14 Ağustos 2016 Pazar

TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR!




TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR!

SERDAR ANT,
01 ARALIK 2004


AB  tartışmaları  tüm  hızı  ile  sürüyor. Ama  soruna  hep  Türkiye’nin  AB  üyeliğinin  hangi şartlar altında  ve  ne  zaman  gerçekleşebileceği,  bunun için  de yapılması  ve  yapılmaması  gerekenler  çerçevesinde  yaklaşılıyor.  Bu  noktada  iki ana  grubun oluştuğu söylenebilir :  AB  üyeliğini  destekleyenler  ve  karşı  çıkanlar…

Birincilere, yani AB  üyeliğini  destekleyenlere,  göre üyelik Türkiye’yi uygar bir ülke  haline  getirip,  ulusal  bir  hedef olarak  benimsen  “muassır  medeniyet  seviyesine”  ulaştıracaktır. Zaman içinde  Türkiye  demokrat,  insan haklarına  saygılı, hukukun  üstünlüğünün geçerli olduğu, ekonomik ve sosyal sorunlarını  çözmüş  bir ülke olacaktır. 

İkinci  grup  ise,  bu hedeflere  AB’ye  üye  olmadan  da  varmanın  mümkün olduğunu, üstelik Türkiye’nin AB’ye üye yapılmayacağını,  AB’nin   Türkiye’yi  tam  üye  olarak  içine  almak  gibi  bir  niyeti  olmadığını, asıl amacının, Türkiye’ye  kesin olarak  “hayır”  demeden,  ama  tam   üyeliğine  “evet” de  demeyerek,  onu  uzun yıllar  AB  “kapısında”  tutarak  bu  durumdan kendi  çıkarları  doğrultusunda  yararlanmak  olduğunu  söylüyor. 

Bu  bağlamda  Avrupa Parlamentosu Başkanı Joseph Borrel’in  “dini veya kültürel sorunlardan değil, büyük ve fakir olması nedeniyle Türkiye’nin AB üyeliği endişe oluşturuyor’’   şeklinde  konuşup,  Türkiye  ile  müzakere  sürecinin  10 ya da 15 yıl sürebileceğini belirten, “Bu süre sonundaki Türkiye, şu andaki Türkiye olmayacak’’  biçimindeki   kehanetleri (!)  akla   AB’nin  niyetleri  konusunda  ilginç  olasılıklar  getiriyor ! Zira  aynı  Borrel, Sakahrov  Ödülü’nü almak için, devletin yeşil pasaportu  ile  VIP  salonlarından  geçerek (!)   Brüksel’e giden Leyla Zana’yı,  “ kırmızı-yeşil-sarı çiçeklerden oluşan  bir buketle” karşılayabiliyor !

Türkiye’nin AB üyeliğine,  AB’yi  idealize  ederek  baktığımızda,  sorunun  bu kutuplaşma  temelinde  tartışılması aslında  çok  normal…  Diğer  bir  ifade  ile,  AB’yi ulaşılması  gerekli  bir  model  olarak  tanımladıktan  sonra,  doğal  olarak,  tartışma  “girelim  mi,  girmeyelim mi”,  “bizi  alırlar  mı, almazlar mı”,  “kabul görmek  için neler  yapmalıyız  ya  da  yapmamalıyız”,  “kendimize  nasıl  çeki düzen verelim”  gibi  sorular  çerçevesinde   kalıyor.  Oysa  bizim  üye  olmamız/olabilmemiz  boyutu dışında,  modelin  kendisi  de  tartışılmaya  muhtaç değil mi ?  AB  hangi  ihtiyaçlar  neticesinde  gündeme  gelen bir seçenek  oldu ?  Sadece  Türkiye, daha doğrusu  Türkiye’nin  AB  üyeliğini kayıtsız  şartsız isteyen  sermaye  kesimi açısından  değil, bizzat  AB’yi oluşturan  güçler  açısında  da… Türkiye’nin  stratejik  yönelimleri, AB’nin   bu  doğuş ve  varoluş  tercihleri  ile  ne  derece  çakışıyor ?  Kısacası,  biraz  da AB’ye, ona temel  teşkil  eden  ideallere, bu  idealler  konusunda  AB’nin  ya  da  onu  meydana  getiren  unsurların  ne  derece  samimi  olduğuna da  bakmak,   bu  konularda  da  düşünmek  gerekmez  mi ?  Bu  noktada toplumumuzda  bir oydaşma  var  mı  acaba ? 

Bilindiği gibi  Avrupa  Birliği anlayışının  temelinde  ekonomik  anlamda  liberal kapitalist  görüş,  siyasi  anlamda  da insan  hakları  ve   liberal demokrasi  düşüncesi bulunmaktadır.  Bu  anlamda  AB,  liberal  ekonomi  politikaları  paralelinde  insan hakları  ve  hukukun  üstünlüğü  anlayışına  dayanan  bir  demokrasi  ile  yönetilmeyi,  var olmayı  hedeflemektedir.  Bu  amaçların  sorgulanmaya  ihtiyacı  vardır. 

