01 TEMMUZ 2004
SERDAR ANT,
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Prof. Dr. Toktamış Ateş, “Arayış” isimli köşesinde haftada üç gün (Salı, Perşembe, Cumartesi) yazdığı yazılarla uzun süredir Atatürkçü ve yurtsever kamuoyunun tepkisini çekiyor. Kendisine yönelik eleştirileri , siyasal İslamcı kesimleri kastederek “…benim derdim birlikte yaşamanın yollarını aramak ve o çevredeki ‘kazanılabilecek gençleri’ karşı tarafa itmemek” biçiminde yanıtlayan Ateş, şeriatçılara ödün vermediğini iddia ediyor. (“CHP’ye Muhalefet”, Cumhuriyet, 25.5.2004)
Gerçekten Toktamış Ateş “birlikte yaşamanın yollarını” mı arıyor ? Amacı, “kazanılabilecek gençleri karşı tarafa itmemek” mi ? Bu sorulara doğru yanıtlar vermek için Toktamış Ateş’in, öyle çok gerilere gitmeden, son dönemdeki yazılarına ve tavrına bakarak bir değerlendirme yapmak, sanırım, aydınlatıcı olacaktır.
* * *
Toktamış Ateş’e yöneltilen eleştiriler bundan yıllar önce Abdurrahman Dilipak gibi bir siyasal islamcı ile televizyon programları yapıp, bu kişinin fikirlerinin meşrulaştırılmasına aracı olması ile başladı.
Sonra Fettullah Gülen’in televizyonu Samanyolu’nun değişmez simalarından ve Fettullah Hoca’ya karşı gösterilen “saygı” ve “hoşgörü”nün savunucularından biri oldu, Toktamış Ateş… Bu “saygı-hoşgörü” ilişkisi o hale geldi ki, Fettullah Hoca ile el ele resim çektirip ödüller aldıktan sonra, en sonunda Fettullah Gülen’in “İnsanın Özündeki Sevgi” isimli kitabına “önsöz” bile yazıldı.
Ama Fettullah Hoca'nın kitabına yazdığı önsöz ve Toktamış Ateş'in “hoşgörü” anlayışı bazı dikkatli gözlerden kaçmamıştı. Ali Sirmen , 4 Aralık 2003 günü “Aman Dikkat ! Hoşgörü Tehlikeli Bir Kavramdır” başlığı ile yazdığı makalede, “hoşgörü” kavramını irdeledikten sonra, Fettullah Hoca’nın kitabına önsöz yazılmasına eleştirel bir bakışla, Toktamış Ateş’i kastederek, “Hoca'nın bu konuya bir açıklama getirmesi belki de yerinde olur” diyordu.
Ne var ki, Toktamış Ateş, Cumhuriyet gazetesinde haftada üç gün yazdığı bir köşesi olmasına rağmen - benim basından izleyebildiğim kadarıyla- yanıtı Zaman gazetesinden verdi ve “Fettullah Gülen'in kitabının, uzlaşma ve hoşgörü doğrultusunda dolu geçmiş bir ömrün duygu ve düşüncelerinin damıtılmış hali olduğunu” söyledi…
Ne var ki bu açıklama pek ikna edici görülmemiş olacak ki, Cumhuriyet yazarlarından Işık Kansu da bu ‘hoşgörü’ konusunu köşesine taşıdı. Işık Kansu, “ ...İstanbul'daki HSBC bankasına bomba yüklü kamyonetle girerek kendisiyle birlikte onlarca yurttaşımızın ölümüne yol açan dinci terörist İlyas Kuncak'ın... 20 yaşındaki kızı Fulya Karakuş babası ile ilgili bilgi verirken bir yerde şöyle diyor : ''Babam 30 yaşındayken bir arkadaşının vasıtasıyla Fettullah Hoca'nın Nur cemaatine girerek, İslam'a yönelmiş.” bilgisini aktarıp, “Sayın Toktamış Ateş'ten köşesinde bu bilginin de damıtılmış haline ilişkin -ön ya da son hiç fark etmez- bir söz yazmasını beklememiz en doğal hakkımızdır.” diyordu.
Tabii, “sonsöz” ile ne kastedildiği de ilginçti !
Peki sonuç ?
Fettullah Hoca'nın kitabına yazılan “önsöz” de Fettullah Hoca’nın “damıttıkları” da hâlâ “cami avlusuna bırakılmış bebek” misali ortada duruyorlar !.. Tabii Toktamış Ateş de hâlâ “lâiklik” ve “Atatürkçülük” konusunda otorite olarak kabul ediliyor !..
