- Kitabın en ön plana çıkan cümlelerinden biri; “Ya Türkiye Kürt meselesini çözecek ya da Kürt meselesi Türkiye’yi çözecek.” Sizce, Türkiye’yi hangi ısrarlar böler?

Türkiye bir boşlukta yaşamıyor, dünyada yaşıyor. Ve bir sürü dinamik hareket halinde. Televizyonlardan seyrettiğiniz iç savaş manzaraları bu bölgenin içinde de oluyor. Suriye’de olan buraya da sirayet eder. Şu anda ekonominin iyi gitmesinin getirdiği bir ivmeyle yol alan bir ülke var. Fakat bu hastalıklı bir ülke, bünyesi çok sağlam değil.

Dolayısıyla bu sorunlar kangrenleştiği, birikip yoğunlaştığı zaman öyle bir tarih konjonktürü gelir ki mevcut halinizi devam ettiremezsiniz. “Ya çözersiniz, ya çözer”den kasıt budur. Yoksa bundan daha kötü oluruz.

‘Bu ülke bölünürse çok sancılı bir şekilde, kanla bölünür’
- Bundan daha kötü olan ne?

İç savaş, ülkenin parçalanması gibi büyük siyasi-toplumsal felaketler.

- Murat Belge’nin tabiriyle Çekler ve Slovaklar gibi “efendice bölünmek” de sizce bir felaket mi? Barışçıl bir bölünme mümkün değil mi?

Barışçıl dediğiniz anda bölünmeyiz zaten. Bu ülke bölünürse çok sancılı bir şekilde bölünür.

- Kastınız kan mı?

Tabii, kanla bölünür. Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiye süreci 100 küsur yıla yayıldı ve büyük felaketlerle oldu. Birçoğumuz büyük felaketler yaşamış insanların devamıyız. Mesela ben Rumeliliyim ve İstanbul’da konuşuyoruz. Felaketler yaşanmasaydı, “Rumeliliyim” deme ihtiyacı duymazdım. Ve Osmanlı’nın tasfiyesi daha tamamlanmamış olabilir. Bu tasfiyeyi ortadan kaldırmak için barışçıl beraberliğin yolunu bulmalıyız. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi devam eder.

Kitapta, alıntı olarak 1911 tarihinde çıkmış uzun bir makale var. İttihat ve Terakki ile yeni bir canlanma var zannediliyor ama yazar, bu ülkenin tarihi ve coğrafyasıyla miras aldığı şeyin küçülme trendi olduğunu ve bunun da çok kanlı ve sancılı olacağına işaret ediyor. “Bunların becereceğine inanmıyorum çünkü...” diyerek gerekçeleri sayıyor ve dedikleri bir sene sonra Balkan Savaşı, arkasından Birinci Dünya Savaşı’yla pat diye çıkıyor. Milyonlarca insan yerinden oluyor, ölüyor. Araya 1915 giriyor.

Dolayısıyla barışçıl bir buluşmayı yakalayamazsak, felaketler yaşarız. Şu anda her şey gayet iyi gözüküyor, ama bunları aşamazsak söz gelimi 2018’de, 2028’de ne olur bilemeyiz. Tekrar söylüyorum, ya barışçıl bir bütünleşme ve büyüme, oradan yola çıkarak sınırları, zapt ederek değil ama gelişme seyri ile anlamsız kılma yaşanacak ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesinin yeni şartlarda devamı durumuyla yüz yüze kalacağız.

‘Irak’ta savaş potansiyeli var’

- İyimser olan ilk ihtimalin bir ucu da Atatürk’ün bölge liderlerine söylediği “Siz de bağımsızlığınızı kazandıktan sonra birlikte federasyon kurabiliriz” cümlesinin bugün yeni bir formatta gerçekleşmesi mi?

Tabii ki. Kitabın temel tezlerinden biri, Filistin sorunundan Kürt meselesine kadar çoğu sorunun kaynağının Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz ve Fransızların halkları parçalayarak, çok kaba ve yanlış biçimde çizdiği sınırlar olması. Bu sorunlar bölgenin sistemi, bölgenin beşeri, kültürel, coğrafi yapısına ve tarihi arka planına uygun olarak dizayn edilmedikçe devam eder. Dolayısıyla esas şey bu sınırları anlamsız kılmakta. Küreselleşme çağının getireceği dinamikler, bizi hayal çerçevemizin dışında olan yapılara doğru götürebilir; teknolojinin, bilimin ve ekonomin gelişmesine mevcut yapılar bu halleriyle dayanamazlar. Mümkün değil.

‘Bölgede sınırların değişeceğinden eminim; Türkiye de bundan muaf değil’
- Bölgede bir başka hareketlilik Barzani ile Irak’ın Şii Başbakanı Maliki arasındaki asker konuşlandırmalarında yaşanıyor. Sizce ufukta bir savaş olması mümkün mü?

Böyle bir potansiyel var. Suriye’nin ne olacağını bilmiyoruz dedim de, Irak’ın da ne olacağını bilmiyoruz. Irak dosyası kapanmış değil. Zamanını ve tarihini bilmiyorum ama bu bölgede sınırların değişeceğinden eminim.

- Sınırların soyutlaşarak değişmesinden mi yoksa hakiki bir sınır değişiminden mi bahsediyorsunuz?  

Ben soyutlaşarak değişmesinden yanayım. Ama somut değişiklik ihtimali kuvvetle var.

- Bu değişime Türkiye’nin Güneydoğu sınırlarını da dahil ediyor musunuz?

Bu bölgenin sınırları, Türkiye’ninkiler de dahil, aynı dönemde çizildi. İsrail’in Filistin sınırları içine yerleşmesi bir dünya savaşı sonucunda olabildi. Sovyetler Birliği’nden 15 tane ayrı sınırlara sahip ülke çıktı. Yugoslavya’dan 7 ülke çıktı vs. Sınırlardaki değişiklikler büyük olaylarla oluyor. Şimdi tarihi olarak yeni bir dünya inşası dönemi yaşıyoruz. Şimdi de değişecek. Kimilerinin Arap Baharı dediği Arap ayaklanmasının, devriminin varacağı istasyon da budur. Türkiye de bundan muaf değil.

- Tüm bunlardan Türkiye’ye geldiğimizde “Efendice” olmayan bir…

Öyle bir tarihi evre olabilir. Kitabın son bölümlerinde daha küçük birimlere bölünme ihtimali var. Bölgede dinamik çalışıyor, Kürt sorununu biz çözmezsek, Kürt sorunu bizi çözer noktasına gene geri geliyoruz.


http://t24.com.tr/haber/cengiz-candar-ortadoguda-sinirlar-degisecek-turkiye-de-buna-dahil,218234

***

2 Mart 2017 Perşembe

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 4




Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 4


Vize kalksa da Bürokratik yük 
çok Azalmayacak

- “Geri Kabul Anlaşması hâlen vize kolaylığını Türk vatandaşlarının tamamına değil bazı meslek gruplarına tanıyor” ifadeniz nedeniyle soracağız, olası muafiyette bir meslek ayrışması mı olacak?

Pratikte öyle oluyor; iş adamları, sanatçılar bu hakları kullanıyor.  

- Ancak öyle bir hüküm yok, değil mi?

Hayır, öyle bir hüküm yok. Ancak dünya kadar belge istemeye devam edecekler. Bürokratik yük çok azalmayacak.

- Meksika’yla yapılan elektronik onay benzeri bir sistem kurulamaz mı?

Belki olabilir. Ama şimdi mesela evin varsa tapuların isteniyor. Bir kısmı istenmeye devam edecek, onların hangi belgeler olduğu henüz açıklanmamış olabilir.

- Göç ve vize anlaşmalarının gözden kaçan başka artı ve eksileri neler?

Avrupalılar, göç krizi çıkınca haklı bir paniğe kapıldılar. Zaten Yunanistan başta olmak üzere Euro krizinden dolayı sallantıdaydılar, ayrıca İngiltere’nin AB’den çıkmayı tartıştığı Brexit, sağın yükselişi, yerleşik partilerin güç kaybetmesi, başta Almanya için olmak üzere büyük bir tehlike ifade eden güçlü bir ırkçılık akımı karşısındalar. Bu soruların bütünü Avrupa Birliği için yaşamsal bir kriz oluşturuyor. AB’nin ulusüstü bir kurum olarak dönüştürücü gücünün devam etmesi Avrupa bakımından hayati, ki dünya ve bizim için de öyle. Merkel’in cesaretli girişimi sonucunda Türkiye ile akdedilen bu anlaşma bu bakımdan çok önemli. Almanya Başbakanı kimsenin gözyaşına bakmadı, hedefe kilitlendi. Ama bir yandan da “Türkiye’nin üyeliğine de taraftar değilim” diye açıkça söylüyor. Bu girişime karşı bizim reaksiyonumuz çok akıllıca ve vizyoner oldu. Türkiye “Ben bir Lübnan veya Ürdün değilim. Seninle aramda bir tam üyelik süreci var. Biz bu işe taktik olarak bakmıyoruz” dedi ve şantaj yapmadı. “İstediğimiz şey AB’nin de buna stratejik bakması” diyerek sorunu tam üyelik sürecimizin canlandırılması çerçevesine oturtan bir stratejik yaklaşım gösterdi. Ve şunu söyledi: “Kapattığınız fasıllar var. Sen bunu Kıbrıs gibi exogen dinamiklere bağladın. Birincisi, bunları tek tek kaldır. İkincisi, sana gelecek göçmenlerin burada kalmalarını sürdürebilmek için gerekli finansmanı sağla. Ve vizeyi kaldır.” Merkel, “Türkler stratejik bakıyor, haksız da değiller’’ görüşünü ortaklarına kabul ettirmeyi başardı. Ama bu zor anlaşıldığı için üç günde bir buraya geliyor ve bunu canlı tutuyor.

“ Bölge için küresel düzeyde yeni bir 
Marshall Planı Seferberliği ”

Türkiye’den Yunanistan’a giden mülteci sayısının azaltılması ancak Yunanistan dışındaki Avrupa ülkelerinin daha fazla mülteci almayı kabul etmeleriyle mümkün olabilir. Üye ülkeler şimdi ayak sürüyorlar. Fakat Yunanistan-Türkiye yolu kapatılırsa bu kez Kuzey Afrika-İtalya yolu açılacak. O zaman da karşılarında anlaşma yapabilecekleri başka bir devlet bulamayacaklar. Bu sorunu çözmek için bize bir yerde mahkûm oldukları için kızgın bulundukları açık. “Türkiye bize şantaj yapıyor” diyorlar. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, “Türkiye’ye söyleyenecek hiçbir şey yoktur, bundan daha iyisini kimse yapamaz” dediğinde doğru söylüyordu.

Göçmen krizinin çözümü Avrupa’nın daha fazla göçmen kabulüne bağlı. Bu konuda belki söylenece son söz şudur: 500 milyon nüfuslu AB ve zengin Körfez ülkeleri birleşerek göçmen meselesinin temel nedenleri olan kitlesel yoksulluk konusunu ele almak cesaretini gösteremezse bu kriz hiçbir zaman çözülemez. Bunun anlamı bölge için küresel düzeyde yeni bir Marshall Planı seferberliğidir.

- Erdoğan’ın Mart 2016’da vize muafiyeti ve üyelik hakkında konuşurken “AB yine sözünü tutmayacak” demesine yol açan AB’nin geçmişte attığı güven sarsıcı adımlar neler oldu?

Pek çok örnek var, ama sadece birkaç somut örnek vereyim: 2004’te Annan Planı’nın kabulü halinde KKTC’ye konulan ambargonun kaldırılacağı ve evvelce vaat edilen yardım ve imkânların yürürlüğe konulacağı sözü verilmişti. Ama Avrupalı liderler sonra geri adım attılar. Türkiye GB Protokolü’nü, söz verdiği gibi 25 Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. Ama bunun karşılığında AB, verdiği sözlerin aksine ne ticaret tüzüğünü çıkardı, ne de yardımları yürürlüğe koydu.

3 Nisan 2003 tarihli AB Genişleme Antlaşması’na ek 10 No’lu Protokolu, Kıbrıs’ın mevcut üyeliğinin geçici bir durum olduğunu söyler, çözüm geçekleşene kadar AB mevzuatının sırf güneyde geçerli olacağını belirtir ve bu mevzuatın, adanın bütün yurttaşlarının yararına olmasını öngörür. Bu zaman zarfında AB’nin adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin de kalkınmasına katkıda bulunmasını ve adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını ve AB nin kuzeye doğrudan yardım yapmasını ve BM’nin süreci desteklemesini öngörür. Protokolün 2. maddesi, bunların yerine getirilmesi için Komisyon’un Konsey’e öneride bulunmasını ister. Nitekim

Konsey, 2004 yılında gerçekten de Komisyon’a bu öneride bulundu ve Komisyon’dan doğrudan ticari ve doğrudan ulaştırma yönetmenliğini çıkarmasını ve kuzeye koşulsuz yardımların başlatılmasını istedi. Doğrudan ticari yönetmenliği, doğrudan ulaştırma  yönetmenliği hâlâ çıkmadı, yardım ise kısıtlı ve koşullu başladı.

“ Türk toplumunun otoriterliğe zaafı var ”

- Türkiye’nin AB adaylığında ciddiyeti göstermek için şu sorunların çözülmesi gerektiğini söylediniz: 1) PKK ile mücadelede güvenlik güçlerinin maruz kaldığı ithamlara inandırıcı cevap verebilme, 2) Yayın yasakları, 3) Tartışma sınırlamaları, 4) Yıllarca sonuçlanamayan yargılama süreçleri, 5) Uzun tutukluluk, 6) Gazeteci, yazar, aydın ve akademisyenlerin yargı karşısına çıkma sıklıkları, 7) Sosyal medyayı sınırlama, 8) Yolsuzluk iddialarını takipsizlik ve en önemlisi 9) Halkın bütününde demokratik topluma dönüşme heyecanının olmaması ve partilerin buna öncülük etmede isteksizliği.

