14 Ağustos 2016 Pazar

TOKTAMIŞ ATEŞ, HOŞGÖRÜ VE CUMHURİYET





01 TEMMUZ 2004
SERDAR ANT,

Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından  Prof. Dr. Toktamış Ateş,  “Arayış”  isimli  köşesinde haftada  üç gün (Salı, Perşembe, Cumartesi) yazdığı  yazılarla  uzun süredir  Atatürkçü  ve  yurtsever  kamuoyunun  tepkisini  çekiyor.   Kendisine  yönelik eleştirileri , siyasal İslamcı kesimleri  kastederek  “…benim derdim  birlikte  yaşamanın  yollarını  aramak ve  o  çevredeki  ‘kazanılabilecek  gençleri’ karşı tarafa  itmemek”  biçiminde  yanıtlayan  Ateş,  şeriatçılara ödün vermediğini iddia  ediyor. (“CHP’ye  Muhalefet”, Cumhuriyet, 25.5.2004)

Gerçekten  Toktamış  Ateş   “birlikte  yaşamanın  yollarını”  mı  arıyor ?   Amacı, “kazanılabilecek  gençleri karşı  tarafa  itmemek”  mi ?   Bu  sorulara  doğru  yanıtlar  vermek için  Toktamış Ateş’in, öyle  çok gerilere  gitmeden,  son  dönemdeki  yazılarına  ve  tavrına  bakarak  bir değerlendirme  yapmak, sanırım,  aydınlatıcı  olacaktır.

*  *  *

Toktamış Ateş’e  yöneltilen  eleştiriler bundan  yıllar  önce  Abdurrahman  Dilipak  gibi  bir siyasal islamcı  ile   televizyon programları  yapıp,  bu kişinin  fikirlerinin meşrulaştırılmasına  aracı  olması  ile başladı. 

Sonra  Fettullah  Gülen’in  televizyonu  Samanyolu’nun  değişmez  simalarından  ve  Fettullah  Hoca’ya  karşı gösterilen  “saygı”  ve “hoşgörü”nün  savunucularından  biri oldu,  Toktamış  Ateş…   Bu  “saygı-hoşgörü”  ilişkisi  o hale  geldi  ki,  Fettullah  Hoca   ile  el  ele  resim  çektirip  ödüller  aldıktan sonra,  en  sonunda   Fettullah  Gülen’in  “İnsanın  Özündeki Sevgi”  isimli   kitabına   “önsöz”   bile   yazıldı.

Ama  Fettullah  Hoca'nın  kitabına  yazdığı  önsöz   ve  Toktamış  Ateş'in  “hoşgörü”   anlayışı bazı  dikkatli  gözlerden kaçmamıştı.  Ali  Sirmen , 4 Aralık 2003  günü  “Aman Dikkat ! Hoşgörü  Tehlikeli  Bir Kavramdır”   başlığı ile yazdığı  makalede,  “hoşgörü”   kavramını irdeledikten sonra,  Fettullah  Hoca’nın   kitabına  önsöz  yazılmasına  eleştirel  bir  bakışla, Toktamış Ateş’i kastederek, “Hoca'nın  bu konuya  bir  açıklama  getirmesi  belki de  yerinde  olur”   diyordu.

Ne  var  ki, Toktamış  Ateş,  Cumhuriyet  gazetesinde  haftada  üç  gün  yazdığı   bir köşesi  olmasına  rağmen - benim basından izleyebildiğim  kadarıyla-  yanıtı  Zaman  gazetesinden  verdi  ve  “Fettullah Gülen'in  kitabının,  uzlaşma  ve  hoşgörü doğrultusunda  dolu  geçmiş  bir ömrün duygu  ve düşüncelerinin  damıtılmış  hali  olduğunu”  söyledi…

Ne  var  ki  bu  açıklama  pek  ikna  edici görülmemiş  olacak  ki,  Cumhuriyet  yazarlarından   Işık  Kansu  da  bu ‘hoşgörü’   konusunu   köşesine  taşıdı.  Işık  Kansu,  “ ...İstanbul'daki  HSBC  bankasına  bomba  yüklü kamyonetle  girerek kendisiyle  birlikte onlarca yurttaşımızın ölümüne  yol  açan  dinci  terörist  İlyas  Kuncak'ın...  20  yaşındaki kızı  Fulya  Karakuş  babası  ile ilgili bilgi verirken   bir  yerde  şöyle  diyor : ''Babam  30  yaşındayken  bir  arkadaşının  vasıtasıyla  Fettullah  Hoca'nın  Nur  cemaatine  girerek, İslam'a  yönelmiş.”  bilgisini  aktarıp,  “Sayın  Toktamış  Ateş'ten  köşesinde  bu bilginin  de  damıtılmış  haline  ilişkin  -ön  ya  da  son  hiç  fark etmez- bir  söz yazmasını beklememiz  en doğal  hakkımızdır.”  diyordu.  

Tabii,  “sonsöz”  ile  ne  kastedildiği  de  ilginçti !

Peki  sonuç ?

Fettullah Hoca'nın kitabına  yazılan  “önsöz  de  Fettullah  Hoca’nın  “damıttıkları da  hâlâ “cami avlusuna  bırakılmış  bebek”  misali ortada  duruyorlar !..  Tabii  Toktamış  Ateş  de  hâlâ  “lâiklik” ve  “Atatürkçülük” konusunda  otorite   olarak kabul  ediliyor !..

*  *  *

İnsan  “otorite”  olunca  bir  türlü  rahat edemez.  Sık  sık  konferanslara,  panellere  çağrılır,  görüşü  alınır.  Bu  durum  Toktamış  Ateş  için de  geçerlidir.   “Hocamızı”,  Bilim Araştırma Vakfı  da  konferans  vermesi  için  davet  etmiş  zamanında…   

“Yeniden Anadolu  ve  Rumeli  Müdafaa-i Hukuk”  dergisinin  Nisan  2004  tarihli 67.  sayısında  “Kim Kimdir ?”  başlığı ile yayınlanan  yazıda (s.3-4),  Prof. DrToktamış  Ateş’in  (1.6.2000  tarihinde),  “Adnan  Hoca  olarak  tanınan  Adnan  Oktar  ve  kurduğu vakfın  bazı üyeleri  yargılanırken  onların ne  denli Atatürkçü olduklarını  belirtmek  için   kaleme alınmış  bulunuyor”  şeklinde  tanımlanan bir mektubu  yayınlandı.  Dergi bu  belgenin  tıpkı  basımının  Bilim  Araştırma Vakfı’nca  yayınlanan  “Bilim Araştırma  Vakfı Davası”  adlı  kitabın (İstanbul, 2002) 398.  sayfasından yer  aldığını belirtiyor.  Sevgili  Hocamız  mektubunda  şöyle  diyor  :

“Kesin tarihini şimdi tam  anımsayamamakla  birlikte,  1990’ların  ortalarında  Bilim Araştırma  Vakfı üyesi bazı  öğrencilerimin ricaları  üzerine  sanıyorum, “Günümüzün Atatürkçüsü”  başlıklı  bir konferans  verdim. 

Vakfın  düzenlediği konferans  İstanbul  Hilton Oteli’nde  gerçekleşti ve  aydın görünümlü,  şık  bir gençlik  grubu  tarafından ilgiyle  izlendi. Konferans  sonrasında  güzel sorular  yönelttiler ve  kendi  özgün düşüncelerini de  dile getirdiler ki,  bu düşünceler  ve  sorularda  rahatsız  edici  ya  da art  niyet  saklı  bir  şey  görmedim. Ülkemizin seçkin okullarında  okuduklarını  saptadığım  bu  gençlerimizin  Atatürk’e  ve Atatürkçülüğe  karşı olan  ilgi   ve  sevgilerinden   mutlu  oldum  ve  bunu  orada  ifade ettim.

Bu  satırları  kendi  ricaları  üzerine  kaleme aldım.

Toktamış  Ateş
1.6.2000”

Görüldüğü  gibi  arkadaşlarının  “Tokta”  şeklinde  hitap ettiği  sevgili “hocamızın”  “hoşgörüsü”  sadece  Fettullah  Hoca’yı  değil,  Adnan (Oktar)  Hoca’yı  da  kucaklayacak kadar engin !.. 