* * *
İnsan “otorite” olunca bir türlü rahat edemez. Sık sık konferanslara, panellere çağrılır, görüşü alınır. Bu durum Toktamış Ateş için de geçerlidir. “Hocamızı”, Bilim Araştırma Vakfı da konferans vermesi için davet etmiş zamanında…
“Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk” dergisinin Nisan 2004 tarihli 67. sayısında “Kim Kimdir ?” başlığı ile yayınlanan yazıda (s.3-4), Prof. Dr. Toktamış Ateş’in (1.6.2000 tarihinde), “Adnan Hoca olarak tanınan Adnan Oktar ve kurduğu vakfın bazı üyeleri yargılanırken onların ne denli Atatürkçü olduklarını belirtmek için kaleme alınmış bulunuyor” şeklinde tanımlanan bir mektubu yayınlandı. Dergi bu belgenin tıpkı basımının Bilim Araştırma Vakfı’nca yayınlanan “Bilim Araştırma Vakfı Davası” adlı kitabın (İstanbul, 2002) 398. sayfasından yer aldığını belirtiyor. Sevgili Hocamız mektubunda şöyle diyor :
“Kesin tarihini şimdi tam anımsayamamakla birlikte, 1990’ların ortalarında Bilim Araştırma Vakfı üyesi bazı öğrencilerimin ricaları üzerine sanıyorum, “Günümüzün Atatürkçüsü” başlıklı bir konferans verdim.
Vakfın düzenlediği konferans İstanbul Hilton Oteli’nde gerçekleşti ve aydın görünümlü, şık bir gençlik grubu tarafından ilgiyle izlendi. Konferans sonrasında güzel sorular yönelttiler ve kendi özgün düşüncelerini de dile getirdiler ki, bu düşünceler ve sorularda rahatsız edici ya da art niyet saklı bir şey görmedim. Ülkemizin seçkin okullarında okuduklarını saptadığım bu gençlerimizin Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı olan ilgi ve sevgilerinden mutlu oldum ve bunu orada ifade ettim.
Bu satırları kendi ricaları üzerine kaleme aldım.
Toktamış Ateş
1.6.2000”
Görüldüğü gibi arkadaşlarının “Tokta” şeklinde hitap ettiği sevgili “hocamızın” “hoşgörüsü” sadece Fettullah Hoca’yı değil, Adnan (Oktar) Hoca’yı da kucaklayacak kadar engin !..
* * *
İnsan bu derece engin bir “hoşgörü” sahibi olunca Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye olumsuz bakabilir mi ? Başkalarını bilemem ama, “hocamız” bakamaz !...
26 Ekim 2003 tarihli Aydınlık’tan öğrendiğimize göre, İzmir'deki Rotary Kulüpleri, Prof. Dr. Toktamış Ateş'e “Üstün Meslek Adamı Ödülü” veriyor.
Ege Palas Oteli'nde düzenlenen ödül töreninde konuşan, 2440. Bölge Rotary Federasyonu Genel Sekreteri Salih Menteşe, Prof. Dr. Ateş'i, Cumhuriyet'in 80. yıldönümünde “Atatürkçülük çalışmaları ve gençleri Atatürk ilkeleri doğrultusunda akademik anlamda eğiterek topluma kazandırması”ndan dolayı, bu ödüle layık gördüklerini söylüyor.
Rotaryenlerin ödüllendirdiği, “gençleri Atatürk ilkeleri doğrultusunda eğiten” Toktamış Ateş ise, bir gün önce, 22 Ekim'de katıldığı panelde de, “AKP iktidarının siyasal islamı temsil etmediğini” savunuyor.
Cumhuriyet'in 80. yılı etkinlikleri kapsamında Kültürpark Tenis Kulübü ve Denizbank'ın katkılarıyla tenis kulübünün fuardaki tesislerinde “Cumhuriyet ve Olası Tehditler, Tehlikeler” konulu panelde konuşan Prof. Dr. Ateş, cumhuriyetin çok ciddi ve hafife alınmaması, “ancak çok da abartılmaması” gereken tehditler içinde olduğunu iddia ediyor. Ateş, her seçim döneminde siyasal islamı iktidara taşımak isteyenlerin seçime katıldığını belirterek “AK Parti iktidarı sizi yanıltmasın. Onlar Türkiye'deki siyasal islamı temsil etmiyor” diye konuşuyor. Toktamış Ateş “cumhuriyeti tehdit eden unsurları” ise etnik temele dayanan ayrılıkçılık , siyasal İslamcılar ve toplum içinde aydın geçinen süper zekalılar olarak üçe ayırıyor” ve siyasal islamın temsilcisi olmadığını iddia ettiği AKP iktidarının, cumhuriyeti tehdit etmediğini savunuyor !..
