6 Nisan 2016 Çarşamba

PYD NEDİR ? BÖLÜM 3




PYD  NEDİR ?  BÖLÜM 3



PYD’NİN ÜÇÜNCÜ ADIMI

Paris Barış Konferansı’nda Ermenilerle ters düşen Şerif Paşa ise yön değiştiriyor, Ermenilerle ittifaka hazırlanıyordu...

Başlangıçta Ermeni istekleri ile Kürt isteklerinin aynı bölgede çatışması üzerine, Şerif Paşa ikna edilmiş ve Ermeni Delegesi Boghos Nubar Paşa ile aynı masaya oturması sağlanmıştı.
Şerif Paşa, kendi imzasıyla sunduğu ilk muhtırayı daha sekiz ay bile geçmeden inkar edercesine, 20 Kasım 1919’da Boghos Nubar Paşa ile ortak muhtıraya imza attı.

Buna göre TÜRK toprakları Ermeniler ile Kürtler arasında paylaşılacaktı…
Bu muhtıra bir Ermeni-Kürt ittifak arayışının da resmi bir başlangıcı oldu.
Bu yönüyle bu muhtıra, Bedirhan Bey’in oğlu Mikdat Mihdat’ın 1898’te Mısır’da, Abdurrahman’ın İngiltere ve İsviçre’de(1898-1908), Abdurrezzak ve Yusuf Kamil Bedirhan’ın Ruslar ve Ermenilerle geliştirmiş olduğu ilişkilerle de örtüşüyordu…

İŞTE PYD’NİN ÜÇÜNCÜ ADIMI BU OLDU: ERMENİ-KÜRT İTTİFAKI…

YIL 1919…





PYD’NİN DÖRDÜNCÜ ADIMI

Yıl 1920, 26 Şubat…

Bir yıl önce başlamış olan Ermeni-Kürt projesi 1920 yılında da hız kesmeden devam ediyordu. Bu kez toplantı yeri Londra idi...

Toplantıda ilk sözü Fransız Delegasyonu Başkanı B. Cambon aldı, konu Kürdistan’dı...
Soru ise şuydu; ‘Kürdistan bağımsız olacak mı?’
Cevabı İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon verdi;
‘Kürdistan sorunu henüz çözümlenmedi’.

Ardından Fransız Delegasyonu üyesi B. Berthelot söz aldı ve ’Kürdistan yeni bir öğedir. Geleceği Skyes-Picot Anlaşması ile çizilmiş değildir’ diyerek, Kürdistan’da çeşitli madenlerin olduğuna dikkati çekti.

Lord Curzon hemen Skyes-Picot Anlaşması’nın Fransızlara Ortadoğu’da ekonomik haklar vermediğini açıklamaya koyuldu. Kürdistan maden kaynakları açısından elbette önemliydi. Ermenistan ve Suriye-Geldani bölgesine komşu olacağı için doğal olarak Fransızların ilgi alanına girecekti ama Fransızların tek başına söz sahibi olduğu anlamına gelmiyordu.

Peki, Kürdistan madenleri üzerinde kim söz sahibi olacaktı; Fransa mı, İngiltere mi? Delegasyonlar bu konuda anlaşamadı.

Ertesi günkü konu Ermenistan oldu; Ermenistan kurulacaktı, üstüne de Doğu Karadeniz’de Ermenistan korumasında bir ‘Özerk Laz Devleti’…

16 Mart 1920’de, Amiral de Robeck Lord Curzon’a şu raporu çekti: ‘
‘Damat Ferit Paşa ve Seyit Abdulkadir ile görüştüm. Ferit Paşa, Diyarbakır, Harput ve Muş bölgelerindeki Kürtleri Türk milli hareketine karşı kışkırtmak istiyor. Bunun İngiliz politikasına uygun düşüp düşmediğini soruyor. Seyit Abdulkadir ise millicilere karşı harekete geçmeye hazır, ancak bağımsız veya İngiliz mandasında bir Kürdistan’ı garanti etmedikçe Ferit Paşa ile birleşmek istemiyor. Durum sıkıntı verici.’

Amiral de Robeck aynı gün aynı çizgide ikinci bir raporunu daha gönderdi;
‘Sadrazam Damat Ferit Paşa, Kürt lider Seyit Abdulkadir’in milliyetçilere saldırmaya hazır olduğunu bildiriyor, bu planın Majesteleri hükümetine uygun olup olmadığını soruyor. Planın olumlu karşılanacağını umuyorum’. .

17 Mart günü, Gürcü Cumhuriyeti temsilcileri adına Çeitze de kaldığı Curzon Hotel’den Barış Konferansı Başkanlığı’na gönderdiği dilekçe ile Artvin’i istiyordu.

Kürt Teali Cemiyeti Başkan Yardımcısı Emin Ali Bedirhan, Kürt Demokrat Partisi Genel Sekreteri Selim Bekir, Kürt Öğrenci Birliği(HEVİ) Başkanı Baki ve Kürt basını adına Kemal Fevzi imzalarıyla gönderilen bir mektupta, Kürt politikasından dolayı Lloyd George’ye teşekkür ve İngiliz Hükümeti’nin cömert yardımları rica ediliyordu.

Londra Barış Konferansı’nda Kürdistan konusu bir karara bağlanamadı ve sorun, İtalya’nın San Remo kentinde yapılacak olan konferansa devredildi.

18 Nisan 1920’de konferans başladı…



Konferansın o günkü oturumu kapanırken, toplantı tutanaklarına eklenen şu metin ile Avrupa siyasetinde gelecekteki Kürdistan’ın sınırları şöyle çizildi:
‘İş bu anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sayılarak altı ay içinde İstanbul’da toplanacak ve Britanya, Fransız ve İtalyan hükümetlerince atanacak bir komisyon (…..) maddelerde tanımlandığı biçimde Fırat’ın doğusunda, Ermenistan’ın güney sınırları güneyinde, Suriye ve Irak/Mezopotamya kuzey sınırlarının kuzeyinde, çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu bölgeler için bir yerel özerklik planı hazırlayacaktır. Bu plan, bölgede yaşayan Asuri-Geldani ve öteki soy ve din azınlıklarının korunması için tüm güvenceleri içerecek ve bu amaçla, Britanya, Fransız, İtalyan, Acem ve Kürt temsilcilerden oluşacak bir komisyon, işbu anlaşma hükümleri gereğince Türk sınırının İran sınırı ile aynı olduğu yerlerde, gerekmekte ise ne gibi düzeltmeler yapılacağını incelemek ve karara bağlamak için bu yerleri gezecektir.’
San Remo’da bu metin, daha sonra Osmanlı hükümetince 10 Ağustos 1920 günü imzalanacak olan Sevr Antlaşması’nda 62’nci madde olarak yer alacaktır.

Aynı toplantı tutanaklarına eklenen bir metinle Kürdistan’ın nihai sonucu yerel halkın kararına bırakıldı.

Halen günümüzdeki Musul ve Kerkük üzerinde oynanan oyunların da temelini teşkil eden halk oylaması siyaseti, San Remo’daki konferansta hazırlanan 5 sayılı not ekinin 3’ncü maddesinde şöyle yazıldı;
‘Bununla birlikte, işbu anlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayan bir yıl içinde, 1’nci maddede tanımlanan bölge içindeki Kürt halkları, bu bölge nüfusunun çoğunluğunun Türk yönetiminden bağımsız olmak istediğini gösterir bir biçimde Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvuracak olur ve Konsey de bu halkların bu bağımsızlığı kullanmaya yetenekli oldukları kanısına vararak, bunun kendilerine sağlanmasını öğütleyecek olursa, Türkiye bu öğütleme hükümlerini yerine getirmeyi ve bölge üzerindeki tüm hak ve yetkilerini bırakmayı başından yükümlenir. Bu bırakma işleminin ayrıntıları, Türkiye ile işbu anlaşmayı imzalayan başlıca müttefikler arasında ayrı bir anlaşma konusu olacaktır.’

