3 Mart 2017 Cuma

KIBRIS SORUNU,

KIBRIS SORUNU,



İlter TÜRKMEN
Emekli DIŞİŞLERİ Bakanı & Büyükelçi 

19 Ekim 2009



Sorunun neresindeyiz ve neden, nereye doğru gidiyoruz? Tarihi, coğrafyası ve nüfusunun kompozisyonu Kıbrıs’ın makûs kaderini belirleyicisi oldu. Büyük güçlerin ve bölgesel güçlerin ada üzerinde hâkimiyet sağlama isteğinin ardında, adanın Doğu Akdeniz’deki jeopolitik konumu yatmaktadır. Pek çok istila ve işgalin ardından Kıbrıs, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğine girdi ve Rusya ile yapılan savaş sonunda, Osmanlı’nın ciddi şekilde zayıflayarak Ada üzerinde sadece sembolik bir hakimiyete sahip olup Ada’nın tüm yönetimini Büyük Britanya’ya devredeceği 19. yüzyıla kadar da Türk hakimiyetinde kaldı. 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile Kıbrıs, resmi olarak İngiliz kolonisi haline geldi. Bu tarihten sonra da büyük ölçüde “yönetmek için böl” politikasının sonucu olarak, Ada’daki iki toplum arasında gerilim ve çatışmalar baş gösterdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dekolonizasyon süreci doğal olarak Kıbrıs’ı da etkilemeye başladı. Ancak Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle dayanışma ve ortaklık içerisinde Ada’nın bağımsızlığı için mücadele etmek yerine ENOSIS, yani Ada’nın Yunanistan’a bağlanması, amacıyla şiddetli bir kampanya başlattı. Bu politika kaçınılmaz olarak iki toplum arasında şiddetli, zaman zaman da kanlı çatışmalara yol açtı. Türkiye ise Kıbrıslı Türkleri Ada’da bastırılmış bir azınlık haline getirmek dışında Lozan Antlaşması’nın Türkiye ve Yunanistan arasında kurmuş olduğu politik ve stratejik dengeyi de yıkan ENOSIS’e doğal olarak karşıydı.

1959 yılında Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşma, Ada’ya yeni bir statü öngören antlaşmanın yapılmasına olanak verdi. Buna göre, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın garantisi altında bir anayasaya sahip Kıbrıs, bağımsız ve çift toplumlu bir devlet haline gelmekteydi. Bu anayasaya göre, iki toplum yasama, yürütme ve yargı yetkilerini paylaşacaklardı. Ancak, bu çözüm uzun süreli olamadı. 1963 yılında Başkan Makarios, Türk toplumuna tanınan yetkileri büyük ölçüde azaltma amacıyla Anayasa’da değişiklik yapma yoluna gitti. Bu nedenle yaşanan politik krizi, Ada’daki Türk toplumu mensuplarına karşı girişilen silahlı saldırılar izledi. Silahlı Rum askerleri ile çevrili yerleşim birimlerinde, oldukça sıkı ekonomik abluka altında yaşamak zorunda kalmış olan Kıbrıslı Türkler için Türkiye’den Ada’ya müdahale etmesini istemekten başka seçenek kalmıyordu.

1963-74 yılları arasındaki döneme, birbiri ardına yaşanan ve pek çok defa Türkiye ve Yunanistan’ı son anda savaştan döndüren krizler damgasını vurdu. 1967 yılında yaşanan ve Yunan askeri cuntası tarafından ENOSİS amaçlı militan politika çerçevesinde Ada’ya gönderilen 12.000 Yunanlı asker ve görevlinin tahliyesi ile sona eren kriz, özellikle önem taşımaktadır. 1967 yılında askeri cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra, Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir krizin çıkmayacağı umuluyordu. Fakat böyle olmadı. Cunta içindeki darbe sonucu ENOSIS saplantısı yeniden canlandı. Bu kez yeni cunta üyeleri ve onların Kıbrıslı Rumlar arasındaki işbirlikçileri, 1974 yılında daha şiddetli bir harekâta girişip başpiskopos Makarios’u hedef alan bir saldırı düzenledi, Makarios son anda kurtulup Ada’yı terk etti. Birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde konuşan başpiskopos “Yunanistan’ın ilhak” düşüncesini açıkça ortaya koydu.

Bu olay üzerine Türkiye, 1960 yılında yapılan ve Kıbrıs’ın statüsünü garanti altına alan antlaşmadan doğan haklarına istinaden, hem ENOSIS’in gerçekleştirilmesini hem de Kıbrıslı Türk nüfusun katledilmesini önlemek amacıyla Ada’ya müdahale etmek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren Kıbrıs’taki fiili durum tamamen değişti. Bundan böyle kuzeyde Türkler, güneyde Rumlar olacak şekilde Ada’nın kuzeyi ile güneyi bir sınırla ayrılıyordu. Artık tüm olası çözüm önerileri bu gerçek göz önünde bulundurularak şekillendirilmek zorundaydı. Kısa bir süre sonra Türkler ile Rumların bundan sonra ancak federal bir sistem altında birlikte yaşayabilecekleri ortaya kondu. 1977 yılında Türk lider Rauf Denktaş ile başpiskopos Makarios iki bölgeli ve iki toplumlu federal sistem üzerinde anlaştı. Bu çerçeve anlaşma Makarios’un ölümünden sonra yerini alan Kyprianou ile Denktaş arasında teyit edildi.

Birleşmiş Milletler, Kıbrıs sorununda başından beri aktif bir rol üstlendi. Daha 1964 tarihli kararında BM Güvenlik Konseyi, BM Genel Sekreterini arabulucu olarak görevlendirmiş ve iki toplum arasındaki barışın korunmasına katkıda bulunacak bir gücün Ada’ya gönderilmesine karar vermiştir.  Artık etkisi çok düşük olmakla birlikte bugün hala bu barış gücü Kıbrıs’ta görev yapmaktadır.

1974 yılından beri BM Genel Sekreterleri, Denktaş-Makarios ve Denktaş-Kyprianou anlaşmalarını temel alan bir uzlaşma sağlamak amacıyla çalışmaktadır. 1985-86 yıllarında Perez de Cuellar ve 1992’de Boutros Ghali’nin önerdiği çözümlerin parametreleri de çok farklı değildi. Boutros Ghali, kurulacak federasyonda Türk tarafının Ada’nın %28’i oranında toprağa sahip olduğu bir sınır, iki topluma da geniş bir otonomi, yetkileri sınırlı bir federal hükümet, bir tarafın temsilcilerinin diğer tarafa kendi görüşlerini empoze etmesini engellemek amacıyla Türk ve Rum tarafının eşit katılımıyla kurulacak merkezi bir hükümet, eşit sayıda Türk ve Rum temsilciden oluşacak Yüksek Meclis ile iki toplum arasındaki sayısal farkın gözetileceği başka bir Meclisten oluşan çift meclisli bir yasama organı ve iki toplumun eşit sayıdaki temsilcisinden oluşan Yüksek Adalet Divanı kurulmasını öneriyordu.

Boutros Ghali’nin önerileri Güvenlik Konseyi tarafından da desteklenmekteydi. Bununla birlikte, Türkler gibi Rumların da öneri üzerinde ciddi çekinceleri vardı. En önemli anlaşmazlıklardan biri güvenlik sisteminin koşulları üzerineydi; Türkler 1960 tarihli Garanti ve İttifak Antlaşmaları’nın bütünüyle korunması konusunda ısrar ederken, Rumlar antlaşmaların şartlarının hafifletilmesini talep ediyorlardı.

1974’ten beri görülen, anlaşmazlığın çözümü için mutlak suretle üzerinde anlaşılması gereken dört temel konu olduğuydu: devlet yapısı, güvenlik, sınırlar ve mülkiyet.

Devlet yapısıyla ilgili olarak, çift meclisli üniter bir devlet kuran 1960 anayasasına dönüş artık tasarlanmıyordu. 1974 yılındaki olaylar sorunun yapısını bütünüyle değiştirdi ve iki tarafta yeni kurulacak sistemin federal ve çift bölgeli olması gerektiğini anlamakta gecikmedi. Ancak, taraflar bu sistemle ilgi olarak da farklı görüşlere sahiptiler; Rumlar geniş yetkilere sahip merkezi bir hükümet önerirken, Türkler daha zayıf bir merkezi hükümet ve federasyonu oluşturan iki tarafın daha önemli yetkilere sahip olduğu bir sistem tercih ediyordu.  Başkanlık sistemi iki taraf tarafından tercih edilmekle birlikte Türkler, başkanlık rotasyonu ve 1963’te olduğu gibi Rumların kendi isteklerini Türklere empoze etmesini engelleyecek tedbirler alınması konusunda ısrar ediyorlardı.