* * *
İnsan, bir “tarikatlar koalisyonu” olan AKP iktidarını, siyasal islamın temsilcisi olarak görmez ; Kıbrıs, Irak, AB, özelleştirmeler, Kamu Yönetimi Reform Tasarısı, YÖK ve TÜBİTAK konusundaki icraatı ortadayken, kadrolaşma girişimleri ve İmam Hatipler hakkındaki planları belliyken Türkiye için bir tehdit olarak değerlendirmezse, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Türkiye’yi bir “ılımlı islam cumhuriyeti” olarak tanımlamasını neden yadırgasın ki ?
Hocamız da yadırgamıyor zaten ve 10 Nisan 2004 tarihli “İslam Toplumu” başlıklı yazısında Powell’ın söylediklerini “cahilliğine” veriyor :
“ABD Dışişleri Bakanı C. Powell’ın geçen hafta dile getirdiği ve Türkiye’yi, Irak gibi bir “ılımlı İslam” toplumu olarak görmesi, duygusal “çıkışlara” yol açtı. Aslında ABD halkı, “cahil” bir halktır ve askerlikten gelme Dışişleri Bakanı’nın da böyle bir yanılgı içinde olmasını fazla abartmamak gerekir…. “
“C. Powell’ın sözlerini yorumlayan kimi yazarlarımız, bu ifadenin ABD’nin gördüğü değil, “görmek istediği” Türkiye’nin tanımlanması olduğunu düşünüyorlar. Bunun ABD’nin Türkiye için biçtiği kumaş olduğunu düşünüyorlar.
Ben böyle düşünmüyorum. Bence Powell Türkiye’de halkın çoğunluğunun Müslüman olmasına karşın bir şeriat düzeni olmamasına bakarak ve kısa dönemde böyle bir olasılığın olmamasını düşünerek Türkiye’deki düzeni “ılımlı İslam” olarak isimlendirmiştir.
Ve benzer bir düzeni, Irak için temenni etmesini de doğal karşılamak gerekir. Şu anda ABD’nin Irak için istediği tek düzen, Saddamsız, “istikrarlı” ve “itaatkar” bir Irak’tır. Kuzey Irak’taki Kürt liderlere teslimiyetinin ardında da, istikrar arayışları ve Kürtlerin bir İslam şeriatına boyun eğmeyiş olmaları yatmaktadır.”
Toktamış Ateş, “ılımlı islam” kavramının “aşırı olmayan islam” değil, “ABD dış politikası ve çıkarları ile uyumlu islam” anlamında kullanıldığını bilmez mi ? Bilir ve bunu bildiği için de “ılımlı islamın halifesi” olarak ABD’de hazırlanan Fettullah Hoca üzerinden “damıtılmış Atatürkçülüğü” ile tavrını alır !... Kendini “iflah olmaz Atatürkçü” olarak tanımlayan “hocamıza”, Bilgi Üniversitesi gibi II. Cumhuriyetçi düşüncenin karargâhında mütevelli heyeti üyeliği yaparken, ABD ve onun “ılımlı islam” projeleri ile ters düşmek yakışmaz herhalde !
Hele ki insan bu derece “hoşgörü” sahibiyken !..
* * *
Öte yandan Toktamış Ateş’in bu engin “hoşgörüsünün” sadece şeriatçı kesime yönelik olmadığını görüyoruz.
Toktamış Ateş, 20 Nisan 2004’te “Ege İzlenimleri” başlığı ile yayımlanan yazısında son yaptığı seyahatten izlenimlerini aktarıyor. Türkiye’nin gündeminin bu derece yoğun olduğu bir dönemde, Kıbrıs’ta referanduma 5 gün kala, Toktamış Ateş’ten, Yörük Ali Efe’nin memleketi 7 bin nüfuslu Yenipazar’da 8 pideci olduğunu ; Ateş’in, Mehmet Usta’nın dükkanına götürüldüğünü, “önce biraz nazlandıysa” da “sonra unutulmaz lezzetteki fraklı ve katıklı pidelere daldığını” öğreniyoruz !..
Ne diyelim, afiyet olsun !..
Arkasında hiçbir holding desteği olmayan, her gün 20 sayfa gazeteyi çıkarmak için “20 bin derde” katlanan, kimi zaman çalışanlarına ücret ödemek için bile olmadık hesaplarla boğuşmak zorunda kalan Cumhuriyet gazetesinde, Toktamış Ateş’in “pide maceralarını” dinlemekte bir mahsur var mı, bilmiyorum !
Ama Hocamızın engin “hoşgörüsünün” sadece Fettullah Gülen, Adnan Oktar, Abdurrrahman Dilipak gibilerle sınırlı olmadığını, “liberal” kesimden “değerli” şahsiyetleri de kapsadığını görüyoruz. “Hocamız” bu “hoşgörüsünün” ne derece isabetli olduğunu, tarihsel şahsiyetlerin tanıklığı ile ispatlıyor bizlere !..