Tarihe ve  günümüz  dünyasına  baktığımızda  hiçbir  ülkenin  liberal  politikalarla  yönetilmediğini, yönetilemeyeceğini  görüyoruz.  O  çok   allanıp pullanan,  yere  göğe sığdırılamayan,  ismine  göndermelerde  bulunarak  partiler  kurulan  liberalizm,  ancak ve  ancak  iktisat  fakülteleri  birinci sınıflarda  okutulan  "İktisada  Giriş"  kitaplarında  yaşar,  orada  vardır  sadece !   Liberal  ekonomi denilen  ve  Nobel  sahibi  kimi  Batılı iktisatçıların  cambazlıklarıyla  sanki  tutarlı  ve  doğruymuş  gibi  görünen  bu  ideoloji,  hayatın gerçekleri  karşısında  taşa düşen  vazo  misali paramparça  olur.  Aslına  döner ve  " Yağma  Kapitalizmi ”  şeklini  alır.   Arz-talep dengesi, fiyat mekanizması,  piyasanın "görünmez  eli"  ya  da  "gece  bekçisi"  devlet ;  hayatın  gerçekleri karşısında  yerini  tekellerin  egemenliğine,  oligopollerin  hakimiyetine, tröstlere, CFR   destekli/onaylı  askeri   darbelere  ve  faşizan  yönetimlere  bırakır !..

Türkiye gibi  geri  kalmış  ülkelerde  kaba  ve  açıktan  bir yağma  ile  ortaya  çıkan  liberal  ekonomi,  "gelişmiş"  olarak  tanımlanan, ama  tüm dünyanın yağması  üzerinde  yükselen bir  tüketim  çılgınlığının  “refah toplumu” diye yutturulmaya  çalışıldığı  Batı  toplumlarında  Coca Cola'nın,  General Motors'un,  Mc Donalds'ın,  kısacası  çokuluslu  tekellerin  hakimiyetinden  başka  bir şey  değildir. Devlet  de  sadece  “gece”  değil, günün  yirmi  dört  saati  o  çıkarların,  o hakimiyetin, o  yağma  ve  sömürü  düzeninin  bekçisidir. 

Onun için  ABD,  ITT  adına  Şili'de  S. Allende'yi  devirir. (Bugün aynı şeyi  Chavez  için yapmaya  çalışıyor.)  Türkiye'de  "our  boys"a  darbe  yaptırılır. Onun  için  Kuveyt bahanesiyle  Irak işgal  edilir. Ama 1967'den beri  Batı Şeria  ve Gazze'yi  işgal altında  tutan ;  her  türlü  kimyasal  ve  nükleer  silaha  sahip  ve başbakanı  Sabra  ve  Şatilla “kasabı”  olan  İsrail  desteklenir. Onun için Latin Amerika, Amerikan tekellerinin arka  bahçesidir. CIA,  Noriega  gibi  uyuşturucu tacirlerini  kullanır, işi  bitince  de  darbe  ile   alaşağı  eder.  250  milyonluk ABD,  "kötü"  örnek  olduğu  için, eğitimin  ve  sağlığın parasız  olduğu, dünyanın en kaliteli ve ileri sağlık sisteminin yürürlükte   bulunduğu,  şekerkamışı ve  turizm  geliri  dışında  bir  geliri  olmayan  ve nükleer  silaha  da  sahip  bulunmayan  Küba'ya  40  yıldır  ambargo  uygular.  Liberaldir  çünkü !

Liberal ekonomi  tatlı  bir  hayaldir  inananlar  için...  Ama o  hayal, hayatın  gerçekleri  karşısında  yerini  işsizliğe, sömürüye,  sefalete  bırakır.  Dünyanın damını deler, kâr hırsı ile doğal  kaynakları çılgıncasına tüketip  çevreyi  öldürür,  mahveder bu  “tatlı”  hayal ! Amazon’un  yağmur ormanları,  Ren  nehri,  ozon  tabakası,  liberal  kapitalizmin  hedef  tahtasındadır !

Batı Avrupa'da,  Amerika'da  bir tüketim  çılgınlığı  içinde  tereyağından, sosisten, salamdan  dağlar oluşur  marketlerde  ama,  Afrika'da  her  yıl  milyonlarca  insan ölür  açlıktan...  Yemek  için  günde  bir  avuç pirinç  bulamadığından !  Sonra  bu  “ Yüzsüz  Avrupa ”nın  efendileri   açlık, kıtlık ve  çevre  kirliliğine  karşı savaşanlara  Nobel  ödülleri verip  olmayan  vicdanlarını  rahatlatmaya  çalışırlar !

Tüketim  toplumunun  bireylerinin  fazla yağlarını  aldırıp  daha güzel  bir  fiziğe sahip  olmaları  için  tıp  alanında  yüz milyonlarca  dolar   harcanır  her  yıl  ama, en temel  sağlık  hizmetini  alamadığı  için  milyonlarca  çocuk  da  yaşama  veda  eder,  azgelişmişlerin dünyasında... 