San Remo’da 19 Nisan 1920 günü kaleme alınan bu madde de, Sevr Antlaşması’nın 64’ncü maddesi olarak kabul edilecektir…

İŞTE BU PYD’NİN DÖRDÜNCÜ ADIMI OLDU: 


SEVR YIL 1920… 




PYD’NİN BEŞİNCİ ADIMI

Siyasi Kürt hareketinin yönetici kadroları Baban, Bedirhan ve Seyit Abdulkadir, Şerif Paşa ile Avrupa’ya, Barzanilerle de Kuzey Irak’a yayılıyordu.
Avrupa masa üzerinde Osmanlı’yı paylaşırken, Barzaniler de bölgedeki aşiretleri örgütlüyordu.
Anadolu’ya silahlı kapı, siyasi örgütlenmeler dışında henüz açılmamıştı.
İlk kapı Koçgiri’de açıldı…

Koçgiri, Sivas’ın İmranlı ilçesinde Karlık ve Boğazören köylerinde yerleşik bir Kürt-Alevi aşiretinin adıdır. O tarihlerde bu aşiret, Sivas’tan Erzincan’a kadar yayılan alanda yaşıyordu. Koçhisar, Zara, İmranlı, Suşehri, Refahiye, Kangal ve çevre köylerinde yaşayan bu aşirete mensup yaklaşık 40.000 vardı.

Koçgirili Mustafa paşa’nın oğlu Alişan ve Haydar Beyler, aşiret içinde sevilen iki kardeşti. Haydar Bey, Ümraniye Bucak müdürüydü.
Seyit Abdulkadir’in başkanı olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti, Alişan Beyi Tunceli’ye göndermiş ve örgütün burada kurulmasını istemişti; Alişan Bey, Tunceli’de örgütün şubesini kurarken, aynı günlerde Baytar Nuri de Zara, Divriği, Kangal ve Hafik ilçeleriyle, İmraniye, Beypınar, Celali, Sincan, Hamo, Zınara ve Domurca bucaklarında Kürdistan Teali Cemiyeti’nin şubelerini açıyordu.

Baytar Nuri bir Kürt devleti peşindeydi; 1921 yılı başlarında, Sivas’ın Yelice nahiyesinin Hüseyin Abdal tekkesinde bir toplantı düzenlenecek ve o toplantıda, Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Tunceli ve Koçgiri’yi içine alan bir Kürt devletinin kurulması kararlaştırılacaktır …

1 Ekim 1920’de, Alişan tarafından, Ovacık, Hozat ve Çemişkezek’te 45.000 kişilik bir milis gücü hazırlandı, Kürdistan’ı kurmak için yemin edildi ve isyan başladı…
Koçgiri aşiretinden Alişir’in Kemah’ın köylerini basmasıyla harekete geçtiler. Pezgavır, Maksuden, Aslanan, Kurmeşan, Percikan, Cenbergan ve Ginyan aşiretleri de isyana katıldılar.

15 Kasım’da, Ankara’ya bir telgraf gönderildi; isyancıların Ankara Hükümeti’nden istekleri şuydu;
‘İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması; Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal Hükümeti’nin ivedi yanıt vermesi; Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesini; Kürt çoğunluğunun bulunduğu illerden Türk memurlarının çekilmesi; Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması…”

Baytar Nuri’nin babası İbrahim Efendi tarafından kaleme alınan bu telgraftan sonra, Batı Dersim Aşiret Reisleri adına 25 Kasım 1920 günü TBMM’ne bir başvuru daha yapıldı;
‘Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız Kürdistan’ın kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz’.


Koçgiri isyanı sırasında Türk Ordusu Yunan’la savaş halindeydi; İnönü, Ocak 1921. Aynı bölgede Çerkez Ethem de isyan etmişti…
Önemli bir savaş yaşandı İnönü’de ve Yunan’a karşı büyük zafer kazanıldı; Çerkez Ethem’in isyanı da bastırıldı.
Gazi Mustafa Kemal 1’nci İnönü zaferi için ‘Bu muharebede çok şey kurtarılmıştır’ diyecek, hemen ardından ‘Hayır, her şey kurtarılmıştır’ diyerek 1’nci İnönü savaşının önemini vurgulayacaktır.

Koçgiri’ye gelince…
Merkez Ordusu kurulmuş ve başına Sakallı Nurettin Paşa getirilmişti.
Koçgiri’de Alişan’a karşı harekat başlatılmış, Şubat 1921 sonu itibariyle, Zara ve Ümraniye bölgesindeki ilk isyan bastırılmıştı.
Ancak, 5/6 Mart 1921’de, Sivas ve Erzincan dolaylarındaki Koçgiri aşireti ikinci kez ayaklandılar…
6’ncı Süvari Alayı isyancıların eline geçti. Aşirete bağlı yaklaşık 1.000 kişilik bir güç, İmranlı kasabasını işgal etti.
10 Mart’ta, Bakanlar Kurulu’nca bölgede sıkıyönetim ilan edildi.
Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa, isyanı bastırmakla yeniden görevlendirildi.
İsyan büyüyordu…

Doğuda isyan sürerken batıda Yunan ordusu da Bursa ve Uşak üzeri iki koldan saldırıya geçmişti (22/23 Mart 1921).
Yenişehir düştü. Ardından, Pazarcık, Bozhöyük, Bilecek, Dumlupınar Yunan kuvvetlerince işgal edildi. Söğüt, Sapanca da düştü. Oradan Sakarya’nın doğusuna geçtiler. Adapazarı işgal edildi. Arifiye’deki Türk birliği esir edildi.
Yunan ordusu karşısında tutunamayan birlikler İnönü mevkine çekiliyor, burada sıklet merkezi oluşturuyordu.


27 Mart’ta, İkinci İnönü Savaşı başladı. 


Bozhöyük, Söğüt ve İnönü kurtarıldı; Yunan kuvvetleri takibe alındı.
3 Nisan’da, İnönü savaşları zaferle sonuçlanmıştı.

Bu arada, isyancı Alişir Kürtlerin bağımsızlığının Avrupa devletleri tarafından tanınmış olduğunu bölgedeki aşiretlere duyuruyor, isyanı kışkırtmaya devam ediyordu.


29 Mart’ta, isyancılar Kuruçay kasabasına saldırmış; Divriği Kaymakamı ile jandarmalar esir düşmüştü. Zara güneyinde ise çatışmalar sürüyordu.
Merkez Ordusu Koçgiri isyancılarına karşı yeniden harekete geçmiş, Refahiye’de isyancılarla çatışmalar başlamıştı.
Giresun’dan sevk edilen Topal Osman kuvvetleri de müdahaleye başlayınca, isyancılar geri çekildi. Merkez Ordusu Zara’ya girdi; isyancıların dirençleri kırıldı.
24 Mayıs’ta, bu ikinci isyan da bastırılmıştı.

Koçgiri ayaklanmasının dış kaynakları ve yerli işbirlikçileri konusunda, 30 Temmuz 1920 günlü İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’in Lord Curzon’a gönderdiği şu rapor bize yeterli bilgi veriyor:
‘Ferit Paşa antlaşma(Sevr) sağlandıktan sonra Anadolu’da düzeni sağlamak için, İngiliz Generali(Shuttleworth) ile birlikte Harbiye Nezareti’nde iki plan üzerinde çalıştıklarını bildirdi: Planlardan biri, Antlaşma imzalanır imzalanmaz Mustafa Kemal’in üzerine saldırmak için 15.000 kişilik küçük bir ordu kurulması, diğeri de Kürtlerin maşa(instrument) olarak kullanılmasıdır. Birinci planın hazırlığı bitmek üzeredir, General Shuttleworth ile bugün öğleden sonra yapacakları görüşmede bu plana son şeklinin verileceği umut edilmektedir. Kürtlerin kullanılmasına gelince, Ferit Paşa, İstanbul’daki Kürt liderlerin Mustafa Kemal’e karşı harekete geçmeye pek istekli olduklarını söylüyor’ .

Koçgiri ayaklanmasının hazırlık aşaması, çıkışı ve sonrası, Yunan ordusunun Anadolu’yu işgal sürecinde yaşanmıştır. Hem Çerkez Ethem hem de Alişan’ın isyanlarıyla Yunan işgali atbaşı gitmiştir. İşgalin bir amacı da Sevr Antlaşması’nı Ankara Hükümeti’ne kabul ettirmektir.

Koçgiri ayaklanmasının bu çerçevede taşıdığı siyasi ve askeri stratejik anlam, 20 Şubat 1922’de Amiral Bristol tarafından ABD Dışişleri Bakanlığı’na yazılan şu raporda kolayca açığa çıkıyor;
‘…Yunanlılar, önemli bir zafer kazanırlarsa, Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir. Ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler, kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.’

Koçgiri, 1880 Ubeydullah isyanından sonra Anadolu’da çıkarılmış ikinci Halidi Nakşi isyanıdır. Bu ayaklanmada bir başka Halid-i Nakşi Şeyhi olan Sait’in de rolü vardır. Said-i Nursi’nin rolünü, araştırmacı-yazar ve tarihçi Sinan Meydan şöyle naklediyor;
‘İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın Bağdat’tan yazılan gizli raporunda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı vardır. Bu cemiyetin düzenlediği Koçgiri Ayaklanması, ulusalcı güçleri bir hayli uğraştırmıştır.’

Koçgiri isyanının büyük önemi şudur; Koçgiri’de ayaklanma sürerken Yunanlıların Ege’yi işgal etmekte oluşudur. Bu durumda Türk ordusu iki farklı cephede mücadele etmek durumunda kalmıştır. Sevr Anlaşması’nın imzalanmış olduğu ve Anadolu’da Ermenistan-Kürdistan laflarının yüksek sesle söylendiği dikkate alınacak olursa, böylesi bir ortamda Koçgiri ayaklanmasının çıkarılmış oluşu, bu isyanın asıl hedefinin kurtuluş savaşındaki Türk ordusunu zora düşürmek olduğu açıkça görülür.
Bu noktada, böyle bir isyanın bir siyasi Kürt hareketi adına değil, bunun çok ötesinde, bir düşman işgaline karşı yapılan ulusal direnişi kırmak için çıkarılmış olduğunu düşünmek gerekiyor…


İŞTE PYD’NİN BEŞİNCİ ADIMI BU KOÇGİRİ OLDU…

YIL 1921…





PYD NEDİR ? BÖLÜM 2


PYD  NEDİR ?  BÖLÜM 2






PYD’NİN İKİNCİ ADIMI

Şimdi 1 Kasım 1918’teyiz…
Musul’un işgaliyle birlikte İngiliz siyasi komiseri Binbaşı Noel ile şehrin din adamları, eşraf, tüccar ve aşiret başkanlarıyla Süleymaniye’de bir araya geldiler.
Binbaşı Noel Farsça uzun bir konuşma yaptıktan sonra, Şeyh Mahmud Berzenci’yi Genel Hükümdar adına ‘ Kürdistan Yöneticisi ’ tayin etti. Kendisine 15.000 rupye maaş bağlandı, amcası Seyid Ömer de Süleymaniye Valisi yapıldı .




Refik Hilmi anılarında bu olayı şöyle naklediyor; 


‘Binbaşı Noel, Wilson’un tavsiyesi üzerine, 1918 Kasımı’nın birinci gününde, Süleymaniye’nin merkezinde şehrin din adamları eşraf, tüccar ve aşiret başkanları ile bir toplantı yaptı. Irak’taki Britanya Hükümeti’nin temsilcisi( Genel Hükümdar) adına Farsça uzun bir konuşma yaptı. O konuşmada, Şeyh Mahmud’un Genel Hükümdar tarafından ‘Kürdistan Yöneticisi’ olarak atandığını açıkladı.’
İngilizler ilk kez Kürt aşiretleriyle iç içeydi. Şeyh Mahmud da ilk kez Osmanlı desteğinden yoksun kalmış, bölgedeki aşiretlerle birlikte kendi kaderini tayin etmeye çabaladığı zor bir süreci yaşıyordu. Bu coğrafyada kurulan yeni sahnenin baş aktörleri artık Binbaşı Noel ve Şeyh Mahmud olacaktı ama işler düşünüldüğü gibi gitmeyecekti…

Şeyh Mahmud’un ‘Kürdistan Yöneticisi’ ünvanı alarak savaşmadan bölgeyi İngilizlere teslim etmesi karşısında bölgedeki aşiretler büyük bir tepki göstermeye başladılar. Başta Kerkük ve Kifri’de olmak üzere pek çok Kürt aşireti İngiliz işgaline karşı tavır almıştı. Özellikle Caf ve Pişdar aşiretleri artık bu işgali düşmanca görüyor ve İngilizlere karşı bir direniş geliştiriyordu.

Halk Türk hakimiyetinden yanaydı, buna karşı olanları da ‘İngiliz işbirlikçisi’ diye niteliyordu.
Böylesi bir ortamda, İngilizlerin Resmi Dairelere Acem, Hintli, Arap, Afgan, Yahudi ve Ermenileri yerleştirmesi, yerel halkın işgale karşı memnuniyetsizliğini daha da arttırdı. İngilizler her tarafta düşman kazanmaya başladı. Bir çok yerde İngilizlere karşı saldırı yapıldı, Irak’ın çoğu yerinde gizli cemiyetler kuruldu.


İngilizlere karşı direniş başlamıştı…


İŞTE PYD’NİN İKİNCİ ADIMI BU OLDU: IRAK’TA İNGİLİZ KÜRDİSTANI KRALLIĞI

YIL 1918…



..

PYD NEDİR ? BÖLÜM 1




PYD NEDİR? BÖLÜM 1


( KÜRDİSTAN TEALİ CEMİYETİ DEVAMI 1918 DEN GÜNÜMÜZE.)




Türkiye şu sıralar adı PYD olan yapıyı etkisiz hale getirebilmek için savaşı dahi göze almış durumda…
Ancak, gerçek bu mu, gerçekten Türkiye, PYD ile mücadele ediyor mu yoksa tüm bunlar bir aldatmaca mı?

Türkiye’de yayınlanmış ilk özel dosya…


İŞTE ONİKİ ADIMDA PYD GERÇEĞİ





PYD’NİN BİRİNCİ ADIMI…

Mondros Ateşkesi, 30 Ekim 1918 günü Limni adasının Mondros limanında, İngiliz Amiral gemisi Superb zırhlısında imzalanmıştı. Ateşkes masasında Osmanlı Hükümeti adına Hamidiye kahramanı ve İzzet Paşa kabinesinde on günlük Bahriye Nazırı olan Hüseyin Rauf(Orbay), müttefikler adına da İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe bulunuyordu.

Ateşkes’in özelliği şuydu;
‘İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit eden bir durumda istedikleri herhangi bir stratejik bölgeyi işgal edebilecek; Doğu’daki altı ilde karışıklık çıkarsa oralar işgal edilecek; Osmanlı orduları dağıtılacak ve bütün ağır silahlara el konulacak; yeraltı ve yerüstü tüm işletme ve kaynakların yönetimi işgal güçlerine bırakılacak.’

Mustafa Kemal’in bu ateşkes konusundaki düşüncesi de şuydu;
‘Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi; Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.’

13 Kasım 1918’te, 55 parçalık işgal donanması(İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan) Çanakkale Boğazı’ndan girerek Dolmabahçe önünde demirledi. İşgal donanmasında 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve dört Yunan gemisi vardı ve en baştaki de Averof zırhlısıydı.
Dört ayrı devlete ait 3.550 işgal askeri Beyoğlu’na çıktı. Beyoğlu Yunan bayraklarıyla donatılmış, Rumlar ve Ermeniler coşmuştu .

İşte böylesi bir ortamda Bedirhanlar ve Seyit Abdulkadir, küresel siyasetin peşinden giderek yeni cemiyetler halinde ikinci kez örgütlenmeye başladılar.
Hareket alanları yine aynıydı: Siyasi alanda, İngiltere, Fransa, Rusya, İstanbul ve sonrasında Doğu Anadolu; silahlı alanda, Musul vilayet bölgesi(Süleymaniye, Kerkük ve Revanduz) ve sonrasında yine Anadolu.
Amaçları da aynıydı; Osmanlı’nın topraklarından bir parça koparmak, bu amaçla işgal güçleriyle işbirliği yapmak…


Mütareke ile birlikte İstanbul’da adı Kürt ve Kürdistan’la başlayan peş peşe cemiyetler kuruldu; Kürdistan Teali Cemiyeti(1918), Kürdistan Cemiyeti(1918), Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti(1919), Kürt Talebe Hevi Cemiyeti(1919), Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti(1919), Kürt Milli Fırkası(1919).
İçlerinde en fazla dikkati çeken Kürdistan Teali Cemiyeti oldu çünkü kurucu başkanı tanıdık bir simaydı; Seyit Abdulkadir.
Kurucu ve yöneticiler içinde de tanıdık simalar vardı; Kamuran Ali Bedirhan ve Hüseyin Şükrü Baban .

Kürdistan’ı Yükseltme Derneği anlamına gelen bu cemiyet, İstanbul’da Cağaoğlu’ndaki Dr. Abdullah Cevdet Bey’in apartmanında, 1918 yılı sonlarına doğru kurulmuştu. Kurucu başkan Seyit Abdulkadir’in 19 Kasım’da yaptığı başvuru 30 Aralık’ta onaylanmış ve cemiyet faaliyetlerine başlamıştı.

Cemiyetin çalışma alanları içerisinde,’Kürtlerin genel çıkarlarının gözetilmesi ve milli davanın desteklenmesi, bu gayeye ulaşmak için dergi, gazete, kitap yayınlanması, Kürtçe eğitim verecek okulların açılması’ gibi konular vardı.

Bilal Şimşir’e göre bu cemiyetin gerçek amacı farklıydı;
‘Bu cemiyet, Türkiye’yi parçalamak amacıyla kurulmuştur; Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminin bir ürünüdür. Türkiye’yi parçalama sürecinin sonuna yaklaşıldığı günlerde, Sevr Barış Antlaşması’nın son hazırlıklarının yapıldığı bir sırada siyaset sahnesine sürülmüştür. Adından da anlaşılacağı gibi, cemiyetin gerçek amacı Anadolu topraklarında bir Kürdistan yaratmak, İngiliz emperyalizminin Türkiye’yi parçalama emellerine içeriden yardımcı olmaktır’ .


Cemiyetin kuruluşunda siyasi Kürt hareketinde başı çeken üç aile ahvadı yer aldı; Bedirhanlar, Babanlar ve Seyit Abdulkadir.
Cemiyetin kurucuları ve yöneticileri içinde Bedirhanlardan (12), Babanlardan (9), Abdulkadir ahvadından (4) kişi bulunuyordu. Bu aileler içerisinde öne çıkan isimler şöyle idi:

Abdulkadir ahvadı: Başta Seyit Abdulkadir(1851-1925), Abdulkadir’in büyük oğlu Seyit Mehmet, Abdulkadir’in küçük oğlu Seyit Abdullah, Seyit Taha(Büyük Seyit Taha’nın torunu).

Bedirhan ahvadı: Mehmet Emin Ali(1851-1926), Emin Ali’nin büyük oğlu Süreyya, Emin Ali’nin ortanca oğlu Celadet, Emin Ali’nin küçük oğlu Kamuran, Bedirhan Paşa’nın oğulları sırasıyla Mikdat Mithad Evsed, Mehmet Ali, Abdurrahman, Murat Remzi, Hasan Nuri ve Halil Rami, Bedirhan Paşa’nın torunları Asaf Bedirhan ve Bedirhan Ali.

Baban ahvadı: Babanzade Şükrü, Mustafa Zihni, Fuat, Hikmet, Aziz, Mahmut ve Cemil Paşa Ailesinden Ahmet Cemil, Ekrem Cemil ile Kadri Cemil.
Diğer üyeler arasında Bediüzzaman Said(Said-i Kürdi), Dr. Mehmet Şükrü Sekban ve Çivilzade Mehmet Nuri( Baytar Nuri) de bulunuyordu .

İŞTE PYD’NİN İLK ÖRGÜTLÜ ADI BUYDU: KÜRDİSTAN TEALİ CEMİYETİ…
YIL 1918…


..

4 Nisan 2016 Pazartesi

IRAK FAKTÖRÜNÜN TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ




IRAK FAKTÖRÜNÜN  TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ 





Türkiye’nin Irak politikası uzun yıllar salt Kuzey Irak’taki gelişmelere endeksli oldu. 
(IKYB lideri Celal Talabani, Eylül 1996’da Ankara’da yapılan toplantılarda görülüyor.) 


< Dr. İrina Svistunova Moskova Uluslararası İlişkiler Devlet Üniversitesi İnceleme >
Türkiye’nin Irak politikası uzun yıllar salt Kuzey Irak’taki gelişmelere endeksli oldu. 


İnceleme ;

Dr. İrina Svistunova 
Moskova Uluslararası İlişkiler 
Devlet Üniversitesi 


IRAK FAKTÖRÜNÜN  TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ 







The Impact of Iraq on Turkish Foreign Policy 

Abstract 

Iraq has been at the center stage of international politics since the 1990s and deeply affected Turkish Foreign Policy. Three main issues that leads Turkey to become an actor in Iraqi politics are the developments in Northern Iraq, Iraqi oil, and the status of the Turkmen. In order to better understand the impact of Iraq in Turkish foreign policy choices, we would need to look at the historical background as well as the regional dynamics. This study looks at Turkish-Iraqi relations since the 1990s as well as what we may expect in the near future. 

Ortadoğu Analiz DERGİSİ;
Temmuz - Ağustos’ 2010 
Cilt 2 -Sayı 19-20 
İnceleme 


Türkiye ile Irak arasında çok boyutlu ikili ilişkilerinin gelişmesi süreci Türkiye’nin hassasiyetlerine daha büyük dikkatle bakılmasını sağlayacaktır. 
Bağdat’ın ise Irak’ta istikrarın korunması sorununda Ankara’nın desteğine muhtaç olması Türkiye-Irak güvenlik işbirliğine iyi bir zemin yaratmaktadır. 

Ortadoğu bölgesi uzun zamandır dünyanın dikkatini çekmektedir. Modern sorunları ele alırken bugün gözlemlediğimiz süreçlerin derin tarihi kökleri olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Bunun yanı sıra Ortadoğu bölgesi küresel gelişmelerin tesiri altında bulunmaktadır. Soğuk Savaş döneminin 
bitmesiyle birlikte iki kutuplu dünya düzeni değişim sürecine girmiştir. Kaçınılmaz olarak ülkelerin dış politika stratejisinde yeni durumun yansımaları ortaya çıkmıştır. 

Son yıllarda güncelliğini yitirmeyen Irak sorunu uluslararası kamuoyunun gündemine 1990’da gelmiş ve o zamandan beri Türkiye’nin dış siyasetini 
etkilemiştir. Irak’ın önemi Türkiye’nin Kuzey Irak bölgesiyle ilgili hassasiyet lerinden kaynaklanmaktadır. Bu hassasiyetler arasında Kürt sorunu açısından Kuzey Irak’taki gelişmeler, Türkiye’nin ihtiyacı olan Irak petrolü ve Irak Türkmenlerinin durumu yer almaktadır. Sözü geçen etkenlerin taşıdığı önem Türkiye’yi Irak’la ilgili olaylara karşı tarafsız bir seyirci olmak yerine milli menfaatlerini korumaya çalışan bir aktör olmaya sevk etmektedir. Irak faktörünün etkisi en çok Türkiye’nin ABD, İran ve Suriye ile ilişkilerinde kendisini göstermektedir. 

Türk dış siyasetini bu açıdan incelemek için ilk önce, Ortadoğu ülkesi olmayan, ama bölgeyi kendi çıkar alanı ilan eden ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilere dikkat etmemiz gerekmektedir. 
İki kutuplu dünya düzeninde Türkiye ABD’nin stratejik ortağı olarak NATO’nun Sovyetler Birliği ile karşı karşıya geldiği sınırda yer alıyordu. Fakat Soğuk Savaş’tan sonra Türkiye ABD ile ortaklığının yeni esaslarını aramak zorunda kalmıştır. 1990-1991 Körfez Krizi patlak verdiğinde Türkiye uluslararası harekâta hemen destek veren ve BM tarafından uygulanan ambargoya katılan ülkeler den biri olmuştur. O dönemden beri Irak sorunu Türk -Amerikan işbirliğinin önemli alanı haline gelmiştir. 

Aynı zamanda Türkiye’nin Körfez Krizi’ndeki tutumu 80’li yıllarda dinamik olarak gelişen Türkiye-Irak ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuştur. Gerçekten Türkiye’nin Irak ile komşuluğu ve tarihi bağları uluslararası koalisyona katılması kararını zor bir seçenek haline getirmiştir. Türkiye hükümetini bu karara sevk eden nedenlere bakarsak, uluslararası konjonktörün ağır bastığını görebiliriz. Ankara için Körfez Krizi her şeyden önce Soğuk Savaş sonrası NATO çerçevesinde azalan stratejik öneminin canlandırılması anlamına geliyordu. Bundan başka Türkiye hükümeti krizde Batı’ya desteği karşılığında ekonomik kolaylıkları ve AB ile müzakerelerin ilerlemesini bekliyordu. Doğal olarak 
Türkiye’nin bölgesel nüfuzunun güçlendirilmesi umutları mevcuttu. 

ABD ise Rusya’nın iç sorunlarına odaklanmasından faydalanarak Ortadoğu’da Yeni Dünya Düzeni’nin temelini atmayı amaçlıyordu. Körfez krizi sonrası bölgede askeri varlığının sürdürülmesi ABD’nin çıkarına geliyordu. Bunun için Irak’ın kuzeyinde Güvenlik Bölge oluşturulduktan sonra Ankara’nın yardımı Waşington’un gözünde eşsiz değer kazanmıştır. Güvenli Bölge 1991’de Irak’ta sivillere karşı uygulanan şiddeti kınayan BM kararından sonra oluşturulmuştur. Müttefikler denetim uçuşları için Türkiye’nin İncirlik üssünü kullanıyordu. 

Bu durum Türk- Amerikan ortaklığını güçlendirmekle birlikte 90’lı yıllar süresince Türkiye-Irak ilişkilerini gölgeleyen bir unsur oluyordu. 

Türkiye, denetim uçuşları için topraklarının kullanılmasına izin verip bölgesinde yıllardır güttüğü tarafsızlık politikasından vazgeçmiş oldu. Irak hükümetini tedirgin eden diğer bir gelişme Ankara’nın sınırötesi operasyonlarıydı. 1988’de sıcak takip anlaşmasını iptal eden Bağdat hükümeti Ankara’nın Kuzey Irak’ta fazla nüfuz kazanacağından korkuyordu. 

Körfez Krizi ve sonuçları Türk ekonomisini ağır hasarlara uğratmıştır. Savaştan önce Türkiye’nin ikinci büyük ticari ortağı olan Irak’la ticari-ekonomik bağların kesilmesi işsizliğin artmasına ve bir sıra sosyal-ekonomik sorunlara neden olmuştur. Özellkle Irak’a ambargo uygulanmasını takiben Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılması büyük ekonomik kayıplara yol açmıştır. 
Batı’dan beklenen yardım ise gelmemiştir. 1997’de “petrol karşılığı gıda” programına başlanınca ekonomik ilişkilerin canlandırılması ve Kuzey Irak bölgesinde istikrar sağlanması konuları Türkiye-Irak işbirliğinin gündemine gelmiştir. 


Türkiye gibi Irak’ın komşusu olup Kürt nüfusu barındıran İran ve Suriye, Irak’ın milli bütünlüğü konusunda benzer fikirleri paylaşıyorlardı. Bağdat hükümeti ve Irak’a komşu ülkeler Kürt devletinin kurulmasına yönelik gelişmeleri her zaman kaygıyla izliyorlardı. 1992’da Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldıktan sonra Türkiye, Irak, İran ve Suriye Kürt sorunu üzerinde dörtlü toplantılar düzenlemeye başlamışlardır. Bu toplantılar giderek katılımcı ülkelerin diğer konularda da birbirine yakınlaşmasına ve eski anlaşmazlıklarının giderilmesine yardımcı oluyordu. 

1990’lı yıllarda Türkiye’nin Ortadoğu komşularıyla ilişkilerini şekillendiren iki önemli etken vardı. Birincisi Türkiye’nin PKK ile savaşı, ikincisi de 1991’den sonra Kuzey Irak’ta meydana gelen iktidar boşluğuydu. Zaman zaman Türkiye hükümeti Suriye, Irak ve İranı PKK’ya destek vermekle suçluyordu, bu yüzden ikili ilişkilerde krizler yaşanıyordu. Özellikle Türkiye-Suriye Türkiye’deki karar alıcılar, Irak’ın işgal hazırlıkları sırasında bir taraftan ABD’nin bir taraftan da kendi iç kamuoyunun yoğun baskısına maruz kaldı. İlişkilerinin normal gelişmesini engelleniyordu. 1998’de Suriye’nin resmi olarak PKK’ya desteğinden vazgeçmesi iki ülkenin yakınlaşmasına yol açmıştır. 

Güvenli Bölge oluşturulduktan sonra Bağdat’ın Kuzey Irak’taki durumunu etkileme imkânı sınırlı olmuştur. Komşu ülkeler ise kendi güvenliklerini düşünerek bu bölgenin istikrarlı olmasını amaçlıyor ve Irak Kürtleriyle işbirliği yapıyordu. Kürt partilerin mücadele ortamında Türkiye ve İran bölgedeki kontrollerini genişletmek için rekabet ediyordu. Ama hem Türkiye’nin, hem de 
İran’ın Irak sorunuyla ilgili hassasiyetlerini bu rekabetten daha üstün tutması kayda değerdir. 


< Rusya savaş sonrası Irak sorununun çözülmesi konusunda Türkiye ile aynı görüşü paylaşmaktadır. BM’in ana rolünü, yani Irak’ın toprak bütünlüğünün 
ve milli birliğinin korunmasını desteklemektedir. Türkiye, İran ve Suriye’nin kaygılarını anlayışla karşılamaktadır. >


Yani Irak faktörü Türkiye ile İran’nın bölgesel nüfuz için rekabetinin gerginleşmesini önlüyordu. Kuzey Irak konusunda ABD’ye destek vermesine rağmen Türkiye hükümeti Kuzey Irak’ın giderek Bağdat’ın kontrolüne dönmesinden yanaydı. ABD’nin Kürt sorununda açık olmayan politikası Türkiye’nin Bağdat’la ilişkilerinin normalleşmesini hızlandırıyordu. Körfez Krizi zamanında geri çekilen Türk büyükelçisinin 2001’de Bağdat’a dönmesi güven eksikliğinin giderilmesi yolunda etkin bir adımdı. Ama iki ülkenin ekonomik işbirliğinin gözle görülür bir şekilde canlandırılması 2003’te sona ermiştir. 

2000’li yılların başındaki Türkiye-Irak siyasi temasları dikkate değerdir. ABD’nin Irak’a saldırmaya hazırlandığı dönemde Türk yetkilileri birkaç defa Bağdat gezisine çıkıp Irak liderini ve hükümetini BM müfettişleriyle daha sıkı işbirliğine çağırıyordu. Ankara’nın çağrılarının pek fayda vermemesine rağmen Türkiye’nin bunu defalarca yapabilmesi bile, yani Saddam’a fikrini söyleyebilmesi, Türkiye-Irak ilişkilerinin yüksek bir düzeye ulaşmış olmasının göstergesidir. 

Genel olarak bakıldığında 1990’lı yılların başında, yani uluslararası sistemin yeniden şe-killendirilmesi döneminde, Irak faktörü Türk-Amerikan ittifakının yardımcı olmuştur. Türkiye Ortadoğu’da Batı’nın güvenilir bir müttefiki olduğunu ispatlamıştır. Körfez Krizi sonrası Türk-Amerikan işbirliğinin gündemine Kuzey Irak bölgesi sorunu gelmiştir. Denetim uçuşları için İncirlik üssünün kullanılması Türkiye içinde sert tartışma konusu olup Türkiye’nin uluslararası durumunu da etkiliyordu. İnsani müdahale bahanesiyle gerçekleştirilen denetim uçuşları 

Ortadoğu’da ABD’nin askeri varlığının artırılması anlamına geliyordu. Bu süreç ABD’nin düşman gözüyle baktığı Irak, İran ve Suriye tarafından tehdit olarak algılanıyordu. Türkiye’nin buna yardımcı olması ise komşu ülkelerin Ankara’ya karşı güvensizlik yaratıp ilişkilerinin gelişmesini engelliyordu. Bunun yanısıra Kuzey Irak’ta yıllardır iktidar boşluğunun sürmesi terörist gruplarının 
bölgede yerleşmesine imkân vermiştir. 

Hem Türkiye, hem de ABD farklı amaçlarla Kuzey Irak’ın istikrarlı bir bölge olmasını istiyordu. ABD’nin çıkarlarına göre öncelikli amaç Saddam’ın devrilmesiydi. Bu yüzden Bağdat’ın kontrolünden koparılmış olan Kuzey Irak’ın istikrar kazanması Saddam’a karşı oluşturulan bir cephe olarak değerlendiriliyor du. Türkiye açısından ise öncelliği taşıyan husus Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıydı. Bunun için Türk Hükümeti Irak Kürtlerini Bağdat’la bağlarını güçlendirmesine teşvik etmeye çalışıyordu. 

Türkiye Irak Kürtleriyle işbirliği ve diyalog tecrübesine sahiptir. Özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye Irak Kürtlerinin liderlerine türlü yardımlarda bulunuyordu. Türkiye KürdistanYurtseverler Birliği ve Kürdistan Demokratik Partisi başkanlarına diplomatik pasaport verip Avrupa ve ABD’ye ulaşmalarını sağlıyordu. İki parti arasındaki anlaşmazlıkların çatışmalara dönmesi sürecinde 
arabulucu rolü oynuyordu. Ambargoya rağmen Türkiye ile Kuzey Irak arasında devam eden petrol ticareti her iki partiye gelir sağlıyordu. 


1998’de Washington’da Iraklı Kürtler arasında imzalanan anlaşmada federal bir devlet yapısından söz edilmesi ve toplantının ABD tarafından düzenlenirken Türkiye’nin devredışı bırakılması Ankara’nın sert tepkisini çekmiştir. ABD’nin kendi çıkarları izlediği, bölgede kendi oyununu oynadığı daha anlaşılır hale gelmiştir. Böylece 1990’lı yılların sonunda milli menfaatlerinin ayrılması 
nedeniyle Irak faktörü Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkilemeye başlamıştır. 

ABD’nin Irak’a saldırdığı 2003 yılı yaklaştıkça Amerikan yetkilileri Türkiye’nin aktif desteğini sağlamak için ikili temasları yoğunlaştırmışlardı. Türk hükümeti ise Körfez Krizi’nin yıllarca giderilemeyen ağır ekonomik sonuçları ve bölgesel durumu göz önünde bulundurarak hassas konularda net garantiler almakta ısrar ediyordu. Maalesef dünya basınında Türk-Amerikan görüşmelerindeki 
Türkiye’nin tutumu yanlış yorumlanarak Ankara’nın hayati derecede önemli olan milli çıkarlarını savunması soğukkanlı para pazarlığı olarak gösteriliyordu. 

2003 Irak krizi Türkiye’yi zor bir duruma sokmuştur. ABD’ye destek vermeyerek bu güçlü ülke ile geleneksel ilişkilerini riske atmıştır. Ama sonraki olaylara baktığımızda ABD’nin BM’nin onayı olmayan ve uluslararası hukuk bakımından yasadışı olan Irak’a saldırısına katılmayan Türkiye bölgesel nüfuzunu önemli ölçüde arttırmıştır. Türkiye’nin Irak savaşına taraf olmamasından 
kaynaklanan dış politika kazanımları şu yönlerde belirlenmektedir: 

Birinci olarak, Türkiye Irak halkı tarafından olumlu algılanıp Irak’taki her türlü etnik ve dinsel gruplarla işbirliğine hazır olduğunu ilan ederek yeni Irak’la yakın işbirliği kurabilmiştir. 

İkinci olarak, Türkiye’nin Suriye ve İran ile ilişkilerinde Irak savaşının etkisiyle çok derin ve vaadedici değişim süreci başlamıştır. Bunun sayesinde üç komşu ülkesi arasında geleceğe dönük çok yönlü işbirliği giderek artmaktadır. 

Üçüncü olarak, Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin imajı iyileşmiştir. Bölge ülkeleriyle ilişkilerini ilerleten Türkiye bölgesel sorunlarda arabuluculuk yapabilir hale gelmiş, hem de Batı ülkelerin 
gözünde ek değer kazanmıştır. 

2003 Irak krizinde Türkiye, İran ve Suriye’nin gösterdiği dayanışma bu üç ülkenin bağlarını yeni bir seviyeye çıkarmıştır. Savaş sonrasında Türkiye, İran ve Suriye’nin yöneticileri birçok kez Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, Irak’tan yabancı askerlerinin çıkarılması ve Irak’ın geleceğinin Irak halkı tarafından tayin edilmesi gerektiği konusunda resmi açıklamalarda bulunmuş lardır. Bunun yanısıra Türkiye, İran ve Suriye aralarındaki çok yönlü işbirliğini teşvik edecek adımlar atmışlardır. Bu adımların bazılarını hatırlatırsak, Türkiye ile Suriye’nin ticari ve ekonomik ilişkilerine yeni bir boyut kazandıracak serbest ticaret anlaşmasının imzalanmasını gösterebiliriz. Türkiye’nin katılımıyla Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşmeler düzenlenmiştir. Türkiye ile İran arasındaki üst düzey ziyaretler yoğunluk kazanmıştır. İran gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya ihracatı konusunda ön anlaşmaya varılmıştır. 

ABD’nin İran ve Suriye’ye karşı yaklaşımının sertleştiği ve uluslararası gerginliğin arttığı bir ortamda Türkiye-İran ve Türkiye-Suriye işbirliğinin yoğunlaşması Türkiye’nin aktif bölgesel politika izlemekte kararlı olduğunun kanıtıdır. Aynı zamanda Irak faktörünün Türkiye-Suriye ve Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesi için itici güç rolü oynadığını göstermektedir. 

Türkiye’nin Irak’la ilişkilerinde dikkat çekici bir gelişme Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi mekanizmasının oluşturulmasıdır. Düzenli şekilde yapılacak iki ülkenin bakanlarının toplantıları ikili ilişkilerin stratejik seviyeye yükseltilmesini sağlamaktadır. 2009 yılının sonunda Türkiye-Irak Konseyini örnek alarak Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi projesi de hayata geçirilmiştir. Ortadoğu’da bunun gibi eşini görülmemiş geniş kapsamlı işbirliği bağları potansiyel ihtilafları önleyici bir araç görevini yapabilmekte dir. 

Türkiye-ABD ilişkilerine gelince, her iki tarafın Irak sorununun önemini anladığı bellidir. 1 Mart 2003 Tezkeresi’nden sonra Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz ortamı Çuval Olayı gibi bazı olumsuz gelişmelerin etkisiyle gerginleşmiştir. Irak sorununun düzenlenmesinde ABD’nin Türkiye’yi devre dışı bırakacağı tahminleri yayılıyorduysa da kısa bir süre içinde Irak’ın yeniden yapılandırılma sı işinin Washington’un planladığından çok daha zor olduğu ortaya çıkmıştır. Irak ile derin bağları bulunan, bölgesel güç olan Türkiye katılmadan ABD Irak’ta uzun vadeli huzur sağlayamaz. Buradan hareketle Amerikalı yetkililer Türk-Amerikan ilişkilerinin canlandırılmasına gayret göstermiştir. ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk Avrupa turuna Türkiye ziyaretinin de dâhil edilmesi buna yönelik adımlardan biri olmuştur. 

Türkiye’nin Irak ve ABD ile ilişkilerinin güvenlik boyutu özel önem taşımaktadır. 2012 yılına kadar ABD’nin askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesinin planlanması Irak’ta istikrar sağlanması sorununu güncelleştirmektedir. Bu bakımdan Türkiye’nin Bağdat ve Bölgesel Kürt Yönetimi’yle güvenlik alanındaki işbirliği ABD’nin çıkarına gelmektedir. Türkiye, ABD ve Bağdat’ın katılımıyla 
oluşturulan üçlü mekanizmaya Bölgesel Kürt Yönetimi’ iştirakı da sağlanmağa çalışılmaktadır. Türkiye, ortaklarının Irak’ta terörist gruplarının yerleşmesine karşı daha aktif şekilde hareket etmesini istemektedir. ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra Bağdat Ankara’nın terörizmle mücadele konusunda ana ortağı haline gelecektir. Türkiye ile Irak arasında çok boyutlu ikili ilişkilerinin gelişmesi süreci Türkiye’nin hassasiyetlerine daha büyük dikkatle bakılmasını sağlayacaktır. Bağdat’ın ise Irak’ta istikrarın korunması sorununda Ankara’nın desteğine muhtaç olması Türkiye-Irak güvenlik işbirliğine iyi bir zemin yaratmaktadır. 

2003’te Türkiye’nin girişimiyle başlanan Irak’a komşu ülkelerin toplantıları düzenli bir şekilde devam ederek bölge istikrarına, komşu ülkelerin yakınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Toplan-tıların sonuç bildirgelerinde Irak’ın toprak bütünlüğü ve milli birliğinin sağlanması gerektiği ve Irak’taki terörist gruplarının bölge ülkelerinin güvenliğini de tehdit ettikleri, BM’in daha aktif rol alması gerektiği vurgulanmıştır. Böylece Türkiye’nin ortaya attığı bu bölgesel inisiyatif sayesinde ilk kez bölge ülkeleri güncel bir sorun üzerinde ortak bir tutum sergilemişlerdir. Uluslararası camianın söz konusu toplantılara ilgisinin artmasıyla birlikte zirvelere BM Güvenlik Konseyi, İKÖ, Arap Birliği, Avrupa Komisyonu ve G-8 temsilcileri de iştirak etmeğe başlamışlar. 

Bu husus da Türkiye’nin uluslararası konumunu ve imajını güçlendirmektedir, çıkarlarını savunmak, kaygılarını dünyaya duyurmak imkânlarını çoğaltmaktadır. 

Rusya’nın da Irak sorununa ve Türkiye’nin Irak’a yönelik politikasına yaklaşımından söz etmek gerekmektedir. 2003’te Rusya Irak’a müdahaleye karşı çıkan ülkeler arasındaydı, Irak sorununu bölgesel dengeleri belirleyecek bir faktör olarak değerlendirmektedir. Rus yetkilileri kriz sırasındaki Ankara’nın tutumunu Türkiye’nin milli çıkarlarına uygun bulduğunu dile getirmişler. 
Rusya savaş sonrası Irak sorununun çözülmesi konusunda Türkiye ile aynı görüşü paylaşmaktadır. BM’in ana rolünü, yani Irak’ın toprak bütünlüğünün ve milli birliğinin korunmasını desteklemektedir. 
Türkiye, İran ve Suriye’nin kaygılarını anlayışla karşılamaktadır. Irak halkının çektiği zorluklara, ıstıraplara bir an önce son verilmesi gerektiğine inanmaktadır. 


***


1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ




1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ.,














15 HAZİRAN 2012 

Türk-Amerikan İlişkileri

Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişi Osmanlı dönemine kadar dayandırılabilse de, çağdaş dünyada iki ülkenin ilişkilerinin bir düzene girmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin komşu ülkelerle olan ilişkileri ve bölge ülkelerinin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, ABD’nin güvenlik stratejisinde öncelikli konular olarak yer almış ve Türkiye gerek stratejik önemi, gerekse siyasi ve ekonomik sorunlarıyla Amerikan dış politikasının ve ulusal güvenlik stratejisinin şekillenmesinde etkili olmuştur.

Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihte iki defa çok ciddi şekilde sarsıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki Kıbrıs’ta yaşanan 1963-1964 olayları sırasında ABD’nin tarafsızlık yerine açıkça Yunanistan’a yakın bir tavır içinde bulunmayı tercih etmesidir. Kıbrıs olayları sırasında ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektupta Türkiye’nin elindeki Amerikan silahlarının Kıbrıs’ta kullanılmasını men ettiğini ve Türkiye’ye bu yüzden yapılması muhtemel bir Sovyet saldırısında, NATO anlaşmasının işlemeyeceğini bildirmesi ile başlayan kriz, İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de onun içinde yerini alır” açıklamasıyla basına da yansımıştır.[1] İsmet Paşa’nın seçilen kelimeler bakımından “çiğ” olarak nitelendirdiği bu mektuptan sonra, iki ülke arasındaki ikinci büyük kriz ise ABD’nin Irak işgalinin hemen öncesinde ve ABD tüm planlarını bu doğrultuda yapmışken, 1 Mart 2003’te TBMM’de Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçmesini öneren tezkerenin reddedilmesiyle başlamıştır. Bu olaydan birkaç ay sonra Süleymaniye’deki Türk birliklerine saldıran Amerikan ordusu Türk askerlerini esir almış, “çuval olayı” olarak adlandırılan bu olay sonrası Türkiye’de Amerikan karşıtlığı doruk noktasına çıkmıştır.[2] Yani son yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan bazı sorunlar ve olaylara paralel olarak Türkiye’de yüksek düzeylerde Amerikan karşıtlığı yani anti-Amerikanizm’in olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Tezkereye Doğru

Aslında dikkatle incelenirse ABD’nin Irak’a müdahale ve bunun için Türkiye’den yardım talebi 11 Eylül saldırılarından çok daha öncelere gitmektedir. 1991 Körfez Harekatı’ndan sonra bu durum ilk olarak 6 Kasım 1998 tarihinde ABD tarafından Türkiye’ye iletilmiştir. Ancak ilerleyen dönemlerde de ABD, Irak’a askeri operasyon konusunda Türkiye’den yardım talebini yinelemiştir. Hatta bu durum Türkiye’de yapılan genel seçimler sonrasında, Bülent Ecevit’in Başbakanlığı’nda iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonuna da hatırlatılmış, yardım edildiği takdirde Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin kabulü için daha istekli olunacağı, PKK konusuna bir çözüm getirileceği vaatlerinde bulunulmuştur.  Özellikle Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu 1999 yılındaki, Abdullah Öcalan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nden  çıkarken MİT ve CIA ajanlarının ortak operasyonu sonucu yakalanıp Türkiye’ye gönderildiği olayını, ABD bir alacağı  varmışçasına koz olarak kullanmaya çalışmıştır.

‘ Seçimlerden sonra 15 Temmuz 1999’da dönemin ABD Savunma Bakanı William Cohen ve Başbakan Bülent Ecevit arasındaki görüşmede, Ecevit’in PKK’ya verilen destek yüzünden şikayetine karşın Cohen sürekli “bize destek olun, bırakın devirelim siz de kurtulun” yanıtını vererek Türkiye’den Irak’a askeri müdahale hususunda istedikleri yardımı tekrar dile getirmişlerdir’’.[3] 

Bununla birlikte, 16 Ocak 2002 tarihinde Ecevit’in TÜSİAD üyesi iş adamlarıyla birlikte gittikleri ABD’de Bush ile yapılan Beyaz Saray’daki görüşmede esas konuşulacak konular; Kıbrıs, AB ve Afganistan konuları olarak görülse de, Irak konusu da gündeme gelmiştir. Aslında Türkiye, Irak’ın uzlaşmaz rejimini desteklememiş ancak stratejik hedefleri gereği Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuştur.

Türkiye’ye göre eğer Irak’a bir askeri operasyon yapılırsa, Irak parçalanabilir ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulabilirdi. Keza Irak Kürtleri de Irak’ın kuzeyinde Kürt Devleti kurulması için Pentagon yetkilileriyle pazarlıklarını sürdüyordu. Ankara ise bu durumdan Türkiye’nin kesinlikle rahatsızlık duyacağını ve bu olasılığın gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin istikrarsızlaşabileceğini Amerikalı yetkililerle paylaşmıştı. Bununla birlikte Türkiye’de 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına iktidar olmuş ve Abdullah Gül’ün Başbakanlığı ile birlikte   Türkiye’de yeni bir döneme girilmişti.

27 Aralık 2002’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Irak’a olası bir müdahalenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde olması gerektiği vurgulanmış, Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ocak’taki BM Silah Denetçileri Raporu’nu bekleyeceklerini ve esasında savaşa karşı olduklarını söylese de, o dönemde özellikle şahsı ve hükümetin bir numaralı ismi Abdullah Gül tezkerenin geçmesi yönünde büyük mesailer harcamıştır.

1 Mart Tezkeresi ve Reddi.., ve  Nasıl  Gelindi.,





























Peki geçmesi için uğruna bu kadar mesai harcanan ama meclisten veto alan ve bazı kesimlere göre Türk Dış Politikasını oylandığı yıldan itibaren birkaç yıl daha şüphesiz etkileyecek olan 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin içeriği neydi? Neleri kapsıyordu? İçerik olarak TBMM’den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117. maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk  makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına, anayasanın 92. maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istenmiştir.

Daha öz bir deyişle 1 Mart 2003 Tezkeresi Irak Krizi konusunda hükümete yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına ilişkin yetki veren Başbakanlık tezkeresidir. Sonuç olarak TBMM’de yapılan oylama sonucunda 250’ye karşı 264 oyla reddedilmiş ve Türkiye o tarihten sonra bunun olumlu ve olumsuz yansımalarını (dış politika bazında) tartışmaya başlamış ve bizzatihi hem devlet kademeleri hem de halk bu yansımaları hissetmiştir.

Tezkerenin reddedilmesi ABD’de şok etkisi yaratmıştır. Duruma ilişkin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz CNN Türk’te yaptığı mülakatta şunları söylemiştir; “Oylamanın yapıldığı ve reddedildiği günün sonrasında, Türkiye bizim ödediğimizden daha büyük bir bedel ödemiştir. Türkiye’ye verilmesi düşünülen ekonomik paket, beklenenden çok daha büyük olabilirdi. Eğer karar geçseydi, Irak’ta istikrarı sağlamak için bu kadar vakit kaybetmezdik. Zaten bu da Türkiye’nin lehine olan bir durum değil” şeklinde bir açıklama yaparak hem şaşkınlığını hem de sitemini dile getirmiştir.Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myres’in , Türk mevkidaşı ile yapmış olduğu görüşme esnasında telefonu fırlatmış olduğu iddilarıda gerilen ilişkilerin akıbeti hakkında bir başka ip ucu vermektedir.[4]

Sonuç

Sonuç olarak 1 Marttaki tezkerenin reddi, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkıntıya girdiğinin habercisi olmuştur. Bu dönemde ilerleyen tarihlerde yaşanan çuval krizi iki ülke arasındaki ilişkileri daha derinden yaralamış ve Ankara, Washington’la ilişkileri yeniden gözden geçirme kararı almıştır. Yine diyebiliriz ki 1 Mart Tezkeresi dönemi, bir anda karşımıza çıkan, karmaşa ve gerginlik yaratan sıkıntılı bir süreçtir. Aynı zamanda bu dönem Türkiye’de endişe, sıkıntı, itiraz, eleştiri yaratan bir süreç de olmuştur. Bu dönemde hükümet yetkililerinin kafası karışmış, tek bir ağızdan konuşmamış, zaman zaman birbirleriyle çelişen, çatışan yanlış açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu reddedilme de bazı değerlendirmeler gündeme getirmiştir. Tezkerenin reddedilmesinde diğer bir unsur da AKP’nin bölünmesi olmuştur. Bu dönemde konuya ilişkin parti disiplini ve dayanışması kaybolmuş, Gül ve Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi lehindeki tüm çabaları yetersiz kalmıştır.

Tezkerenin reddi sonucunda müdahaleye katılamayan Türkiye, yanı başındaki bölgede denklemin dışında kalmıştır. Bununla birlikte, Irak’ın toprak bütünlüğünün  korunamaması ve istikrarının sağlanamaması, olası bir Kürt Devleti’nin kurulması ihtimali Türkiye’nin yanı başındaki bölgede pasif durumda kalacağı izlenimlerini doğurmuş ve sonraki süreçlerde dış politikada daha aktif rol oynanması gerektiği düşüncesi her zaman dile getirilmiştir.

  
Ahmet CEYLAN & İsa USLU



KAYNAKLAR

[1] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘ Türk Amerikan İlişkileri ’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.

[2] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘ Türk Amerikan İlişkileri ’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.

[3] Akçay, Ekrem Yaşar, 2010, ‘‘ Karar – Alma Yaklaşımı Çerçevesinde 1 Mart 2003 Tezkeresi ’’.

[4] Hürriyet, Erişim Tarihi: 16.05.2012, Erişim Adresi: http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/03/27/267658.asp.

http://politikaakademisi.org/2012/06/15/1-mart-tezkeresinin-turk-dis-politikasina-etkisi/

..