“Ege İzlenimleri” başlıklı yazıdan öğreniyoruz ki, Bilgi Üniversitesi mütevelli Heyeti Başkanı Oğuz Özerden’in Yörük Ali Efe ile yakından alakası varmış !.. Nasıl mı ? Toktamış Ateş’ten dinleyelim :
“…İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kurucularından ve Mütevelli Heyeti Başkanı Oğuz Özerden’in masasının arkasında, bir kısmı oturan, bir kısmı ayakta poz vermiş olan bir “efe fotoğrafı” dururdu…. Bu fotoğrafta, ortada oturan Yörük Ali’nin sağındaki kişi, çetelerin ‘koordinatörü’ durumundaki sivil görevli Oğuz Bey, bizim Oğuz’un dedesiymiş. İşte bu fotoğrafı, büyüterek ve çerçeveleterek Yörük Ali Efe Müzesi’ne armağan ettik.”
Toktamış Ateş, “tarihi” önemdeki bu bilgiyi ifşa ettikten sonra ekliyor :
“… Oğuz Özerden’in dedesi fotoğrafın arkasına kendi el yazısıyla ‘torunum tarihçi olacak’ diye not düşmüş. Bu dileği, kimi kişiliksiz meslektaşlarımız nedeniyle gecikmiş olsa bile bu vasiyetin bir gün gerçekleşeceğine inanıyorum.”
Toktamış Ateş de üzerinde durduktan sonra, “tarihçi” namzeti, “efe torunu” Oğuz Özerden’i biraz daha yakından tanımak, “hocamızın” “hoşgörü” anlayışını doğru değerlendirmek için yararlı olacaktır.
Önce kendi ağzından tanıyalım “bizim Oğuz”u…
“9/6/1963 doğumluyum. Ankara Maltepe İlkokulu, Ted Ankara Koleji ve Beyoğlu Atatürk Lisesinin ardından 1986 yılında İstanbul Üniversitesi, İktisat Bölümü - Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldum. 1989'a kadar Yeni Asırgazetesi Dış Haberler editörü ve Yayın Kurulu üyesi olarak görev yaptım. Ardından Milli Eğitim Bakanlığı lisans üstü yurtdışı burs sınavlarını kazanarak İngiltere'ye gittim.
1991 yılında University of Cambridge'de 'İngiliz Basınının Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ndeki Dönüşümü Algılayışı' başlıklı tezimle Master of Philosophy derecesi aldım. Bu tezle, medya-siyaset-kamuoyu arasındaki etkileşimleri anlamaya çalıştım.
Yine 1991'de İngiliz 'Legion Telecommunications' grubuyla Alo Bilgi Telekomunikasyon Hizmetleri adlı şirketi kurup 1994 yılına kadar Genel Müdürlüğü'nde bulundum.
1992-1995 yılları arasında; Bilgi Hastanesi, LCV Reklam Hizmetleri, Alo Market, ART TV Yapım ve Açık Radyo'nun kuruluş ve/veya yönetimlerinde aktif görev aldım.
1993 yılında ATV'nin kuruluş döneminde yayın yönetmenliğini kısa bir süre üstlendim.
1994 yılında Bilgi Eğitim AŞ. adlı şirketimizin hayata geçirdiği, İstanbul School of International Studies (ISIS) kariyerimde iletişimden eğitime geçişin dönüm noktası oldu. ISIS'te University of Portsmouth ve London School of Economics'le ortak eğitim programları düzenledik. Aynı yıl Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı'nı kurarak İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin temellerini attık. Vakfın Kurucular Kurulu Başkanlığını üstlendim.
1996 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi kuruldu. 1996'dan bu yana Üniversite'nin Mütevelli Heyeti Başkanlığı'nı ve İcra Kurulu Başkanlığını yürütüyorum. Yönetici olarak en büyük hayalim Üniversitemizin gıpta edilen bir 'sinerji' yaratmasına ve toplumda yenilikçi, üretken, dayanışmacı ve etik değerlerin öncüsü olmasına katkıda bulunmak.”
Maaşallah bizim “efe torunu”nda “yok” yok !.. Her şey var, ama bir tarihçilik yok ! Ne yapalım, “kimi kişiliksiz” akademisyenlerin gözü kör olsun !..
“Bizim Oğuz” özgeçmişini anlatırken üstü kapalı geçiyor ama, asıl ününü girişimci bir işadamı olarak Alo Bilgi, Alo Market gibi ”şeytanın bile aklına gelmeyecek” yollarla para kazanmayı bilmesine borçludur. Bilindiği gibi, “Alo Bilgi”, ülkemizdeki 900'lü telefon hatlarıdır ve Oğuz Özerden 900'lü hatların ilk kullanıcısıdır. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, “merhum” Turgut Özal'ın, başbakanlığında yaptığı son icraatı da 900'lü hatları özel kullanıma açtırması olmuştur !..
Tabii, 1963 doğumlu, “çiçeği burnunda” bir girişimci olarak “bizim Oğuz” önemli Türk büyüklerinden “merhum” Özal’ı nereden tanısın ? İşte o fırsat da, Bilgi Üniversitesi'nin kurucularından ve mütevelli heyeti üyelerinden, eski ANAP milletvekili ve Türk-Avrupa Parlamento Dostluk grubu eş başkanı, Türk Demokrasi Vakfı başkanı olan Bülent Akarcalı ile “dostlukları” sayesinde doğmuştur. 900'lü telefon hatları bu şekilde işletilmeye başlayacak ve “bizim Oğuz” “çiçeği burnunda” girişimcilikten, Akarcalı’nın deyimi ile, üniversite “patron”luğuna bu şekilde sıçrayacaktır !...
Tarihin cilvesine bakın ki, Bilgi Üniversitesi'nin kurulduğu dönemde Şişli Belediye Başkanı da ANAP'tan Gülay Aslıtürk' tür.
Şu anda yurtdışında “kaçak” olarak yaşayan Gülay Aslıtürk de sermaye birikimi sürecinde “ahlaki ilkelere” bağlı kalma konusunda bizzat kendi –daha sonraki - “pratiği” ile örnek gösterilecek bir kişi (!) olarak “bizim Oğuz”a elinden gelen yardımı yapmaktan geri kalmamıştır.
‘‘İstanbul İli Şişli eski Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk (Atığ) ile Encümen eski üyeleri -1994-1999- mülkiyeti belediyeye ait Mecidiyeköy Mahallesi'nde bulunan (2) parsel halinde toplam 7.006 metrekare arsa ve bu arsa üzerinde takriben 10.500 metrekare kapalı alanı bulunan binanın intifa hakkını yıllık bir milyon lira bedelle 49 yıllığına, özel bir kuruluş olan Bilgi Üniversitesi'ne” belediyeyi 940.751.000.000. TL.zarara uğratarak vermekten kaçınmamışlardır ! (Yalçın BAYER, “Londra’da Bir Yargıç”, Hürriyet, 8.1.2000)
Ama Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi Toktamış Ateş, Cumhuriyet'te 7.1.2000 tarihinde yayınlanan ‘‘İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Gülay Aslıtürk’’ başlıklı yazısında, Aslıtürk için Veli Göçer benzetmesi yapmakta ve ‘‘... Aslıtürk, Türkiye'ye iade edilir ve yargılanırsa, nasıl bir sonuç alınır bilemem. Fakat, Türkiye'deki diğer ilçe belediye başkanlarının bir kısmından, 'daha az kirli' olduğunu düşünüyorum. Yani, ne suçlandığı kadar 'suçlu', ne de kendini savunduğu kadar 'suçsuz...' demektedir.
Ateş, “devlet kaynaklarının vakıf üniversitelerine aktarılmasını doğru” bulmamakta ama “belediyenin yılda 1 milyon TL'ye verdiği trilyonluk arazi”yi de kamunun malı olarak saymamaktadır !..
Bu süreçte Oğuz Özerden, Alo Bilgi hatları işletmeciliği ile başlayıp üniversite “patronluğu” ile sürdürdüğü ticari kariyerini, Soros Vakfı üyeliklerine taşıyacaktır !.. “Bizim Oğuz”, bütün bu ticari faaliyetlerine ek olarak, bugün Türkiye’de TESEV, Açık Radyo, Açık Site, Bianet, Umut Vakfı, AÇEV, Tarih Vakfı ve Avrupa Hareketi gibi “sivil toplum kuruluşlarına” mali destek veren Soros Vakfı’nın Türkiye temsilciliği niteliğindeki Açık Toplum Enstitüsü'nün yönetiminde de yer almaktadır.
Kısacası, “kimi kişiliksiz” akademisyenler tarafından “tarihçi” olma şansı elinden alınan “efe torunu” bizim Oğuz, bu ilişkilerinin, Alo Bilgi hatları işletmeciliğinden Soros Vakfı üyeliklerine uzanan ticari ve siyasi kariyerinin tarihini yazsa ya da bu konuda Toktamış Ateş’in danışmanlığında bir doktora tezi hazırlasa fena mı olur !.. Hem üniversite dünyamız “kişilikli” akademisyenler kazanır, hem de bu doktora tezinden bir kopyayı da Yörük Ali Efe Müzesi’ne bağışlarız !..
* * *
Ancak engin “hoşgörülü” Toktamış Ateş “hocamızın”, bu “hoşgörüyü” kimi “süper zekalı Kemalistler”e de neden göstermediği merak konusudur. İşte bu noktada Toktamış Ateş’in “hoşgörüsünün” sınırlarına geliyoruz.
Toktamış Ateş, 8.4.2004 tarihli “1930’ların Kemalizmi ve Kemalistleri” başlıklı yazısında, 1930’lar dönemini “savunuyor” !.. Ama yazının yarısından fazlası 1930’ları gözlerden saklamaya ya da hatalı bir şekilde sergilemeye ayrılmış. Ama daha ilginç olanı, Toktamış Ateş’in, 1930’lar bir yana, Atatürk dönemi hakkında yaptığı değerlendirmelerdir. “Süper zekalı Kemalistler” gibi özgün (!) kavramlarla çözümleme yapmaya çalışan Ateş, “Atatürk’ün yaşadığı dönemde yaşama geçirilen tüm uygulamaların arkasındayım ve savunucusuyum. Ancak birileri bu uygulamaları günümüze taşımaya kalkarlarsa, buna karşı çıkarım” demektedir. Üniversitede “Devrim Tarihi” dersleri veren, bu konuda kitaplar yazan, kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayan Ateş, Atatürk devrimlerinin günümüze taşınmasına niye karşıdır ?
Denebilir ki, Toktamış Ateş’in kastettiği Atatürk devrimleri değil, İstiklâl Mahkemeleri, Güneş-Dil Teorisi gibi belli bazı uygulamalardır. Bu bakımdan Ateş’in bu tür bir “karşı” olma durumu söz konusu değildir.
İstiklâl Mahkemeleri uygulamalarının ağırlıkla 1920’lerde yer aldığı gerçeği bir yana, bir akademisyen - üstelik kendini Atatürkçü olarak tanımlayan biri - olarak, ne derece karşı olursa olsun, ne derece eleştirirse eleştirsin 1930’lardaki dil ve tarih çalışmalarının bir parçası olan “fikirleri”, adı geçen yazıda, “ipe sapa gelmez”, “zırva” gibi İkinci. Cumhuriyetçi takımının Atatürk dönemi değerlendirmesinde sık sık başvurduğu kelimelerle nitelemesi, Ateş’in bir zamanlar bu konulara geceler boyu emek harcayan Mustafa Kemal Atatürk’e nasıl bir “saygı” ve “sevgi” beslediğinin de dışavurumu değil midir aslında ? Ama daha önemlisi sanki 1930’ların sadece bu uygulamalardan ibaretmiş gibi gösteriliyor olmasıdır.
1930’lar dendiğinde akla gelen sadece Güneş-Dil Teorisi ya da -Toktamış Ateş belirtmemesine rağmen- İkinci. Cumhuriyetçi takımının dile getirmekten pek hoşlandığı parti-devlet bütünleşmesi midir ?
1930’lar incelendiğinde ve nesnel bir değerlendirmesi yapıldığında olumlu uygulamaların olumsuzluklardan çok daha ağır bastığı görülecektir. Bu dönemde Türkiye’yi ziyaret eden yabancı liderler, ülkemizin katıldığı ya da Türkiye’de yapılan uluslararası toplantılar, ekonomi, tarım, sanayi, ticaret, spor, sanat ve kültürde kazanılan ulusal ve uluslararası başarılar saymakla bitmez… Ama bütün bunlar önemli değildir. Ve uzmanlık alanının Devrim Tarihi olduğunu söyleyen bir profesörün aklına 1930’lar deyince sadece İstiklâl Mahkemelerive Güneş-Dil Teorisi gelmektedir !..
Burada söz konusu olan her dönemin olaylarının ortaya çıktıkları şartlar çerçevesinde değerlendirilmesi de değildir. Zira Toktamış Ateş bu tespiti 1930’ların Kemalizmini eleştirmek amacıyla yazdığı bir yazıda yapmaktadır. Atatürk döneminin sadece 1930’lardan ibaret olmadığını, 1930’larda yapılanların da sadece bu iki örnek ile gözlerden düşürülemeyeceğini bilecek kadar tarih bilgisine sahip olan Toktamış Ateş, aslında “toptancı” bir tavır içindedir… Spesifik örneklerden bahsetmemekte, “tüm uygulamalar” demektedir.