Güvenlik konusunun önemi daha 1960 Antlaşmalarının imzalanması sırasında anlaşılmıştı. Garanti Antlaşması uyarınca, Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık Kıbrıs’ın bağımsızlığı, güvenliği ve anayasasını korumak, müdahaleyi gerektirecek gelişmelerin ortaya çıkması durumunda birbirlerine danışmak, ortak harekât kararı alınması durumunda birlikte hareket etmekle yükümlüydüler. Ortak harekâtın mümkün olmaması durumunda taraflar tek başlarına müdahale hakkına sahipti.

1960’taki İttifak Antlaşması, düşük sayıda bir Türk birliği ile Yunan birliğinin Ada’da konuşlandırılması yetkisini veriyordu. Bu antlaşma ayrıca Kıbrıslı Türkler ve Rumlardan oluşturulacak Ulusal Kıbrıs Muhafız Birliği’nin kurulmasını da öngörüyordu. 1963 olaylarından sonra Ulusal Muhafız Birliği sadece Rumlardan oluşan bir güç haline geldi. Bu gücün asker sayısı bugün 17.000’e yükselmiş olup İngiliz birliklerinden daha fazla saldırı tankına sahiptir. Ayrıca belirtmek gerekir ki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, ülkenin güneyindeki üslerden kalkacak Türk savaş uçaklarını vurabilecek SAM füzeleri alımına ilişkin 1997’de Rusya ile bir anlaşma imzalamıştır. 1974’ten itibaren Kıbrıs’ta konuşlandırılan Türk askeri sayısını fazla bulanlar Kıbrıslı Rumların askeri programlarının boyutunu göz önünde bulundurmalıdır.

Şüphesiz güvenlik konuları günümüzdeki ve gelecekteki görüşmeler sırasında Kıbrıslı Türkler ile Rumları bölmeye devam edecektir. Özellikle Avrupa Birliği’ne girdikten sonra Kıbrıs Rum Yönetimi, Garanti Antlaşması’nın AB üyelik statüsü ile uyumsuz olduğu ileri sürmektedir. Ama hukuksal olarak bu antlaşma halen yürürlüktedir ve geçerliliği BM Güvenlik Konseyi tarafından da kabul edilmektedir.

Sınır sorunu: 1974 yılında çatışmalar sona erdiğinde Kıbrıslı Türkler, 1960 yılında kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin % 36’sından biraz daha fazlasını, Kıbrıslı Rumlar ise % 63’ten biraz fazlasını kontrol ediyordu. Daha önce belirtildiği gibi Boutros Ghali’nin fikirler dizisi Kıbrıslı Türkler için % 28, Kıbrıslı Rumlar için ise % 72 oranında toprak öneriyordu. Ne Türkler ne de Rumlar bu öneriyi kabul etmedi. Ancak Boutros Ghali’nin BM tarafından desteklenen fikirler dizisinde önerilen sınırlar, daha sonraki BM inisiyatiflerinde de az veya çok yer aldı. Toprak sorunu ayrı bir zorluk daha içeriyordu, çünkü Kıbrıslı Rumlar kurulacak federasyondaki Türk bölgesine önemli sayıda Rum yerleştirmeyi istiyordu. Bu durum kuşkusuz iki bölgeli federasyon fikrinin aşındırılmasından korkan Türkleri rahatlatıcı nitelikte değildi.

Mülkiyet sorunu: Mülkiyet sorunu oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. 1974 yılında bir nüfus değişimi gerçekleştirilmiş, kuzeydeki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye yerleşmiştir. Göç eden Rum sayısı doğal olarak Türk sayısından fazla idi. BM’ye göre Ada nüfusunun yarısına yakını mülklerini terk etmek zorunda kalmıştı. Rumların kuzeyde mülk sahibi olanların mülklerini geri almalarına ve buralarda oturmalarına izin verilmesi yönündeki talebiyle ki bu durumda çift bölge konseptinin uygulanması baltalanacaktı, sorun iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kıbrıslı Rumların haklarına saygı gösterirken Ada’nın kuzeyindeki nüfus dağılımını radikal şekilde değiştirmeyecek bir çözüm yolu bulunması gerekiyordu. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkiyet sorunu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı kararlardan sonra iyice karmaşık hale gelmiştir. Adil ve realist bir çözüme ancak müzakerelerle belirlenecek düzenlemeler çerçevesinde ulaşılabilir.