Bu maddeler çok önemli ve sonuncusu belki en önemlisi. Halkımızın demokratik talebi yoksa yapacak bir şey yok. AB tam üyelik süreci bu nedenle de, yani Türkiye toplumunun  değişmesini ve dönüşmesini doğal bir sürece soktuğu için çok önemli.

- Bu görüşünüzü açan bir alıntınız daha: “Türkiye demokrasisini derinleştirmeden, dış politikasında ağırlığı Ortadoğu politikasına verir, önceliğini bu bölgeye kaydırırsa,  korkum otoriter bir Ortadoğu ülkesi olma cazibesinin toplumumuzda da giderek güçlenmesi. Aslında böyle bir cazibenin mevcudiyetini bugün dahi hissetmemek mümkün değil.” Sizce Türk toplumunun otoriterliğe bir zaafı mı var?

Evet, var.

- Açar mısınız?

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana devlet kavramı süreklilik taşıyor. Unutmayalım, Osmanlı İmparatorluğu bir ordu devletti. Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadı, yabancı tahakkümü altında kalmadı. Türküyle Kürdüyle her zaman bağımsız ve birarada yaşadılar. Bağımsız devlet kavramı, Tükiye için tarihi bir özellik taşıyor. Türkiye’nin bu özelliği, dünyada çoğunluğu Müslüman olan bugünkü devletler arasında tek örnek olması. Türk milleti Osmanlı döneminden beri devleti eleştirir.  Tarihte zaman zaman mevzii ayaklanmalar da oldu. Bugün de var. Bugün dahi devlete dair her şeyden, hastanesinden postahanesine, karakolundan konsoloshanesine kadar şikâyet ederiz. Ama devletin varlığı ne zaman bir ciddi tehditle karşı karşıya kalsa halkın hiç şüphesiz yüzde 100’ü değil ama hatırı sayılır bölümü devlete taraftar çıkıyor. Bu şunu gösteriyor; evet, Türkiye’de bugün büyük bir kutuplaşma yaşıyoruz. Ama bu kutuplaşmaya rağmen en son kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 84’ünün en güvendiği kurumun silahlı kuvvetler olduğunu ortaya koyuyor. Devlete karşı kalkışma geleneği var, ama çoğunluğumuz bölünmeye de taraftar değil. Başka deyişle kitleleri dini, mezhepsel veya etnik nedenlerle devlete karşı topyekûn seferber etme ideali bir ütopya. Bu nedenle bölünme korkusundan kurtulmamız lazım. Buna mukabil otoriter bir yönetim altında yaşama alışkanlığımız var. Bu da bizim 21. yüzyılın gerektirdiği siyasi ve sosyal reformaları ve dönüşümleri yapmamızı kolaylaştırmıyor. Hep otoriter bir yapılar içinde yaşayan toplumlar kendilerini  kolayca dönüştüremiyor.

“ Türk halkının Önemli bir Bölümünün 
ilave Demokrasi talebi yok ”

Almanlar bunu yaşadı, otoriter yönetimler yüzünden başlattıkları iki büyük savaş kaybettikten sonra kendi kendilerini milli bir değişikliğe evirdiler. Japonlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ama biz cumhuriyetten sonra yukarıdan aşağı devrimlerle modern bir devlet yaratmak için otoriter bir sisteme yöneldik ve bu devrimleri 20. yüzyılın ilk 20-25 yılında dondurduk. Bu otoriter geleneğimiz bizde hâlen devam ediyor. Türk halkının önemli bir bölümünün ilave demokrasi talebi yoktur dememizin sebebi bu. Çünkü bizi ancak yukarıdan bir gücün dönüştürmesi lazım. Biraz Rus dünyasıyla bu konuda benzerliğimiz var. Rus devrimleri dün ve bugün hep yukarından aşağı  gerçekleşmekte. Türkiye de AB katılım sürecine devam edebildiği ölçüde modernleşme reformlarını sürdürmesi mümkün olacak. Sürecin özü, önemi de burada, yani devamlılığında yatıyor zaten.

- Umut ettiğiniz yine Türk toplumunun dışarıdan/yukarıdan dönüştürülmesi. Bunları söylerken cumhuriyetin kurucularının demokrasi gibi bir dertlerinin olmadığını da söylemiş oluyor musunuz?

Böyle bir dertleri vardı. Ama stratejik bir vizyon olarak. Değişim eş zamanlı olmuyor. Atatürk dönemini kimse bir liberal demokrasi olarak adlandırmıyor, İnönü dönemi de böyle bir şey değildi, ama orada büyük bir dönüşüm oldu. İlk defa serbest seçimler yapıldı. 46’da hile vardı, ama 50’de serbest seçimle iktidar değişti. Bu Müslüman bir ülkede ilk kez oldu. Dönüşüm bu demektir. Değişimler her yerde büyük dirençle karşılanıyor. Biz daha çağdaşlaşmayı tamamlamadan Orta Doğu’ya doğru yönelirsek, ki yöneldik, doğal naturamız olan otoriterleşmeye çok daha kolay kayarız. AB’ye girdikten veya reform sürecinde ileri aşamalara ilerledikten sonra bunu yapsaydık bu kadar sıkıntı olmayabilirdi. Liberal demokrasi her iklimde yeşeren bir bitki değil.

“ AK Parti dönemi bir hayal kırıklığı oldu ”

- Çok partili seçimlerden sonra her 10 senede bir asker Kemalist değerleri de öne sürerek iktidarını konsolide etmeye çalıştı. Bugün “Kemalizmin hatalarının bir sonucu olarak da AKP’de otoriterlik görüyoruz” der misiniz, Hasan Cemal’in ‘dindar Kemalistler’ çıkışına katılır mısınız?

Ben Kemalizm diye bir bilimsel bir düşünce sisteminin olduğunu kabul etmiyorum. Atatürk düşüncesi var, bu düşünce moderniteye, yani yaşanılan çağın gereklerine ve değerlerine erişilmesi, yani gerisinde kalınan dünya standartlarının yakalanması için pragmatik yol haritası. Ataürk’ün yetiştiği dünya içerisinde liberal demokrasi yoktu. Hedef moderniteydi ve bu, yaşanan çağın standartlarında temel hakların geçerli olacağı, hukukun üstün olacağı bir sistemdir. 1923’teki modernite vizyonu da bugünkünden çok farklıydı. Ve biz değişimleri sancılarla yaşadık, yaşıyoruz; gerek sivil, gerek askeri dönemlerde. Menderes’in, İnönü’nün, Atatürk’ün dönemi de otoriter bir dönemdi. AKP iktidara geldiği vakit demokrasi, özgürlükler ve modernitenin 2000’li yıllardaki anlayışıyla yönetime kavuşacağımız beklentisine kapılmıştık. Bir hayal kırıklığı oldu. Bu neden oldu? Bizde muhalefet partileri de otoriter geleneklere yatkındır. AB Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki maddeleri uygulamamız moderniteyi iyi kötü yakalamamız için aslında yeterli olur.

“ Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü 
görmekten hâlâ rahatsız oluyorum”

- Sizin dönüşümüzü de merak ediyoruz; 2010’da Hürriyet Okur Temsilcisi Faruk Bildirici’ye Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü görmekten rahatsız olduğunuzu söylemiştiniz. Bugün rahatsızlığınız geçti mi?

Bu görüşümde büyük bir değişiklik yok. Ben bir kadının başörtüsü takmasını kendi rızasıyla özgürlüklerinden bir fedakârlık olarak görüyorum.

- Kişinin kendi iradesini neden azımsıyor musunuz?

Azımsamıyor um. Kişisel tercihler saygıya layıktır. Ne var ki eleştiriye de kapalı olmamalı.

- Bildirici’yle konuşurken sözlerinize şöyle devam ediyorsunuz: “Cumhurbaşkanının eşi bir rol model. Davranışları,  giyimi, görüşleri ülkenin bütün hanımlarına örnek olur. (…) Şunu unutmayalım:  Cumhuriyetimiz sadece açık olanların Cumhuriyeti değil.  Başörtüsü Çankaya’ya çıkınca Cumhuriyet şimdiye kadar erişemediği ve kendini dışlanmış hisseden kitlelere uzandı, dolayısıyla güçlendi. Bu da, benim başörtüsü veya türban konusundaki görüşlerim ne olursa olsun, 100.yılına yaklaşırken Cumhuriyetimizin olgunlaştığını kanıtlıyor.” Kendi görüşünüzün uygulanmadığı bir Cumhuriyeti olgun olarak tabir etmek nadir rastlandığı için sizin tabirinizle sorsak...

Türkiye 78  milyon nüfuslu bir ülke. Ben herkesin benim gibi düşünmesini nasıl beklemiyorsam, milyonlarca kişinin de benim kendileriyle aynı düşüncede olmamamı beklemelerinin doğal olduğunu düşünüyorum.

- Örneğin Emine Erdoğan, kıdemli bir diplomattan bunu duymayı varoluşuna da bir saldırı olarak görmez mi?

Başörtüsü tartışmasını artık geride bıraktığımızı düşünüyorum. Bence alıntıladığınız sözlerimin devamı görüşlerimdeki dengeyi sağlıyor. Bu görüşümü biraz daha açayım isterseniz. Burada mesele şu: Başörtüsü sorunu Türkiye’de artık kitlesel bir ayrışma olmaktan çıktı. Bu konuyu yeniden gündeme getirmekte bir yarar yok. Geçmiş yıllarda dini geleneklerine bağlı muhafazakâr orta sınıfın büyük kısmı cumhuriyetin kadın-erkek eşitliği ve laiklik gibi temel ilkelerinin devrimsel uygulamasını uzun zaman yukarıdan aşağı bir dayatma gibi hissetti. Geniş kitlelere yayılan bu duygular tabii cumhuriyetin ülke çapında geniş ve kapayıcı bir entegrasyon sürecinde kolayca ilerlemesine yardımcı olmadı. Oysa şimdi dindar muhafazakâr görüşleri savunan bir politikacının cumhuriyetin en üst makamına halkın oylarıyla geçmesiyle bu kitlenin cumhuriyeti bir bütün olarak daha sıkı sahiplenmelerine yol açmakta.

Bu da cumhuriyetin sentez yoluyla bütünleşme sürecini güçlendiriyor. Ne var ki bugün sahiplenilen bu cumhuriyetle kuruluş yılları sırasındaki cumhuriyet arasında 100 yıllık bir fark var. Bu fark dünya koşullarında da var.

“Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’e 
yapılanlar Cumhuriyetimizin Ayıplarıydı ”

- Başörtüsü nedeniyle Emine Erdoğan’ın GATA’ya alınmadığını, Hayrünnisa Gül’ün asker istemediği için Çankaya’da bazı noktalardan geçemediğini duyduk.

Bu yanlışlar Cumhuriyetimizin Ayıplarıydı.  

- Dışişleri’nde başörtüsüne benzer bir ayrımcılık yaşandı mı?

Hayır.

“ Yarın Türkiye’nin başörtülü bir büyük elçisi olabilir, neden olmasın ”

- Sizce Türkiye’nin ne zaman başörtülü bir büyük elçisi olur?

Yarın olabilir. Neden olmasın?

-2013’te kamu personelinin başörtüsü takmasının önü açıldığı ve diplomasi bir kariyer mesleği de olduğu için başörtülü bir büyükelçinin yurt dışına tayin  edilmesi ne kadar zaman alır?

Kadın büyükelçilerimizin tercihlerine ve hükumetin büyükelçi kararnamesi çıkarabilmekteki süratine bağlı. Türkiye’de askerler zamanı gelir, terfi ederler. Biz de, yani sivil bürokraside de terfiler yapılır ama yurt içine ve dışına tayinler çeşitli sebeplerle gecikebilir. Benim bildiğim bir seneden beri kararname çıkmıyor, sebebi de iç problemler. Ama Türkiye’de kadınların en fazla görev aldığı ve terfilerinin normal yapıldığı kurumlardan biri de Dışişleri Bakanlığı’dır. Son yıllarda bakanlığa giren gençlerin yüzde 40’a yakını kadın. Önemli sayılarda kadın büyükelçimiz de var.

- Cengiz Çandar, Hasan Cemal’in bugünü açıklamak üzere kullandığı “ Ben değil, Erdoğan değişti ” tezine dair bir parantez açarak “ Türkiye’deki siyasal İslam’ın otokrasiye evrilme ihtimalini öngöremediklerini” söyledi. Murat Belge, referandum sürecinde ‘kandırılmış’ hissettiğini, Adalet Ağaoğlu da yetmez ama evet diyerek ‘enayilik yaptığını’ söyledi. ‘AKP’nin birikmiş sorunları çözme iradesi’ ve AB’ye katılım çabalarını takdir eden sizin süreç için benzer bir özeleştiriniz var mı?

Özeleştiri yapma konusunda hiçbir kompleksim yok. Benim için AK Parti’nin özellikle ifade ve basın özgürlüğü konusunda kendinde en ufak bir yanlışlık olmadığı görüşünü savunması, ‘onlar gazeteci değil terörist’  gibi beyanlarla yetinmesi büyük bir hayal kırıklığıdır. Kırılma noktamı sorarsanız, o da 2005’te AB müzakerelerine başlaması gibi tarihi bir sonucu elde ettikten sonra bu sürece birinci öncelik verilmemesi ve sürecin hangi sebeple olursa olsun duraklamasına izin verilmesidir. Bu duraklama, katılım sürcinin gereği olan toplumsal dönüşümü de yavaşlattı. Ne var ki bu sürecin durdurulmasına muhalefet de ciddi bir tepki göstermedi. Süreci sahiplenmedi. Demek ki  muhalefet de aslında kendisinin nüfuz edemediği o muhafazakâr dindar tabanı dönüştürmek istemedi.

Türkiye halkı olarak nasıl bir toplum modeli istediğimiz konusunda bir mutabakatımız yok. Kutuplaşmanın sebebi de bu. Toplum modelimizi bir dindar toplum olarak mı kurmak istiyoruz, yoksa temel haklara, sekülerizme dayalı bir toplum olarak mı? Modeli çoğunluklu anlayış temelinde dayatarak mı, yoksa yurttaşların gönüllü rızasına dayalı ve farklı görüşlere saygı temelinde mi kuracağız? Bu konulardaki zihin karışıklığı giderilmeden de anayasa değişikliği çok kolay yapılmaz.

- Erdoğan eleştirilerinize karşı o ünlü cümlesini tekrarlasa ve “Bizim yaptıklarımızı diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar” dese? 

Diyebilir. Dışişleri’nde ve muhtemelen bazı çevrelerde çok büyük bir coşku yaratmaz. Bazı çevrelerde ise yaratır. Toplumumuzdaki kutuplaşmaları azaltır mı? Bu sorunun yatını da size bırakayım.

“ İsrail, Türkiye ile Anlaşmak için Gazze Ablukasından vazgeçmez ”

- Bu yaklaşıma rağmen BM Soruşturma Komisyonu’ndaki Mavi Marmara incelemesinde Türkiye temsilcisi oldunuz. Bu teklif size nasıl geldi?

Dışişleri Bakanlığı bildirdi.

- İbrahim Kalın geçen hafta içinde “ İsrail’le Müzakerelerin son aşamasındayız ” dedi ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması dahil 2 maddede mutabakat sağlandıktan sonra anlaşma imzalanacağını söyledi. Sizce abluka maddesinde bir mutabakat olası mı?

Çok zor. İsrail için bu bir güvenlik meselesi. Güvenliğimi sağlayacağım diye bütün bir Filistin halkını insanlık dışı cendere altında tutması kabul edilebilir bir şey değil.

- İsrail, sizce Türkiye’yle anlaşma için bu politikasından vazgeçer mi?

Geçmez.

- Dolayısıyla anlaşma imzalanmayacak mı sizce?

Bir ülkenin bir diğer ülkeyle gül bahçesi ilişkisi olmaz, birçok sorunu olur. Türkiye’nin İsrail’den başka bir çok devletle ciddi sorunları var. Örneğin Rusya ile Yunanistan’la, hatta Amerika’yla... Ama başkentlerimizde büyükelçiler görevlerine devam ediyor. Böylece sorunlarımızı doğal yollardan çözümlemeye çalşıyoruz. İsrail’le de yapılacak iş, tüm sorunların çözümünü beklemeden artık süratle karşılıklı büyükelçi değişimlerinin gerçekleştirilmesi. Bu şekilde Gazze ablukasının kaldırılması veya hafifletilmesi politikamızın uygulanması için geniş hareket alanı kazanırız.


Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 3



Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığı'na Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 3



- Peki siz Davutoğlu’nun damgasını vurduğu dış politakaya baktığınızda pan-İslamist izler görüyor musunuz?

Benim böyle bir izlenimim yok. Belki Osmanlı İmparatorluğu etkisinde bir Orta Doğu yahut da bir ihvan liderliği düşüncesi veya hayali olabilir. Dışişleri’nde bu şekilde hazırlanmış kâğıtlar olduğunu zannetmiyorum, ama hükümetin ve hükümeti etkileyen entelektüellerin düşüncelerinde olan projeler olabilir. Osmanlı meselesinde önemli olan şu: Tarihte yaşanmaz, tarih bir rehberdir. Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkan devletler böyle bir projeyi kabul etmiyorlar.

- Dışişleri Bakanlığı’nın senaryoları arasında hilafetin ihyasına ilişkin bir dosya da var mı?

Benim zamanımda yoktu. Bugün de olduğunu hiç tahmin etmiyorum.

- Üst makamlara çıkıp çıkmamasından ve savunulmasından bağımsız bir soru, neden bir ihtimal olarak hilafet senaryolar içinde yer almasın?

Dış politikanın oluşturulması ve uygulanmasıyla ilgili değişkenler arasında din faktörünün de yer aldığına yukarıda değinmiştim, bugüne mahsus değildir. Biz İslam Konferansı Örgütü’ne 1969’da katıldık, yani İslam dinini bir dış politika eylem aracı olarak gördük. Bu değişkenler, zaman zaman kaybolurlar, zaman zaman kullanılırlar. Ama hilafet bu tür süreçlerin içerisinde var mı? Yarın olabilir mi? Araştırma düzeyinde olabilir. Her konunun araştırılması faydalı olur, bu alanda tabular olmamalı.

“Türkiye dış politikada sırtını 
İslam dünyasına hiçbir zaman dönmedi”

- “Türkiye şimdiye kadar sırtını döndüğü İslam dünyasına AKP’yle yüzünü çevirdi” diyecek birine ne dersiniz; hak mı verirsiniz yoksa ‘yanlış’ mı dersiniz?

Yanlış derim. Türkiye İslam dünyasına hiçbir zaman sırtını dönmedi. İslam ülkeleri 1950’lerden itibaren bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Türkiye özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ve Arap olmayan İran ve İsrail gibi ülkelerin her biriyle ikili düzeyde, o ülkelerin kendi özelliklerini ve koşullarını göz önünde bulunduran ve 3. ülkelerin çıkarlarına zarar vermeyen pragmatik ilişkiler kurdu. Bu ülkelerin örneğin Müslüman Kardeşler, Baas ve Baas karşıtı grupların mezhep çekişmeleri gibi kendi içlerinde ve aralarında derin anlaşmazlıklar olması sebebiyle, Türkiye’nin Arap ülkelerine uygulanacak genel bir Arap politikası uygulaması gerçekçi değildi. Bu politikanın isabeti bugün açıkça görülmekte. Ayrıca Türkiye Arap ülkeleriyle Arapça gibi ortak bir dil şemsiyesi altında da değil...

“Diplomasimizle kendi kendimizi 
Orta Doğu’dan diskalifiye ettik”

- Sizce AKP dönemini ayrıştıran bu eğilimi mi oldu?

Orta Doğu bağlamında en önemli farkın bu oduğu söylenebilir. Ama önemli bir ortak payda vardı: İsrail’in Kudüs’ü işgali ve 1969’dan itibaren, İslam Konferansı Örgütü. Çünkü Kudüs sırf bir Arap davası değil, Arap olmayan Müslümanları da ilgilendiren ortak bir dava. Asırlarca mukaddes toprakların bekçiliğini yaptığı için tarihi de bir bağlantısı olan Türkiye, burada din değişkenini dış bir politika eylem aracı olarak kullandı. Ama bu girişim, ideolojik bir motivasyondan çok tarihi ve real politika temeline oturan bir dış politika eylemidir. Kudüs’ün korunması ile barış  görüşmelerine etkin olabilme amacı ağır basar. AK Parti’nin Orta Doğu politikası, her ne kadar başlangıçta aynı amacı güttü ise de bugün geldiğimiz noktada Orta Doğu ile ilişkilerimizi daha karmaşık hâle getirdi. Bölge dinamikleri ve komşu Arap ülkelerin aralarındaki çekişmelere ve iç politikalarına karışan diplomasimizle kendi kendimizi Orta Doğu’dan diskalifiye ettik. Bu sebeple Kudüs’e ve Filistinlilere de pek bir yararımız dokunamıyor. Bizim boşluğumuzu, gölge içinden İran, bölge dışında Rusya ve Amerika dolduruyor. Atatürk’ün, yıllar önce zamanın Dışişleri Müsteşarı Numan Menemencioğlu’na verdiği talimatlardan biri olan “Arap ülkelerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarına ve iç işlerine karışmayalım, bize bir şey sormazlarsa onlara bir tavsiyede bulunmayalım” şeklindeki düşüncesinin isabeti de şimdi büyük bir anlam kazanıyor.

- AKP’nin dış politikada dini şimdiye kadarkinden farklı kullanmasının örnekleri arasına İslam İşbirliği Teşkilatı (İTT) son deklarasyonunda İran hakkında yazılan maddeleri de koyuyor musunuz? 

Koyuyorum, Türkiye Sünni-Şii şeklindeki mezhep ayrımına zaman dış politikasında hiçbir zaman girmemeye özellikle gayret göstermiştir, ama ideoloji ve mezhep değişkeni dış politikanın uygulanmasında bu kere resmen değilse bile fiilen bir rol oynamış bulunuyor. Bunu kimsenin reddetmesine imkân yok.

- İİT açılış konuşmasında “Ne Sünni, ne Şii, ben Müslümanım” diyen Erdoğan, sonuç bildirgesine geldiğinde Sünni mi oldu sizce?

Bu suale birçok şekilde cevap verilebilir. İİT’ye katılan ülkelerin çoğunluğu Sünni olduğu için ideolojik bir ayrımın ötesinde aritmetik olarak da bakabilir ve “Çoğunluk bu şekilde karar verdi” de diyebiliriz.

“ ABD’nin Suriye Manevrasıyla 
Türkiye biraz ortada kalmış oluyor ”

- Türkiye’nin öncelikleri arasında saydığınız Suriye politikasına dair yazdığınız Kasım 2014’teki Analist yazınızdan bir alıntı: “ABD önderliğindeki koalisyona dâhil olan Avrupa ve Körfez ülkeleri şu anda hem Esad’a hem Esad ile savaşan IŞİD’e karşı olmak gibi çelişkili bir durumda bulunuyor. Aslında aynı çelişkiyi Türkiye de yaşıyor. Uluslararası Koalisyon bu çelişkiyi uzun bir süre devam ettiremez. Yarın Esad Batı’ya yaklaşmak için politikalarını biraz daha esnetir ve IŞİD de tehdidini biraz daha artırırsa o zaman müttefiklerimizin tercihleri de değişir. IŞİD’e karşı Esad ile aynı cephede yer alabilirler. O zaman Türkiye daha da yalnız kalabilir.” Sizce ABD’nin Esad rejimi lehine son manevrası bu söylediklerinizin teyidi mi?

Bunları bilmek için alim olmaya gerek yok.  

- Alim olmaya gerek yoksa bunu sizce Türkiye yönetimi neden göremedi?  

Bütün dünyanın gördüğünü Türkiye de elbet gördü. Burada iki noktanın altını çizebiliriz. Birincisi, Esad’ın kendi halkına reva gördüğü zulmün derecesi, kendisinin cezasız bırakılmasına Türk dış politikasını yönetenlerin vicdanı razı olmadı. Bu nedenle hükümet pragmatik olmak yerine vicdanının sesini dinledi. Bu noktada ideoloji de rol oynamış olabilir mi? Belki... İkinci nokta kendimizi sorgulamamamız. Bu bizim milli hasletlerimizden biri. Aslında başka bir yapısal sorunumuz.

- Sizce ABD’nin Suriye politikasının değişimi Türkiye’yi ‘ortada bırakan’ nitelikte mi?

Gerçek hayatta biraz ortada kalmış oluyor, evet. Ancak ABD politikalarını oluştururken Türkiye’nin değil, kendi kendi önceliklerini göz önüne alıyor. Obama’nın ikinci döneminde stratejik önceliklerinin sırasını değiştirdi ve Güney Doğu Asya’ya ve 21. yüzyılda Çin ile rekabetine kaydırdı. Geçmiş tecrübelerinden de hareketle Orta Doğu’ya kara gücü konuşlandırmayacağını ilan etti.

“‘ Ey Amerika’, ‘ Ey Avrupa’, ‘ Ey Mısır ’ 
mesajlarını terk etmeliyiz ”

- Bu aşamada Türkiye’nin alabileceği yaklaşımlar sizce neler olabilir, bir tavsiye verseniz ne olurdu?

Tavsiyem tabii gerçekçi yaklaşımladan ayrılmamak. Suriye sorunu askeri yöntemlerle çözülmez. Tek çözüm yolu diplomasiden geçiyor. Bu yol da çok engebeli bir yol. Türkiye’nin bölgesel, hatta küresel kuvvet dengelerini diplomasi yoluyla lehine çevirmesi  lazım. Bunun ön şartı da Türkiye’nin bölge içi ve bölge dışı partnerleriyle arasında mevcut bulunan karşılıklı itimat krizini aşmak. Türkiye gerek ABD dahil, hemen tüm Batılı müttefikleriyle, gerek Rusya’nın da dahil olduğu bölgesel partnerleriyle ciddi bir güven krizi yaşıyor. Orta Doğu’da kaç ülke başkentinde büyükelçimiz bulunmadığını hepimiz biliyoruz. Bu güven krizi aşılmadan Türkiye’nin bölgede ve dünyada kendi çıkarlarını ilerletmesi ve hedeflerine ulaşması, başka deyişle Suriye sorunun çözümünde etkili rol oynamsı mümkün değil. Bu kriz nereden kaynaklanıyor? Öncelikli olarak, sert mesajlarımızın diplomatik kanallar yerine basın yoluyla ‘ey Amerika’, ‘ey Avrupa’, ‘ey Mısır’ gibi gibi gerginlik yaratan ifadelerle mesaj verilmesi politikamızı terk etmemiz gerekir. Bu tür mesajların muhatabı dışarıdan ziyade içerisi oluyor. Sert beyanlar bizi rahatlatır. Fakat sorunları çözmez. Güven bunalımını keskinleştirir. Diplomatik kanallar yerine muhtevasına özen gösterilmeden verilen sert mesajlar, partnerlerimiz korkutmaz. Bu tür politikalar hem askeri, hem daha önceki sivil dönemlerde uygulandı. Ayrıca her ülke de zaman zaman bu gibi yöntemlere başvurur. Ama bunu çok sık yaparsanız esasen pek az olan etkisi tamamen yok olur. Ayrıca güven ortamı da yavaş yavaş erir.

“ Türkiye ‘Esad’ı kabullenmek zorunda ”

- Genel tavsiyenizi Suriye için somutlaştırmanızı istediğimizde söyleyecekleriniz arasında “Türkiye, Esad’ın, Suriye halkının ya da kendisinin iradesiyle gideceğini kabullenmek zorunda” mesajı da yer alır mı?

Şu sırada başka çıkar bir yol göremiyorum. Orta Doğu’da dünyevi ihtiraslardan kaynaklanan ve karşılıklı toprak taleplerinin dahil olduğu etnik, mezhepsel ve kanlı çatışmalar bir kere başladıktan sonra 5-10-20 sene sürüyor. Lübnan ve Ürdün örneklerinde gördük. Dolayısıyla Suriye meselesinin çözümünde askeri yöntemler tercihi sürdürülecek olursa çözüm ancak taraflar karşılıklı olarak tükenince mümkün olur. Bu tercihin bedeli tüm böge için ağır olur. Onun için burada diplomasiye ağırlık vermek, değişen şartları öngörebilmek ve mümkünse önceden bu değişimlere uygun pragmatik diplomatik önlemler almak gerekirdi.

Biz aslında Suriye’de iyi başladık, dedik ki “Değişin, durum kötüye gidecek.” Ama Arap Baharı’nın başarısızlığıyla birlikte şartlar 180 derece değiştikten sonra şartlar değişmemiş gibi politikamızı yürütmeye devam ettik. Şimdi bu ısrarın bedelini ödüyoruz. Bir ülkenin tutarlı politika izlemesi hiç şüphesiz iyidir, ama başta Esad hakkında bizim gibi düşünen dünya devletleri bölgedeki kuvvetler dengeleri değişirken biz “Önce Esad gitsin” politikamızla kendimizi tecrit etmiş oluyoruz. Dünyayı kendimize uydurmak istememiz güzel, ama yapabilirsek. Bunu nasıl yapacağız? Haklı olduğumuza  partnerlerimizi ikna edebilmemiz lazım. Bu da konuşmayla, karşılıklı güvenin sağlanmasıyla olur.

- Türkiye bu dış politikanın ‘bedel’ini sizce nasıl ödüyor ve ödeyecek?

Bölgede ve dünyada yalnız kalarak. Yalnızlık güvenliği, işbirliği ve dayanışmayı, ticareti ve refahı arttırmaz.

“ YPG’ye yaklaşımımız ‘ terörist ’ten 

kardeşime gelebilir ”

- Bir dış politika imkânı olarak YPG’ye yaklaşım, sizce Irak Kürdistanı’ndaki gibi, başlangıçtan çok farklı, düşmanlıktan yakın ilişkiye doğru bir finale varabilir mi?

Varabilir.  

- Süreç ‘terörist YPG’den ‘kardeşim YPG’ye gelebilir mi?

Gelebilir. Çünkü onlar da tutumlarını değiştirebilirler.

- Uzun sürer mi?

Uzun sürebilir. Bu hem bize, hem YPG’ye bağlı, hem de bölgedeki kuvvetler dengesine bağlı. Türkiye’nin şu an bir Kürt vizyonu yok. Bu vizyonu ilk defa ortaya atan Turgut Özal’dır. Ondan sonra bunu Demirel ve Erdal İnönü pragmatik bir ifadeyle Kürt realitesi şeklinde ortaya koydular. Ama bugün senin ülkende şu kadar Kürt asıllı Türk vatandaşı varsa, şu an 59 milletvekili TBMM’deyse, komşularında da kimlik temelinde yaşayan bir Kürt toplumu varsa, bu toplumun sana getireceği fayda ve zararları ölçerek bir vizyon oluşturman lazım. Senin milli birliğin ve toprak bütünlüğün için oluşan tehlikeyi savuşturmak için yapılabileceklerin arasında sadece askeri yöntemlerle veya tedip yolu yok. Diplomatik, ekonomik, sosyal, insani ve kültürel boyutlar da var. Küresel koşullara da katkısı olabilmesi için şu anda kullanmadığımız bu beş boyutun her birini kullanmamız gerekir. Bunu zaman içinde Kuzey Irak’ta Barzani’yle, Talabani’yle yaptık. Ve bu girişimlerimiz hem bölgede bir istikrar sağlanmasına sebep oldu, hem karşılıklı ekonomilerimize çok önemli katkıda bulundu. Elbette askeri yöntemlerin şu sırada haklı sebepleri var; PKK,  Esad’ın kendi halkına yaptığı zulümü kendi tabirleriyle ‘kendi halkı’na reva görüyor.

Cizre’de, Nusaybin’de ve öteki şehirlerde olup bitenler, bir terör örgütü olarak PKK’nın acımasız niteliğini ortaya koyuyor. Örgüt, 2013 Ocak’tan 2015 Haziran ayına kadar devam eden barış sürecinde Güneydoğu’daki kentlerin altını silah depolamak üzere zaman kazanımı olarak kullandı. Barışa değil, savaşa hazırlandı. Bu silahların bir kısmı çatışmak üzere tüfek, tabanca nevinden hafif silahlar. Çok daha yıkıcı olan ağır silahları  evlerin altlarında kazdığı yerlere sakladı. Ayrıca yine buralara bubi tuzaklamalarıyla patlamaya hazır yüzlerce ton bombalar yerleştirdi. İlaveten konutların içerisinde buzdolapları başta olmak üzere birçok eşyanın da tuzaklamalarla patlamaya hazır bomba haline getirildiği anlaşılıyor. Hayatını kaybeden sivil halkın kadın ve çocukların büyük çoğunluğu, örgütün kenti terk etmek isteyenlerin bir kısmını canlı kalkan olarak kullanmasından, diğer mühim bir kısmı da örgütün yerleştirdiği tuzak bombalardan meydana geldi. PKK bu silahlanmaları egemen bir ülkenin topraklarında ve kentlerinde gerçekleştirdi. Örgüt bu kalkışmayı Kürtlerin tüm Orta Doğu coğrafyasında siyasal temsil ve haklarını demokratik yollarla ifade edebildiği yegane ülke olan Türkiye’de gerçekleştirdi. Güvenlik güçlerinin yasaları neden uyguladığından şikâyet etmeleri anlam taşımıyor.

Esasen bunun içindir ki silahlı mücadelesine toplumsal başkaldırı ve toplu isyan desteği bulamıyor.

Kürtlerin 100 yıl içinde bağımsız devlet kurmaları mümkün değil

- Kürt hareketinin de Güneydoğu’daki sürece dair farklı bir kronolojisi olduğunu ve Irak’ta özerklik üzerinden Kürtlerin siyasi haklarını kullandıklarını not düşerek devam edelim, sizi yanlış mı anlıyoruz; YPG’ye yaklaşımın değişmesi gerektiğini mi söylüyorsunuz yoksa başka bir yol mu öneriyorsunuz?

YPG’yle yaşadığımız sorunun da çok temel bir sebebi var, PKK’yla organik lişkisi. Her iki örgütün de Türkiye’deki tabanı aynı. Moral liderleri Öcalan. Türkiye’nin YPG’ye karşı tutumunun değişmesi için Suriye’deki şartların değişmesi lazım. Bu askeri çözümle değişmeyecek. Bu noktada bizim de dış polikamızda bir maharet göstermemiz lazım. Bunun da yolu yukarıda da söylediğim gibi bölgesel muhataplarımız ve Batılı müttefiklerimizle karşılıklı güven temelinde işbirliğinden geçiyor. Bölgesel partnerlerimiz arasında sadece Suudi Arabistan’la sıkı bir işbirliği içindeyiz. İran’la temasımız var, bu da çok önemli. BM Cenevre görüşmelerinde belki çok fazla bir ilerleme kaydedilmeyecek. Bu aşamada Esad’la bir kanal açılabilir mi, zannetmiyorum çünkü o aşamaları geçtik artık. Bir tıkanıklık görüyorum, buna önerecek bir çarem yok. Dışişleri’nin hazırlıkları vardır belki, onları hükümetin dikkatine  getiriyorlardır. Ama gerek hükümetin içindeki siyasi dengeler, gerek bölgede hâlen kuvvetler dengesi burada yeni bir adım atma imkânını vermiyor.

- Dışişleri’ndeki senaryolar arasında Suriye’de, Irak’ta ve Türkiye’de bağımsız Kürtler ihtimali, muhtemel senaryolar arasında mıdır?

Evet, muhtemel senaryolar arasındadır. Zaten senaryo denilen düşünce egzersizi bu tür ihtimalleri anlamak için yapılır. Korkunun ecele faydası yok, bunları soğuk kanlılıkla düşünmek lazım. Muhakkak ki yanlış olabilir ama benim düşünceme göre, bölgede Türkiye, İran ve Araplar olmak üzere üç ayrı siyasi birimi kapsayan ve denize çıkşı bulunmayan topraklarda ve ayrıca yekpare bir bütün oluşturmayan Kürtlerin önümüzdeki 100 yıl içerisinde bağımsız bir devlet kurmaları mümkün değil. Böyle bir devleti ilan edebilirler. Ama sürdürebilir olmaz. Ayrıca Kürtlerin yaşadığı topraklarda bölge içi ve dışı başka ülkelerin gözlerini diktiği zengin enerji kaynakları  da bağımsızlık ideallerini kolaylaştırmıyor. Kaldı ki bölgedeki Kürtler arasında da bir husumet, bir kan geçmişi de var. Eğer Türkiye bölgedeki tüm Kürtleri kapsayan bir barış vizyonunun avukatlığını yapabilirse bu hem bizzat Türkiye, hem Kürtlerin tümü, hem de bölge ve dünya barışı için son derece önemli önemli olacaktır. Kendi hayal gücümüzü zorlayıp bu vizyonu gerçeğe dökebilme kapasitesini gösterebilmemiz lazım.

“Vize kalkarsa çok büyük bir başarı olur, ben ümitliyim”

- Sizce AB ülkelerinde Türk vatandaşlarına uygulanan vize kalkacak mı?

AB ve Dışişleri bakanlarımıza bakarsak kalkacak. Ve eğer kalkarsa çok büyük bir başarı ve sembolik etkisi son derece önemli olur. AB biraz ayak sürecektir ama ben ümitliyim. Hükümet burada büyük bir başarı gösterdi. Şart koşulan 72 kriteri de yerine getiriyor.  

- “Büyük başarı olur” demenize rağmen bir yazınızdaki “Vize serbestiyeti hakkımızdı, Geri Kabul Anlaşması’yla koşullandırılmasını kabul etmek Türkiye’nin tampon ülke statüsüne kendi rızasıyla boyun eğişi olur” mealindeki ifadelerinizi hatırlıyoruz. 

O ayrı bir nokta. Türkler, 1950’den 1980’e kadar bugün AB üyesi olan çoğu ülkeye vizesiz girme hakkına sahipti. Ancak 1957 Avrupa Konseyi Anlaşması’nın da dayanak olduğu bu hak, 1980 askeri darbesiyle askıya alınmıştı. Fakat 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’deki ‘geriye dönük kötüleştirme yasağı’ maddesine istinaden bir TIR şoförü Almanya’da dava açtı, bir başka dava da Hollanda’da görüldü. Yıllarca süren davalar Türkiye lehine sonuçlandı. Ancak başvurulan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) 2013’te politik bir karar alarak bunu onaylamadı. Orada mesele hâlâ sallantıda duruyor. (Konuya ilişkin daha geniş bilgi için Sanberk'in Milliyet gazetesinde yayımlanan makalesi: Hukuk ve vize hakkı) Bu mesele hukukun karmaşık labirentlerine yuvarlandığı için bizim hükümet daha pratik bir doğrultuya yöneldi ve “Göç anlaşmasını ben yaparım, ama bunun karşılığında sen de bana vize serbestiyeti verirsin. Zaten hakkımı yiyorsun” dedi. Bunu söyleyerek aslında biz hukuken kuvvetli olduğumuz bir kanun maddesinden kendi rızamızla vazgeçmiş oluyoruz. Bundan sonra bir daha o anlaşmaları ileri süremeyeceğiz.

- Dolayısıyla süreç ‘diplomatik bir başarı ama hukuki boyun eğiş’ mi?

Boyun eğiş belki doğru bir tanımlama değil. Belki pragmatik bir adım. Ama yasal bir hakkımızda feragat ettiğimiz açık. Bununla beraber hükümetin bu yönelimini doğru buluyorum. Hakikaten insanların kapılarda sürüklenmeleri büyük bir hüsrandı. Hakkımız olan vize serbestisini elde edememiş olmak geçmiş hükümetlerin de sorumluluğunu beraberinde getiriyor. “Vize için hukuku bekleyelim” dersen de olmuyor çünkü Avrupa’da sağ ve yabancı düşmalığı yükseliyor ve Türklere nasıl olumsuz baktıklarını biliyoruz. Ben girilen yoldan ümitliyim. Gerçekleşirse hükümet için hakikaten başarı olacak.



***