Bu bağlamda eleştirilmeyi hakkeden de Atatürk döneminde yapılan diğer bir çok önemli uygulamanın günümüze taşınmasına karşı çıkılmasıdır. Mesela “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”, “Türkçe ezan”, “Halkevleri”, “dilde Türkçeleştirme çabaları”, “hukuk devrimi”, “kılık kıyafet devrimi”, kısacası DEVRİM KANUNLARI içinde sayabileceğimiz tüm uygulamalar… Toktamış Ateş’in hesaplaştığı budur ve meselenin tarihte meydana gelen olayların, meydana geldikleri somut şartlar çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği ilkesi ile alakası yoktur. Eğer İstiklal Mahkemeleri ya da Güneş Dil Teorisi eleştirilecekse –ki bu uygulamalar da eleştiriden azade değildir- o zaman “Atatürk'ün yaşadığı dönemde yaşama geçirilen tüm uygulamalar…” demenin ne anlamı vardır ? Atatürk sadece 1930’larda mı yaşamıştır ?
Öte yandan bu tutum, sadece “1930 dönemi eleştirisi” ile sınırlı kalmamakta, Lozan’da ödün verilip verilmediği konusunda yazılanlarla tartışma başka boyutlara taşınmaktadır.
“İki haftadır yazmamama karşın ; okurlarımdan bazıları (beni gazetelerinde görmemek istemediklerini de vurgulayarak) özellikle Lozan Barış görüşmeleri ile ilgili beni eleştiriyorlar.” cümlesiyle başlayan 18 Mayıs 2004 tarihli “Anlatılanı Anlamamak” başlıklı yazısında Toktamış Ateş , Mustafa Kemal'in Lozan görüşmelerinde ödünler verdiği hakkındaki görüşlerini tekrarlamaktadır.
Haftada üç gün yazdığı Cumhuriyet gazetesini, (“gazetemizde” biçiminde değil de) “gazetelerinde” diye niteleyecek kadar bu kuruma yabancılaşmış olan Ateş, karşı görüşte olanları nasıl tanımlamaktadır peki ? “Hocamızın” satırlarını okuyalım :
“Atatürk'e duyduğumuz derin sevgi ve hayranlığı kullanarak ve bu konuda bir duygu sömürüsü oluşturarak 'cehaletlerini', 'farklı beklentilerini' vb. saklayan, omurgasız çok insan gördüm ve tanıdım. Ama bazen öyle oluyor ki, 'Cehalette bu derece inat etmek de çok’ diyorum.”
Böylece Toktamış Ateş gibi düşünmeyenler, Cumhuriyet devrimlerine ve kazanımlarına sahip çıkanlar da “cahil”ve omurgasız olmaktadırlar !..
Tabii aynı yazıda Toktamış Ateş’in George Orwell 'in 1984 isimli romanından hareketle Mustafa Kemal ile Stalin arasında dolaylı bir benzerlik kurmasına ve Atatürk'ü “büyük birader” olarak anıştırmasına da, biz de “hocamızı” örnek alarak “hoşgörü” ile yaklaşmalıyız !..
* * *
Aslında Toktamış Ateş’in Mustafa Kemal'in Lozan'da ödün verdiğini savunması değil, bunu hangi şartlar altında dile getirdiği önemlidir.
Nedense çoğu kişinin aklına “Lozan'da verilen ödünler” denildiğinde Musul ya da Kıbrıs gelmektedir. Oysa Osmanlı borçlarının, Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak miktarına denk düşen oranı olan, %61'lik kısmının ödenmesinin kabul edilmesi ya da genç Cumhuriyet'in 1929 yılına kadar gümrükler üzerinde kesin bir kontrole sahip olamamaya razı olması da Lozan'da verilen ödünler arasında sayılabilir. Ya da Boğazlar üzerindeki haklarımızı 1936 yılına kadar ertelememiz de… Ama bugünlerde ödün deyince hemen “Kıbrıs” ya da “Musul” hatırlanmaktadır.
Kısacası verilen mesaj, Mustafa Kemal'in bile vazgeçtiği bu yerler üzerinde bugün emperyalizmi ürkütecek politikalar düşünülmemesidir. Üstelik, “Mustafa Kemal’in kurduğu ulus-devletin bittiği”ni ilan eden ve “Mustafa Kemal en büyük ver-kurtulcudur” diyen Baskın Oran gibilere ve onların savunduğu kesimlere de selam gönderilmektedir. Ayrıca RTE'nin “Dünya Gerçekleri ile Çelişmemek” biçiminde meşrulaştırmaya çalıştığı teslimiyetçi dış politikaya tarihsel meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Annan Planı’nın “müzakere edilmeye değer bir plan olduğunu vurgulayan” ve “Ocak ayından beri süren son aşama ile ilgili umutlu olduğunu” ifade eden (Garip İşler, Cumhuriyet, 17.4.2004) Toktamış Ateş’in Lozan konusundaki değerlendirmelerinin günlük pratik-politik anlamı ancak bu çerçevede anlaşılabilir.