Silahlanma  yolunda  milyarlarca  dolarlık fonlar yaratılırken, AB’nin ve ABD’nin  metropollerinde  milyonlarca  evsiz,  yaz-kış  demeden,  sokaklarda  geçirir  geceleri…  Fuhuşa   itilen  küçük kızlar,  tiner  çeken  gencecik  delikanlılar,  uyuşturucunun  pençesine  düşmüş   genç  insanlar…  Liberal kapitalist  metropollerin “insan  manzaraları”  bunlardır !.

Liberal   düzen  sadece  doğayı  ve  çevreyi tüketmekle  kalmaz.  İnsanı  da  tüketir, ruhen  çökertir.  Uyuşturucu,  eşcinsellik,  falcılık,  büyücülük,  astroloji  vb.  sapkın  ve  akıl  dışı  davranış ve inançlar,  Batının  o gelişmiş  toplumunun  insanını  yer,  bitirir.  İntihar  oranları  en  yüksek  rakamlara,  o  "gelişmiş"  liberal  Batılı  ülkelerde  ulaşmaktadır. 

Kısacası,  liberalizm bir yağma  düzenidir.  En  başta da  insanı  yağmalar.  Her  bakımdan  hem  de...

Şairin  dediği  gibi , 
"ekmeğimizde  tuz / kitabımızda  söz / ocağımızda  ateş  oluşu  hürriyetin..."  
umurunda  değildir  yağma  düzeni,  liberal  kapitalizmin...  
"..sevgilimizin  bizden  ne  şan,  ne  para / vefadan  başka  bir  şey  beklemeyişi..."
ne  de  aldırmaz,  önem  vermez liberalizm... 
"...esefsiz / güvenle / emniyetle/ gölgeli  bir  bahçeye  girer  gibi/ girebilmek  usulcacık  ihtiyarlığa”  demez !.. 
“…ve  hepsinden  önemlisi, / çocukların, ama  bütün  çocukların, / kırmızı  elmalar  gibi  gülüşü..."nü  de  hedeflemez !.. 

Vicdanların değil, cüzdanların  emrindedir  liberal   kapitalizm !

AB,  işte  bu  anlayışı  temeline  oturtmaktadır.  19.  yüzyıl  boyunca  bütün  dünyayı yağmalayan,  çekişmeyi  Avrupa dışında  sonuçlandıramadığı  için  insanlık  tarihinin  gördüğü en  büyük  katliamlara  yol  açmış   iki dünya  savaşının  yaşandığı  Avrupa,  şimdi yeni  bir rekabetin,  hegemonya  mücadelesinin  gereği olarak gitmektedir  Birliğe !   ABD, Japonya,  Çin  ve  Rusya  gibi devler karşısında  ekonomik, askeri,  kültürel  anlamda  ayakta  kalabilmek  için birleşmek  zorundadır. Türkiye bu  “savaş  arabasına”  koşulmak,  o  kapıya  muhafız  kılınmak  istenmektedir !

Yarış, “insanı  insanca  yaşatmak” için, “ El kapısında  Kul ”  etmemek  için değil ;  pazarları  kaptırmamak,  silahlanmada  geride  kalmamak, kâr  oranlarını düşürmemek ve  sermayenin yeniden  üretimini  sağlayabilmek  içindir…

İnsan  hakları”  liberal  düzenin  efendisi içindir.  Batı Şeria, Gazze  ya  da  Felluce’deki  mazlum,  zerre kadar umurunda  değildir  AB’nin !  Almanya’da,   Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de  işsizlik oranın  2-3  puan  yükselmesi  dengeleri  sarsar,  bunalımlara  yol  açar,  liberal  düzeni  tehdit  eder  ama,  Üçüncü  Dünya’nın  milyonlarını  açlık, sefalet  ve  işsizliğe  mahkum  eden  IMF’nin  liberal  reçeteleri  kutsal  kitabın  ayetleri  gibidir !  Yaşam  hakkı,  mülkiyet hakkı,  ticaret  özgürlüğü  ve  hakkı,  hepsinden önemlisi insanca  yaşama  hakkı  öncelikle  liberal  düzenin  efendileri içindir !  Onun  için  Türkiye’nin  nüfus  bakımından  büyük  bir  ülke   olarak  AB  karar alma süreçlerinde  sahip olacağı  etkinlik  liberal  düzenin  efendilerini  korkutmaktadır !  Çünkü  etkinlik sahibi  olacak o  ülke,  aynı  zamanda  “fakir”  bir  ülkedir ! 

AB  Parlamento  Başkanı’nın  demeci,  “liberal”  kapitalizmin  “liberal”  demokrasisinin  ölüm  ilanıdır  aslında… 

O  liberal ambalajlı  yağma  düzeni  de,  insan hakları  ve  demokrasi  etiketli  sahtekarlıkları da   boş  bir  hayaldir  ve   idealize  edilmeyi  hak  eden  bir  model  değildir.   Bu  çıkar  ve  sömürü  düzenine  işkembesinden  bağlı  olanlar  dışındaki  samimi  çoğunluk,  “ağaçları  bırakıp  ormana  bakabildiği”   zaman  “AB  uygarlığı”  diye  sunulanın  “ Tek  dişi kalmış Canavar”  olduğunu  görmekte  gecikmeyeceklerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder