21 Ocak 2016 Perşembe

Barış Sürecinin Sorunları ve Çözüm Yolları II..




Barış Sürecinin Sorunları ve Çözüm Yolları II..


Barış Sürecinin Sorunları ve Çözüm Yolları II




Dünyada ulus devletler ile örgütler arasında gerçekleşen barış süreçlerine baktığımızda bunların iki amaç güttüğünü söyleyebiliriz. 
Bu amaçlardan birincisi egemenliğin yeniden paylaşımı, diğeri ise toplumsal barışın inşasıdır. 
Devletler ve devlet olmayanlar arasında çıkan çatışmaların büyük birçoğunluğu ülke içerisinde bir grubun,egemenliği, ulusun kimliğini ve yönetim hakkını tekelleştirme sinden kaynaklanmıştır. 
Nitekim Başbakan Erdoğan,PKK’ye, kendisinin ve arkadaşlarının rejimle sürdürdüğü silahsız mücadeleyi örnek gösterirken, PKK’nin temsiline 
soyunduğu Kürtlerin, kendini öncelikle Müslüman olarak tanımlayan ve kamusal alanda bu şekilde var olmakisteyenlerin ve Türkiye’deki bir çok diğer kesimin tarih boyunca devlet yönetiminden ve ulus kimliğinden dışlandığını kabul etti.

Hatta denebilir ki

AKP’den CHP’ye Türkiye’deki bir çok siyasal ve toplumsal kesim bugün, Kürtlerin Türkiye’de sistematik olarak haksızlığa uğramış olduğuna, toplumsal ve siyasal manada dışlanmış olduğuna dair yaygın bir kanıya sahip. İşte barış sürecinde tartıştığımız aslında bu kanının hangi siyasetlere tercüme edileceği. Yani yeni düzende Türk egemenlik tekeli hangi yöntemlerle yeniden bölüşülecek, siyasi vekültürel iktidar nasıl paylaşacak, Türkiye’nin siyasi kimliği ve vatandaşlık anlayışı nasıl değişecek?Türkiye’de bu “nasıl” sorusunun cevabı “ Demokratikleşme ” olarak verildi.
Belirtmek gerekir ki; dünyada benzer sorulara çok farklı cevaplar veriliyor. Örneğin bilindiği gibi İrlanda’da egemenliğin paylaşım yöntemi olarak

İrlandalıların özyönetimi benimsendi, Kolombiya’da ise toprak reformu. Bugünitibarıyla Türkiye’de bu tür ulusal /otonomist ve sınıfsal talepler 
siyasi alanda daha az seslendiriliyor. Çözüm, anadilin de eğitim ve vatandaşlık tanımınındeğişmesi de dahil olarak, tüm kesimlerin kendilerini ifade etme ve 
yeniden üretme haklarının tanınması olarak tarifleniyor. Sınıfsal ya da demokratik özerkliğin de bir çeşidi olduğu öz yönetim, barış süreci sonrasında 
yürütülecek siyasi mücadelenin parçası olarak tanımlanıyor. Zaten bundan dolayıdır kiaçıklanacak olan demokratik reform paketi bağlamında 
tartışmalar, anadilde eğitim ya da seçim barajı gibi bireysel ve siyasi hakların dışına çıkmıyor.Toplumsal barışın inşasına gelince; toplumsal barış çatışma ve hak ihlalleri sebebiyle tahrip olmuş toplumsal ilişkilerin tamirini içeriyor. Yine bukonuda da dünyada farklı yaklaşımlar sergilenmiş. 
Düşmanlaşmış gruplar arasında toleransın geliştirilmesi için programlar, eğitim müfredatının değiştirilerek sadece bir etnik grubu değil o ülkede yaşayan tüm etnik grupları içerecek şekilde yenilenmesi, yakın tarihte yaşanan hak ihlallerinin ve buna karşı mücadelelerin resmi tarih anlatılarına katılması, yakın geçmişte yaşanmış gerçeklerin ortaya çıkması ve toplumda yayılması için komisyonlar kurulması,rehabilitasyon ya da tazmin ve telafi programları,toplumsal barışın inşası içinoluşturulmuş yöntemlerden bazıları. Nitekim Türkiye’de süren savaş sırasındave sonrasında,bir çok İnsan Hakları Örgütü ve STK,hem devleti bu konularda adım atmaya zorluyor hem de aslında devletin yapması gereken bu tür işlerin birkısmını gerçekleştirmek için çaba harcıyor. Yine bu son süreçten evvel, bu konuile ilgili eksik de olsa devlet tarafından yapılmış yegane sistematik düzenlemenin köy boşaltmalarla ilgili olduğunu hatırlamak gerek. 
Bu düzenleme sayesinde Türkiye ilk kez devletin işlediği suçların (köy yakma, boşaltma, köylüleri kurşunadizme, kaybetme) varlığını yasasına 
yazmış oldu.

Barışmanın ya da Çözümün Stratejileri


Dünyadaki barış süreçlerinde, yani örgütler ve devletler “masaya”oturduğunda, yukarıda bahsi geçen iki amacı gerçekleştirmek için genellikle dört strateji benimsenmiştir. Bu yöntemler 

1) Yasal ve anayasal düzenleme 
2) Ateşkes, Çekilme ve Silahsızlanma
3) Hakikatlerin ortaya çıkarılması, faillerin yargılanması ve çatışmaların yol açtığı zararların tazmin ve telafisi ile 
4)Devletin askeri güçlerinin daha önce işlediği suçları işlemelerini engelleyecek çapta geniş güvenlik reformlarıdır.

 Bu stratejilerin ilk ikisi daha çok egemenliğin yeniden paylaşımı / demokratikleş me bağlamında ele alınabilecekken, son ikisi ise toplumsal barışın 
inşası açısından önemlidir. Bilindiği gibi Türkiye’de Ocak ayından itibaren esas olarak tartışılan ilk iki strateji olmuştur. 
Dünkü yazım da bunlardan yasal ve anayasal düzenleme konuları söz konusu olduğunda asıl anlaşmazlığın içerikten çok yöntem olduğunu belirtmiştim. AKP’nin demokratikleşme sürecini dahi bir egemenlik gösterisi haline getirdiğini anlatmıştım; bunun ise ancak barış süreci uluslararası kriterleri benimseyen yasal bir çerçeveye oturtulduğunda ve toplumsal tartışma kanalları açıldığında engellenebileceğinden bahsetmiştim. AKP’ nin bugüne kadar açtığı toplumsal kanalların toplumu, hassasiyetli, duygusal, fevri, heyecanlı bir kırmızı çizgiler üreticisi haline indirgediğini söylemiştim. (Yrd. Doç. Bülent Küçük buna müşteri
memnuniyeti yaklaşımı ismini veriyor.) KCK’nin esas itirazının barış sürecini güvensiz leş tiren, muğlaklaştıran bu yasasız ve toplumsuz yönteme olduğunu belirtmiştim. Nitekim bu yüzden paket açıklandığında içeriği ne olursa olsun toplumsal gerilim yaratacağı kesin. Bugünkü yazısında Cengiz Çandar’da benzer bir saptamada bulunmuş.

Çekilmeye gelince:

Yasal düzenleme egemenliğin demokratikleşmesini sağlıyorsa; ateşkes, çekilme ve silahsızlanma ise devletin bölgesel olarak kaybetmiş olduğu egemenliğin yeniden tesisi anlamına geliyor. Ondan bu ikisüreç birbirleri ile son derece ilintili. PKK’nin biri olmadan diğeri olmaz konusundaki ısrarının arkasında yatan da bu. Yani PKK eyer ki bölgede silahla kendine ve Kürtlere açmış olduğu alandan vaz geçecekse bunun yasal bir güvencesi ve sonucu olmalı.Öte yandan Türkiye’de şu anda ateşkes, çekilme ve silahsızlanmaya bir çerçeve ve bir takvim oluşturacak; böylelikle de konuyu Suriye - Ortadoğu vs.bağlamından göreceli bağımsızlaştıra cak hiç bir yasal düzenleme bulunmuyor.

Oysa örneğin Kolombiya’da daha görüşmeler başlar başlamaz söz konusu edilenlerin başında bu konular ile ilgili düzenlemeler geliyordu. Elbette
silahsızlanma başlı başına son derece zorlu ve uzun soluklu bir konu. Ancak şunu söyleyelim: çekilmenin olması demokratikleşmeye bağlıysa, silahsızlanma da silahlı militanların yasa ile düzenlenmiş toplumsal katılımı ile gerçekleşebilir. Ayrıca bu konu elbette Abdullah Öcalan’ın geleceği meselesini de içeriyor.Akil İnsanların Raporlarından medyaya yansıdığı ölçüde anladığımız iseTürkiye’de Kürtler ve Türkleri en azından görünürde en keskin ayıran konununbu olduğu. Yani hem Öcalan’ın durumu, hem de silahsızlanma ve sonrası, toplumsal barış ile yakından ilgili.

Toplumsal Barış: 

Hakikatler Türkiye’de barış sürecinin gidişatında, daha önceden tartıştığımız ve egemenliğin paylaşımının hangi içerikle olduğundansa hangi yöntemle olduğu konusundaki büyük sorunların yanı sıra bir sorun daha bulunmakta. O ise toplumsal barış ayağının tamamıyla boş bırakılması.Türkiye’de sürecin daha baştan “barış” yerine “çözüm” olarak tanımlanması -- ki bu Türkiye Devleti tarafından “terör sorunun” çözümü olarak anlaşılırken, Kürtler tarafından “Kürt sorunun” çözümü olarak anlaşılıyor —toplumsal barış meselesinin daha az gündeme gelmesine sebep oluyor elbette.Ancak çatışmanın bir egemenlik ve güvenlik sorunu dışında tartışılması için kanalların açılmaması, savaş sırasında yaşanan büyük felaketlerin hala bir kamusal sorun olarak değil birer özel sorun olarak görülmesi de, toplumsal barış sorun salının lafta değil ama özde konu dışı kalmasına sebep oluyor. Kayıplar,katliamlar, faili meçhuller, dışlanmalar, tacizler, tecavüzler, ancak kişiselçabalarla, anlatılar, romanlar, projeler vasıtasıyla gündeme geliyor.
Savaşın büyük hakikati ve felaketinin toplumları yarması halihazırda bir “empati” sorunu olarak görülüyor. Oysa ihtiyacımızı olan ciddi bir hakikat ve telafi politikası. Aksi takdirde ne Öcalan, ne de bir çok başka mesele hakkında uzlaşma geliştirmek mümkün olmayacak. Ne de yeni anayasa konusun da.Yukarıda da belirttiğim gibi dünyada toplumsal barışın sağlanması ile ilgili benimsenmiş stratejilerden biri hakikatlerin devletin kurduğu ve sivil toplumun katıldığı hakikat komisyonları ile ortaya çıkarılması ve bu minvalde yargılamanın yapılması. 
Bu bir yandan ortak bir tarihin oluşmasını sağlar, bir yandan savaştan zarar görmüşlerin deyimi yerindeyse gönüllerini soğuturken,bir yandan da devletin demokratikleşmesini, şeffaflaşmasını ve sorgulanabilir olmasını sağlıyor. Türkiye’de bugün itibarıyla ne devletin bölgede işlediği suçlar ne de sivil kurumların ve kişilerin bu suçlara iştiraki ile ilgili sistematik bir sorgulama yapılmış değil.Bilindiği gibi AKP’nin bu konu ile ilgili tavrı 1990 lar ile 2000 leri ayırmaktan geçiyor. Buna göre Türkiye’de 1990’larda hak ihlalleri yaşandı yaşanmasına ancak AKP iktidarı ile birlikte durum değişti. AKP’ye göre zaten bir
zamanlar mazlum ve mağdur olanları temsil eden AKP’nin iktidara gelmesinin kendisi geçmişle bir çeşit kopuşu kanıtlıyor, simgeliyor ve icra ediyor.
Oysa hak ihlalleri; özellikle sivillerin askeri güçler tarafından öldürülmesi ya da gösterilerde polisler tarafından öldürülmesi AKP iktidarında da sürdü. Çocuklara yönelik devlet şiddeti ve tacizi arttı. Ancak bunlar olmasaydı dahi sorunbitmezdi. 1990larda suç işlemiş ya da mülki amirlikler tarafından suç işlenirkenotorite pozisyonunda bulunmuş onlarca kişi bugün hükümetin içinde veyagözetiminde. Yani bu açıdan AKP bir kesintiyi değil devamlılığı icra ediyor.

AKP hakikatlerle yüzleşmeyi sistematik bir siyaset in parçası yapmamasını kültürel bir başka savla da destekliyor. Buna göre örneğin “hakikat komisyonları” ve benzerleri Türkiye kültürüne uygun değil; Türkiye kültürüne “helalleşme” uygun.  Kültürcülük le ilgili yapılabilecek eleştiriler bir yana,helalleşmenin ya da kan davalarında “barışmanın” eşitler arasında olduğunu unutmamak gerekir. 
Dünyada hakikat komisyonlarının ortaya çıkması devlet ve halkın; ya da farklı halkların devlet nezdinde eşit olmamasından kaynaklıdır.Üstelik kimi modeller bağlamlarını aşarak evrenselleşir. Nasıl ki devlet terörü (faili meçhuller, koruculuk sistemi, Jitem gibi paramiliter örgütlenmeler, kayıplar, köy boşaltmalar) evrenselleşmiş tir; hakikat komisyonları da buna karşı halkların evrenselleştirdiği bir modeldir.
Hakikatlerle ilgili ve bunların hangi mekanizmalarla toplumsallaşacağı ve bunun barışa katkısı ile ilgili söyleyecek çok şey var. Ancak kısaca başka bir konuya değinelim. Türkiye’de ne yazık ki toplumsal barış mekanizmaları şehitlerve gaziler için de çalıştırılmıyor. Ailelerin bugün kendilerine barışla ya da savaşla
ilgili anlatabilecekleri tutarlı bir toplumsal ve siyasi hikaye yok. Tam tersine : onlarca savaşmış erkek bir yandan bölgede yaptıkları hak ihlallerini
sır olarak saklamaya devam ediyor ve bu sayede devlet e rağmen devlet egemenliğiyle özdeşleşiyor. Bir yandansa acıyla, sakatlıkla, travmalara, şimdi üstelik bir de anlamsızlıkla boğuşuyor. Hakikatler ve hakikatlerin toplumsallaşması, kamusallaşması, yakın tarihe ortak bir anlam verilmesi onlar için de elzem. Oysa Türkiye’de benimsenen politika helalleşme kisvesi altında dahi olsa hakikatlerin hala ört bas edilmesi: Böylelikle zamanı geldiğinde Kürtlere, muhaliflere karşı kullanılacak acılarını, sırlarını özel yaşama hapsetmiş, kırgın bir sivil /militer ordu kenarda tutuluyor.

Toplumsal Barış:

Güvenlik Reformu Dünyada toplumsal barışın diğer bir ayağı geniş güvenlik reformlarının gerçekleşmesinden güç alır. Türkiye’de, “çekilme” dendiğinde, bu sadece PKK’nin silahlı güçlerinin sınır dışına çıkması olarak anlaşılıyor.
Ancak dünyada çekilme ve silahsızlanma sadece örgütlere yönelik değildir. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi egemenlik ihlali örgütler tarafından yapılsa
da; hak ihlallerinin çoğu devletin askeri güçleri tarafından gerçekleşir. Bu sebeple barış süreçlerin de geniş güvenlik reformları yapılır. Bu güvenlik reformlarında amaç,
1) çatışmanedeniyle militarize edilmiş bölgelerde silahlı kuvvet sayısını normale çekmek
2) Güvenlik güçleri ve sivil vatandaşlar arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemek,
3) Paramiliter güçleri tasfiye etmek olarak sıralanabilir.

Halihazırda içinde onlarca askeri tesis bulunan ve onlarca sivil katliama tanıklık etmiş Lice’de, Yüksekova’da, Cizre’de, Bingöl’de yeni karakol yapmak,var olan karakolları büyütmek, askeri güç ve sevkiyat ı her yerde arttırmak, yeni korucular almak bu anlamıyla barış sürecini ve daha önemlisi toplumsal barış imkanını esastan sabote etmek anlamına geliyor. Nitekim gazetelere azca yansısada bölge halkı özellikle de kadınlar, sabah akşam ayakta, gergin, öfkeli, onlara enfazla ölüm ve taciz olarak geri dönmüş bu karakolların yapımını engellemeyeçalışıyor.KCK’nin çekilmeyi durdurmasında etken olan sebeplerden biri bu. KCK bunun kendine yönelik bir tehdit, bir çeşit savaş hazırlığı olduğu kanısında. Yine sürecin nesnel kriterlerle izlenmesini engelleyen çerçeve yokluğu, anlaşma yokluğu, sivil gözlemci yokluğu süreci muğlaklaştırıyor, karşılıklı niyetler, el yoklamalarla yürüyen bir güç oyununa döndürüyor.

Çözüm..


Dünkü yazıda da belirttim. Barış sürecinin tüm bu zorluklara rağmen yürüyeceğine inananlardanım. Ancak sürecin kalıcı ve sürdürülebilir olması için dünyada onca birikmiş deneyimin göz ardı edilmesi anlaşılır gibi değil. Özellikle
bölge denklemlerinin bu hızla değiştiği bir durumda sürecin bir an evvel yasal bir çerçeveye kavuşması, bir zaman tablosu çıkarılması ve toplumsal müzakere ve barış kanallarını açacak komisyonların kurulması gerek. Süreci izleyecek nesnel kriterlerin ortaya çıkmaması ve bununla ilgili kurumların kurulmaması hepimizi sinir uçları açık bir biçimde spekülasyona, heyecana ve umutsuzlukla umut arasında hızla yalpalamalara itiyor. Daha da kötüsü süreci tamamen uluslararası siyasetlere en çok da Suriye’deki gelişmelere endeksliyor. Ne Türkiye’nin Suriye’ye bu kadar endekslenmesi ne de Suriye’nin buraya, bölge açısından faydalı değil. 
Çatışmalar yayılarak değil ancak ve ancak çerçevelenerek çözülebilir, küçültülebilir.

https://www.academia.edu/4762074/Bar%C4%B1%C5%9F_S%C3%BCrecinin_Sorunlar%C4%B1_ve_%C3%87%C3%B6z%C3%BCm_Yollar%C4%B1_II

..



..

19 Ocak 2016 Salı

ABD Türkiye’yi Bölmeye Hazırlanıyor




ABD Türkiye’yi Bölmeye Hazırlanıyor



( 12 YIL ÖNCEKİ YAZI )
Erciyes Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Cihan Dura
21.07.2003/Sayı:35

Türkiye yeniden bölünme tehditi ile, yeniden paylaşılma saldırısı ile karşı karşıya...

Paylaşım planı üç ayaklı:

Kürt Devleti,
Ermeni Devleti,
Pontus Devleti.

Evet, Türk Ulusu, bir Kürt sorunu bahane edilerek bir Kürt devleti kurularak parçalanmak isteniyor. Bu işin planlayıcısı ise -AB’nin yanısıra- sözde NATO müttefiki ve “stratejik ortak” Amerika Birleşik Devletleri...

Sonun başlangıcı

4 Temmuz 2003’de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir olay oldu: Kuzey Irak’taki Amerikan güçleri Türk askerlerini Süleymaniye’de göz altına aldı. Askerler, irtibat bürosunda görevli olduklarını söyleyince Özel Harekât bürosunu çembere aldılar ve peşmerge-conilerle birlikte binaya ateş ederek, gaz bombası atarak baskın düzenlediler. Karargâh kapılarını kırdılar, silah doğrulttular. Araç ve gereçlere, silah ve belgelere el koydular. 11 subayımızı ve birkaç sivili ve Türkmeni, kelepçeleyip başlarına çuvallar geçirerek tutsak aldılar. Askerlerimizi elleri ve ayakları zincirlenmiş olarak Kerkük’e, Bağdat’a götürerek sorguya çektiler. Terörist muamelesi yaptılar, kanlı tarihlerine yakışır şekilde barbarca davranışlarda bulundular.

“Subaylarımızın derhal serbest bırakılması” talebimiz uzun süre yanıtsız kaldı. Bunun üzerine Habur Sınır Kapısı’ndan ABD güçlerine lojistik destek sağlayan araçların geçişi durduruldu. ABD’ye nota verilmesi AKP liderlerince engellendi. Askerlerimiz, olaydan ancak üç gün sonra serbest bırakıldılar.

Operasyon “Washington’da en üst düzeyden en alt düzeye kadar ilgililer arasında konuşulmuş, tartışılmış ve yeşil ışığı yakılmış” bir operasyondu. Dick Cheney savaş çetesinin işiydi.

Amerikalılar bu konularda sabıkalı: Lozan’a karşı tutumları, Muavenet zırhlısına kalleşçe saldırıları unutulabilir mi? Amerikan yönetimi yapılan haydutlukla ilgili net bir açıklama da yapmadı.

Olay belki dünya tarihinde görülmemiş, ulusal onurumuzu kırıcı, gerçekten utanılacak, kalleşçe bir olaydı. Tabii bundan dolayı vatanseverler kan ağlarken, Mütareke Matbuatı timsah gözyaşları döküyordu. Bilinen diğer odaklar ise dut yemiş bülbül: AKP, TÜSİAD, TOBB gibi...Aralarında, olayın büyütülmemesini, tepki gösterilmemesini isteyenler bile vardı. ABD’yi yüzündeki maskeye bakarak değerlendirenler ise şaşkındı. Oysa o maskeyi iyi bilenler hiç şaşırmadı. Hatta “bin nasihattan bir musibet yeğdir” diye umutlandılar. İyi niyetli yurtseverlerin bundan ders alacaklarını, sonunda ABD’nin çirkin yüzünü göreceklerini, belki “biz böyle nereye gidiyoruz” diyerek bir vicdan muhasebesine yöneleceklerini düşündüler. Kompradorlara ve Mütareke basınına gelince, onlardan hiçbir umut yok. Onlar yalnız AB değil, ABD müptelasıdır da... Kafaları ve keseleri ile Batılı parababalarına bitişiktirler. Şahsî çıkarlarını onların siyasi emelleri ile birleştirmişlerdir. Emperyalizm nerede, onlar orada... Allah göstermesin, Türkiye baştan başa işgal edilse, kıllarını yine kıpırdatmazlar; hattâ sevinirler de... Bu hallere zaten onlar yüzünden gelmedik mi? 1938’den beri iktidarlar geldi, iktidarlar gitti; Türkiye’yi gerçekte hep o perde arkasındaki sinsi yılanlar yönetti.

ABD’nin Kürt planı

Acaba ABD askerlerinin Türk askerlerine karşı düşmanca tutumu, neden kimi yurtseverleri hiç şaşırtmadı? Çünkü onlar her türlü kişisel çıkardan uzak, tamamiyle vatan ve millet aşkıyla, ABD’nin politika ve eylemlerini sürekli izliyorlar.

Bütün tarihsel kanıtlar, ABD dış politikası ile ilgili olarak, hep aynı hedefi işaret ediyor: ABD Anadolu’da bağımsız, onurlu, güçlü bir devlet istemiyor. Bir bakıma geçmişte Avrupa’nın ve Rusya’nın uyguladığı Osmanlı’yı çökertme politikasını o devralmış bulunuyor.

Gerçekten, XIX. Yüzyıl sonunda Rusya’nın Osmanlı’ya karşı güttüğü parçalama politikası ile, ABD’nin yurdumuzun doğusu ve Kuzey Irak’ta izlediği politika arasında çok yakın benzerlikler vardır. Bu politika “Kürt Planıdır” ve ABD’nin Asya’yı işgale yönelik çok daha büyük planının bir parçasıdır.

Söz konusu “Kürt Planı”nın ögeleri bazı ABD kaynaklarında öteden beri işleniyordu. Örneğin, ABD’de birkaç yıl önce yayımlanmış “Turkey’s Kurdish Question” adlı kitaba göre Türkiye’de PKK değil, “Kürt sorunu” var. CIA patentli yazarların sözde önerileri şöyle: Türkiye “Kürt kimliğini kabullenmeli. Güneydoğu’daki askerî varlığını büyük ölçüde azaltmalı. Kürtlerin partilerini korumalı. Kürtleri Kürtçe eğitim olanaklarına kavuşturmalı. Yerinden yönetimi egemen kılmalı.”

Bu öneriler size yabancı gelmedi değil mi? Önce DSP-MHP-ANAP, sonra AKP etiketli hükümetler bir süredir bu önerileri hayata geçirmekle meşgul. Görüyorsunuz, mevcut biçimiyle demokrasi Türkiye’de kimleri iktidara getiriyor ve Türkiye’nin AB saplantısı, sözde Ulusal Program ve uyum yasaları kimlerin işine yarıyor! ABD ve AB neden “ille de demokrasi” diye tepemizde boza pişiriyor? ABD neden Türkiye’nin AB üyeliğini cansiperane destekliyor? Sebebi açıkça görülmüyor mu? Kendi işlerine geldiği için!... Türkiye AB’nin isteklerini yerine getirdiği ölçüde, ABD de Ortadoğu’daki stratejik emellerini gerçekleştirecektir. Aklıma yine Lafonten’in bir öyküsü, ağzında bir peynir parçası olan karga ile, ona, “güzel sesini duyurmak” için kur yapan tilki öyküsü geliyor.

ABD ve Batılı ülkeler; bölgedeki petrol ve su kaynaklarını kendi çıkarları yönünde kullanmayı hedeflemekte. Bunun bir aracı, orada ABD’nin denetiminde, uydu bir Kürt devleti kurmak. Ayrıca, bu devlette konuşlandıracakları silahlı kuvvetlerle, bölge ülkeleri olan İran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerinde bir tehdit gücü yaratmak istiyorlar.

Irak’ı bu maksatla önce dörde böldüler. Güneyi Şiilere, orta kesimi Saddam yönetimine, petrol alanı olan “Kerkük-Süleymaniye-Erbil” bölgesini de Talabani ve Barzani yönetimindeki Kürtlere ayırdılar. Türkiye sınırına yakın bölgeyi ise boş bıraktılar. Burayı da PKK’nın yerleşmesi için ayırmışlardı. Yıllarca önce Kürt lideri Molla Mustafa Barzani de CIA tarafından desteklendi, koruma altına alındı. Kuzey Irak’ta kurulmakta olan “kukla Kürt devleti”nin tohumları o zaman atıldı. Ardından planın ikinci aşamasına geçtiler: Irak’ın bütününü işgal ettiler. Sıra üçüncü aşamada!

Başta ABD olmak üzere, emperyalist Batının uyguladığı sinsi planın güncel kanıtlarını sunmadan önce yakın tarihe bir göz atalım.

Tarihten birkaç kanıt

Kanıtlar Batılı emperyalistlerin niyet ve eylemlerinden, Sevr Antlaşması’ndan... Uyarı ise her konuda olduğu gibi Büyük Bilge’den, Atatürk’ten!..

-ABD Başkanı Wilson (1918): Türkiye haritadan silinmeli!

-1919 Paris Konferansı’na katılan ABD’li raportörlerin, Türkiye’nin geleceği üzerine hazırladıkları rapordan: “Anadolu’da Arapça konuşulan bölgeleri, Ermenistan’ı ve Konstantinopolitan devletini ayırdıktan sonra, geriye çoğunluğu Türklerden oluşan büyükçe bir bölge kalmaktadır. Bu bölgenin bir kısmının Kürtler için Kürdistan; Yunanlılar için Pontus-Karadeniz bölgesinde Sinop’tan Batum’a kadar; Suriyeliler için Kilikya (Adana); İtalyanlar için Adalia (Antalya) ve bütün güneybatı, yine Yunanlılar için Smyrna ve batı olarak parçalanmasına yönelik istekler belirmiştir. Komisyonumuzun bu bölgelerden tavsiye edebileceği biricik bölge Kürdistan’dır.”

-Amiral Sir F. de Robeck’den Lord Curzon’a (1920): “Kürdistan, Türkiye’den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Ermenilerle Kürtlerin çabalarını bağdaştırabiliriz”

-10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması maddelerinden: Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devleti kurulacak; bu devletin sınırları ABD tarafından saptanacaktır. Aynı bölgede özerk bir Kürdistan devleti kurulacak. Bu devlet bir süre sonra tam bağımsız olacak.

-Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında “Kürt devletinin” baş savunucusu İngiliz temsilcisi Lord Curzon: “Kürtler İngiliz mandası istiyor.”

- Kurtuluş Savaşı sırasında Kâzım Karabekir Paşa’nın Atatürk’e gönderdiği 10 Mart 1920 tarihli yazıdan: “İngilizlerin yoketme planının ana çizgileri; önce Kürdü, hattâ Çerkezi ayırmak, Türkleri birbirine düşürmek, Anadolu’yu paylaşmak ve orada kendilerine sâdık kültürler oluşturmaktır.”

- Mustafa Kemal Atatürk: “Türk ulusunu mahvetmeden, Kürt devleti kuramazlar.”

ABD Türkiye’yi parçalamak istiyor

Türkiye’yi bölme niyetli yayınlar ABD basınında sıkça yer aldığı gibi, bu niyet Türkiye’ye yönelik ABD taleplerinde de kendini gösteriyor.

a) The Washington Post yazıyor : “Apo, silahlı Kürt bağımsızlık hareketinin lideridir. ABD için, Kürt sorunu halledilmesi gereken bir sorundur.” CNN “Türkiye’de Kürt-Türk çatışması yaşanıyor” yolunda yayınlar yapıyor (1998).

b) Washington; Körfez Savaşı’ndan bu yana, Kuzey Irak’a kendi güdümünde bir Kürt devleti kurma hesapları yapıyordu. Nitekim 1998’de Washington’da Talabani ve Barzani ile varılan anlaşmada, Kuzey Irak Kürtleri için bir federasyon kurulması kararı alındı. Kukla devlet, bir tür “Müslüman İsrail” olacak ve Körfez’den Hazar’a, bölgenin kontrolü için bir üs olarak kullanılacak. Washington, bölgedeki planlarını daha ileri bir aşamaya taşımak için şu türden fırsatlar kolluyordu:

-Ankara’da Turgut Özal gibi birinin iktidara gelmesi;

-Türkiye’nin elini kolunu bağlayacak bir iç karışıklık çıkması.

Bu iki alanda da başarı sağlandı: Türkiye ekonomisi, liberalizm dayatması ile çökertildi. Bugünkü iktidar da ABD’ye T. Özal’ı aratmıyor olmalı. Yalnızca, başarılarına engel olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ni zayıflatma çabaları sonuçsuz kaldı.

c) ABD Dışişleri Sekreter Yardımcısı Harold Nongju Koh’un, Fethullah Hoca’nın Zaman gazetesinde yayınlanan söyleşisinden (1999) : “Türkiye’de Anti-terör Yasası’nın 8. ve TCK’nun 312. maddeleri kaldırılmalıdır.” Yani ABD, Türkiye’de “ayrımcılık propagandasının”, “ırk ve etnik düşmanlığı kışkırtma” faaliyetlerinin serbest bırakılmasını istiyor! Bir süre sonra da ABD Başkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde, aynı maddelerin değiştirilmesini beklediklerini duyuruyordu. Bugün 6. Uyum Yasası ile 8. Madde kaldırılmış oluyor. AKP Hükümeti’nin, aslında kimin isteklerini yerine getirmiş olduğunu görüyor musunuz?

Meydanı boş bularak bir süredir “dünya külhanbeyliği”ne soyunmuş olan ABD, bu istemlerle yetinir mi hiç? Değiştirilmesini buyurduğu başka yasalarımız da var. Bu yasalara bakınca anlıyoruz ki ABD, Türkiye’de “Cumhuriyet’e, Parlamento’ya, Atatürk’e, Ordu’ya hakaret”in serbest bırakılmasını istiyor (bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı sütunlardır, demek ki maksat Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmek!). Düşünce ve ifade özgürlüğünü, hakaret etme özgürlüğüne indirgiyor! Gerçek amacı, Türk ulusunu kenetleyen değerleri yok ederek devletimizi parçalamak! Gerçekten bir ABD kuruluşunun gizli raporunda, Türkiye’nin parçalanması öngörülüyor. Kuruluşun sözde tahminine göre Türkiye’den önce Kürtler kopacak, onları başkaları izleyecek.

ABD’nin muhafazakâr gazetelerinden “Christian Science Monitor”da 4 Mayıs 2000’de yer alan bir haberde, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin fiilen kurulduğu yazıyordu. Gazetede Kürt devletinin altyapısının Birleşmiş Milletler’in Irak’a uyguladığı ambargo sayesinde kurulduğu, böylece kendi para birimi, ulusal marşı ve dili olan ayrı bir devletin oluştuğu belirtildi. ABD şimdi bu sözde devleti hukukileştirmek için uğraşıyor. Türkiye’ye yönelik tehditler, gerilimler, baskınlar bu amaca yönelik stratejinin ilk adımlarıdır kuşkusuz.

d) Kasım 2000’de ABD Büyükelçisi Mark Parris başkanlığında, ABD’li 20 kuruluşu temsilen gelen işadamları; Diyarbakır-GAP bölgesini ziyaret ediyor. Bölge işadamlarının örgütü GÜNSİAD buluşmada bölgenin sorunlarını içeren bir dosya sunuyor ve bir “ofis-büro” açılması önerisinde bulunuyor. Parris öneriyi olumlu karşılıyor. Parris, günlerini Ankara’dan çok Güneydoğu’da geçirmiş biri. Daha sonraki aylarda ABD; Türk hükümetini teğet geçerek, Güneydoğu’da bir irtibat bürosu kurmaya kalkışıyor. Bölgenin iş adamlarıyla temaslar yapan ABD Ankara Büyükelçiliği Ticaret Müsteşarı J. Breidenstine şöyle diyordu: “Bölge büyük yatırımlar yapılmasına elverişli. Amacımız, ABD’li işadamları ile oradaki iş adamlarını bir araya getirmektir. Bölgedeki fırsatlar belirginleştiğinde, Amerikalı firmaları yatırım yapmak üzere davet edeceğiz.”

Akla hemen şu soru geliyor: Niçin Türkiye’nin başka bir bölgesi değil de, Güneydoğu Anadolu Bölgesi? Hem az gelişmiş, hem de büyük fırsatlar vadeden Türkiye’nin başka bölgeleri yok mu? Kuşkusuz var. Ancak, ABD’nin derdi başka: Falında hep o bölgeyi görüyor!

e) Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’a göre ABD’nin yaklaşımı; “PKK ortadan kalkarsa, Türkiye’yi ılımlılarla masaya oturtabiliriz” yönünde. Beklentisi, Kuzey Irak’taki yeni yapılanmalara Türkiye’nin onay vermesi. Şimdi tam bu noktadayız.

Öyleyse Soruyorum: PKK boşuna mı KADEK oldu? (PKK’ya bu aklı veren AB’dir, ABD’dir.)

Ya ABD’nin umudu olan “ Ilımlılar ”. Bu “ Ilımlılar ” Size kimleri, hangi hükümeti çağrıştırıyor?

İsmet Paşa ile başlayan teslimiyetçilik, Mendereslerden, Demirellerden, Özallardan geçerek sonunda bizi ne hallere sürükledi görüyor musunuz?

Bu ne biçim demokrasi?

Neymiş? Türkiye demokratikleşiyormuş. Siz kimi kandırıyorsunuz? Türkiye’de artık her şeyi AB (Fransa ve Almanya) belirliyor, ABD belirliyor, onların içerdeki uzantıları belirliyor.

Bugünümüzü, geleceğimizi, sonumuzu...

Bu böyle süremez.

Görev zamanıdır Atatürkçüler, vatan savunması başlamıştır!

Vatan bir bütündür, bir karışı verilemez. Ulus bir bütündür, bölünemez.

Vatanın her noktasına Atatürkçü fikirler götürülmelidir.

Vatanın her noktasında Kuvayı Milliye örgütlenmelidir.

CİHAN DURA
21.07.2003/ Sayı:35



17 Ocak 2016 Pazar

Dersim Yalanları ve Gerçekleri - 4 - Sinan Meydan,




Dersim Yalanları ve Gerçekleri - 4 - 

Sinan Meydan,


24 Ekim 1930 tarihinde 7.Alay saldırıya geçmiş ve bazı köylerdeki asiler etkisiz hale getirilmiştir. 28 Ekim 1930 tarihinde asilerin sert direnişiyle karşılaşan 7.Alay, Dağbek'in kuzeyine çekilmiş, ancak orada da tutunamayarak Panciras köyünün batısına kaydırılmıştır. Komutanlığın verdiği rapora göre bu çatışmalarda 200 kadar asi Kürt imha edilirken, 6 asker şehit edilmiş, 10 asker de yaralanmıştır. Bu sırada Erzincan'daki 73.Jandarma Bölüğü Doğu Dersim'e sevk edilmiş, Elazığ Valisi Fahri Bey de 200 kişilik bir askeri birlikle Nazımiye'ye gelmiştir. "1931 sonbaharında Dersim gene azgındı. Dersim'in içindeki ve yöresindeki halk yer yer şikayet ediyordu. Haydaranlar Kiğı'ya Yukarı Abbaslılar ve yine Seyit Rıza'nın himaye ettiği Koçgirililer, Kemaliye, Refahiye, Zara ve Sivas'a kadar soygunculuk yapıyorlardı. 

İki yıl içinde Dersim'de yapılan suçların takibi için çıkarılan mahkemeye çağırma, tutuklama ve yakalama müzakerlerinin ve özel müzakerlerin toplamı 4.680'i bulmuştu. Dersim'i çevreleyen kazaların 150 bin nüfusluk halkı, Dersimlilerin art arda ve sürekli, taaaruz ve tecavüzlerinden bıkmıştı. Dersim'e yakın yörelerin kazanç ve hayatları Dersimlilerin ayakları altında çiğneniyordu. Toplu ve büyük çetelerin köy basması, sürü götürmesi, mukavemet edenleri öldürmesi, son ayların adi vakaları arasına geçmişti. Dersim'e yakın yerlerdeki halk, malından, canından emin değildi, bu halkın manevi cesaret ve mukavemeti de kırılmıştı. Dersim'in içi daha acıklı idi. Çemizşkezek, Pertek, Mazgirt ve Hozat kazalarında aşiret hayatından ayrılmış çiftçilerin de ağaların eline düştüğü görülüyordu. Devlete asker ve vergi veren bu halk canını ve malını korumak için kendilerine musallat olan aşiretlere de haraç vermek mecburiyetindeydiler; soyuluyorlar, öldürülüyorlardı. Aşiretler arasındaki düşmanlık da pek canlı bir halde idi. Bu düşmanlık, tarih boyunca birbirlerini soymalarından başka, eski idarelerin aşiretleri birbirine kırdırmakla Dersim'e hakim olunabileceğini zanneden sakat hareketlerden de hatıralar ve izler taşıyordu." 1932 yılında Genel Müfettiş Dr. İbrahim Tali (Öngören) görevden alınmış yerine Sivas Valisi Vehbi Bey atanmıştır. 

Bu sırada Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Başbakanlığa sunduğu yeni bir raporda, Dersim'in devamlı sorun çıkarttığını, Dersim halkının cahil olduğunu,bölgede coğrafi koşulların çok kötü olduğunu, yolların yetersiz olduğunu, Dersimlilerin geçim sıkıntısı çektiklerini, arazinin tarıma uygun olmadığını, toprakların belli aşiretlerin elinde olduğunu, insanların yaşadığı evlerin çok yetersiz olduğunu belirterek, alınması gereken önlemleri şöyle sıralamıştır: 

1- Ana yolların yapımı, 
2- Silahların toplanması, 
3- Reislerin, ağa ve şeyhlerin, bir daha dönmemek üzere batıya sürgün edilmeleri, 
4- Reisler alındıktan sonra halktan azgın olanların toplatılarak uzak yerlerde Öz Türk köylerine yerleştirilmeleri; 

Dersim'de kalacak olanlara reislerin arazilerin dağıtılması. 
Fevzi Paşa'nın raporunda, "Dersim'den öncelikle çıkartılması gereken resileri" sıralarken, ilk sırada "Seyit Rıza, oğulları ve kardeş çocuklarına" yer vermiş olması, çok dikkat çekicidir. Atatürk'ün Dersim Islahat Hareketi Atatürk, 1935 yılında Meclisi açış konuşmasında Dersim'de yapılacak "ıslahat programını" şöyle açıklamıştır: "Yeniden iki genel ispektörlük ve yeniden bazı vilayetlerin kurulması da lüzumlu görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde esaslı bir ıslahat programının tatbiki de düşünülmüştür. Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. (bravo sesleri, alkışlar) Tunceli'deki icraatımız neticeleri, bu hakikatın yakın ifadesidir. İleri hükümetçiliğin şiarı, halkı kuderetine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. 

Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde inkişafına önem vermek çok yerinde olur." "Uzun yıllardan beri devam eden ve zaman zaman had bir şekil alan Tunçeli'deki toplu şekavet (eşkıyalık) hadiseleri, muayyen bir program dahilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş, o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe dev-rolunmuştur. (bravo sesleri). Cumhuriyetin feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyle istifade edeceklerdir." Atatürk, Tunceli (Dersim)'deki eşkiyalığın, "Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını" engellemesine izin verilmeyeceğini, bunun için de Tunçeli'de bir "ıslahat programı" uygulanacağını 1935 yılında açıklamıştır. Atatürk'ün "Dersim ıslahat programını" açıklarken söylediği, "İleri hükümetçiliğin şiarı, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde inkişafına önem vermek çok yerinde olur" sözleri, "Atatürk Dersim'de soykırım yapmak istiyordu!" diyen Cumhuriyet tarihi yalancılarını utandıracak niteliktedir. Hükümetin halka "şevkat göstermesini" isteyen Atatürk, Cumhuriyet memurlarının bu "zihniyete" sahip olmalarının önemine işaret etmiştir. Tunceli'deki "eşkıyalığı" bitirmek için belirli bir program çerçevesinde çalışıldığını belirten Atatürk, "Cumhuriyetin feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyle istifade edeceklerdir." diyerek, Cumhuriyetin Dersim halkına sahip çıkacağını ifade etmiştir. Dersim Islahat Hareketi İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu gezisini tamamlayıp dönünce, hazırladığı rapor doğrultusunda çalışmalar başlatılmıştır. Dönemin iki önemli genaerali Kazım Orbay ve Abdullah Alpdoğan, Dersim'i baştan başa gezerek, "Dersim'in medeniyete açılması için" gereken önlemler konusunda raporlar hazırlamışlardır. İki komutan, I.Umumi Müfettiş'le görüşmüş, halkı dinlemiş kasabaları, köyleri, yolları, aşiretleri, incelemiş ve görüşlerini Başbakan İsmet İnönü'ye sunmuşlardır. Doğu raporları doğrultusunda Hükümet Dersim'de öncelikle yol, köprü ve kışlaları yaptırmıştır. 25 Aralık 1935 tarihinde 2884 sayılı "Tunceli İlinin İdaresi Hakkında Kanun" adıyla özel bir kanun çıkarılmıştır. Bu kanun doğrultusuna Tunceli iline, Genel Müfettişlik yetkileriyle donatılan "korgeneral" rütbesinde bir vali atanmıştır. Başbakan İsmet İnönü, Meclis'te "Tunceli Yasası"nın gerekçesini: "Kendilerini birtakım ağaların ve mütegallibenin nüfuz tesirlerinden korumaya muktedir olamayan cahil ve zavallı halkı hükümet cihazlarıyla korumak" diye açıklamıştır. 1936 yılında 4.Genel Müfettişlik ve Tunceli Vali Komutanlığı'na getirilen Abdullah Alpdoğan Paşa, göreve gelir gelmez bölgede bir dizi önlem almıştır. 

O önlemler şunlardır: 
1- Dersim, Elazığ ve Bingöl'de sıkıyönetim ilan etmiş, 
2- Yolların ve köprülerin yapımına hız vermiş, 
3- Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran gibi bucak merkezlerinde birer karakol yamış, binaların inşaatına başlamış, 
4- Kulan'da yeni bir ilçe oluşturmuş, 
5- Askere gidilmesini ve vergi verilmesini istemiş, 
6- Başkalarının malına göz koyulmamasını istemiş, 
7- Bütün aşiret liderlerini Elazığ'da toplayarak görüşmeler yapmış; silahların, kanun ve asker kaçaklarının teslimini ve Devrim Knaunları'na uyulmasını istemiş, 8- Bu istekleri sonuçsuz kalınca da bölgeye yeni askeri birlikler kaydırmıştır. 

O günlerde 11 yaşında olan Mehmet Kangutan, Abdullah Alpdoğan Paşa'nın Dersim'de yaptıklarını şöyle gözlemlemiştir: "Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman adli ve idari tüm yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi... Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. 

Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için ona da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı. Ve adam yol yapmaya başladı. Atatürk'ün hastalığı zamanındaymış... Abdullah Paşa üç şey istiyordu: Askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız... Abdullah Paşa'nın bu icraatına rağmen tek tük hadiseler oluyordu. Tabii bunlar büyük bir katliamı icap ettirmiyordu." İktisat Vekili Celal Bayar, Dersim'e gittiğinde Vali Abdullah Alpdoğan'la da görüşmüş ve bu görüşme sonundaki izlenimlerini raporuna, "General Abdullah Alpdoğan" başlığıyla şöyle aktarmıştır: " Geçen haftaki Doğu seyahatimde Dersim meselesi en kötü devrelerden birini yaşıyordu. Bu defaki seyahatimde Dördüncü Umumi Müfettiş, General Abdullah Alpdoğan'ın izahatını dinledim. Onun, kan dökülmeden bu meseleinin halli ve Dersim halkının diğer vatandaşlardan farklı olmayarak birer vatandaş haline gelebilecekleri hakkındaki ümidi başlı başına bir hadisedir. Mıntıkasındaki işlerle ciddiyetle uğraşan ve esaslı malumata sahip bulunan Alpdoğan, buna muvaffak olduğu takdirde, yalnız bundan dolayı vazifesini iyi yapmış sayılır ve takdir olunur". Celal Bayar'ın bu açıklamalarından, 

Dersim aşiretlerinin "İsyan ateşini" iyice alevlendirmeye başladıkları bir dönmemde bile Abdullah Alpdoğan Paşa'nın, Dersim'e silahlı bir müdahale yapmadan bu "sorunu" halletmeye çalıştığı anlaşılmaktadır .


..

Dersim Yalanları ve Gerçekleri - 3 - Sinan Meydan,




Dersim Yalanları ve Gerçekleri - 3 - 


Sinan Meydan,


1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında bazı Dersim aşiretleri o bölgedeki Türk kışlalarına, Türklere ve bazı illere saldırmıştır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Dersim'deki Kırgan aşireti, Hozat'ı basarak halkı gasp etmiştir. 1892'de Dersim'deki Koç ve Şam uşakları birleşerek büyük gruplar halinde azgınca etrafa saldırmıştır. 1893-1905 arasında Dersim'de zaman zaman büyük karışıklıklar çıkmış, Arapkir ve Kemah halkı can ve mallarını korumak için Saray ve Babıali'ye şikayet dilekçeleri göndermiştir. Bütün bu belge ve bilgiler, Cumhuriyet döneminde 1937-1938'deki Dersim İsyanı'nın "Son Dersim İsyanı" olduğunu kanıtlamaktadır! Anlaşıldığı kadarıyla "Dersim'in asayişsizlik tarihçesi" bir hayli gerilere gitmektedir. 1896'da Osmanlı yönetimi, Dersim aşiretlerinin "başı bozuklukları", halka yönelik saldırıları, "yağma" ve "katliamları" üzerine Dersim'le yakından ilgilenmeye başlamıştır. Saray, Babıali, Anadolu Genel Müfettişi Müşir Şakir ve 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa arasındaki yazışmalardan sonra Dersim hakkında bazı kararlar alınmıştır. Bu kararlardan beşincisi, "Dersimlilerin cidden ıslahı için alınması gereken önlemler"dir. 

1896 tarihli 5.karardaki önlemelerden bazıları şunlardır:

 •Muhtemel bir direniş hesaplanarak, bunu etkisiz hale getirecek kadar 4. Ordu'dan bir kuvvet ayrılacaktır. 
•Bu kuvvet güçlü bir komutanın kontrolüne bırakılacaktır. 
•Ayrılacak kuvvet sessizce Erzincan, Çemişgezek ve Mamuretülaziz civarından Dersim bölgesine sevk edilecektir. 
•Dersim halkını, yirmi para yevmiye ve yarım okka ekmek vererek Hozat yolunun yapımında çalışmaya davet ederek "Dersimlilerin vahşetleri" önlenecektir. 
•Aşiretler arasında birleşme önlenecektir. 
•Amacın ziraat ve ticaret kapısı açmak olduğu telkin edilerek, halkın ıslahına çalışılacaktır. 
•Bu telkinler sırasında muhalefet gösterilmediği takdirde şiddet gösterilmeyecek, aksi halde şiddet gösterilecektir. 
•Ne şekilde olursa olsun hiç kimsenin malına el koymamak konusunda askerler uyarılacaktır. 
•Bu uygulamaya karşı muhalefet edenlerin Trablus ve Yemen taraflarına sürgün edilecekleri bildirilecektir. 
•Askeri harekatın uygulanması sırasında Dersim'de bir süre "örfi idare" uygulanacaktır. 
•Dersim sancağı kaldırılacaktır. 
•Ovacık, Hozat ve Kızılkilise'de gerektiği zaman Kuzuçan'da örfi idare ilan edilecek ve yer yer "örfi idare mahkemeleri" kurulacaktır. 
•O bölgelerdeki kaymakamlık ve müdürlük görevleri o bölge komutanına devredilecektir. 
•Kazalarda birer ikişer maliye memuru bulundurulacaktır. 
•Uygun birkaç yerde "iptidayi mektepleri" açılacaktır. Eğitim görecek çocuklara yüz dirhem ekmek, senelik bir entari, kuşak ve festen ibaret kapama tarzında bir elbise verilerek çocuklar eğitime teşvik edilecektir. 
•Dersim'de bulundurulacak askerin ihtiyaçları zamanında karşılanacaktır. 1896 tarihli bu kararlardan çok açık bir şekilde görüldüğü gibi Dersim, sadece Cumhuriyet döneminde " Sorun " olmaya başlamamış, Osmanlı döneminde de çok ciddi bir sorun olmuştur. 

19.yüzyılda bazı Dersim aşiretlerinin yağma, saldırı ve isyanları Osmanlı yöneticilerini Dersim ve civarında acil önlemler almaya yöneltmiştir. 1896 tarihli kararlara göre Dersim'e yönelik alınması düşünülen önlemler; bölgeye ordu sevk etmek, aşiretlerin birleşmesini önlemek, halka iş imkanları sağlamak, devlete yönelik muhalefete müsaade etmemek, asileri sürgünle cezalandırmak, bölge yönetimini sivillerden askerlere vermek, yer yer sıkıyönetim ilan edip, sıkıyönetim mahkemeleri kurmak, eğitim düzeyini arttırmak biçiminde sıralanmıştır ki, Dersim'e yönelik benzer önlemler, Cumhuriyet döneminde de gündeme gelmiştir. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, Dersim/Doğu Raporları Dersim'deki karışıklıkların artması üzerine Osmanlı Devleti, Der-sim'deki asayişsizliklere karşı alınması gereken önlemler konusunda, bölgeye araştrrma-inceleme heyetleri göndererek raporlar hazırlatmıştır. 

Osmanlı döneminde "Doğu ve Dersim" konusunda hazırlanan raporlar şunlardır:

1) Anadolu Genel Müfettişi Şakir Paşa'nın Raporu. (1899) 
2) Mutasarrıf Mardini Arif Bey Raporu (1903) 
3) Mutasarrıf Celal Bey Raporu (1906) 

Osmanlı Devleti, bu raporlardaki önlemleri uygulamasına karşın Dersim'deki "eşkıyalık" ve "isyan" bir türlü bitmek bilmemiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti 1907'de, 1908'de, 1909'da ve 1916'da Dersim'deki isyancı aşiretler ve eşkıyalar üzerine askeri harekat düzenlemiştir. Demek ki neymiş! Dersim'e askeri harekat düzenleyen sadece Genç Cumhuriyet değilmiş, Osmanlı da tam dört kez, Dersim'e askeri harekat düzenlemek zorunda kalmış!... Ama nedendir bilinmez! Cumhuriyet'in Dersim harekatını " Katliamcılık " olarak adlandıranlar, Osmanlı'nın Dersim harekatlarını bilmezlikten gelmektedirler!... Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1926 yılında daha Ağrı İsyanları devam ederken Dersim'in her an patlamaya hazır bir bomba olduğunu görerek Dersim'le ilgilenmeye başlamıştır. Bu doğrultuda, Dersim'i daha iyi tanımak, Dersim'deki sorunları ve çözüm yollarını araştırmak üzere Dersim'e inceleme heyetleri ve raportörler gönderilmiştir. 

Cumhuriyet döneminde Doğu ve Dersim konusunda hazırlanan raporlar şunlardır: 

1.Ziya Gökalp'in "Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler"adlı Kitabı (1924). 2.Kütahya Milletvekili Neşit Hakkı Uluğ'un "Doğu'dan Bir Mektup" Başlıklı Çalışması. (1925). 
3.Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in Raporu (1926) 
4.Elaziz Valisi Cemal (Bardakçı)'nın Raporu (1926) 
5.Milli Emniyet Hizmetleri (MEH) Teşkilatı'nrn Van Vilayeti Raporu (1928) 6.MEH'in Urfa Vilayeti Raporu (1928) 
7.MEH'in Hakkari Vilayeti Raporu (1928) 
8.MEH'in Elaziz Vilayeti Raporu (1928) 
9.MEH'in Mardin Vilayeti Raporu (1928) 
10.MEH'in Siirt Vilayeti Raporu (1928) 
11.MEH'in Diyarbakır Vilayeti Raporu (1928) 
12.Elaziz Valisi Nizamettin Ataker'in Raporu 
13.Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) Bey'in Birinci Raporu (1930) 14.Büyük Erkanı Harbiye Reisliği'ne Rapor (Fevzi Çakmak Raporu). (1930) 15.Halis Paşa (Korg.Ömer Halis Bıyıktay) Raporu (1930) 
16.Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Raporu (1931) 
17.Birinci Umum Müfettiş İbrahim Tali Bey'in İkinci Raporu (1931) 
18.Jandarma Umum Kumandanlığı Raporu (1932) 
19.Erzincan Valisi Ali Kemali Bey'in Erzincan Kitabı (1932) 
20.İsmail Hüsrev Tökin'in "Türkiye Köy İktisadiyatı" adlı Kitabı(1934) 21.Başvekil İsmet İnönü Raporu (1935) 
22.İktisat Vekili Celal Bayar'ın Şark Raporu (1936) 
23.Dahiliye Vekili Şükrü Kaya'nın Umumi Müfettişler Konferansı'nı Açış Konuşması (1936) 
24.Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen'in Umumi Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (1936) 
25.Üçüncü Umumi Müfettişi Tahsin Uzer'in Umumi Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (1936) 
26.Dödüncü Umum Müfettişi Korg. Abdullah Alpdoğan'ın Umumi Müfettişlikler Konferansı'ndaki Konuşması ve Raporu (1936) 
27.Dördüncü Umum Müfettişliğin İkinci Raporu (1937 veya 1938) 

Görüldüğü gibi genç Türkiye Cumhuriyeti, 1924-1938 arasında, genelde Kürt sorunu, özelde Dersim konusunda tam 27 adet rapor, kitap ve konuşma hazırlatmıştır. Atatürk, bütün bu raporlardan (çalışmalardan) çıkan "ortak analizlere" ve " Ortak sonuçlara " göre "Dersim politikasını" biçimlendirmeye çalışmıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettikleri gibi genç Cumhuriyetin Dersim politikası, "Atatürk'ün veya İsmet İnönü'nün durup dururken ortaya attığı bir politika" değil; uzun araştırmalar, incelemeler, gözlemler ve sosyolojik tahlillerden sonra, yaşanan olaylar da dikkate alınarak geliştirilmiş son derece "gerçekçi","sistemli" ve "bütüncül" bir politikadır. Genç Cumhuriyetin "Kürtçü isyanları önlemeye" yönelik "Doğu raporları", özellikle Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra 1925-1928 yıllarında yoğunlaşmıştır. 1930'daki Ağrı İsyanı'ndan sonra Dersim İsyanı'nın ilk işaretlerinin görülmesi üzerine, 1930'ların ortalarında, yerinde incelemeler yapılmıştır.


Dersim İsyanı 1926- 1936 ersim İsyanı'nın ilk işaretleri, 1926-1930 arasında, Ağrı İsyanı devam ederken görülmüştür: Birçok Dersim aşireti ve aşiret reisi bu isyana destek olmuştur. Bu ilk işaretleri gören genç Cumhuriyet, 1926 yılında Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'i Dersim'e göndermiştir. Daha önce belirtildiği gibi, Dersim' de incelemeler yapan Hamdi Bey Cumhuriyetin ilk Dersim raporunu hazırlamıştır. Genç Cumhuriyet daha sonra da Cemal (Bardakçı)'yı Dersim'in bağlı olduğu Elazığ'a vali atamıştır. Cemal Bardakçı, Hozat'a giderek Koçuşağı aşireti dışındaki bütün aşiret reislerini Dersim'e davet etmiştir. Ayrıca Diyarbakır Valisi Rıza Bey'le Diyarbakır Umum Müfettişi İzzettin Paşa'yı da Hozat'a çağırmıştır. Cemal Bardakçı, Hozat'a gelen aşiret reislerini askeri törenle karşılamıştır. Toplantıya, Seyit Rıza ve Baytar Nuri, yöresel kıyafetlerle katılmışlardır. Atatürk'ün isteğiyle, Elazığ Valisi Cemal (Bardakçı) ve Bölge Müfettişi İzzettin Paşa, bölgeye giderek aşiret reisleriyle yaptıkları toplantıda; Dersim'de "sükunet" sağlandığı takdirde isteyen Dersimliye Elazığ'da ve Malatya'da toprak verileceğini ve daha önce sürgün edilen Dersimlilere af çıkarılacağını vaat etmişlerdir. Dahası, Vali Cemal Bey, Dersimlilerden bir heyet oluşturup Dersimli Baytar Nuri ile birlikte Ankara'ya götürmüştür. Cermal Bardakçı, Dersim konusundaki görüş ve önerilerini bir raporda toplayarak hükümete sunmuştur. 

Daha sonra Cemal Bardakçı, "Atatürk'ün ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Alevi-Kürtlerle dost olduğu, yeni devletin çok yakın zamanda Dersim ve civarını her bakımdan kalkındıracağı" gibi sözleri Dersimli aşiretlere iletmek için Baytar Nuri' den yardım istemiştir. Baytar Nuri, Cemal Bardakçı'nın bu sözlerini aşiretlere ileteceğini belirterek, Seyit ve Rıza ve diğer isyancı aşiret reisleri Elazığ Valisi Cemal (Bardakçı) ile görüşmüştür. Ancak bir "Kürtçü" olan ve gizlice isyancılara destek veren Baytar Nuri, aşiret reisleriyle çok başka şeyler konuşmuştur. 

D Baytar Nuri bu gerçeği anılarında şöyle itiraf etmiştir:

 "Hükümetin müsadesi olmaksızın Dersim'e gitmek benim için mümkün olmadığından bu fırsattan faydalanarak Seyit Rıza ile milli davamızla ilgili bütün meseleleri görüştük ve Ağdat'tan ayrıldım...". Daha sonra Cemal Bardakçı, Aslanan, Beytan, Pezgeran ve Maksudan aşiret reisleriyle bir toplantı yapmıştır. 

Bardakçı, bu toplantıda şunları söylemiştir:

 "Ağalarım! Gazi Paşa'nın sizlere özel olarak selamı var. Beni size o gönderdi. İçtiğim su ile yemin ediyorum ki o Alevidir. Dünyadaki bütün Alevileri sevindirecektir. Ben de Aleviyim. Bir Alevi olarak size söz veriyorum. Yollarınız yapılacak, okullarınız açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan'da Elazığ'da toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum. Yakında hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim'in adını lekeleyen Koçuşağı aşiretini ıslah edecek. Sizin de bu kuvvetlere yardımcı olmanızı diliyorum. Kocan aşireti ıslah edildikten sonra Dersim'de her şey yoluna girecek. Hükümet, Dersim'e güven duyup Dersimlilerin her çeşit isteklerini yerine getirecek." Cemal Bardakçı'nın bu görüşmesinden sonra Dersimli aşiretlerden bazıları Hükümeti destekleme kararı almışlardır. İsyancılara destek sağlayan Baytar Nuri Haydar Paşa komutasındaki Türk ordusu, 6 Ekim 1926 tarihinde isyancı Koçuşağı aşiretinin üzerine yürümüştür. Ancak Kocan, Semikan, Resikan aşiretleri Amutka taraflarında Türk ordusuna karşı verdikleri mücadelede başarılı olmuşlar ve Türk ordusu 20 Ekim 1926'da Tağar derisinin gerisine çekilmiştir. Haydar Paşa, yenilginin nedenini Türk ordusunu destekleyen Dersim aşiretlerin yeterince özveriyle mücadele etmemelerine bağlamıştır. 1926 yılında Türk ordusunun Dersim operasyonu sırasında yaşadığı aşiret yardımlaşmasına dayanan büyük direniş, genç Cumhuriyeti Dersim konusunda daha radikal önlemler almaya yöneltmiştir. İsyancılara destek sağlayan Baytar Nuri 1927 yılında olağanüstü yetkilerle donatılmış merkezi Diyarbakır'da olan 

Bölge Genel Müfettişliği (Bölge Valiliği) kurulmuştur. Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis, Muş, Mardin, Urfa, Siirt, Hakkari, Bingöl, Dersim ve Malatya illeri Bölge Genel Müfettişliği'ne bağlanmıştır. Bölge Genel Müfettişliği'nin başına Dr.İbrahim Tali (Öngören) getirilmiştir. Veli Saltık'a göre, İbrahim Tali Öngören, kızını Harput Müftüsü'nün oğluyla evlendirmiş ve kısa zaman içinde damadının çevresindeki "Sünni" esnaf ve beylerin etkisi altına girerek Dersim'in Alevi aşiretlerine karşı "ön yargılı" davranmaya başlamıştır. 1930 yılında Ağrı İsyanı bastırılmıştır. İsyanın liderlerinden İhsan Nuri, İran'a sığınmıştır. Ağrı İsyanı'nın ardından Doğu'da incelemelerde bulunan Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa, 18 Eylül 1930 tarihinde Başbakanlığa bir rapor sunmuş ve raporunda, bir an önce Dersim'e "askeri harekat" düzenlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Fevzi Paşa'nın bu önerisi doğrultusunda, Ağrı İsyanı'nı bastırmaktan dönen. 7.Alay, 3.Tümen Komutanı Halis Paşa'nın komutasında Dersim'e gönderilmiştir. Halis Paşa, aşiret liderlerine haber göndererek bu askeri harekatın sadece asi Abasan aşiretine yönelik olduğu belirtilerek, diğer aşiretlerin tarafsız kalmalarını istemiştir. 

Ancak bu uyarıya rağmen Balıkan, Arelian, Haydaran, Demenan ve Kalan aşiretleri Abasan aşiretini desteklemişler ve 7.Alay'a karşı çok sert bir direniş göstermişlerdir.