*   *   *

İnsan  bu  derece  engin bir  “hoşgörü”  sahibi  olunca  Recep Tayyip  Erdoğan  ve AKP’ye  olumsuz  bakabilir mi ?  Başkalarını bilemem  ama,  “hocamız”  bakamaz !...

26  Ekim  2003  tarihli Aydınlık’tan  öğrendiğimize  göre, İzmir'deki   Rotary  Kulüpleri,  Prof. Dr. Toktamış  Ateş'e  “Üstün  Meslek Adamı  Ödülü”   veriyor.

Ege  Palas  Oteli'nde  düzenlenen ödül  töreninde  konuşan,  2440. Bölge  Rotary  Federasyonu  Genel  Sekreteri Salih  Menteşe, Prof. Dr. Ateş'i, Cumhuriyet'in  80.  yıldönümünde  “Atatürkçülük çalışmaları  ve gençleri  Atatürk  ilkeleri  doğrultusunda  akademik anlamda eğiterek  topluma kazandırması”ndan  dolayı, bu  ödüle  layık  gördüklerini  söylüyor.

Rotaryenlerin  ödüllendirdiği, “gençleri Atatürk  ilkeleri doğrultusunda  eğiten”  Toktamış  Ateş  ise,  bir gün  önce,  22  Ekim'de  katıldığı panelde  de,  “AKP  iktidarının  siyasal islamı temsil  etmediğini”  savunuyor.

Cumhuriyet'in  80. yılı  etkinlikleri  kapsamında  Kültürpark  Tenis  Kulübü  ve  Denizbank'ın katkılarıyla  tenis  kulübünün  fuardaki tesislerinde  “Cumhuriyet  ve Olası  Tehditler,  Tehlikeler”   konulu  panelde konuşan Prof. Dr.  Ateş,  cumhuriyetin çok  ciddi  ve  hafife  alınmaması, “ancak  çok  da  abartılmaması”  gereken  tehditler  içinde  olduğunu iddia  ediyor.  Ateş, her seçim döneminde  siyasal islamı  iktidara  taşımak isteyenlerin seçime  katıldığını  belirterek  “AK Parti iktidarı  sizi  yanıltmasın. Onlar  Türkiye'deki  siyasal islamı  temsil  etmiyor”   diye  konuşuyor.  Toktamış  Ateş  “cumhuriyeti  tehdit  eden unsurları”  ise  etnik  temele dayanan ayrılıkçılık , siyasal  İslamcılar   ve toplum  içinde  aydın geçinen  süper  zekalılar   olarak üçe  ayırıyor” ve    siyasal  islamın temsilcisi  olmadığını iddia  ettiği  AKP  iktidarının,  cumhuriyeti  tehdit  etmediğini  savunuyor !..

*  *   *

İnsan,   bir  “tarikatlar koalisyonu”  olan  AKP  iktidarını,  siyasal  islamın  temsilcisi  olarak  görmez ;  Kıbrıs, Irak, AB, özelleştirmeler, Kamu  Yönetimi Reform  Tasarısı, YÖK ve  TÜBİTAK   konusundaki icraatı  ortadayken,  kadrolaşma  girişimleri  ve  İmam  Hatipler  hakkındaki   planları   belliyken   Türkiye  için  bir tehdit  olarak  değerlendirmezse,  ABD  Dışişleri Bakanı  Colin Powell’ın  Türkiye’yi  bir  “ılımlı islam  cumhuriyeti”  olarak  tanımlamasını  neden  yadırgasın ki ?

Hocamız  da  yadırgamıyor zaten  ve  10 Nisan  2004  tarihli  “İslam Toplumu”  başlıklı  yazısında  Powell’ın söylediklerini  “cahilliğine” veriyor :

ABD  Dışişleri Bakanı  C. Powell’ın   geçen  hafta dile  getirdiği  ve  Türkiye’yi,  Irak  gibi  bir  “ılımlı İslam”  toplumu olarak    görmesi,  duygusal  “çıkışlara” yol  açtı.  Aslında  ABD  halkı,  “cahil”  bir halktır  ve  askerlikten gelme  Dışişleri Bakanı’nın  da  böyle  bir  yanılgı içinde  olmasını  fazla  abartmamak  gerekir…. “

C. Powell’ın sözlerini yorumlayan kimi yazarlarımız, bu ifadenin  ABD’nin  gördüğü  değil, “görmek istediği”  Türkiye’nin  tanımlanması olduğunu düşünüyorlar.  Bunun  ABD’nin Türkiye için  biçtiği kumaş  olduğunu düşünüyorlar. 

Ben  böyle  düşünmüyorum.  Bence Powell   Türkiye’de  halkın  çoğunluğunun Müslüman  olmasına karşın  bir şeriat  düzeni  olmamasına  bakarak  ve  kısa  dönemde  böyle  bir olasılığın  olmamasını düşünerek  Türkiye’deki düzeni  “ılımlı İslam”  olarak  isimlendirmiştir.

Ve  benzer  bir düzeni, Irak için  temenni etmesini de  doğal  karşılamak  gerekir.  Şu  anda  ABD’nin Irak için  istediği tek düzen,  Saddamsız,  “istikrarlı”  ve  “itaatkar”  bir Irak’tır. Kuzey  Irak’taki Kürt  liderlere  teslimiyetinin  ardında  da,  istikrar  arayışları  ve  Kürtlerin  bir  İslam şeriatına  boyun eğmeyiş  olmaları  yatmaktadır.”

Toktamış Ateş,  “ılımlı  islam”  kavramının  “aşırı olmayan  islam”  değil,  “ABD  dış  politikası ve  çıkarları ile  uyumlu islam” anlamında  kullanıldığını  bilmez  mi ?   Bilir  ve  bunu  bildiği  için  de  “ılımlı islamın  halifesi”  olarak ABD’de  hazırlanan Fettullah  Hoca  üzerinden  “damıtılmış  Atatürkçülüğü” ile  tavrını  alır !...  Kendini  “iflah olmaz  Atatürkçü” olarak  tanımlayan  “hocamıza”,  Bilgi  Üniversitesi gibi  II. Cumhuriyetçi  düşüncenin  karargâhında mütevelli heyeti  üyeliği yaparken,  ABD  ve onun  “ılımlı islam” projeleri  ile ters  düşmek yakışmaz  herhalde ! 

Hele  ki  insan  bu  derece  “hoşgörü”  sahibiyken  !..

*   *   *

Öte  yandan  Toktamış  Ateş’in  bu engin  “hoşgörüsünün”   sadece  şeriatçı  kesime  yönelik  olmadığını görüyoruz. 

Toktamış  Ateş,  20  Nisan  2004’te  “Ege  İzlenimleri”  başlığı  ile  yayımlanan  yazısında  son   yaptığı  seyahatten izlenimlerini aktarıyor. Türkiye’nin gündeminin  bu  derece  yoğun olduğu  bir  dönemde, Kıbrıs’ta  referanduma  5  gün   kala,   Toktamış   Ateş’ten,  Yörük  Ali  Efe’nin  memleketi  7  bin nüfuslu  Yenipazar’da   8  pideci  olduğunu ;  Ateş’in,   Mehmet  Usta’nın  dükkanına  götürüldüğünü,  “önce  biraz  nazlandıysa”  da  “sonra  unutulmaz  lezzetteki  fraklı ve  katıklı pidelere  daldığını”  öğreniyoruz !.. 

Ne  diyelim,  afiyet  olsun !.. 

Arkasında  hiçbir  holding desteği olmayan,  her  gün  20  sayfa  gazeteyi  çıkarmak için  “20 bin  derde”  katlanan,  kimi  zaman  çalışanlarına  ücret ödemek  için bile  olmadık  hesaplarla  boğuşmak  zorunda  kalan  Cumhuriyet  gazetesinde,   Toktamış  Ateş’in  “pide  maceralarını” dinlemekte  bir  mahsur  var mı,  bilmiyorum !  

Ama Hocamızın  engin  “hoşgörüsünün”   sadece  Fettullah  Gülen,  Adnan Oktar, Abdurrrahman  Dilipak   gibilerle   sınırlı olmadığını,   “liberal”  kesimden  “değerli” şahsiyetleri de   kapsadığını  görüyoruz.   “Hocamız”  bu   “hoşgörüsünün”  ne derece isabetli olduğunu,  tarihsel  şahsiyetlerin  tanıklığı  ile  ispatlıyor  bizlere !..

“Ege  İzlenimleri”  başlıklı  yazıdan  öğreniyoruz  ki,  Bilgi Üniversitesi  mütevelli Heyeti  Başkanı  Oğuz  Özerden’in  Yörük Ali  Efe ile yakından  alakası varmış !..  Nasıl  mı ?  Toktamış  Ateş’ten  dinleyelim : 

“…İstanbul   Bilgi  Üniversitesi’nin kurucularından  ve  Mütevelli  Heyeti  Başkanı  Oğuz  Özerden’in  masasının  arkasında, bir  kısmı  oturan,  bir kısmı  ayakta poz  vermiş  olan bir  “efe  fotoğrafı”  dururdu….  Bu fotoğrafta,  ortada  oturan Yörük Ali’nin  sağındaki kişi, çetelerin  ‘koordinatörü’  durumundaki    sivil görevli  Oğuz Bey,  bizim Oğuz’un  dedesiymiş. İşte  bu  fotoğrafı, büyüterek ve  çerçeveleterek  Yörük  Ali  Efe  Müzesi’ne  armağan ettik.”  

Toktamış  Ateş,  “tarihi” önemdeki   bu  bilgiyi  ifşa  ettikten  sonra  ekliyor :

“… Oğuz  Özerden’in  dedesi  fotoğrafın  arkasına  kendi el yazısıyla  ‘torunum tarihçi  olacak’  diye not düşmüş.  Bu  dileği, kimi  kişiliksiz  meslektaşlarımız  nedeniyle  gecikmiş  olsa  bile  bu  vasiyetin bir  gün  gerçekleşeceğine  inanıyorum.”

Toktamış   Ateş  de  üzerinde  durduktan  sonra,   “tarihçi”  namzeti,  “efe  torunu”  Oğuz  Özerden’i  biraz  daha yakından  tanımak,  “hocamızın”  “hoşgörü”  anlayışını  doğru değerlendirmek için  yararlı olacaktır.

Önce  kendi  ağzından  tanıyalım “bizim  Oğuz”u…

“9/6/1963 doğumluyum. Ankara Maltepe İlkokulu, Ted Ankara Koleji ve Beyoğlu Atatürk Lisesinin ardından 1986 yılında İstanbul Üniversitesi, İktisat Bölümü - Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldum. 1989'a kadar Yeni Asırgazetesi Dış Haberler editörü ve Yayın Kurulu üyesi olarak görev yaptım. Ardından Milli Eğitim Bakanlığı lisans üstü yurtdışı burs sınavlarını kazanarak İngiltere'ye gittim.
1991 yılında University of Cambridge'de 'İngiliz Basınının Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ndeki Dönüşümü Algılayışı' başlıklı tezimle Master of Philosophy derecesi aldım. Bu tezle, medya-siyaset-kamuoyu arasındaki etkileşimleri anlamaya çalıştım. 

Yine 1991'de İngiliz 'Legion Telecommunications' grubuyla Alo Bilgi Telekomunikasyon Hizmetleri adlı şirketi kurup 1994 yılına kadar Genel Müdürlüğü'nde bulundum. 
1992-1995 yılları arasında; Bilgi Hastanesi, LCV Reklam Hizmetleri, Alo Market, ART TV Yapım ve Açık Radyo'nun kuruluş ve/veya yönetimlerinde aktif görev aldım. 
1993 yılında ATV'nin kuruluş döneminde yayın yönetmenliğini kısa bir süre üstlendim. 
1994 yılında Bilgi Eğitim AŞ. adlı şirketimizin hayata geçirdiği, İstanbul School of International Studies (ISIS) kariyerimde iletişimden eğitime geçişin dönüm noktası oldu. ISIS'te University of Portsmouth ve London School of Economics'le ortak eğitim programları düzenledik. Aynı yıl Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı'nı kurarak İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin temellerini attık. Vakfın Kurucular Kurulu Başkanlığını üstlendim. 
1996 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi kuruldu. 1996'dan bu yana Üniversite'nin Mütevelli Heyeti Başkanlığı'nı ve İcra Kurulu Başkanlığını yürütüyorum. Yönetici olarak en büyük hayalim Üniversitemizin gıpta edilen bir 'sinerji' yaratmasına ve toplumda yenilikçi, üretken, dayanışmacı ve etik değerlerin öncüsü olmasına katkıda bulunmak.”

Maaşallah  bizim  “efe   torunu”nda  “yok”    yok !..  Her  şey var,  ama  bir  tarihçilik  yok !  Ne  yapalım,  “kimi  kişiliksiz”  akademisyenlerin  gözü kör  olsun !..   

“Bizim  Oğuz”  özgeçmişini  anlatırken  üstü kapalı geçiyor  ama,  asıl  ününü  girişimci  bir  işadamı olarak  Alo Bilgi, Alo Market gibi  ”şeytanın bile aklına gelmeyecek” yollarla para kazanmayı  bilmesine  borçludur.  Bilindiği gibi,  “Alo Bilgi”, ülkemizdeki 900'lü telefon hatlarıdır  ve Oğuz Özerden 900'lü hatların ilk kullanıcısıdır.  Allah rahmet  eylesin, mekanı  cennet  olsun, “merhum”  Turgut Özal'ın,  başbakanlığında yaptığı son icraatı da  900'lü hatları özel kullanıma açtırması olmuştur !..

Tabii,   1963  doğumlu, “çiçeği  burnunda”  bir  girişimci  olarak  “bizim Oğuz”  önemli  Türk  büyüklerinden  “merhum” Özal’ı  nereden  tanısın ?  İşte o  fırsat  da,  Bilgi Üniversitesi'nin kurucularından ve mütevelli heyeti üyelerinden, eski  ANAP milletvekili ve Türk-Avrupa Parlamento Dostluk grubu eş başkanı, Türk Demokrasi Vakfı başkanı  olan Bülent Akarcalı  ile  “dostlukları” sayesinde doğmuştur.  900'lü telefon hatları bu şekilde  işletilmeye  başlayacak  ve  “bizim Oğuz”  “çiçeği burnunda”  girişimcilikten,  Akarcalı’nın  deyimi ile,  üniversite  “patron”luğuna  bu  şekilde  sıçrayacaktır !...

Tarihin  cilvesine  bakın  ki,  Bilgi Üniversitesi'nin kurulduğu dönemde Şişli Belediye Başkanı da  ANAP'tan Gülay Aslıtürk' tür.

Şu  anda  yurtdışında  “kaçak”  olarak yaşayan  Gülay  Aslıtürk  de  sermaye  birikimi sürecinde  “ahlaki ilkelere”  bağlı kalma  konusunda  bizzat  kendi –daha  sonraki -  “pratiği”  ile  örnek gösterilecek  bir  kişi  (!)  olarak  “bizim Oğuz”a  elinden  gelen yardımı yapmaktan  geri  kalmamıştır.

‘‘İstanbul İli Şişli eski Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk (Atığ) ile Encümen eski üyeleri -1994-1999- mülkiyeti belediyeye ait Mecidiyeköy Mahallesi'nde bulunan (2) parsel halinde toplam 7.006 metrekare arsa ve bu arsa üzerinde takriben 10.500 metrekare kapalı alanı bulunan binanın intifa hakkını yıllık bir milyon lira bedelle 49 yıllığına, özel bir kuruluş olan Bilgi Üniversitesi'ne”  belediyeyi 940.751.000.000. TL.zarara  uğratarak vermekten kaçınmamışlardır !   (Yalçın BAYER,  “Londra’da Bir Yargıç”, Hürriyet, 8.1.2000)

Ama  Bilgi  Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi  Toktamış Ateş,  Cumhuriyet'te 7.1.2000 tarihinde  yayınlanan   ‘‘İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Gülay Aslıtürk’’ başlıklı yazısında,  Aslıtürk  için Veli Göçer benzetmesi  yapmakta  ve  ‘‘... Aslıtürk, Türkiye'ye  iade edilir ve yargılanırsa, nasıl bir sonuç alınır bilemem. Fakat, Türkiye'deki diğer ilçe belediye başkanlarının bir kısmından, 'daha az kirli' olduğunu düşünüyorum. Yani, ne suçlandığı kadar 'suçlu', ne de kendini savunduğu kadar 'suçsuz...demektedir.  

Ateş,   “devlet kaynaklarının vakıf üniversitelerine aktarılmasını doğru” bulmamakta  ama  “belediyenin yılda 1 milyon TL'ye verdiği trilyonluk arazi”yi de kamunun malı olarak  saymamaktadır !.. 

Bu  süreçte  Oğuz Özerden,  Alo Bilgi hatları  işletmeciliği ile başlayıp  üniversite  “patronluğu”  ile  sürdürdüğü ticari kariyerini,  Soros  Vakfı  üyeliklerine  taşıyacaktır !.. “Bizim Oğuz”, bütün bu ticari faaliyetlerine  ek olarak,   bugün Türkiye’de  TESEV, Açık Radyo, Açık Site, Bianet, Umut  Vakfı, AÇEV, Tarih Vakfı  ve Avrupa Hareketi  gibi “sivil  toplum  kuruluşlarına”  mali destek veren  Soros Vakfı’nın  Türkiye  temsilciliği niteliğindeki  Açık Toplum Enstitüsü'nün  yönetiminde  de  yer almaktadır. 

Kısacası, “kimi kişiliksiz”  akademisyenler  tarafından  “tarihçi”  olma  şansı elinden  alınan “efe  torunu” bizim Oğuz, bu  ilişkilerinin,  Alo Bilgi  hatları  işletmeciliğinden  Soros  Vakfı üyeliklerine  uzanan  ticari  ve  siyasi kariyerinin tarihini  yazsa  ya  da  bu konuda Toktamış  Ateş’in  danışmanlığında  bir  doktora  tezi  hazırlasa  fena mı  olur !.. Hem  üniversite  dünyamız  “kişilikli”  akademisyenler  kazanır,  hem  de  bu  doktora  tezinden bir  kopyayı da  Yörük Ali Efe  Müzesi’ne  bağışlarız !..

*   *   *

Ancak  engin “hoşgörülü”  Toktamış  Ateş  “hocamızın”, bu  “hoşgörüyü”  kimi  “süper zekalı Kemalistler”e  de  neden göstermediği  merak  konusudur.  İşte  bu  noktada  Toktamış  Ateş’in  “hoşgörüsünün” sınırlarına  geliyoruz.

Toktamış Ateş,  8.4.2004  tarihli  “1930’ların  Kemalizmi  ve  Kemalistleri”  başlıklı  yazısında,  1930’lar dönemini  “savunuyor” !..  Ama  yazının  yarısından  fazlası  1930’ları  gözlerden saklamaya  ya  da  hatalı bir  şekilde  sergilemeye  ayrılmış. Ama  daha  ilginç  olanı,  Toktamış  Ateş’in, 1930’lar  bir  yana,  Atatürk  dönemi  hakkında yaptığı  değerlendirmelerdir.   “Süper  zekalı Kemalistler”   gibi  özgün (!)  kavramlarla  çözümleme  yapmaya  çalışan  Ateş,  “Atatürk’ün yaşadığı  dönemde  yaşama  geçirilen  tüm uygulamaların  arkasındayım  ve  savunucusuyum. Ancak  birileri  bu uygulamaları günümüze  taşımaya  kalkarlarsa, buna  karşı  çıkarım”  demektedir. Üniversitede  “Devrim Tarihi”  dersleri veren,  bu  konuda  kitaplar  yazan,  kendini  “Atatürkçü”  olarak  tanımlayan  Ateş,  Atatürk  devrimlerinin  günümüze  taşınmasına  niye  karşıdır ?

Denebilir ki,  Toktamış  Ateş’in  kastettiği  Atatürk devrimleri  değil,  İstiklâl Mahkemeleri, Güneş-Dil Teorisi  gibi belli bazı  uygulamalardır. Bu  bakımdan  Ateş’in  bu tür  bir  “karşı” olma  durumu  söz  konusu  değildir.

İstiklâl  Mahkemeleri  uygulamalarının ağırlıkla  1920’lerde yer aldığı gerçeği bir  yana,   bir  akademisyen - üstelik kendini  Atatürkçü olarak tanımlayan  biri -  olarak,  ne  derece karşı  olursa  olsun,  ne  derece  eleştirirse  eleştirsin  1930’lardaki dil  ve  tarih  çalışmalarının  bir parçası  olan  “fikirleri”,  adı  geçen yazıda,   “ipe  sapa gelmez”, “zırva”  gibi  İkinci. Cumhuriyetçi takımının  Atatürk dönemi değerlendirmesinde sık sık  başvurduğu  kelimelerle  nitelemesi,  Ateş’in  bir  zamanlar  bu  konulara  geceler  boyu  emek  harcayan  Mustafa Kemal Atatürk’e  nasıl  bir  “saygı” ve  “sevgi” beslediğinin de dışavurumu  değil  midir  aslında ? Ama daha önemlisi sanki 1930’ların sadece  bu  uygulamalardan  ibaretmiş  gibi  gösteriliyor olmasıdır. 

1930’lar  dendiğinde  akla  gelen sadece  Güneş-Dil  Teorisi  ya  da  -Toktamış  Ateş  belirtmemesine  rağmen-  İkinci. Cumhuriyetçi  takımının  dile  getirmekten  pek  hoşlandığı  parti-devlet  bütünleşmesi  midir ? 

1930’lar  incelendiğinde  ve  nesnel  bir değerlendirmesi yapıldığında  olumlu  uygulamaların olumsuzluklardan  çok  daha  ağır  bastığı  görülecektir.  Bu dönemde  Türkiye’yi  ziyaret eden  yabancı  liderler,  ülkemizin  katıldığı ya  da  Türkiye’de  yapılan  uluslararası  toplantılar,  ekonomi, tarım, sanayi,  ticaret, spor, sanat  ve   kültürde  kazanılan ulusal ve  uluslararası başarılar  saymakla  bitmez…  Ama bütün  bunlar  önemli değildir.  Ve  uzmanlık alanının  Devrim Tarihi olduğunu  söyleyen  bir profesörün  aklına  1930’lar  deyince  sadece  İstiklâl  Mahkemelerive  Güneş-Dil Teorisi  gelmektedir !..

Burada  söz konusu  olan  her dönemin  olaylarının  ortaya  çıktıkları  şartlar  çerçevesinde değerlendirilmesi  de değildir.  Zira  Toktamış  Ateş    bu tespiti   1930’ların  Kemalizmini  eleştirmek  amacıyla yazdığı  bir  yazıda  yapmaktadır.  Atatürk  döneminin sadece  1930’lardan  ibaret olmadığını,  1930’larda  yapılanların  da   sadece  bu  iki  örnek   ile  gözlerden düşürülemeyeceğini  bilecek kadar tarih  bilgisine  sahip  olan  Toktamış Ateş,  aslında “toptancı”  bir  tavır  içindedir… Spesifik  örneklerden  bahsetmemekte, “tüm  uygulamalar”  demektedir. 

Bu  bağlamda  eleştirilmeyi  hakkeden  de  Atatürk döneminde  yapılan  diğer  bir çok önemli  uygulamanın  günümüze  taşınmasına  karşı  çıkılmasıdır. Mesela  “Tevhid-i Tedrisat  Kanunu”, “Türkçe ezan”,  “Halkevleri”, “dilde  Türkçeleştirme çabaları”, “hukuk devrimi”,  “kılık kıyafet  devrimi”,  kısacası  DEVRİM KANUNLARI   içinde sayabileceğimiz  tüm uygulamalar…  Toktamış  Ateş’in hesaplaştığı  budur ve  meselenin  tarihte  meydana  gelen olayların,  meydana geldikleri   somut  şartlar  çerçevesinde  değerlendirilmesi gerektiği   ilkesi  ile  alakası  yoktur.  Eğer İstiklal Mahkemeleri  ya  da   Güneş  Dil  Teorisi  eleştirilecekse –ki  bu  uygulamalar  da   eleştiriden  azade  değildir-  o zaman  “Atatürk'ün  yaşadığı  dönemde  yaşama  geçirilen  tüm uygulamalar…”  demenin  ne  anlamı vardır ?  Atatürk sadece  1930’larda  mı yaşamıştır ?

Öte  yandan bu tutum,  sadece  “1930  dönemi  eleştirisi” ile  sınırlı  kalmamakta, Lozan’da  ödün  verilip  verilmediği  konusunda  yazılanlarla  tartışma  başka  boyutlara  taşınmaktadır. 

“İki haftadır yazmamama karşın ; okurlarımdan  bazıları (beni  gazetelerinde görmemek  istemediklerini  de  vurgulayarak)  özellikle  Lozan  Barış görüşmeleri  ile ilgili  beni  eleştiriyorlar.”   cümlesiyle  başlayan   18 Mayıs 2004 tarihli  “Anlatılanı  Anlamamak”   başlıklı yazısında   Toktamış Ateş ,   Mustafa Kemal'in  Lozan  görüşmelerinde  ödünler  verdiği   hakkındaki görüşlerini   tekrarlamaktadır. 

Haftada  üç  gün  yazdığı Cumhuriyet gazetesini, (“gazetemizde”  biçiminde  değil  de) “gazetelerinde”  diye  niteleyecek  kadar  bu kuruma  yabancılaşmış olan  Ateş,  karşı  görüşte  olanları  nasıl tanımlamaktadır  peki  ?  “Hocamızın”  satırlarını okuyalım :

“Atatürk'e  duyduğumuz  derin sevgi ve  hayranlığı  kullanarak ve bu konuda bir duygu sömürüsü oluşturarak  'cehaletlerini', 'farklı  beklentilerini'  vb. saklayan,  omurgasız  çok  insan gördüm ve  tanıdım.  Ama  bazen öyle  oluyor ki, 'Cehalette bu derece  inat  etmek  de  çok’  diyorum.”    

Böylece  Toktamış Ateş  gibi  düşünmeyenler,  Cumhuriyet  devrimlerine  ve  kazanımlarına  sahip  çıkanlar da  “cahil”ve omurgasız   olmaktadırlar !..

Tabii  aynı  yazıda   Toktamış  Ateş’in   George Orwell 'in  1984 isimli romanından hareketle  Mustafa Kemal  ile  Stalin arasında  dolaylı  bir  benzerlik  kurmasına  ve  Atatürk'ü  “büyük birader” olarak  anıştırmasına  da,   biz  de  “hocamızı”   örnek  alarak “hoşgörü” ile  yaklaşmalıyız !..

*  *  *

Aslında  Toktamış  Ateş’in  Mustafa Kemal'in  Lozan'da  ödün  verdiğini  savunması değil, bunu  hangi şartlar  altında  dile  getirdiği önemlidir. 

Nedense  çoğu  kişinin  aklına  “Lozan'da verilen  ödünler”   denildiğinde   Musul  ya da  Kıbrıs  gelmektedir.  Oysa  Osmanlı  borçlarının,  Türkiye  Cumhuriyeti'nin  toprak  miktarına  denk  düşen  oranı olan, %61'lik kısmının  ödenmesinin kabul edilmesi  ya  da genç  Cumhuriyet'in  1929  yılına  kadar gümrükler  üzerinde  kesin bir  kontrole  sahip  olamamaya razı  olması  da  Lozan'da  verilen   ödünler  arasında  sayılabilir. Ya  da  Boğazlar  üzerindeki haklarımızı  1936 yılına  kadar  ertelememiz de…  Ama bugünlerde ödün deyince  hemen  “Kıbrıs”  ya  da  “Musul”  hatırlanmaktadır.

Kısacası verilen mesaj,  Mustafa Kemal'in  bile  vazgeçtiği  bu yerler üzerinde  bugün  emperyalizmi  ürkütecek  politikalar  düşünülmemesidir. Üstelik,  “Mustafa Kemal’in  kurduğu ulus-devletin  bittiği”ni  ilan  eden  ve  “Mustafa Kemal  en büyük  ver-kurtulcudur” diyen  Baskın  Oran  gibilere   ve  onların  savunduğu  kesimlere de  selam gönderilmektedir. Ayrıca  RTE'nin   “Dünya  Gerçekleri   ile  Çelişmemek”    biçiminde  meşrulaştırmaya  çalıştığı teslimiyetçi   dış  politikaya  tarihsel  meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır.

Annan  Planı’nın  “müzakere  edilmeye  değer bir  plan  olduğunu vurgulayan”  ve  “Ocak  ayından  beri  süren son  aşama  ile  ilgili  umutlu  olduğunu”  ifade  eden (Garip İşler, Cumhuriyet, 17.4.2004)  Toktamış Ateş’in  Lozan  konusundaki değerlendirmelerinin  günlük  pratik-politik  anlamı  ancak  bu çerçevede anlaşılabilir.

Bu bağlamda,  Mustafa Kemal'e  bir  yandan  “derin  sevgi ve  hayranlık”  duyulmakta, öte  yandan “big brother”  benzetmesi yapılabilmektedir !.. Buna  karşı  çıkanlar  da  “omurgasız”  ve  “cahil”   olmaktadır !

“Hocamızın”  Adnan Hoca’dan   Dilipak’a ;  Fettullah  Gülen’den Oğuz  Özerden’e  kadar  geniş  bir  kesimi  kucaklayan “ Hoşgörüsü”,  bu  “omurgasız” ve “cahil”  diye  nitelenen   kesimleri   dışlamaktadır.

*   *   *

Toktamış  Ateş’in    bu  “hoşgörüsü”  eleştirilmekle  ve  tepkilere  neden olmakla birlikte  sahip olduğu  ilişkiler  çerçevesinde  -kabul  edilmemesine ve  hoş görülmemesine  rağmen-  anlaşılabilir !..   Atatürkçü ve  yurtsever  kamuoyu  tarafından  anlaşılamayan ise Cumhuriyet  gazetesinin hâlâ  neden  Toktamış Ateş’e  hoşgörü  gösterdiğidir. 

Türkiye'de,  medyanın  tüm  organları ile  nasıl  bir şakşakçılık  ve  iktidar  yalakalığı  içinde  olduğu  herkesin  bildiği  bir gerçektir.  İlhan Selçuk'un deyimiyle  "çamur içindeki Türk  medyası" bu  yolda   tüm  mesleki ve ahlaki  değerleri  ayaklar  altına  almış  durumdadır.  Bu  "ahval ve  şerait  altında"  Cumhuriyet  gazetesi  ilkeli tutumunu  sürdürerek  iktidara boyun  eğmemektedir.  Dolayısıyla  tüm  demokrat, bağımsızlıkçı,  laik  güçlerin  saygı  duyduğu  ve  savunduğu  bir yayın organı  olan  Cumhuriyet  gazetesi  desteklenmeli,  güçlendirilmelidir. 

Cumhuriyet  sadece bir  gazete  değil, cumhuriyetin aydınlık yüzüdür. 

Cumhuriyet'i savunmak  cumhuriyet'i  savunmaktır. 

Ne  var  ki,  bu  duygu  ve  düşünceler  içinde  olan  biri, gazetesini  desteklemeye, savunmaya  ve  diğer  medya organları  gibi  olmadığını  dillendirmeye başladığında  karşı  cepheden  gelen şu  sözlerle  karşılaşabilmektedir :

"İyi  de,  Cumhuriyet  gazetesi  demokratik ve  laik  Türkiye'nin  savunucusu  bir  gazete  olarak  bu hedefle  tutarlı  bir çizgi izlerken,  "ılımlı islamı"  hoş göstermeye  çalışan, Fettullah  Gülen ile  el  ele  resim çektirip  kitaplarına önsöz  yazacak  kadar  içli dışlı olmuş bir yazarın  ne  işi var gazetede ?" 

Bu  soru  nasıl  yanıtlanabilir ?  "Demokrasi”, “düşünce  özgürlüğü" diyerek mi,  yoksa  "hoşgörünün"  gereği   şeklinde  mi !..