Kıbrıs’ın AB üyeliği Kıbrıs sorununa kritik bir boyut kazandırdı. Türk tarafı Güney Kıbrıs’ın Ada’da bir düzenleme yapılmadan AB üyesi olmasının müzakere edilecek tüm çözüm önerilerini oldukça zor hatta imkânsız hale getireceğini anlamakta gecikmemiş ve Ada’nın bütünleşmesini sağlayacak anlaşmanın yapılmasından sonra bu üyeliğin gerçekleştirilmesinde ısrar etmiştir. Ama Güney Kıbrıs’ın tek taraflı AB üyeliği için mücadele eden önemli bir faktör bulunmaktaydı; Yunanistan açık bir biçimde Güney Kıbrıs’ın tek taraflı AB üyeliğinin reddedilmesi durumunda diğer Avrupa devletlerinin adaylıklarını engelleyemeye kararlı olduğunu göstermişti.

1999’te başlayan inişli çıkışlı süreç, 24 Nisan 2004’te Annan Planı’nın beşinci ve son şeklinin Kuzey’de ve Güney’de referanduma sunularak Türkler tarafından kabul edilip Rumlar tarafından reddedildiği kader tarihine kadar sürdü. Bir hafta sonra Güney Kıbrıs’ın tek taraflı olarak AB’ye üye olması hem Türkiye’nin AB üyelik sürecini hem de Kıbrıs sorununun çözümündeki yeni yönelimleri olumsuz etkiledi.

Bu uzun sürecin yol gösterici prensipleri Haziran 1999’da kabul edilen Güvenlik Konseyi kararında belirtilmiştir. Bu karar taraflardan, önceki BM kararlarını ve antlaşmaları göz önünde bulundurarak iyi niyet çerçevesinde müzakerelere devam etmelerini talep ediyordu.

1999 yılında Avrupa Birliği tarafında da olaylar gelişiyordu. Aralık ayında Devlet ve Hükümet Başkanları seviyesinde toplanan AB Konseyi, Türkiye’nin diğer adaylara uygulanan kriterler temelinde AB’ye aday ülke olduğunu ilan etmiştir. (Bu bağlamda hatırlatılması gereken, Türkiye’nin tam üye olamayacağına ilişkin görüşler, Aralık 1999’da Helsinki’de kaleme alınan belgenin de gösterdiği gibi Birliğin taahhütleriyle çelişmektedir.)

Kıbrıs’a gelince, Helsinki Zirvesi’nde “yapılacak bir düzenlemenin Kıbrıs’ın AB’ye girişini kolaylaştıracağı, eğer üyelik müzakerelerinin tamamlanacağı tarihe kadar taraflar yapılacak düzenleme üzerine anlaşma sağlayamazsa, bu durum üyelik kararının alınmasında öncelikli bir kıstas oluşturmayacağı, bu bağlamda Konsey’in ilgili tüm faktörleri göz önünde bulunduracağı” ifade edilmişti.

Bu muğlâk metin Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi hoşnut etmekten uzaktı: Türkleri rahatlatmaya yönelik yazılı ve sözlü açıklamalar alınan kararın anlamını değiştirmiyordu. Ancak, açıkça görülen, Rum tarafının AB üyelik antlaşmasını imzalamasından önce bir çözüme ulaşmaya çalışmanın Türk tarafının lehine olduğuydu. Ama bu dönemde, Kıbrıslı Türk liderlerin ve Türk hükümetinin zamanlama faktörünün arz ettiği önemin farkına varmış olduğunu söylemek mümkün değildir.

Çözüm arayışlarına ilişkin en önemli çaba, 2002-2004 yılları arasında BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından ortaya konmuştur. Bu dönemde AB ve ABD tarafından desteklenen Annan art arda beş plan sunmuştur. Ancak, ekler hariç yüzlerce sayfadan oluşan tüm planların burada detaylandırılması mümkün değildir.

İlk Annan planı, Kasım 2002’de taraflara ve garantör devletlere (Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık) sunulmuştu. Plan, Türk ve Rum iki ayrı devletten oluşacak hukuki ve uluslar arası karakterde bağımsız bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Merkezi devlet anayasanın öngördüğü yetkileri kullanırken, merkeze tanınmayan diğer tüm yetkiler birliği oluşturan devletlerce kullanılacaktı. Güney Kıbrıs ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki tüm yasama, yürütme ve yargı faaliyetleri yeni anayasaya aykırı olmamak koşulu ile yürürlükte kalacaktı. Birlikten çekilme ve dolayısıyla iki taraftan birine ait bir devlet kurumunun üzerinde tek başına egemen olması yasaktı.

Merkezi devlet, dış ilişkilerden, AB ile ilişkilerden, merkez bankasından, maliyeden, ticaret ve ekonomi politikasından, havacılık ve denizcilik politikasından sorumlu olacaktı. Yürütme sistemi İsviçre modelinden esinlenmişti. Yürütme Konseyi, devletler tarafından seçilecek dört Rum ve iki Türk’ten oluşacaktı. Hiçbir karar en az bir Türk ve Rum temsilcinin onayı olmadan alınamayacaktı. Başkan ve başkan yardımcısı Konsey tarafından seçilecek ve başkanlık Türk ve Rum temsilciler arasında değişimli olarak yürütülecekti. Yasama organı iki meclisten oluşacak, yüksek meclis devletlerin yasama organları tarafından atanacak eşit sayıda Türk ve Rum temsilciden oluşurken, diğer meclis Rumların çoğunlukta olacağı genel seçimle belirlenecekti. Üç Türk, üç Rum hakimin görev alacağı Yüksek Mahkeme’de olası bir krizi engellemek amacıyla Kıbrıslı olmayan üç hakim daha bulunacaktı.

Güvenlik konusunda Garanti Antlaşması’na bağlı kalınıyordu. İttifak Antlaşması’na göre Ada’da eşit sayıda Türk ve Rum birliği görev yapacaktı. Kıbrıs’taki tüm diğer kuvvetler dağıtılacak ve silahlar Ada dışına taşınacaktı. Silah ithalatı yasaklanacaktı. Bir BM gücü Ada’da süresiz olarak görev yapacak ve ancak ortak bir anlaşma durumunda Ada’dan çekilecekti.

Sınır konusunda ise plan, Türk tarafının Rum tarafına % 9’dan bir az oranda toprak devretmesini öngörüyordu.

Mülkiyet sorunu konusunda da özel bir yönetim karşılıklı tazminatlardan sorumlu olacaktı. Ama diğer planlardan farklı olarak Annan planı, mülklerin iade hakkını kısıtlamıyor; ancak çok sayıda Rum’un Kuzey’e göç ederek buranın Türkleşmiş yapısını bozacağından yerleşim hakkını kısıtlıyordu.

Plan, Ada’nın birleşmesi durumunda AB’ye kesin olarak üye olacağını belirtiyordu. Türk ve Rumların oyuna sunulan referandum metnindeki soru kaleme alınışı itibariyle, önerilen çözümün onaylanması ile Kıbrıs’ın üyeliği arasında ayrım yapılmasını olanaksız hale getiriyordu. Yani Rumların olumsuz oyu, Türkleri dışarıda bırakarak tek taraflı AB üyesi olma yaklaşımlarını tehlikeye atıyordu. Bu nedenle Kıbrıslı Rumlar Annan planını reddeden tarafın Türkler olmasını istiyordu.

Birinci Annan planına hem Türkler hem de Rumlardan itiraz gelmesi üzerine, BM Genel Sekreteri ilk planda bazı değişiklikler yaparak 2002 Aralık ayı ortasındaki AB zirvesinden önce ikinci Annan planını taraflara sundu. Rumların görüşlerini ifade etmelerine fırsat bırakmadan Türkler ikinci Annan planını reddetti.

Kopenhag toplantısı bir diğer önemli etaptı. Güney Kıbrıs ile tüm üyelik müzakereleri tamamlanmıştı. AB Konseyi bu gelişmeyi hatırlatmakla birlikte Kıbrıs’ın birleşmiş olarak üye olmasını tercih ettiğini belirtiyordu. 10 Mart 2003 tarihinde Kofi Annan’ın Rauf Denktaş ile Papadopoulos’u da davet ettiği La Haye’de Kıbrıs’ın birleşmiş olarak AB üyesi olmasını sağlayacak son bir çözüm önerisi sunuldu. Bu arada BM tarafından, tarafların talepleri göz önüne alınarak yapılan değişiklikleri kapsayan üçüncü Annan planı hazırlamıştı. Kopenhag’da olduğu gibi La Haye’de de Papadopulos’un fikrini söylemesine fırsat vermeden Denktaş öneriyi reddetti. 16 Nisan 2003 tarihinde Güney Kıbrıs AB Antlaşması’nı imzaladı. Ek protokolle topluluk müktesebatının Ada’nın kuzeyinde uygulanması askıya alındı.

Güney Kıbrıs’ı AB üyesi yapan antlaşmanın imzalanmasından birkaç gün sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, otuz yıldır Rumların Kuzey’e, Türklerin Güney’e geçmesini engelleyen, Ada’nın Kuzey’i ve Güney’ini ayıran yeşil hat üzerindeki kısıtlamaların kaldırıldığını açıkladı. Bu girişime verilen tepkiler beklenenin çok üzerindeydi. Birkaç ay içinde Kıbrıslı Türklerin 2/3 ‘ü Güney’i, Rumların yarısı Kuzey’i ziyaret etti. Türkler ve Rumlar arasındaki bu ziyaret ve temaslar, bir nebzede olsa karşılıklı ön yargıların kaldırılmasını ve birleşmenin her iki tarafın da menfaatine olacağı duygusunun güçlenmesini sağladı.

Güney Kıbrıs’ın AB üyelik antlaşmasını imzalamasına rağmen, 1 Mayıs 2004’teki resmi adaylığından önce, Kofi Annan son bir defa daha çıkmazı aşmayı ve iki taraf arasında uzlaşma ortamı yaratmayı denedi. Biri New York’ta diğeri İsviçre’nin Bürgenstock şehrinde olmak üzere iki toplantı düzenlendi. Kofi Annan, öncekilerden çok farklı olmayan dördüncü ve beşinci Annan planlarını taraflara sundu. 24 Nisan 2004 yılında Kuzey’de ve Güney’de ayrı ayrı referanduma sunulan plan, beşinci planıdır. Kuzey’de cumhurbaşkanı Denktaş’ın karşı olmasına rağmen yeni seçilen başbakan Talat ve hükümeti büyük kamuoyu desteğini arkasına alarak, halkı evet demeye çağırdı. Güney’de ise Papadopulos televizyondaki açıklamasında gözleri yaşlı olarak Annan planını reddediyordu. Garip bir biçimde hem Papadopulos hem Denktaş birlikte red cephesindeydi. Kuzey’de Türkler % 65 ile planı kabul ederken Güney’de Rumlar % 76 ile reddetti.

Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerde sorun yaratmakta gecikmedi. 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’na göre Türkiye’nin yükümlülükleri yeni AB üyelerini de kapsıyordu. Türkiye zaten buna hazırdı ve ticari hükümler vakit geçirmeden uygulamaya kondu. Ancak, Kıbrıslı Rumlar bu uygulamaya Güney Kıbrıs bandıralı gemi ve uçakların, Türk liman ve havaalanlarına girişinin de dâhil edilmesinde ısrar ediyordu. Bir başka sorun da Kıbrıslı Rumların, AB Komisyonu tarafından AB ile Kuzey Kıbrıs arasında kurulmaya çalışılan aracısız ticari ilişki girişimini bloke etmesiydi. Türkiye’nin tutumuna istinaden Güney Kıbrıs, Türkiye’nin adaylık görüşmeleri çerçevesindeki sekiz önemli başlığı bloke etme kararı aldı.

Yakın zamanda, birbirini uzun zamandır tanıyan, aynı ideolojiyi paylaşan ve Ada’da bütünleşme yanlısı başkanlar, Mehmet Ali Talat ve Dimistris Christofias arasında Kıbrıs’ta görüşmeler olmuştur. Şüphesiz, aşmaları gereken sorunlar kolay değildir. Annan planı görüşmelerde gündeme bile gelmemiştir, ama her seferinde yeni formüller üretmek de mümkün değildir. Parametreler hep aynı kalmaktadır. Eğer bir taraf bu parametreleri aşmakta ısrar ederse bu durum, tüm olumsuzlukları ve tehlikeleriyle Ada’nın kesin olarak bölünmesine yol açabilir.

http://www.bilgesam.org/incele/1246/-kibris-sorunu/

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder