TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR!
SERDAR ANT,
01 ARALIK 2004
AB tartışmaları tüm hızı ile sürüyor. Ama soruna hep Türkiye’nin AB üyeliğinin hangi şartlar altında ve ne zaman gerçekleşebileceği, bunun için de yapılması ve yapılmaması gerekenler çerçevesinde yaklaşılıyor. Bu noktada iki ana grubun oluştuğu söylenebilir : AB üyeliğini destekleyenler ve karşı çıkanlar…
Birincilere, yani AB üyeliğini destekleyenlere, göre üyelik Türkiye’yi uygar bir ülke haline getirip, ulusal bir hedef olarak benimsen “muassır medeniyet seviyesine” ulaştıracaktır. Zaman içinde Türkiye demokrat, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, ekonomik ve sosyal sorunlarını çözmüş bir ülke olacaktır.
İkinci grup ise, bu hedeflere AB’ye üye olmadan da varmanın mümkün olduğunu, üstelik Türkiye’nin AB’ye üye yapılmayacağını, AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak içine almak gibi bir niyeti olmadığını, asıl amacının, Türkiye’ye kesin olarak “hayır” demeden, ama tam üyeliğine “evet” de demeyerek, onu uzun yıllar AB “kapısında” tutarak bu durumdan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmak olduğunu söylüyor.
Bu bağlamda Avrupa Parlamentosu Başkanı Joseph Borrel’in “dini veya kültürel sorunlardan değil, büyük ve fakir olması nedeniyle Türkiye’nin AB üyeliği endişe oluşturuyor’’ şeklinde konuşup, Türkiye ile müzakere sürecinin 10 ya da 15 yıl sürebileceğini belirten, “Bu süre sonundaki Türkiye, şu andaki Türkiye olmayacak’’ biçimindeki kehanetleri (!) akla AB’nin niyetleri konusunda ilginç olasılıklar getiriyor ! Zira aynı Borrel, Sakahrov Ödülü’nü almak için, devletin yeşil pasaportu ile VIP salonlarından geçerek (!) Brüksel’e giden Leyla Zana’yı, “ kırmızı-yeşil-sarı çiçeklerden oluşan bir buketle” karşılayabiliyor !
Türkiye’nin AB üyeliğine, AB’yi idealize ederek baktığımızda, sorunun bu kutuplaşma temelinde tartışılması aslında çok normal… Diğer bir ifade ile, AB’yi ulaşılması gerekli bir model olarak tanımladıktan sonra, doğal olarak, tartışma “girelim mi, girmeyelim mi”, “bizi alırlar mı, almazlar mı”, “kabul görmek için neler yapmalıyız ya da yapmamalıyız”, “kendimize nasıl çeki düzen verelim” gibi sorular çerçevesinde kalıyor. Oysa bizim üye olmamız/olabilmemiz boyutu dışında, modelin kendisi de tartışılmaya muhtaç değil mi ? AB hangi ihtiyaçlar neticesinde gündeme gelen bir seçenek oldu ? Sadece Türkiye, daha doğrusu Türkiye’nin AB üyeliğini kayıtsız şartsız isteyen sermaye kesimi açısından değil, bizzat AB’yi oluşturan güçler açısında da… Türkiye’nin stratejik yönelimleri, AB’nin bu doğuş ve varoluş tercihleri ile ne derece çakışıyor ? Kısacası, biraz da AB’ye, ona temel teşkil eden ideallere, bu idealler konusunda AB’nin ya da onu meydana getiren unsurların ne derece samimi olduğuna da bakmak, bu konularda da düşünmek gerekmez mi ? Bu noktada toplumumuzda bir oydaşma var mı acaba ?
Bilindiği gibi Avrupa Birliği anlayışının temelinde ekonomik anlamda liberal kapitalist görüş, siyasi anlamda da insan hakları ve liberal demokrasi düşüncesi bulunmaktadır. Bu anlamda AB, liberal ekonomi politikaları paralelinde insan hakları ve hukukun üstünlüğü anlayışına dayanan bir demokrasi ile yönetilmeyi, var olmayı hedeflemektedir. Bu amaçların sorgulanmaya ihtiyacı vardır.
Tarihe ve günümüz dünyasına baktığımızda hiçbir ülkenin liberal politikalarla yönetilmediğini, yönetilemeyeceğini görüyoruz. O çok allanıp pullanan, yere göğe sığdırılamayan, ismine göndermelerde bulunarak partiler kurulan liberalizm, ancak ve ancak iktisat fakülteleri birinci sınıflarda okutulan "İktisada Giriş" kitaplarında yaşar, orada vardır sadece ! Liberal ekonomi denilen ve Nobel sahibi kimi Batılı iktisatçıların cambazlıklarıyla sanki tutarlı ve doğruymuş gibi görünen bu ideoloji, hayatın gerçekleri karşısında taşa düşen vazo misali paramparça olur. Aslına döner ve " Yağma Kapitalizmi ” şeklini alır. Arz-talep dengesi, fiyat mekanizması, piyasanın "görünmez eli" ya da "gece bekçisi" devlet ; hayatın gerçekleri karşısında yerini tekellerin egemenliğine, oligopollerin hakimiyetine, tröstlere, CFR destekli/onaylı askeri darbelere ve faşizan yönetimlere bırakır !..
Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde kaba ve açıktan bir yağma ile ortaya çıkan liberal ekonomi, "gelişmiş" olarak tanımlanan, ama tüm dünyanın yağması üzerinde yükselen bir tüketim çılgınlığının “refah toplumu” diye yutturulmaya çalışıldığı Batı toplumlarında Coca Cola'nın, General Motors'un, Mc Donalds'ın, kısacası çokuluslu tekellerin hakimiyetinden başka bir şey değildir. Devlet de sadece “gece” değil, günün yirmi dört saati o çıkarların, o hakimiyetin, o yağma ve sömürü düzeninin bekçisidir.
Onun için ABD, ITT adına Şili'de S. Allende'yi devirir. (Bugün aynı şeyi Chavez için yapmaya çalışıyor.) Türkiye'de "our boys"a darbe yaptırılır. Onun için Kuveyt bahanesiyle Irak işgal edilir. Ama 1967'den beri Batı Şeria ve Gazze'yi işgal altında tutan ; her türlü kimyasal ve nükleer silaha sahip ve başbakanı Sabra ve Şatilla “kasabı” olan İsrail desteklenir. Onun için Latin Amerika, Amerikan tekellerinin arka bahçesidir. CIA, Noriega gibi uyuşturucu tacirlerini kullanır, işi bitince de darbe ile alaşağı eder. 250 milyonluk ABD, "kötü" örnek olduğu için, eğitimin ve sağlığın parasız olduğu, dünyanın en kaliteli ve ileri sağlık sisteminin yürürlükte bulunduğu, şekerkamışı ve turizm geliri dışında bir geliri olmayan ve nükleer silaha da sahip bulunmayan Küba'ya 40 yıldır ambargo uygular. Liberaldir çünkü !
Liberal ekonomi tatlı bir hayaldir inananlar için... Ama o hayal, hayatın gerçekleri karşısında yerini işsizliğe, sömürüye, sefalete bırakır. Dünyanın damını deler, kâr hırsı ile doğal kaynakları çılgıncasına tüketip çevreyi öldürür, mahveder bu “tatlı” hayal ! Amazon’un yağmur ormanları, Ren nehri, ozon tabakası, liberal kapitalizmin hedef tahtasındadır !
Batı Avrupa'da, Amerika'da bir tüketim çılgınlığı içinde tereyağından, sosisten, salamdan dağlar oluşur marketlerde ama, Afrika'da her yıl milyonlarca insan ölür açlıktan... Yemek için günde bir avuç pirinç bulamadığından ! Sonra bu “ Yüzsüz Avrupa ”nın efendileri açlık, kıtlık ve çevre kirliliğine karşı savaşanlara Nobel ödülleri verip olmayan vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar !
Tüketim toplumunun bireylerinin fazla yağlarını aldırıp daha güzel bir fiziğe sahip olmaları için tıp alanında yüz milyonlarca dolar harcanır her yıl ama, en temel sağlık hizmetini alamadığı için milyonlarca çocuk da yaşama veda eder, azgelişmişlerin dünyasında...
Silahlanma yolunda milyarlarca dolarlık fonlar yaratılırken, AB’nin ve ABD’nin metropollerinde milyonlarca evsiz, yaz-kış demeden, sokaklarda geçirir geceleri… Fuhuşa itilen küçük kızlar, tiner çeken gencecik delikanlılar, uyuşturucunun pençesine düşmüş genç insanlar… Liberal kapitalist metropollerin “insan manzaraları” bunlardır !.
Liberal düzen sadece doğayı ve çevreyi tüketmekle kalmaz. İnsanı da tüketir, ruhen çökertir. Uyuşturucu, eşcinsellik, falcılık, büyücülük, astroloji vb. sapkın ve akıl dışı davranış ve inançlar, Batının o gelişmiş toplumunun insanını yer, bitirir. İntihar oranları en yüksek rakamlara, o "gelişmiş" liberal Batılı ülkelerde ulaşmaktadır.
Kısacası, liberalizm bir yağma düzenidir. En başta da insanı yağmalar. Her bakımdan hem de...
Şairin dediği gibi ,
"ekmeğimizde tuz / kitabımızda söz / ocağımızda ateş oluşu hürriyetin..."
umurunda değildir yağma düzeni, liberal kapitalizmin...
"..sevgilimizin bizden ne şan, ne para / vefadan başka bir şey beklemeyişi..."
ne de aldırmaz, önem vermez liberalizm...
"...esefsiz / güvenle / emniyetle/ gölgeli bir bahçeye girer gibi/ girebilmek usulcacık ihtiyarlığa” demez !..
“…ve hepsinden önemlisi, / çocukların, ama bütün çocukların, / kırmızı elmalar gibi gülüşü..."nü de hedeflemez !..
Vicdanların değil, cüzdanların emrindedir liberal kapitalizm !
AB, işte bu anlayışı temeline oturtmaktadır. 19. yüzyıl boyunca bütün dünyayı yağmalayan, çekişmeyi Avrupa dışında sonuçlandıramadığı için insanlık tarihinin gördüğü en büyük katliamlara yol açmış iki dünya savaşının yaşandığı Avrupa, şimdi yeni bir rekabetin, hegemonya mücadelesinin gereği olarak gitmektedir Birliğe ! ABD, Japonya, Çin ve Rusya gibi devler karşısında ekonomik, askeri, kültürel anlamda ayakta kalabilmek için birleşmek zorundadır. Türkiye bu “savaş arabasına” koşulmak, o kapıya muhafız kılınmak istenmektedir !
Yarış, “insanı insanca yaşatmak” için, “ El kapısında Kul ” etmemek için değil ; pazarları kaptırmamak, silahlanmada geride kalmamak, kâr oranlarını düşürmemek ve sermayenin yeniden üretimini sağlayabilmek içindir…
“İnsan hakları” liberal düzenin efendisi içindir. Batı Şeria, Gazze ya da Felluce’deki mazlum, zerre kadar umurunda değildir AB’nin ! Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de işsizlik oranın 2-3 puan yükselmesi dengeleri sarsar, bunalımlara yol açar, liberal düzeni tehdit eder ama, Üçüncü Dünya’nın milyonlarını açlık, sefalet ve işsizliğe mahkum eden IMF’nin liberal reçeteleri kutsal kitabın ayetleri gibidir ! Yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, ticaret özgürlüğü ve hakkı, hepsinden önemlisi insanca yaşama hakkı öncelikle liberal düzenin efendileri içindir ! Onun için Türkiye’nin nüfus bakımından büyük bir ülke olarak AB karar alma süreçlerinde sahip olacağı etkinlik liberal düzenin efendilerini korkutmaktadır ! Çünkü etkinlik sahibi olacak o ülke, aynı zamanda “fakir” bir ülkedir !
AB Parlamento Başkanı’nın demeci, “liberal” kapitalizmin “liberal” demokrasisinin ölüm ilanıdır aslında…
O liberal ambalajlı yağma düzeni de, insan hakları ve demokrasi etiketli sahtekarlıkları da boş bir hayaldir ve idealize edilmeyi hak eden bir model değildir. Bu çıkar ve sömürü düzenine işkembesinden bağlı olanlar dışındaki samimi çoğunluk, “ağaçları bırakıp ormana bakabildiği” zaman “AB uygarlığı” diye sunulanın “ Tek dişi kalmış Canavar” olduğunu görmekte gecikmeyeceklerdir.