Bu  hoşgörü nerede  başlar,  nerede  biter ?   Tarikat liderini  savunmak  ne zamandır “demokrasinin  gereği” olmuştur ?   Eğer o kadar hoşgörülüysek, oldu  olacak,  Fettullah Hoca’ya  da  sütunlarımızı açalım !..  Ya  da  Colin  Powell’ı   meşrulaştırdıktan  sonra  Bush’u  övmemek  için  bir  neden  var  mıdır  ?..

Cumhuriyet sadece bir gazete değilse ; cumhuriyet'in  aydınlık  yüzü, cumhuriyet değerleri ve  ilkelerinin  savunucusuysa, gazetenin  gerçek sahibi olduğu iddiasındaki cumhuriyet okurlarının ve  yönetiminin  de  bu değerleri  aşındırmaya  soyunanlara  karşı  uyanık  olmaları  gerekmez  mi ? Zaten bütün  medyayı sarmış olan  bu tür propagandanın  cumhuriyetimizin  kaybedilmeyen  nadir mevzilerinden  biri  olan  Cumhuriyet'te  de  yapılmaması için  gayret gösterip,  en  azından  tepkilerini ifade  etmeleri  beklenmez  mi ?...

Başka yayın  organlarında  bu tür  İkinci  Cumhuriyetçi   “inciler”in  sabahtan  akşama  kadar  dillendiriliyor  olması Fettullah  severlerin  benzer şeyleri  Cumhuriyet'te  de  yapmalarını meşrulaştıramaz.  Zira  "suî misal, emsal olmaz !..." 

Mesele  “hoşgörü”  meselesiyse  Toktamış Ateş’e  haftada  üç gün yazması  için  köşe  veren  Cumhuriyet  gazetesi  ve  gazetenin sahibi  olduklarını iddia  eden  “Cumhuriyet  Okurları” daha  ne  kadar “ hoşgörü ” göstereceklerdir ?

Ali   Sirmen’in  yazısının  başlığını  hatırlatmakta  fayda  vardır  :  “Aman Dikkat !  Hoşgörü  Tehlikeli  Bir Kavramdır.


..

TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR!




TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR!

SERDAR ANT,
01 ARALIK 2004


AB  tartışmaları  tüm  hızı  ile  sürüyor. Ama  soruna  hep  Türkiye’nin  AB  üyeliğinin  hangi şartlar altında  ve  ne  zaman  gerçekleşebileceği,  bunun için  de yapılması  ve  yapılmaması  gerekenler  çerçevesinde  yaklaşılıyor.  Bu  noktada  iki ana  grubun oluştuğu söylenebilir :  AB  üyeliğini  destekleyenler  ve  karşı  çıkanlar…

Birincilere, yani AB  üyeliğini  destekleyenlere,  göre üyelik Türkiye’yi uygar bir ülke  haline  getirip,  ulusal  bir  hedef olarak  benimsen  “muassır  medeniyet  seviyesine”  ulaştıracaktır. Zaman içinde  Türkiye  demokrat,  insan haklarına  saygılı, hukukun  üstünlüğünün geçerli olduğu, ekonomik ve sosyal sorunlarını  çözmüş  bir ülke olacaktır. 

İkinci  grup  ise,  bu hedeflere  AB’ye  üye  olmadan  da  varmanın  mümkün olduğunu, üstelik Türkiye’nin AB’ye üye yapılmayacağını,  AB’nin   Türkiye’yi  tam  üye  olarak  içine  almak  gibi  bir  niyeti  olmadığını, asıl amacının, Türkiye’ye  kesin olarak  “hayır”  demeden,  ama  tam   üyeliğine  “evet” de  demeyerek,  onu  uzun yıllar  AB  “kapısında”  tutarak  bu  durumdan kendi  çıkarları  doğrultusunda  yararlanmak  olduğunu  söylüyor. 

Bu  bağlamda  Avrupa Parlamentosu Başkanı Joseph Borrel’in  “dini veya kültürel sorunlardan değil, büyük ve fakir olması nedeniyle Türkiye’nin AB üyeliği endişe oluşturuyor’’   şeklinde  konuşup,  Türkiye  ile  müzakere  sürecinin  10 ya da 15 yıl sürebileceğini belirten, “Bu süre sonundaki Türkiye, şu andaki Türkiye olmayacak’’  biçimindeki   kehanetleri (!)  akla   AB’nin  niyetleri  konusunda  ilginç  olasılıklar  getiriyor ! Zira  aynı  Borrel, Sakahrov  Ödülü’nü almak için, devletin yeşil pasaportu  ile  VIP  salonlarından  geçerek (!)   Brüksel’e giden Leyla Zana’yı,  “ kırmızı-yeşil-sarı çiçeklerden oluşan  bir buketle” karşılayabiliyor !

Türkiye’nin AB üyeliğine,  AB’yi  idealize  ederek  baktığımızda,  sorunun  bu kutuplaşma  temelinde  tartışılması aslında  çok  normal…  Diğer  bir  ifade  ile,  AB’yi ulaşılması  gerekli  bir  model  olarak  tanımladıktan  sonra,  doğal  olarak,  tartışma  “girelim  mi,  girmeyelim mi”,  “bizi  alırlar  mı, almazlar mı”,  “kabul görmek  için neler  yapmalıyız  ya  da  yapmamalıyız”,  “kendimize  nasıl  çeki düzen verelim”  gibi  sorular  çerçevesinde   kalıyor.  Oysa  bizim  üye  olmamız/olabilmemiz  boyutu dışında,  modelin  kendisi  de  tartışılmaya  muhtaç değil mi ?  AB  hangi  ihtiyaçlar  neticesinde  gündeme  gelen bir seçenek  oldu ?  Sadece  Türkiye, daha doğrusu  Türkiye’nin  AB  üyeliğini kayıtsız  şartsız isteyen  sermaye  kesimi açısından  değil, bizzat  AB’yi oluşturan  güçler  açısında  da… Türkiye’nin  stratejik  yönelimleri, AB’nin   bu  doğuş ve  varoluş  tercihleri  ile  ne  derece  çakışıyor ?  Kısacası,  biraz  da AB’ye, ona temel  teşkil  eden  ideallere, bu  idealler  konusunda  AB’nin  ya  da  onu  meydana  getiren  unsurların  ne  derece  samimi  olduğuna da  bakmak,   bu  konularda  da  düşünmek  gerekmez  mi ?  Bu  noktada toplumumuzda  bir oydaşma  var  mı  acaba ? 

Bilindiği gibi  Avrupa  Birliği anlayışının  temelinde  ekonomik  anlamda  liberal kapitalist  görüş,  siyasi  anlamda  da insan  hakları  ve   liberal demokrasi  düşüncesi bulunmaktadır.  Bu  anlamda  AB,  liberal  ekonomi  politikaları  paralelinde  insan hakları  ve  hukukun  üstünlüğü  anlayışına  dayanan  bir  demokrasi  ile  yönetilmeyi,  var olmayı  hedeflemektedir.  Bu  amaçların  sorgulanmaya  ihtiyacı  vardır. 

Tarihe ve  günümüz  dünyasına  baktığımızda  hiçbir  ülkenin  liberal  politikalarla  yönetilmediğini, yönetilemeyeceğini  görüyoruz.  O  çok   allanıp pullanan,  yere  göğe sığdırılamayan,  ismine  göndermelerde  bulunarak  partiler  kurulan  liberalizm,  ancak ve  ancak  iktisat  fakülteleri  birinci sınıflarda  okutulan  "İktisada  Giriş"  kitaplarında  yaşar,  orada  vardır  sadece !   Liberal  ekonomi denilen  ve  Nobel  sahibi  kimi  Batılı iktisatçıların  cambazlıklarıyla  sanki  tutarlı  ve  doğruymuş  gibi  görünen  bu  ideoloji,  hayatın gerçekleri  karşısında  taşa düşen  vazo  misali paramparça  olur.  Aslına  döner ve  " Yağma  Kapitalizmi ”  şeklini  alır.   Arz-talep dengesi, fiyat mekanizması,  piyasanın "görünmez  eli"  ya  da  "gece  bekçisi"  devlet ;  hayatın  gerçekleri karşısında  yerini  tekellerin  egemenliğine,  oligopollerin  hakimiyetine, tröstlere, CFR   destekli/onaylı  askeri   darbelere  ve  faşizan  yönetimlere  bırakır !..

Türkiye gibi  geri  kalmış  ülkelerde  kaba  ve  açıktan  bir yağma  ile  ortaya  çıkan  liberal  ekonomi,  "gelişmiş"  olarak  tanımlanan, ama  tüm dünyanın yağması  üzerinde  yükselen bir  tüketim  çılgınlığının  “refah toplumu” diye yutturulmaya  çalışıldığı  Batı  toplumlarında  Coca Cola'nın,  General Motors'un,  Mc Donalds'ın,  kısacası  çokuluslu  tekellerin  hakimiyetinden  başka  bir şey  değildir. Devlet  de  sadece  “gece”  değil, günün  yirmi  dört  saati  o  çıkarların,  o hakimiyetin, o  yağma  ve  sömürü  düzeninin  bekçisidir. 

Onun için  ABD,  ITT  adına  Şili'de  S. Allende'yi  devirir. (Bugün aynı şeyi  Chavez  için yapmaya  çalışıyor.)  Türkiye'de  "our  boys"a  darbe  yaptırılır. Onun  için  Kuveyt bahanesiyle  Irak işgal  edilir. Ama 1967'den beri  Batı Şeria  ve Gazze'yi  işgal altında  tutan ;  her  türlü  kimyasal  ve  nükleer  silaha  sahip  ve başbakanı  Sabra  ve  Şatilla “kasabı”  olan  İsrail  desteklenir. Onun için Latin Amerika, Amerikan tekellerinin arka  bahçesidir. CIA,  Noriega  gibi  uyuşturucu tacirlerini  kullanır, işi  bitince  de  darbe  ile   alaşağı  eder.  250  milyonluk ABD,  "kötü"  örnek  olduğu  için, eğitimin  ve  sağlığın parasız  olduğu, dünyanın en kaliteli ve ileri sağlık sisteminin yürürlükte   bulunduğu,  şekerkamışı ve  turizm  geliri  dışında  bir  geliri  olmayan  ve nükleer  silaha  da  sahip  bulunmayan  Küba'ya  40  yıldır  ambargo  uygular.  Liberaldir  çünkü !

Liberal ekonomi  tatlı  bir  hayaldir  inananlar  için...  Ama o  hayal, hayatın  gerçekleri  karşısında  yerini  işsizliğe, sömürüye,  sefalete  bırakır.  Dünyanın damını deler, kâr hırsı ile doğal  kaynakları çılgıncasına tüketip  çevreyi  öldürür,  mahveder bu  “tatlı”  hayal ! Amazon’un  yağmur ormanları,  Ren  nehri,  ozon  tabakası,  liberal  kapitalizmin  hedef  tahtasındadır !

Batı Avrupa'da,  Amerika'da  bir tüketim  çılgınlığı  içinde  tereyağından, sosisten, salamdan  dağlar oluşur  marketlerde  ama,  Afrika'da  her  yıl  milyonlarca  insan ölür  açlıktan...  Yemek  için  günde  bir  avuç pirinç  bulamadığından !  Sonra  bu  “ Yüzsüz  Avrupa ”nın  efendileri   açlık, kıtlık ve  çevre  kirliliğine  karşı savaşanlara  Nobel  ödülleri verip  olmayan  vicdanlarını  rahatlatmaya  çalışırlar !

Tüketim  toplumunun  bireylerinin  fazla yağlarını  aldırıp  daha güzel  bir  fiziğe sahip  olmaları  için  tıp  alanında  yüz milyonlarca  dolar   harcanır  her  yıl  ama, en temel  sağlık  hizmetini  alamadığı  için  milyonlarca  çocuk  da  yaşama  veda  eder,  azgelişmişlerin dünyasında... 

Silahlanma  yolunda  milyarlarca  dolarlık fonlar yaratılırken, AB’nin ve ABD’nin  metropollerinde  milyonlarca  evsiz,  yaz-kış  demeden,  sokaklarda  geçirir  geceleri…  Fuhuşa   itilen  küçük kızlar,  tiner  çeken  gencecik  delikanlılar,  uyuşturucunun  pençesine  düşmüş   genç  insanlar…  Liberal kapitalist  metropollerin “insan  manzaraları”  bunlardır !.

Liberal   düzen  sadece  doğayı  ve  çevreyi tüketmekle  kalmaz.  İnsanı  da  tüketir, ruhen  çökertir.  Uyuşturucu,  eşcinsellik,  falcılık,  büyücülük,  astroloji  vb.  sapkın  ve  akıl  dışı  davranış ve inançlar,  Batının  o gelişmiş  toplumunun  insanını  yer,  bitirir.  İntihar  oranları  en  yüksek  rakamlara,  o  "gelişmiş"  liberal  Batılı  ülkelerde  ulaşmaktadır. 

Kısacası,  liberalizm bir yağma  düzenidir.  En  başta da  insanı  yağmalar.  Her  bakımdan  hem  de...

Şairin  dediği  gibi , 
"ekmeğimizde  tuz / kitabımızda  söz / ocağımızda  ateş  oluşu  hürriyetin..."  
umurunda  değildir  yağma  düzeni,  liberal  kapitalizmin...  
"..sevgilimizin  bizden  ne  şan,  ne  para / vefadan  başka  bir  şey  beklemeyişi..."
ne  de  aldırmaz,  önem  vermez liberalizm... 
"...esefsiz / güvenle / emniyetle/ gölgeli  bir  bahçeye  girer  gibi/ girebilmek  usulcacık  ihtiyarlığa”  demez !.. 
“…ve  hepsinden  önemlisi, / çocukların, ama  bütün  çocukların, / kırmızı  elmalar  gibi  gülüşü..."nü  de  hedeflemez !.. 

Vicdanların değil, cüzdanların  emrindedir  liberal   kapitalizm !

AB,  işte  bu  anlayışı  temeline  oturtmaktadır.  19.  yüzyıl  boyunca  bütün  dünyayı yağmalayan,  çekişmeyi  Avrupa dışında  sonuçlandıramadığı  için  insanlık  tarihinin  gördüğü en  büyük  katliamlara  yol  açmış   iki dünya  savaşının  yaşandığı  Avrupa,  şimdi yeni  bir rekabetin,  hegemonya  mücadelesinin  gereği olarak gitmektedir  Birliğe !   ABD, Japonya,  Çin  ve  Rusya  gibi devler karşısında  ekonomik, askeri,  kültürel  anlamda  ayakta  kalabilmek  için birleşmek  zorundadır. Türkiye bu  “savaş  arabasına”  koşulmak,  o  kapıya  muhafız  kılınmak  istenmektedir !

Yarış, “insanı  insanca  yaşatmak” için, “ El kapısında  Kul ”  etmemek  için değil ;  pazarları  kaptırmamak,  silahlanmada  geride  kalmamak, kâr  oranlarını düşürmemek ve  sermayenin yeniden  üretimini  sağlayabilmek  içindir…

İnsan  hakları”  liberal  düzenin  efendisi içindir.  Batı Şeria, Gazze  ya  da  Felluce’deki  mazlum,  zerre kadar umurunda  değildir  AB’nin !  Almanya’da,   Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de  işsizlik oranın  2-3  puan  yükselmesi  dengeleri  sarsar,  bunalımlara  yol  açar,  liberal  düzeni  tehdit  eder  ama,  Üçüncü  Dünya’nın  milyonlarını  açlık, sefalet  ve  işsizliğe  mahkum  eden  IMF’nin  liberal  reçeteleri  kutsal  kitabın  ayetleri  gibidir !  Yaşam  hakkı,  mülkiyet hakkı,  ticaret  özgürlüğü  ve  hakkı,  hepsinden önemlisi insanca  yaşama  hakkı  öncelikle  liberal  düzenin  efendileri içindir !  Onun  için  Türkiye’nin  nüfus  bakımından  büyük  bir  ülke   olarak  AB  karar alma süreçlerinde  sahip olacağı  etkinlik  liberal  düzenin  efendilerini  korkutmaktadır !  Çünkü  etkinlik sahibi  olacak o  ülke,  aynı  zamanda  “fakir”  bir  ülkedir ! 

AB  Parlamento  Başkanı’nın  demeci,  “liberal”  kapitalizmin  “liberal”  demokrasisinin  ölüm  ilanıdır  aslında… 

O  liberal ambalajlı  yağma  düzeni  de,  insan hakları  ve  demokrasi  etiketli  sahtekarlıkları da   boş  bir  hayaldir  ve   idealize  edilmeyi  hak  eden  bir  model  değildir.   Bu  çıkar  ve  sömürü  düzenine  işkembesinden  bağlı  olanlar  dışındaki  samimi  çoğunluk,  “ağaçları  bırakıp  ormana  bakabildiği”   zaman  “AB  uygarlığı”  diye  sunulanın  “ Tek  dişi kalmış Canavar”  olduğunu  görmekte  gecikmeyeceklerdir.

MERDİ KIPTİ…



MERDİ KIPTİ…



SERDAR  ANT
13 Ağustos 2016 Cumartesi
“ Araba devrilince yol gösteren çok olur ” demiş atalarımız. 15 Temmuz’da bir anlamda araba devrildi ve Türkiye’de de yol gösterenler çoğaldı. Arabanın devrilmesinde suçu olanlardan eski TBMM Başkanı ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek de şimdi yol gösteriyor aklınca:

“Bu yapı, 70’lı yıllardan beri var olan bir yapı. Bunların bu noktaya gelmesinde hepimizin günahı, vebali var. Belki benim vebalim yüzde 90, başkasının yüzde 5, yüzde 1; ama yüzde 1 bile zehirlemek için yeterlidir unutmayın. Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi… Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din. O yüzden sık sık kayıt dışı dine vurgu yapıyorum. Her şey şeffaf olursa, denetime tabi olursa, bunlar yaşanmaz. Şimdi devletin içinden temizleniyorlar. Ama yerine kimlerin getirileceği çok önemli. Bu kişiler, liyakat esas alınarak çok iyi kontrol edilerek alınmalı. Yoksa FETÖ gider, ÇETÖ gelir.” (Hürriyet, 13.8.2016)




















İnsan, Cemil Çiçek’in söylediklerini okuyunca gülse mi, kızsa mı bilemiyor doğrusu. Pişkinliğin bu kadarına da pes vallahi!

Herkesin günahı, vebali varmış, hatta belki Cemil Çiçek’in günahı yüzde 90 imiş! Cemil Çiçek’in sözde “açık yürekli” tavrı insanın gözlerini yaşartıyor. Bu adam, yıllarca Adalet Bakanı olarak görev yaptı, milletvekili ve TBMM Başkanı seçildiğinde de kürsüye çıkıp “Hukuk devletine bağlı kalacağına” namus ve şerefi üstüne yemin etti. Ama şimdi çıkmış, utanıp sıkılmadan vebalden, günahtan bahsediyor!

Devlet yönetiminde yasalara aykırı bir durum meydana geldiğinde bu konuda sorumlu olanlar günaha girmekle ya da “ vebali var ” şeklinde ele alınmaz. Hukuk hükmünü icra eder, kim suçlu kim masum tayin edilir ve ona göre davranılır. Günahın ya da vebalin karşılığı –eğer inanıyorsanız- öte dünyada sorulur adamdan… Ama bir suç işlemişseniz, yargı önünde çıkıp hesap verir ve suçlu görülürseniz cezanız neyse onu çekersiniz.

Cemil Çiçek geçmişte ne yapmıştı?

Hadi AKP öncesi dönemde, ANAP milletvekili ve bakanı olarak yaptıklarını bir an için unutalım. Ama salt AKP döneminde 2002’den 2007’ye kadar Adalet Bakanı ve 2011-2015 arasında da TBMM Başkanı

FETÖ’cülerin en özenli ve kapsamlı bir şekilde örgütlendikleri alan yargı… Ve Cemil Çiçek de tam 5 yıl Adalet Bakanı… Bu süre içinde kendi belirlediği Adalet Bakanlığı Müsteşarı ile beraber Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nın başında… Diğer bir ifadeyle yargı alanındaki bütün atamalarda, hâkim ve savcıların terfilerinde eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in birinci dereceden siyasi ve idari sorumluluğu var. FETÖ’nün karargâhı haline gelen HSYK’da geçmişte bütün olup bitenlerden haberi olmadığı, bunlara göz yummadığı ve destek vermediği düşünülebilir mi?   

Ama şimdi zerre kadar utanıp sıkılmadan işi sulandırmaya, “Bu yapı, 70’lı yıllardan beri var olan bir yapı” şeklinde konuşarak kendi sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor.Kendisinin yüzde 90 vebali varmış, ama başkalarının da varmış!

Bilmem ki böyle bir pişkinliğe ne denir artık?

Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, son 14 yılda FETÖ’nün devleti adım adım ele geçirmesinde birinci derece sorumlu olan herkesin şimdi günah, vebal edebiyatı yapıp “hata yaptık, yanıldık, Allah bizi affetsin” gibi laflarla sorumluluktan kaçmaya çalışmaları günümüzün modası haline geldi. Vatandaş bir suç işlediğinde ya da küçük bir memur en ufak bir ihmali durumunda acımasızca ceza görürken, bir ihanet çetesiyle yıllarca al gülüm ver gülüm hesabıyla işbirliği yapanlar, şimdi “pardon” diyerek işin içinden sıyrılabileceklerini mi sanıyorlar?

Cemil Çiçek’in sergilediği pişkinlik bununla sınırlı kalmıyor tabii… Hazret, bir de sosyolojik tespit yapıyor:

“Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi… Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din…”

Bak sen! Bugüne kadar nasıl da fark edemedik bunu… Allah’tan Cemil Çiçek gibi bir cevher var da sayesinde gözümüz açıldı, gerçekleri gördük artık!

“ Merdi kıpti şecaat arz ederken Sirkatin söyler ” demişler. Cemil Çiçek’in yaptığı da bu aslında… 14 yıldır iktidarda olan bir siyasi hareketin liderlerinden biri olarak, siyasi, dini ve ticari açıdan milleti kandıranların başında geliyor, kısacası sirkatini söylüyor! AKP iktidarının bu aldatma işini geçmişte en kolay yaptığı ve bugün de yapmaya devam ettiği alan dindir! Bunun için de geçmişte Fetullah Cemaati ile yıllarca uyum içinde çalışmıştır. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan AKP ile cemaati “aynı menzile giden farklı yollar”olarak gördüklerini söylüyordu. Bugün AKP ile FETÖ arasındaki kavga dini kullanarak halkı kandırma konusunda anlaşmazlıktan kaynaklanan kavga değildir. Dini kullanarak kimin devlete egemen olacağı kavgasıdır. Dini kullanarak halkı kandırma konusunda zaten ikiz kardeş olan son 14 yılın ortakları, iş, devlete hâkim olmaya gelince kapışmışlar ve bu didişme de en sonunda 15 Temmuz’da yaşananlara kadar uzanmıştır.

Bütün bu yaşananlar ve yapılan pişkin itiraflar bağlamında asıl üzücü ve düşündürücü olan ise muhalefetin suskunluğudur. Ne Cumhurbaşkanı’nın ne Başbakan’ın ne de Cemil Çiçek gibi geçmişte sorumlu mevkilerde olanların, kendi siyasi sorumluluklarını ve suçlarını geçiştirmeye ve önemsiz kılmaya yönelik yaptıkları bu pişkin açıklamalar karşısında başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partilerinin bir mezarlık sessizliğine bürünmeleri gerçekten düşündürücü bir durumdur.  “Tencere dibin kara, seninki benden kara…” misali, AKP-FETÖ ilişkisi kadar muhalefet-FETÖ ilişkisi de ileri boyutlarda olduğu için, şimdi bu sorumluluğu ve suçu milli birlik ve uzlaşma görüntüsü ile gözlerden saklamaya çalışmak muhalefetin benimsediği tavır olmaktadır. 

Sonuç itibarıyla 15 Temmuz’dan sonraki süreçte FETÖ’nün büyük darbe yediği açıktır. Ama iktidarı ve muhalefetiyle FETÖ’nün bugünlere gelmesinde birinci dereceden sorumluluğu ve suçu olanlardan hesap sorulmazsa bütün bu yapılanların suya yazı yazmaktan farkı olmayacaktır. İşte o zaman Cemil Çiçek’in dediği gibi “FETÖ gider, ÇETÖ gelir.”


..