Bu bağlamda, Mustafa Kemal'e bir yandan “derin sevgi ve hayranlık” duyulmakta, öte yandan “big brother” benzetmesi yapılabilmektedir !.. Buna karşı çıkanlar da “omurgasız” ve “cahil” olmaktadır !
“Hocamızın” Adnan Hoca’dan Dilipak’a ; Fettullah Gülen’den Oğuz Özerden’e kadar geniş bir kesimi kucaklayan “ Hoşgörüsü”, bu “omurgasız” ve “cahil” diye nitelenen kesimleri dışlamaktadır.
* * *
Toktamış Ateş’in bu “hoşgörüsü” eleştirilmekle ve tepkilere neden olmakla birlikte sahip olduğu ilişkiler çerçevesinde -kabul edilmemesine ve hoş görülmemesine rağmen- anlaşılabilir !.. Atatürkçü ve yurtsever kamuoyu tarafından anlaşılamayan ise Cumhuriyet gazetesinin hâlâ neden Toktamış Ateş’e hoşgörü gösterdiğidir.
Türkiye'de, medyanın tüm organları ile nasıl bir şakşakçılık ve iktidar yalakalığı içinde olduğu herkesin bildiği bir gerçektir. İlhan Selçuk'un deyimiyle "çamur içindeki Türk medyası" bu yolda tüm mesleki ve ahlaki değerleri ayaklar altına almış durumdadır. Bu "ahval ve şerait altında" Cumhuriyet gazetesi ilkeli tutumunu sürdürerek iktidara boyun eğmemektedir. Dolayısıyla tüm demokrat, bağımsızlıkçı, laik güçlerin saygı duyduğu ve savunduğu bir yayın organı olan Cumhuriyet gazetesi desteklenmeli, güçlendirilmelidir.
Cumhuriyet sadece bir gazete değil, cumhuriyetin aydınlık yüzüdür.
Cumhuriyet'i savunmak cumhuriyet'i savunmaktır.
Ne var ki, bu duygu ve düşünceler içinde olan biri, gazetesini desteklemeye, savunmaya ve diğer medya organları gibi olmadığını dillendirmeye başladığında karşı cepheden gelen şu sözlerle karşılaşabilmektedir :
"İyi de, Cumhuriyet gazetesi demokratik ve laik Türkiye'nin savunucusu bir gazete olarak bu hedefle tutarlı bir çizgi izlerken, "ılımlı islamı" hoş göstermeye çalışan, Fettullah Gülen ile el ele resim çektirip kitaplarına önsöz yazacak kadar içli dışlı olmuş bir yazarın ne işi var gazetede ?"
Bu soru nasıl yanıtlanabilir ? "Demokrasi”, “düşünce özgürlüğü" diyerek mi, yoksa "hoşgörünün" gereği şeklinde mi !..
Bu hoşgörü nerede başlar, nerede biter ? Tarikat liderini savunmak ne zamandır “demokrasinin gereği” olmuştur ? Eğer o kadar hoşgörülüysek, oldu olacak, Fettullah Hoca’ya da sütunlarımızı açalım !.. Ya da Colin Powell’ı meşrulaştırdıktan sonra Bush’u övmemek için bir neden var mıdır ?..
Cumhuriyet sadece bir gazete değilse ; cumhuriyet'in aydınlık yüzü, cumhuriyet değerleri ve ilkelerinin savunucusuysa, gazetenin gerçek sahibi olduğu iddiasındaki cumhuriyet okurlarının ve yönetiminin de bu değerleri aşındırmaya soyunanlara karşı uyanık olmaları gerekmez mi ? Zaten bütün medyayı sarmış olan bu tür propagandanın cumhuriyetimizin kaybedilmeyen nadir mevzilerinden biri olan Cumhuriyet'te de yapılmaması için gayret gösterip, en azından tepkilerini ifade etmeleri beklenmez mi ?...
Başka yayın organlarında bu tür İkinci Cumhuriyetçi “inciler”in sabahtan akşama kadar dillendiriliyor olması Fettullah severlerin benzer şeyleri Cumhuriyet'te de yapmalarını meşrulaştıramaz. Zira "suî misal, emsal olmaz !..."
Mesele “hoşgörü” meselesiyse Toktamış Ateş’e haftada üç gün yazması için köşe veren Cumhuriyet gazetesi ve gazetenin sahibi olduklarını iddia eden “Cumhuriyet Okurları” daha ne kadar “ hoşgörü ” göstereceklerdir ?
Ali Sirmen’in yazısının başlığını hatırlatmakta fayda vardır : “Aman Dikkat ! Hoşgörü Tehlikeli Bir Kavramdır.
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder