22 Kasım 2015 Pazar

SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 4




SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 4



Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi


www.bilgesam.org
Ali SEMİN




Orta Doğu’da 2010 yılının Aralık ayın- da Tunus’ta başlayan Arap uyanışı/ Arap baharı bölgedeki dengelerin değişmesine yol açmıştır. Bir taraftan Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetimler değişirken, diğer taraftan da Orta Doğu’da ortaya çıkan devlet dışı silahlı aktörler bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu beraberinde getirmektedir.

Irak ve Suriye’deki gelişmeler sözü edilen bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin artışında kırılma noktasıdır. Dolayısıyla Arap uyanışının yarattığı domino etkisiyle Suriye krizi, bugün uluslararası çapta bir güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. Mart 2011’de halk gösterileriyle başlayıp sonrasında iç savaşa dönüşen Suriye krizi hususunda başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği olmak üzere uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin çözüm girişimleri sonuçsuz kalmıştır. 

Suriye krizinin iç sa- vaşa dönüşmesinin, bölgesel ve küresel güçlerin dış politikası üzerinde ciddi bir kırılmaya yol açtığı söylenebilir. Ayrıca Suriye’de devam eden kaotik ortam, bölgesel güvenlik sorunlarına da neden olmaktadır. Özellikle Esed rejimine karşı savaşan silahlı muhalif grupların tek çatı altında toplanmış olmaması, çeşitli ideolojik emellere hizmet etmesi ve yerel bir güç durumundan bölgesel ve uluslararası güç rekabetinin bir parçası haline çevrilmesi süregelen iç savaşın müsebbiplerindendir. Çünkü Suriye’deki Esed rejiminin ve iç savaşın ömrünün uzaması ülkedeki muhalif silahlı grupların ve IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) benzeri terör örgütlerinin artmasına yol açmaktadır. Bu durum Orta Doğu’da bölgesel manada bir güvenlik sorunu ve boşluğu yaratmıştır. 

Suriye’deki krizin artık ülke sınırlarını aştığı ve Orta Doğu coğrafyasından öte küresel bir sorun haline geldiği ifade edilebilir. Bu yazının amacı, Suriye iç savaşındaki iç dengelerin nasıl değiştiğini ve ülkedeki silahlı muhalif grupların Esed rejimine karşı verdikleri mücadelenin perde arkasına ışık tutmaktır. Ayrıca Suriye krizinin derinleşmesinde veya çözüme kavuşmasında bölgesel ve küresel güçlerin rolüne değinilmeye çalışılacaktır.

Suriye’deki İç Savaşın İnsani Boyutu

Suriye’de yaşanan iç savaşın sadece Esed rejimi ile Suriyeli muhalefet grubu arasında bir çatışma olmadığı, aynı zamanda bölgesel ve küresel güçlerin Orta Doğu’daki nüfuz rekabetinde önemli ve kilit bir etmen haline geldiği müşahede edilmektedir. Suriye’deki iç savaşın dünya düzenine adeta çok kutuplu bir sistemi empoze ettiği görülmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin (ABD, Fransa, İngiltere, Çin ve Rusya) Suriye krizinin çözümü noktasında somut adımlar atmaması, Esed rejiminin ülkedeki iç savaşı sürdürebilmesini sağlamıştır. Bu bağlamda iç savaşın, Suriye’deki bölgesel ve küresel güç mücadelesinin bir parçası olmasının yanı sıra ülkedeki muhalefet içerisindeki bölünmüşlüğü de etkilediği söylenebilir. 

Esed rejimine 2011 yılının Mart ayından bu yana Rusya’nın ve İran’ın verdiği destek sürerken, rejim karşıtı muhaliflerin içerisindeki güç mücadelesinin derinleştiği de izlenmektedir. 
Suriye krizinin çözümsüz kalmasından en fazla zarar gören kesim, Esed karşıtı muhalif gruplar ve Suriye halkıdır. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Af Örgütü ve Suriye İnsan Hakları Gözlem evi raporlarına göre, Suriye’deki iç çatışmalardan ötürü krizin başından günümüze dek hayatını kaybedenlerin sayısı 200 bini aşmıştır. 

Diğer yandan 6 milyon 500 bin Suriyeli ülke içerisinde evlerini terk etmek zorunda kalmış, 4 milyon Suriyeli ise iç savaştan dolayı ülkelerini terk ederek başta Türkiye olmak üzere Irak, Ürdün, Lübnan, Mısır ve Avrupa’ya göç etmiştir. 

Bunlara ilaveten Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından, 2015 yılının Temmuz ayında Suriyeli çocuklarla ilgili olarak yayımlanan raporda, uluslararası toplumun gerekli önlemleri almaması halinde Suriyeli mülteci çocukların kayıp kuşak olma riski taşıdıkları belirtilmektedir. Örgüt raporunda 2,7 milyon Suriyeli çocuğun okula gidemediği vurgulanmaktadır.1 Öte yandan ülkedeki iç savaş sebebiyle 12 milyon Suriyeli insani yardıma muhtaçtır.

Yukarıda belirtilen gelişmeler ışığında Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve uluslararası toplumun Suriye’de yaşanan iç savaşın insani bilançosu karşısında somut adımlar atmaması oldukça düşündürücüdür. Amerika Bileşik Devletleri; Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin kimyasal silaha sahip olduğu kuşkusuyla Mart 2003’te Irak’ı işgal ederken, Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Doğu Guta’da kimyasal silah kullanarak 1500 insanın ölümüne sebebiyet vermesi karşısında Suriye’ye müdahalede bulunmamıştır. 

ABD’nin ve Batılı ülkelerin, Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren muhalifleri ılımlı ve radikal olarak iki ana gruba ayırarak ülkedeki iç savaşı daha da genişlettiğini ifade etmek mümkündür.

Suriye’deki Muhalefetin Askeri Yapısı ve IŞİD Cephesi Esed rejimi ile mücadele eden Suriyeli muhalefetin askeri gücü (Özgür Suriye Ordusu ve benzeri 
örgütler) tarafından kontrol altında tutulan bölgeler 2013 ve 2014 yıllarında rejim ordusunun, IŞİD’ in ve PYD’ nin (Partiya Yekîtiya Demokrat) askeri kanadı olan YPG’nin ( Yekîneyên Parastina Gel) eline geçmiştir. YPG Suriye’nin kuzeyindeki Kobani, Afrin, el-Cezire ve Kamışlı’yı, IŞİD ise Rakka ve Deyre-Zur’u kontrol altına almıştır. Suriye Ulusal Koalisyonu’nun askeri yapısı olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), kendisine mali ve askeri yönden yeterli dış destek 
verilmemesinden ötürü ciddi anlamda bir güç kaybı yaşamıştır. Bu durumun temel sebebinin, ABD ile Batılı ülkeler tarafından Suriye’deki muhalefetin radikal ve ılımlı olarak farklı şekillerde tanımlanmasıyla birlikte Esed rejiminin, IŞİD’in ve el-Kaide’nin Suriye kanadı olan el Nusra Cephesi’nin güçlenebilmesi için belli bölgeleri mücadele etmeden söz konusu unsurlara bırakması olduğu ifade edilebilir.


1 http://arabic.sputniknews.com.arab_ world/20150706/1014864988.html#ixzz3gcSWYpSN,(Eri şim:19.07.2015)

“ Suriye Ulusal Koalisyonu’nun askeri yapısı olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), kendisine mali ve askeri yönden yeterli dış destek verilmemesinden ötürü ciddi anlamda bir güç kaybı yaşamıştır.”


Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde rejimin ordusuna karşı verilen mücadelede, Suriye muhalefeti içerisindeki ayrışmanın keskinleşmesinden ve bölgesel-küresel güçlerin rekabetinden dolayı başarı sağlanamamıştır. Esed rejimine destek veren İran’ın ve Rusya’nın Suriye iç savaşı sürecinde de bu tutumlarını devam ettirirken Suriye Ulusal Koalisyonu’na ve Özgür Suriye Ordusu’na destek veren ülkeler arasındaki nüfuz mücadelesi Suriye’deki muhalefetin iç dinamiklerine olumsuz yansımıştır. Örneğin Rusya, İran ve Hizbullah  yalnızca Esed rejimini desteklerken, Suriyeli muhalifleri destekleyen ve finansa eden ülkeler ise, tek bir muhalif gruptan ziyade kendilerine yakın hissettikleri farklı muhalif gruplara destek vermiştir. 

Bu durumun Suriye muhalefetindeki iç ayrışmayı tetiklediği ifade edilebilir. Suriye’de 2015 yılının Ocak ayından itibaren rejime karşı savaşan si- lahlı 
gruplara destek veren ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan, Katar) kendi güdümlerindeki tugay ve birliklerin bazı bölgelerde askeri koalisyon kurmalarını sağladığı görülmektedir. Bu bağlamda 24 Mart 2015 tarihinde Suriyeli muhalifler, İdlib’in rejim güçlerinden kurtarılması amacıyla el-Fetih Ordusunu kurmuştur. Bu güç İdlib’in Kurtuluşu operasyonu adı altında 28 Mart’ta kentin merkezini kontrol etmiştir.2 El- Fetih Ordusunu oluşturan silahlı gruplar üç ana akıma ayrılmaktadır: İslami, Selefi ve diğer irili ufaklı yerel gruplar. El-Fetih Ordusu, çatısı al- tında yer alan silahlı gruplarla -el Nusra Cephe- si, Ahrar el-Şam, Cund-ul Aksa, Feylak el-Şam, Ecned el-Şam, Ceyşül Sünnet, Liva el-Hak ve Sukur el- Şam tesis edilen askeri bir yapıdır.3


Suriye Türkmenleri Siyasal Hareketler ve ASKERİ YAPILANMA KONFERANSI  AHMET DAVUTOĞLU BİRİFİNGİ.,

El- Fetih Ordusu 25 Nisan’da el-Nasır (Zafer) operasyonunu başlatarak, İdlib’e bağlı en önemli kent olup Suriye’nin kuzeybatısında yer alan Cisr el-Şuğur’u kontrol etmiştir ki bu kent Türkiye sınırına 20 kilometre uzaklıkta olup Halep’in 104 kilometre doğusunda yer almasından dolayı stratejik öneme sahiptir.

Yukarıda sözü edilen gelişmeler dikkate alınarak el-Fetih Ordusunun Suriye’deki muhalefete destek veren ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) uzlaşması sonucunda teşkil edildiği söylenebilir. Özellikle bölgede cereyan eden hadiseler doğrultusunda Suriye’nin iç dengelerinde de değişim söz konusudur. Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın 21 Ocak’ta hayatını kaybetmesinin ardından Riyad yönetimini 23 Ocak’ta devralan Kral Selman Bin Abdulaziz el-Suud’un Suriye’deki iç dengeleri de etkilediğini ifade etmek mümkündür. Kral Selman’ın Yemen’deki Husiler’e karşı 26 Mart’ta başlattığı Kararlılık Fırtınası operasyon unun Suriye muhalefeti içerisindeki İç dinamiklere yeni bir boyut kazandırdığı görülmektedir. 




2 https://www.youtube.com/watch?v=YdJx1a_4TKM,(Erişim:20.07.2015)




3 http://bit.ly/1PyPto3


Suriye muhalefetine destek veren Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, Esed rejiminin devrilmesini işin içindeki iç dinamiklere ve güç mücadelesine amaçlayan Suriye’deki muhalif yapının tek çatı altında birleşmeden kazanım elde edilemeyeceğinin farkına varmıştır. Aslında Suriyeli muhalif gruplara destek veren ülkelerin temel amacı, Esed rejiminin devrilmesi olsa da stratejilerin belirlenmesi konusunda fikir ayrılığına düştükleri gözlemlenmektedir. 

Bu bağlamda 2 Temmuz 2015 tarihinde Suriyeli muhalifler Halep’in kurtarılması için el-Fetih Ordusunun devamı olarak Ensar-ul Şaria adı altında ittifak kurmuşlardır. Ensar-ul Şaria oluşumuna destek verenler arasında; Nusra Cephesi, Ahraru Şam, Ensar ed Din, Fevc Evvel, Liva Sultan Murad (Türkmen), 
Ensar Hilafe, Ebu Amara gibi muhalif gruplar vardır. Akabinde muhalifler, Halep’i kurtarmak için 4 bin 500 kişiyle Ensar-ul Şaria operasyonu adı altında saldırılara başlamıştır.

Tüm bu gelişmelere bakılarak, Esed’in devrilebilmesi için ılımlı muhalif grupların, Suriye’deki savaşta mücadele eden diğer silahlı gruplar ile tek çatı altında savaşmaktan başka seçenekleri- nin kalmadığı söylenebilir. Çünkü muhalif güçlerin hem bölgesel rekabet denkleminden hem de kendi içlerindeki bölünmüş yapıdan mütevellit birbirleriyle çatışmalarının derinleşmesi hem uluslararası desteği hem de kontrol altına aldıkları bölgeleri kaybetmelerine neden olmaktadır. 
Bu tablo Esed’in yönetimde kalmasının yanı sıra uyguladığı stratejilerin başarılı olmasını ve hatta IŞİD gibi radikal unsurların güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle Suriye muhalefetinin radikal, ılımlı veya karşıt gruplar şeklinde tanımlamalar yapmaksızın belirli bölgelerdeki farklı unsurlarla birleşmek zorunluluğunu hissetmeye başladığı görülmektedir. 

El-Fetih Ordusunun tesis edilmesinin, el-Nusra Cephesi ve Özgür Suriye Ordusu açısından şu dikkat çekici sonuçları doğurabileceği belirtilebilir:

1. ÖSO’nun el-Fetih Ordusuna destek vermesi veya çatısı altında bulunan bazı birliklerin radikal gruplarla hareket etmesi uluslararası toplum nezdinde imajını zedeleyebilir. Bu sebeple el-Fetih Ordusunun kurulması; el-Nusra Cephesi’nin, el-Kaide terör örgütünün Suriye kolundan ziyade ülkenin belirli bölgelerindeki yerel halktan destek alabilmesine yol açabilir. 

Başka bir ifadeyle 2013-2014 yıllarından beri rejime karşı ciddi bir zafer elde edemeyen Özgür Suriye Ordusu’nun İdlib’de ve Halep kırsalında el-Fetih Ordusunun çatısı altında kontrol ettiği bölgeleri, el-Nusra Cephesi’nin desteği ve gücü neticesinde kazandığı görüntüsü verebilir. Bu durum el-Nusra Cephesi’ne yerel halk nezdinde destek ve sempati kazandırabilir.

2. Suriye’deki silahlı muhalif güçler adına el-Fetih Ordusu, Esed rejimine karşı başarı elde ettikçe Özgür Suriye Ordusu’nun geri planda kalacağı kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Özgür Suriye Ordusu çatısı altında savaşan irili ufaklı silahlı grupların, el-Fetih Ordusunu benimsemesi de Özgür Suriye Ordusu’nun zayıflamasına neden olabilir. Şu noktaya değinmek gerekir ki el-Fetih Ordusunun başarılı olması durumunda 

“ Suriye’deki silahlı muhalif güçler adına el-Fetih Ordusu, Esed rejimine karşı başarı elde ettikçe Özgür Suriye Ordusu’nun geri planda kalacağı kuvvetle muhtemeldir.”

Özgür Suriye Ordusu’na destek veren ülkelerin Suriyeli muhalifler üzerindeki etkisi azalabilir.

3. ABD’nin Türkiye ve Ürdün’de başlattığı eğit- donat programı kapsamında muhalif gruplar dışında el-Fetih Ordusu da söz konusu programa dâhil edildiği takdirde, Özgür Suriye Ordusu ve diğer silahlı gruplar arasında güç mücadelesi başlayabilir. Bu sebeple el-Fetih ordusu çatısı altında Suriyeli muhaliflerin ittifak kurması, kısa vadede Esed rejimine karşı bir başarı elde edilmesini mümkün kılabilir. Fakat el-Fetih Ordusunun çatısı altında birleşen silahlı gruplar arasında orta vadede, kontrol ettikleri bölgelere ilişkin olarak muhtemel çatışmalar yaşanabilir. Zira el-Fetih Ordusunun kontrol ettiği İdlib’te ve Cesr el-Şuğur’da selefi ve cihadi hitapların ön plana çıktığı görülmektedir. Aslında el-Fetih Ordusu, silahlı Suriyeli muhalifler arasında kurulan bir ittifak niteliğindedir. Söz konusu askeri yapı ilerideki dönemlerde eğer siyasi ve askeri yönden bir uzlaşmaya dönüştürülemezse ne Esed rejimine ne de IŞİD’e karşı başarı sağlanabilir.

Yukarıda belirtilen gelişmeler ışığında, el-Fetih Ordusunun kurulmasının ardından rejim ordusuna karşı mücadele eden muhalif grupların tek çatı altında birleştik leri görüntüsü verilse de İdlib’te, Halep’te ve Suriye’nin güneyinde bölgesel bir ittifakın ötesine geçilemeyeceği ifade edilebilir. 

Çünkü ittifakı oluşturan silahlı muhalif gruplar içerisindeki; keskin ideolojik ayrışmalar ve iç savaşın başlangıcından beri birbirleriyle çatışma halinde oldukları gerçeği düşünüldüğünde muhalif güçlerin böylesi bir ittifakı uzun süre devam ettirebilmeleri zordur. Örneğin el-Nusra Cephesi, Özgür Suriye Ordusu ile uzun bir süre çatışmıştır. Ancak IŞİD’in Suriye’de Rakka’yı kontrol etmesi ve ülkedeki ilerleyişini sürdürmesiyle birlikte el-Nusra Cephesi’nin el-Fetih Ordusuna katılmaktan başka seçeneğinin kalmadığı söylenebilir. Bu nedenle Suriyeli muhalifler arasında kurulmuş el-Fetih ordusunun hem ülkedeki hem de bölgedeki iç dengelerin değiştiğini göstermesi anlamında önemli bir işaret olduğu düşünülebilir.

IŞİD-YPG ve Muhalifler Denklemi

PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’nin askeri kanadı YPG, 19 Haziran 2015 tarihinde IŞİD’in kontrolündeki Tel-Abyad’ı ele geçirmiştir. YPG, Suriye’nin kuzeyindeki muhaliflerin oluşturduğu Burkan el-Fırat adı altındaki askeri örgütün, Liva el-Tahrir tugayının ve IŞİD ile mücadele etmek amacıyla ABD’nin öncülüğünde kurulmuş uluslararası koalisyon uçaklarının hava operasyonları ile Tel-Abyad’ın kontrolünü IŞİD’den alabilmiştir. PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde kurduğu Kobani, Afrin ve el-Cezire kantonlarının, Esed rejimine karşı savaşan muhalif gruplar arasındaki dengeyi değiştirdiği görülmektedir. 

Aslında IŞİD ve YPG’nin, Suriye’nin kuzeyini ve kuzeydoğusunu kontrol etmesi Esed rejimine karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu ve benzeri muhalif güçlerin zayıflamasına yol açmıştır. Bu tablonun ortaya çıkmasındaki nedenler şu şekilde sıralanabilir:

1. PYD ne Esed rejimiyle savaşmış ne de Suriye muhalefeti içerisinde yer almıştır. Bu durum Esed rejiminin elini kuvvetlendirmiştir. Çünkü Esed’in Kürtlerle olan cephesi PYD/YPG’den dolayı kapatılmıştır. Başka bir ifadeyle, YPG’nin Esed rejimiyle çatışması gerekirken Özgür Suriye Ordusu ve diğer muhalif gruplarla çatışmaya girdiği unutulmamalıdır. Hatta PYD, Kuzey Irak 
Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin desteğiyle kurulan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne karşı da sert tutum sergilemiştir. PYD’nin 2011 yılının Temmuz ayında Erbil’de ve 2014 yılının Ekim ayında Dohuk’ta, Suriyeli Kürt partiler ile imzalamış olduğu deklarasyonun koşullarına uymadığı da söylenebilir. PYD, Esed’e karşı Suriye muhalefetine destek sunan Kürt partilerinin yetkililerini zaman zaman tutuklamış veya kurduğu kantonlara üyelerinin girişlerini yasaklamıştır.

2. PYD’nin, Esed rejimine karşı mücadele eden Suriyeli muhalifler herhangi bir başarı sağlamamışken ülkenin kuzeyinde kantonlar kurması iç dengelerin değişmesine yol açmıştır. Bilhassa kontrol ettiği bölgelerdeki Esed rejimi karşıtı tüm eylemleri Kürtlere yasaklaması; Esed-PYD dolaylı ittifakının bir göstergesi olarak düşünülebilir. Şu noktaya vurgu yapmakta yarar vardır: 

PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde güçlü olması, bölgedeki Kürtlerden aldığı destekten kaynaklanmamaktadır, sadece YPG gibi güçlü bir silahlı örgütün varlığından dolayı bölgeyi kontrol etmiş durumdadır. PYD’nin ülkenin kuzeyinde oluşturduğu kantonlar, Suriyeli Kürt partilerce meydana getirilmiş ittifak neticesinde kurulmamıştır. Dolayısıyla PYD’nin Esed rejimine karşı savaşmamasının bir diğer sebebi, Şam yönetimine destek veren İran, Rusya ve Çin’in yardımını alabilmek şeklinde ifade edilebilir. Aslında Kobani’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesinin ardından PYD’nin, Suriyeli Kürtler arasında en baskın gurup haline geldiğini söylemek mümkündür. 

Bu nedenle Kobani’deki gelişmelerin, IŞİD’in düzenlediği saldırılarla birlikte PYD’nin Suriye’de meşrulaşmaya başlamasına yol açtığı değerlendirilebilir. Çünkü IŞİD’e karşı savaşmak amacıyla başta ABD olmak üzere PYD’ye batıdan ciddi ölçekte silah ve mali destek gelmiştir.

Bu çerçeveden bakıldığında IŞİD’in Suriye’de ilerlemesi ve PYD’nin ülkenin kuzeyinde kantonlar kurması, Esed rejiminin Suriyeli muhalif- lere karşı hem elini güçlendirmekte hem de yönetimde kalmasını sağlamaktadır. Suriye’deki iç savaşın uzamasının ülkede farklı cephelere yol açtığı aşikârdır. Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren Suriyeli muhaliflerin IŞİD-rejim ordusu ve diğer radikal gruplarla çatışmak zorunda kalması ister istemez Suriye’deki iç savaşı derinleştirmektedir. Suriyeli muhaliflerin çeşitli unsurlardan oluşması ve hiçbir muhalif gücün tek başına muhatap olarak kabul edilmemesi, Esed rejiminin devrilmesini hedeflemekte olan bölgesel ve küresel güçlerin işini zorlaştırmak tadır. Bu bakımdan Suriyeli muhalif güçlerin, siyasi ve askeri manada yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. IŞİD’in Suriye’de güçlenmesinin yanı sıra ülkedeki iç savaşın, Mart 2011’den bu yana devam etmesinin insani dramı arttırmak tan başka bir sonuç vermeyeceğini/veremeyeceğini uluslararası toplumun anlaması gerekir. BM’nin her ay Suriye’deki iç savaşın çözümü için atılması gereken somut adımlar doğrultusunda bir yol haritası belirlemek yerine yalnızca ülkedeki insani kaybı raporlayıp açıklaması da doğru bir tavır değildir.

Sonuç:

IŞİD’in Haziran 2014’te Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’u kontrol etmesi, Yemen’deki Husiler’e karşı Suudi Arabistan öncülüğünde kurulan koalisyon ve İran’ın 14 Temmuz’da P5+1 (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya) ülkeleri ile vardığı nükleer anlaşması Orta Doğu’daki dengeleri değiştirebilecek önemli gelişmelerdir. İran, Batılı ülkelerle nükleer anlaşmayı imzalasa da Suriye’deki Esed rejimine yönelik desteğini sürdürecektir. Bu sebeple Suriye’deki iç savaşın tarafları (Rejim, muhalifler, PYD ve IŞİD) arasındaki dengelerin kısa vadede değişmeyeceği söylenebilir. Bilhassa IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından ülkedeki ilerleyişini sürdürmesi ve Suriye’de rejime destek veren Şii milis güçlerin (Abu Fadıl Abbas birlikleri gibi) Irak’a geri dönmesi; muhaliflere karşı, Esed ordusunun İdlib gibi bölgeleri kaybetmesindeki temel nedenler dendir.

Öte yandan Suriye’deki iç savaşın çözümü için Esed rejimi ile muhalif güçler arasında olası bir siyasi uzlaşmanın sağlanmasının, bölgesel ve küresel güçler arasındaki konsensüse bağlı olduğu söylenebilir. Suriye krizinin küresel denklemde; ABD-Rusya ve bölgesel denklemde ise Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, İran arasındaki bir anlaşma ile çözüme kavuşması mümkündür. Söz konusu anlaşma sonrasında, daha önce düzenlenmiş Cenevre 1 ve 2 Konferansları’na ek olarak Tahran’ın da katılımıyla 3. Cenevre Konferansı’nın gerçekleştirilmesi Suriye’deki iç savaşın yatıştırılması noktasında yeni bir çıkış 
yolu olabilir. Suriye krizinin çözümü hususunda söz konusu konferansın başarılı olabilmesi için Suudi Arabistan ile İran’ın aralarındaki güç mücadelesini arka plana atması gerekmektedir. 

Özetlemek gerekirse, uluslararası koalisyonun düzenlediği hava operasyonları ile IŞİD’e karşı 

Suriye’de yürütülmekte olan mücadelenin başarıya ulaşabilmesinin en önemli ayağı ülkedeki iç savaşın bitirilmesinden geçmektedir. 

IŞİD ile mücadele ederken Suriye krizinin sürüncemede bırakılması, uluslararası camianın örgüte karşı başlattığı savaşın ciddiyetine gölge düşürmektedir.


BİLGESAM Hakkında;

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 
Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal 
ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 
BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Ali SEMİN.,

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 

Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..


Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi
www.bilgesam.org Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 

www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. 
İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

Alıntı;

http://www.bilgesam.org/incele/2140/-suriye-krizindeki-ic-dinamikler--oso-isid-pyd-denklemi/

..

SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 3


SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU
 3







Süleymaniye Krizi 

Bu dönemdeki Türk-Amerikan ilişkilerindeki en önemli gerginlik 4 Temmuz 2003 tarihinde Amerikan birliklerinin Kuzey Irak’taki Türk Özel Harekât Dairesine 
baskın düzenleyerek, özel kuvvet timinin gözaltına alınması ve başlarına çuval geçirilerek tutuklanmaları olayı olmuştur.322 

Olaydan sonra ilk açıklama dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt’tan gelmiştir. Büyükanıt şu açıklamayı yapmıştır: 

Amerikalılar kapıyı çalmışlar. Bizimkiler de Dost kuvvet geldi diye içeri buyur etmişler. Amerikalılar Kerkük Vadisine suikast girişiminde bulunacakları nı iddia ederek bizimkileri göz altına almışlar ardından Kerkük’e götürmüşler….” 323 

Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan 9 Temmuz 2003 tarihinde yapılan açıklamada, geçen hafta sonunda Süleymaniye’de meydana gelen olay hakkında ön temasta 
bulunmak üzere NATO Müttefik Kuvvetler Başkomutanı ve Avrupa’daki ABD Kuvvetleri Komutanı Orgeneral James Jones’un dün Ankara’yı ziyaret ederek, 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ile görüştüğü hatırlatılmış, açıklamada Orgeneral Jones’un, “Türkiye-ABD ilişkileri ve Türkiye’ye verdikleri 
önemi vurgulamak için bu kısa ziyareti yapma ihtiyacını duyduğunu” vurguladığı belirtilmiştir. 

Orgeneral Jones’un dün sabah Kuzey Irak’ta toplanması öngörülen 
teknik düzeydeki ortak araştırma komisyonunun korgeneral düzeyine yükseltilerek, değerlendirmelerin Ankara’da yapılmasını önerdiğinin belirtildiği açıklamada, “Bu öneri, Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Hilmi Özkök tarafından uygun bulunmuştur” denilmiştir. Bakanlık açıklamasında, komisyon çalışmalarının süratle sonuçlanarak, olayın aydınlığa kavuşturulmasının büyük önem taşıdığına da dikkat çekilmiştir.324 Yaşananlar karşısında Türkiye’den en sert tepki dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ten gelmiştir. Olayın iki ülke ilişkilerinde ve iki ordu arasında bir güven bunalımına dönüştüğünü söylemiştir.325 Olay basına yansıdığında kamuoyunda büyük tepki uyandırmış, Türkiye’de Amerikan karşıtlığını tarihinin en yüksek seviyesine ulaştırmıştır.326 

PKK Krizi 

2006 yılı yaz aylarından itibaren PKK terör örgütü Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’ne karşı yine silahlı eylemlerde bulunmaya başlamış, 2007’nin bahar 
aylarından başlayarak bu eylemlerin şiddeti artmıştır. Eylül 2007’nin son günlerinde iki büyük terörist saldırı gerçekleştiren PKK’nın ilk operasyonunda 7 Ekim 2007’de Şırnak’ta 13 asker teröristlerce öldürülmüştür. Hemen arkasından Genel Kurmay Başkanlığı’nın açıklaması şu şekilde olmuştur: Terör örgütü mensupları, yurt içerisinde operasyon birliklerimizle, yurt dışı na kaçış noktalarında ise ateş destek vasıtalarıyla takip edilmektedir. Ortaya çıkan bu tablo, mücadele azmimizi ve kararlılığımızı daha da artırmıştır”.327 

Suriye Devlet Başkanı, Türkiye’de terör olayları yaşanırken Ekim 2007 ayı içinde Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Türk Hükümeti ’nin teröre ve terör faaliyetlerine karşı gündemine aldığı kararları desteklediklerini söylemiştir. Esad, ülkesinin, Irak'ın toprak bütünlüğü ve siyasi birliğinden yana olduğunu, Irak'ın bölünmesi girişimlerine kayıtsız kalmayacaklarını söylemiştir. 328 

Suriye, teröre karşı “ Türkiye’nin Yanındayız ” mesajını verdikten sonra bir hafta içinde PKK tarafından bir büyük eylem daha yapılmıştır. 21 Ekim 2007 tarihinde Hakkâri’nin Yüksekova İlçesi Dağlıca Köyü’nde 12 asker öldürülmüş Şehit  edilmiştir , 16 asker yaralanmış ve 8 asker de kaçırılmıştır. Saldırı sırasında 32 PKK’lı da ölü ele geçirilmiştir.329 

Türkiye’nin PKK ve Irak’a yönelik tepkisi büyük olmuştur. Türkiye’nin Kuzey Irak’a olası bir müdahalesine karşı bölge liderleri sınıra daha fazla peşmerge 
yerleştirmiştir. Talabani; PKK’nın bu olay tarihinin akşamı tek taraflı ateşkes ilan edeceğini, Barzani de PKK’nın silahlı çatışmaya devam etmek niyetinde olması 
durumunda Irak’ı terk etmesi gerektiğini söylemiştir.330 

Irak Cumhurbaşkanı Talabani PKK’nın silah bırakacağını açıklarken,Condoleezza Rice’dan gelen bir telefon sonrasında Barzani de PKK’nın ateşkes ilan 
edeceğini açıklamıştır. Bu açıklamalara rağmen PKK silah bırakmayacağını bildirmiş, Irak Başbakanı Nuri El Maliki ise, PKK bürolarının kapatılacağını ve 
PKK’nın saldırıları için Irak toprağını kullanmasının engelleneceğini söylemiştir. 331 

Hakkâri’deki terör saldırısının ardından Genel Kurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığında hareketli saatler 
yaşanmıştır. Sınır ötesi operasyonla ilgili tüm plan ve hazırlıklar masaya yatırılmıştır.332 

Türk kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Hükümet, TSK’ya kullanmak üzere “sınır ötesi harekât” tezkeresini çıkarmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 
unsurlarını, Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye yönelik terör tehdidi ve saldırılarının yok edilmesi amacıyla sınır ötesi harekât ve müdahalede bulunmak üzere bu bölgeye göndermek için Hükümete verilen yetki süresinin, 17 Ekim 2008’den itibaren 1 yıl daha uzatılmasını öngören Başbakanlık Tezkeresi, 497 evet oyuyla TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmiştir. Tezkere’nin süresi bir yıl ile sınırlandırılmıştır.333 

Nükleer Kriz, İran ve Türkiye-ABD İlişkileri 

İran’da Haziran 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Mahmut Ahmedinejad kazanmıştır. Ahmedinejad döneminin en önemli özelliği İran’ın dış politika 
açıklamalarında sert söylemlerin yer alması, başka bir deyişle İran dış politikasının sertleşmesidir.334 

İran gibi Batı dünyası ile çeşitli sorunları olan bir ülkenin, Batı karşısında sürekli taviz vererek rejiminin kalıcılığını sağlaması mümkün değildir. İran’ın 
tehlikeli olduğu konusunda uluslararası toplumda fikir birliği oluşmaya başlamıştır. Nükleer çalışmaları bağlamında Atom Enerji Ajansı ile ilişkileri gerginleşmiştir. 
Ayrıca, İsrail ve insan hakları konusunda BM’de iki defa İran aleyhinde karar çıkmıştır.335 İran’a yakın ülkeler kendisinden uzaklaşmakta ve bölge devletlerinin İran’ın nükleer çalışmalarından duydukları tedirginlik artarken 11 Nisan 2006’da İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad büyük bir basın toplantısı yaparak İran’ın uranyum zenginleştirmeyi “başardığını” açıklamıştır.336 Ahmedinejad: “İran artık nükleer enerjiye sahip ülkelerden birisidir. İran halkının direncinin sonucu olan bu çalışmalarımıza uluslararası anlaşmalar çerçevesinde devam edeceğiz” açıklamasını yapmıştır.337 İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney de ABD’nin İran’a saldırması halinde sert bir şekilde karşılığını bulacağını ve İran’ın bu karşılığı, dünyanın mümkün olan her köşesinde verebilecek kapasitede olduğunu söylemiştir.338 


İran, Batıya, kendisine yapılacak bir saldırı karşısında Irak ve Afganistan gibi 
olmayacağını ve bu saldırının sonuçlarının Batı için çok ağır olabileceği mesajını her ortamda dile getirmektedir. İran’ın bu etkinliği başta ABD olmak üzere Batı 
dünyasını ciddi şekilde tedirgin etmektedir. Batı, güvenliği açısından tehdit olarak gördüğü unsurları barındıran Ortadoğu bölgesinde nüfuza sahip olan bir İran’ın nükleer çalışmalar yapmasını istememektedir. Batılılar için nükleer silaha sahip bir İran büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır.339 Nükleer silahların herhangi bir şekilde bölgedeki terörist grupların eline geçebileceği ihtimali ve İran’ın adeta meydan okuma halini alan açıklamaları Batının da sertleşmesine yol açmaktadır. 

Lübnan-İsrail Krizi ve Türkiye-ABD İlişkileri 

İki askeri Lübnan’da üslenmiş olan Hizbullah tarafından kaçırılan İsrail, 12 Temmuz 2006 tarihinde Lübnan’ı bombalamıştır. Tüm dünyanın, şiddetin Suriye’ye sıçramasından kaygılandığı bir sırada ABD, bir yandan BM’den İsrail aleyhine bir karar çıkmasını vetosuyla engellemiş, ardından ise Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora’yı arayıp, “saldırıları durdurmak için İsrail’e baskı yapacağı” sözü vermiştir. ABD’nin bu tutumu kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur.340 

28 Temmuz’da uluslararası haber kanalı CNN’de “Larry King Show”a katılan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan Ortadoğu krizi konusunda, “Şu 
anda suçlu arama durumunda değiliz. Şimdi yapmamız gereken ateşkesi sağlamaktır” demiştir. Başbakan Erdoğan, Ortadoğu’dan, Türkiye-ABD ilişkilerine varıncaya kadar bir dizi konuda görüşlerini açıklamış ve Larry King’in sorularını cevaplamıştır. 

Erdoğan, Türkiye’nin ancak ateşkes sağlandıktan sonra Lübnan’da oluşturulması planlanan istikrar gücüne katılabileceğini söyleyerek, şöyle konuşmuştur: 

“ABD, Türkiye’yi bu yönde sorumluluk almaya davet etti. Mevcut duruma bakarsak elbette bu görevi yerine getirmemiz gerektiğini hissediyoruz. Mevcut 
şartlarda orantısız bir güç kullanımına tanık oluyoruz. İnanıyoruz ki, bir istikrar gücünün varlığı çok önemli olacak. Ancak Türkiye ateşkes sağlandıktan sonra böyle bir güce katkıda bulunabilir.” 341 

King’in Ortadoğu’daki krizde kimin sorumlu olduğu yönündeki sorusuna ise Erdoğan şu cevabı vermiştir: 

”Şunu çok açık, net ifade etmeliyim ki, şu anda suçlu arama durumunda 
değiliz, çünkü suçlayacak birisini ararsak bu süreci daha da tehlikeye sokarız ve 
daha duygusallaşırız. Şimdi yapmamız gereken ateşkesi sağlamaktır ve barış sürecini nasıl başlatacağımıza bakmaktır. Bardağın dolu tarafını görmeliyiz. Suçlu ararsak çözümsüzlüğe doğru ilerleriz. Kimin haklı kimin yanlış olduğu, kimin suçlanması gerektiğine tarih karar verecektir. Bunu tarihe bırakmalıyız.” 342 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail’in Lübnan’ı bombalamasının 
ardından yayımladığı mesajda, barışın korunması ve kalıcı hale getirilmesi için bütün ülkelere, toplumlara ve bireylere önemli sorumluluklar düştüğünü, "Bu sebeple, barışı talep etmek; yeri geldiğinde onu korumak için harekete geçmek ve gerekli iradeyi ortaya koyabilmek demektir" demiştir. Erdoğan ayrıca, Türkiye'nin dünyada barış düzeninin korunması yolunda etkin rol oynamaya devam edeceğini ifade etmiştir.343 

Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer gelişmelerle ilgili olarak, 
“Lübnan’a asker yollanmasına karşıyım, başka ülkelerin ulusal çıkarlarını korumak görevimiz değil” sözleriyle yorumda bulunmuştur.344 

Ağustos ayında ise ateşkes baskıları tüm dünyada artmıştır. Bunun üzerine 
BM’nin ateşkes girişimi çabaları neticesinde 11 Ağustos’ta Güvenlik Konseyi 
çatışmaların sona erdirilmesine ilişkin 1701 Sayılı kararı oy birliğiyle kabul etmiştir. 

Karar 12 Ağustos’ta Lübnan Kabinesi tarafından onaylanmıştır. 14 Ağustos’ta 
taraflar arası ateşkes yürürlüğe girmiştir. Ateşkesin ardından Lübnanlı mülteciler evlerine dönmüşlerdir. Lübnan ordusu Güney Lübnan’a yerleştikçe İsrail birlikleri bölgeyi kademeli olarak terk etmişlerdir. Lübnan’a asker göndermenin doğru bir karar olduğunu söyleyen uzmanlar ise böylece Türkiye’nin Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında seyirci kalmayacağını belirtmişler ve Lübnan’a asker göndermek ile bölgede aktif rol alınabileceğini ifade etmişlerdir. Emekli Tümgeneral Cihangir Dumanlı’ya göre Türkiye’nin böyle bir barış gücüne katılmakla sağlamayı düşündüğü en önemli fayda, “teröre karşı savaşta” ABD’nin ve İsrail’in yanında yer almak olmuştur. Dumanlı, böyle bir hareketin Türkiye’nin bölgedeki rolünü güçlendireceğini ifade etmiştir.345 


320 “Tezkere 202’ye karşı 332 oyla Kabul Edildi”, 
http://www.radikal.com.tr/haberphp?haberno=69580, (31.12.2009) ; Taştekin, 2006: 274. 
321AREM Basın Değerlendirmesi (2003), “Irak’a Asker Gönderilmesinin İç Güvenliğimize Etkileri” 
http://www.arem.gov.tr/rapor/basin/iraka_asker_g%F6nderilmesi.htm, (28.12.2009). 
322 M. Ali Kışlalı (2005), “Çuval Olayı Unutulur Mu?”, 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=158071, (28.12.2009). 
323 Sedat Ergin, (2006). “Sülaymaniye Baskını”, Yazarların Kaleminden Manşetlerin Öyküsü (der.) T. 
Türenç, S. Kaplan, Doğan Kitap, İstanbul: s.290. 
324 http://dunyagazetesi.com.tr/haberArsiv.asp?id=133809, (21.12.2009). 
325 Murat Yetkin (2007), “Süleymaniye’de Gerçekte Neler Oldu?”, 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=213510, (28.12.2009). Ayrıca, Yavuz, 2006: 221. 
326 “Portre: Türk-Amerikan İlişkileri”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=155626, (31.12.2009).
327 “Şırnak’ta 13 Şehit”, Cumhuriyet Gazetesi, 8 Ekim 2007, s.8. 
328 Uğur Ergan, Ümit Çetin (2007), “Beşar Esad’a Yemek Dışişleri Konutu’nda”, 
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7499198&tarih=2007-10-17, (28.12.2009). 
329 Tolga Şardan Barkın (2007), “PKK’dan Dağlıca Baskını: 12 Şehit”, 
http://www.milliyet.com.tr/2007/10/22/guncel/agun.html, (28.12.2009). 
330 “PKK Savaşacaksa Irak’ı 
Terk Etmeli”, Hürriyet Gazetesi, 22 Ekim 2007, s.20. 
331 “Barzani’den Operasyon Tehdidi”, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/7889717.asp, (18.12.2009). 
332 “Bedel Neyse Ödenir”, Cumhuriyet Gazetesi, 22 Ekim 2007, s.9. 
333 “Sınır Ötesi Tezkere Meclis’te Kabul Edildi”, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/461631.asp, 
(28.12.2009).
334 İran dünya kamuoyunun tepkilerine rağmen nükleer çalışmalarına hız vermiştir. Arif Keskin 
(2005), “İran’ın Nükleer Çabaları: Hedefler, Tartışmalar, Sonuçlar”, 
http://www.turksam.org/tr/a77.html, (28.12.2009). 
335 Kararlar için bk “Security Council Demands Iran Suspend Uranium Enrichment By 31 August 
http://www.un.org/News/Press/docs/2006/sc8792.doc.htm (18.12.2009). 
336 Ahmedinejad’ın basın toplantısı hakkında bk. Nerdun Hacıoğlu, “İran Tokamak Yapmış”, 
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4241302&tarih=2006-04-12 (18.12.2009). İran’ın 
nükleer çalışmaları için Bkz. Zbigniew Brzezinski ve Robert M. Gates, (2006): İran’ın Zamanı Geldi, 
Çev. Sermin Karakale, Profil Yayıncılık, İstanbul: ss. 39-46. 
337Nerdun Hacıoğlu, “İran Tokamak Yapmış”, 
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4241302&tarih=2006-04-12 (18.12.2009). 
338 Gökhan Çetinsaya, Talha Köse, (2006): İran Dosyası, SETA Vakfı Yayınları, Rapor No: ST2-706, 
Ankara: s.39. 
339 Arif Keskin (2005), “İran’ın Nükleer Çabaları: Hedefler, Tartışmalar, Sonuçlar”, http://www.turksam.org/tr/a77.html, (28.12.2009). 
340 “Dünya Dur Diyor İsrail Vuruyor”, Hürriyet Gazetesi, 15Temmuz 2006, s.22. 
341 “Suçlu Arama Zamanı Değil”, Hürriyet Gazetesi, 29Temmuz 2006, s.26. 
342 “Suçlu Arama Zamanı Değil”, Hürriyet Gazetesi, 29Temmuz 2006, s.26. 
343 “Barış Gününe Lübnan’a Asker Gönderme Kararı Damgasını Vurdu”, 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=197566, (28.12.2009). 
344 Enis Berberoğlu (2006), “Sezer: Lübnan’a Asker Yollanmasına Karşıyım”, 
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4982142.asp, (28.12.2009). 
345 Cihangir Dumanlı, (2006a): “Barış Gücü Ne Yapacak”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Sayı:112, s.7. 



.



SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 2



SURİYE  KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER  İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 
2





ABD’nin Irak’ı İşgal Etmesinin Türkiye’deki Yansımaları 


ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte başlayan süreçte 23 Mart 2003 tarihinde 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, televizyondan Ulusa Sesleniş konuşmasında, Irak savaşının olmaması için Türkiye’nin elinden geleni yaptığını, savaşın direkt içinde olmamasına karşın Türkiye’nin hemen yanı başında cereyan eden olaylardan ciddi bir şekilde etkilendiğini belirterek, “Türkiye güvenliğini ve çıkarlarını en ciddi biçimde koruyabilecek güce sahiptir. Ne toplumsal ne de askeri ve ekonomi alanında yanlış yönlendirmelerle zaafa uğratılamaz” demiştir. 254 ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal ve Büyükelçi Deniz Bölükbaşı ile bir araya gelmiş, görüşme sonrası gazetecilere bir açıklama yapan Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, ABD ile koordinasyon çerçevesinde görüşüldüğünü belirterek, Irak’ın toprak bütünlüğü, Irak kaynaklarının tüm Irak halkına ait olduğu, Irak’ı Arap, Türkmen ve Kürtler asli unsurlarının oluşturduğunu ve ABD ile mutakabat içinde olunduğunu söylemiştir.255 

28 Mart 2003 tarihinde ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda, Irak’a düzenlenen askeri operasyon, Türkiye-ABD ilişkileri, Kuzey Irak’ta olası gelişmeler ve Kıbrıs’ta gelinen son durum ele alınmıştır. Toplantı sonrası yayımlanan bildiride, Irak’ta meydana gelen gelişmelerin bu ülkeyle aynı coğrafyayı paylaşan Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği vurgulanarak “Türkiye askeri operasyon un kısa sürede bölgenin barış, istikrar ve güvenliğini etkileyecek ortamın oluşmasına ve daha fazla can kaybına yol açmayacak biçimde sona ermesini dilemektedir” denilmiştir.256 

Fevzi Uslubaş, ABD’nin Irak’taki hâkimiyet ve çıkar politikasını, Arap Ligi Genel Sekreteri A. Musa’nın deyimiyle “Irak müdahalesiyle cehennemin kapıları 
açılmış, ancak yeniden kapatılması için yeterli bir formül henüz bulunamamıştır” sözleriyle ifade etmektedir.257 


Armağan Kuloğlu’na göre; 11 Eylül’den önce ABD’nin Ortadoğu politikasında esas olan etkenlerin; Batı Dünyasını besleyen petrolün ulaşımını sağlayan yolların ve Basra Körfezi’nin güvenliği ile İsrail’in güvenliğini sağlamak olduğu görülmektedir. Kuloğlu, 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin Ortadoğu 
politikasına etki eden iki boyutun daha ortaya çıktığını ifade etmektedir. Bunlardan ilki Ortadoğu’nun Kitle İmha Silahları deposu haline gelmesini önlemek, diğeri ise gittikçe önemli bir tehdit olarak ortaya çıkan, bölgenin terör kaynağı haline gelmesine engel olmaktır. Kuloğlu, uygulanmak istenen politikanın amacının, Ortadoğu’daki rejimlerine güvenilmeyen devletleri, uluslararası sisteme uygun hale getirmek ve tehdit olmalarını önlemek olduğunu belirtmektedir.258 Veysel Ayhan’a göre ise, ülkede Kitle İmha Silahları’nın gölgesinde petrol pazarlığı yapılmıştır. 

Ayhan ayrıca, ABD’nin Saddam’ı devirmek istemesinin petrol dışındaki bir diğer sebebini, Irak’taki bir etki kaybının domino etkisi yaparak tüm Körfez’e yayılmasını engellemek olduğunu dile getirmiştir.259 Yaşar Onay ise, ABD’nin gerek Irak’ı işgali gerekse de Ortadoğu’da izlediği politikaların altında yatan temel nedenini demokrasi ve insan haklarından çok, petrol ve artık tüm dünyanın da çok iyi bildiği İsrail’in güvenliği olduğunu söylemektedir.260 


Irak’ta Gelinen Nokta 


ABD işgaliyle Irak, ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda hızla bir çöküntüye doğru sürüklenmeye başlamıştır.261 Savaşın resmi olarak bittiği tarih 1 
Mayıs 2003 olarak ilan edilmiş ama gelişen olaylar savaşın bitmediğini göstermiştir.262 


ABD’nin işgalinden günümüze Irak’ta her geçen gün çok sayıda saldırı meydana gelmekte ve başlangıçta çok dar bir alanda düzensiz bir biçimde meydana 
gelen saldırılar genişlemekte ve gerilla savaşı haline bürünmektedir.263 Nihat Ali Özcan, Irak’ta savaş sonrası durumu şu şekilde açıklamaktadır: 

“İşgal güçlerinin savaşın bittiğini ilan ettikleri 1 Mayıs 2003’ten sonra 
Irak’ta kontrolü sağlayamadıkları ve işleyen bir devlet mekanizması kuramadıkları görülüyor. Direnişçilerin palazlandıkları belirli bir güç ve tecrübeye sahip oldukları, gittikçe de kendilerine güvenlerinin geldiğini söyleyebiliriz. Nitekim hedef yelpazesini ve türünü gün geçtikçe zenginleştiriyorlar. Bombalı arabalarla yapılan intihar saldırıları, helikopter düşürmeler, sivil uçaklara füze atışları, tuzaklı bombalar, sabotajlar ve suikastlar bunlardan bazıları. Zaman içinde hedef yelpazesinde de benzer gelişmeler oldu. ABD ve müttefik askerleri, çok uluslu örgütlerin ve devletlerin temsilcilikleri, yeni yönetimde görev alan Iraklı polisler, ABD’nin atadığı yerel yöneticiler, yargıçlar ve Irak Geçici Yönetim Konseyi üyeleri. Direnişçiler her gün biraz daha güçlenerek daha sistemli ve belirli bir stratejik öngörü ile hareket ederek eylemlerini sürdürüyorlar.. Eylemlerde teknik olarak “terör” ile “gerilla” tarzı yaygın olarak kullanılıyor.264 

Bahadır Selim Dilek’e göre; ABD, işgalin ardından Irak’taki politik yapıyı 
dini ve etnik esaslar üzerine şekillendirmiştir. Irak halkını, Şiiler, Sünniler, Kürtler, Türkmenler ve Hıristiyanlar olarak ayırma yoluna gitmiş, politik yapılanmaların da dini ve etnik kimlikler üzerinde oluşturulmasına olanak tanımıştır. İlk dönemde İran faktörünü çok ciddiye almayan ABD, Şiilerin ön plana çıkmasına izin verirken, direnişi organize ettikleri, Saddam yanlısı oldukları gerekçesine dayanarak Sünnileri sistemden dışlamıştır. Ancak dini ve etnik ayırımlar üzerine kurulan politik sistem, bir taraftan Irak’ın parçalanmasına giden sürecin önünü açarken, diğer taraftan da gruplar arası çekişmelerin politik arenadan sıcak çatışmaya taşınmasına neden olmuştur.265 

İşte bu noktada, ABD’deki “iç denetim mekanizmaları” harekete geçmiştir. 
Dönemin ABD Başkanı George Bush, Kongre seçimlerini kaybettikten sonra, 
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i görevinden almış ve yerine eski CIA 
başkanlarından Robert Gates’i getirmiştir.266 Böylece, ABD’nin Irak politikasında değişime gideceğinin ilk işareti ortaya çıkmıştır. Bunu Irak Çalışma Grubu’nun, kamuoyunda Hamilton-Baker raporu olarak bilinen öneriler dizisinin yayınlanması izlemiştir.267 Fakat şu ana kadar hiçbir girişim sorunu çözmekte başarılı olamamıştır. Zaten 11 Eylül sonrası terörle savaşı başlatan Cumhuriyetçi Parti, Kasım 2008’deki başkanlık seçimlerini Barack Hussein Obama’nın liderliğini üstlendiği Demokrat Parti’ye karşı kaybetmiştir. ABD kamuoyunun seçimini Obama’dan yana kullanması, Bush’un politikalarının desteklemediğinin göstergesi olarak algılanmıştır. Obama seçimlerin ardından yaptığı ilk konuşmasında " Demokrasi, özgürlük, fırsat, umut " gibi ideallerin peşinde gideceklerini söyleyerek barıştan yana olduğunu ifade etmiştir.268 

Özetle ABD işgalinin ardından Irak halkının ABD askerlerini çiçeklerle karşılaması, Washington yönetiminin siyasi, ekonomik ve ticari anlamda 
beklentilerini karşılayacak bir hükümet kurulması, bütün dünyanın gözünde de ABD’nin Irak’a demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi getirmesi 
beklenmiş, ancak beklenen olmamıştır. Irak halkı, ABD askerlerini çiçeklerle karşılamadığı gibi ciddi bir direniş oluştuğu da gözlemlenmiştir.269 


Büyük Ortadoğu Projesi  

( ADIM ADIM PETROL BÖLGELERİNİ ELE GEÇİRME SAVAŞI )


Soğuk Savaşın bitmesi, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemi beraberinde 
getirmiştir. Günümüzde, her ne kadar süper güç olma yolunda ilerleyen Çin, Rusya ve AB gibi güç merkezleri olsa, çok kutupluluğa doğru bir gidişin işaretleri gözlenmeye başlansa da halen Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın tek süper gücü olduğu, dünya düzeninin en azından askeri alanda tek kutuplu yapısını sürdürdüğü geniş kabul görmektedir. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin stratejik hedefi Sovyetler Birliği’nin güçlenmesinin önüne geçmek, “yayılmacı siyaset” izlemesini engellemek olmuştur. Bugün ise ABD’nin stratejik hedefinin, Amerikan çıkarlarına ve düşüncelerine hizmet eden uluslararası bir güvenlik ortamı yaratmak olduğu dile getirilmektedir. Merdan Yanardağ, Soğuk Savaş döneminde Amerikan ordusunun görevinin komünizmin yayılmasını önlemek iken, 11 Eylül sonrası ise ordunun görevinin, terörizmi yok ederek, demokratik barış bölgeleri oluşturmak olduğunu vurgulamakta, bunun için de Avrupa, Doğu Asya ve Ortadoğu’nun kilit bölgelerini savunmak ve savaş için gerekli yeni teknolojik dönüşümleri gerçekleştirmenin ordunun temel görevleri arasında yer aldığını belirtmektedir.270 

Ceyda Karan, bu yüzden de Neo-Conların (Yeni Muhafazakârlar) ve Başkan 
Bush’un ilk hedefinin, sistemli bir Ortadoğu projesi oluşturmak olduğunun altını 
çizmektedir.271 

Bu hedefler doğrultusunda ortaya atıldığı düşünülen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Kuzey Afrika’nın en Batıdaki ucundan Asya Pasifik bölgesine kadar uzanan oldukça büyük bir coğrafi alanı kapsamaktadır. ABD’nin proje kapsamına aldığı ülkeler, küresel güç merkezleri adı verilen ülkelerdir.272 BOP’un sınırları ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanlığını da üstlenmiş dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından 7 Ağustos 2003 tarihinde The Washington Post Gazetesine yapılan açıklamada “ BOP ile 22 Ülkenin hedef Alındığını ” Söylemesiyle dile getirilmiştir.273  ( DİKKAT  EDİLİRSE  BU ÜLKELER ZENGİN PETROL REZERVİ YATAKLARININ OLDUĞU BÖLGE  ÜLKELERİDİR )

İlk defa Ortadoğu Barış Süreci çerçevesinde Madrid’de Simon Peres tarafından dile getirilen bu proje, SSCB’nin yıkılmasıyla bölgede oluşan boşluğun başka güçler tarafından doldurulması veya “radikal İslamcı” grupların ön plana çıkması endişesiyle Neo-conlar tarafından da benimsenmiştir.274

     Büyük Ortadoğu Projesi’nin gündeme gelişinin arka planında 11 Eylül Saldırıları bulunmaktadır ki, bu saldırılar küresel terörizmin hangi boyutlara 
ulaştığını bütün dünyaya göstermesi açısından da önemlidir. Bir başka önemi de, o güne kadar klasik yöntemlerle yürütülen küresel terörle mücadelenin bir işe 
yaramadığının anlaşılmasını sağlamasıdır. Altuğ Günal’ın altını çizdiği “Sıtmadan kurtulmak için sivrisinekleri öldürmek yetmez; esas olan bataklığı kurutmaktır” 
uyarısından hareketle ABD açısından değerlendirilirse, ABD bu noktada “terörist üreten bataklıklar nasıl kurutulur” arayışları çerçevesinde BOP’a yönelmiştir 
denilebilir.275 

1995 sonrasında askıya alınan proje, Başkan Bush tarafından ilk defa 26 Şubat 2003’de “American Enterprise Institute”de Irak’a müdahale gerekçeleri 
esnasında, Saddam rejimi yıkılarak bu ülkenin de çağdaş demokratik değerleri kazanmaları ve Bağdat’ta kurulması olası demokratik rejimin bölge ülkeleri için 
“domino” etkisi yapacağı beklentileri altında gündeme getirilmiştir.276 Hatem Cabbarlı, bu tarihten itibaren daha yoğun olarak tartışılmaya başlanan Büyük 
Ortadoğu Projesi hakkında değerlendirmelerde bulunan bazı araştırmacıların, Büyük Ortadoğu Projesi’nin daha 1980’li yılların sonlarında, Sovyetler Birliği’nin 
dağılmasının kesinleşmesinden sonra hazırlanmaya başlandığını iddia ettiklerini, ancak bu projenin, “Joint Force Ouarterly (JFO) adıyla “National Strategic Studies” ve “National Defense University” tarafından Amerikan ordusu için çıkarılan derginin 1995 yılı sonbahar sayısında Büyük Ortadoğu (The Greater Middle East) adlı makalenin yayınlanmasıyla resmi bir şekilde açıklandığını ifade etmektedir.277 

Proje, ABD başkanlık seçimi sürecinde (ABD yöneticileri iç politikaya yoğunlaştıklarından) geçici olarak gündemden düşmüşse de, George W. Bush’un ikinci kez başkan seçilmesi ile birlikte yeniden gündemi işgal etmeye başlamıştır.278 Savaştan sonra 6 Kasım 2003’de, bu kez “National Endowment for Democracy” kuruluşunda yaptığı konuşmada Başkan Bush, artık Müslüman dünyasının demokrasi ile tanımlanma vaktinin geldiğini” öne sürerek, bundan böyle terörü besleyen siyasi, ekonomik ve kültürel sorunların da üzerine gidilmesi ve İslam coğrafyasında kurumsal bir yapılanmanın gerektiğini dile getirmiştir.279 Böylece, küresel terörle savaş stratejisi, İslam dünyasına demokrasi, insan hakları ve ekonomik refah getirilmesi amacıyla birleştirilmiştir. Başkan Bush, 20 Ocak 2004’de Kongre’de yapmış olduğu konuşmada, sınırları “Fas’tan Çin’e kadar uzanan büyük Orta doğu coğrafyasında zulüm veumutsuz luk  egemen olduğu sürece” ABD ve müttefiklerini tehdit eden hareketlerin ortaya çıkacağını belirterek, terörü besleyen ortamın değiştirilmesi gerektiğini vurgulamış280 ve proje’nin uygulanması için düğmeye basılmıştır. ABD’nin, G8’ler için “Çalışma Belgesi” başlığıyla 13 Şubat 2004 tarihli El Hayat Gazetesi’ nde dünya kamuoyunun ilgisine sunduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanma modeli ve hedefleri, Haziran 2004 G8’ler toplantısı ve NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde resmen açıklanmıştır.281 

Büyük Ortadoğu Projesi, 21.yüzyıla damgasını vuran kavramlardan birisi olmuştur. Büyük Ortadoğu Projesi, tüm Ortadoğu ülkeleri ile Orta Asya 


Cumhuriyetlerini kapsamaktadır ve temel hedeflerinden bazıları şu şekilde ifade edilebilir: 

1. Bölge ülkelerindeki rejimlerin ve yönetimlerin demokratik nitelik 
kazanması, uluslar arası sistem ile bütünleşmeleri. 
2. Global sisteme yönelik olarak, bu coğrafyadan kaynaklanan tehditlerin ortadan kaldırılması, 
3. Bölge ülkelerinde ekonomik kalkınmanın sağlanması, enerji 
gelirlerine  bağımlılığın azaltılması, halkın refah düzeyinin yükseltilmesi, 
4. Bölge enerji rezervlerinin, üretim alanlarının ve taşıma yollarının 
güvenliğinin sağlanması, enerji arzının ve enerji fiyat istikrarının sürdürülmesi, 
5. Ortadoğu Ticaret Girişimi’nin geliştirilmesi.282 


Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin en büyük demokrasi girişimi olarak 
görülen plan Ortadoğu ülkelerinde diplomatik, kültürel ve ekonomik önlemler içermekte; bu bağlamda, Ortadoğu’da siyasi özgürlüğü, kadınlar için eşitliği, eğitim olanaklarını ve dış dünyaya açılma imkânlarını geliştirecek adımların atılmasını öngörmektedir. Bunların yanı sıra Ortadoğu serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması, küçük ticari işletmelere yeni mali kaynaklar sağlanması planlanmaktadır. Plan ayrıca, bölgede özgür seçimler, bağımsız medya, okur-yazar bir neslin oluşturulması için hedef ülkelere baskı yapılmasını da öngörmektedir. Yani amaç -ya da ortaya çıkacak durum- Şen’in deyimiyle “demokrasinin dışarıdan ihraç edilmesidir”.283 Çelik ve Gürtuna’ya göre de amaç, ABD’nin istediği, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız olmakla beraber, hızlı bir demokratikleşme değildir. Çünkü ekonomik kalkınma ile desteklenmeyen demokratikleşme kısa vadede bölgedeki ABD karşıtlığını körükleyebilir ve bu durumda ABD karşıtlığına yol açabilir endişesi duyulmaktadır.284 

Bu noktada Bahadır Selim Dilek’in tespitleri oldukça ilginçtir. Dilek’e göre, 
Ortadoğu’ya yapılan son büyük müdahaleler yukarıdaki hedefleri açıkça ortaya 
çıkarmıştır. ABD, bu hedeflerine ulaşmak için, Ortadoğu’nun mevcut haritasının son kullanma tarihini çoktan doldurmuş olduğunu kabul etmektedir. Yani, ABD kendi elleri ile – büyük, küçük, genişletilmiş ya da daraltılmış hiç fark etmez – rahatça kontrol edebileceği bütün bir Ortadoğu yaratmak istemektedir. Başka bir deyişle ABD, arada İran ve Suriye gibi çıkarlarını zedeleyecek ülkelerin olmadığı, tamamen emrine amade bir Ortadoğu arzulamaktadır. ABD, karşısında adeta “hipnotize edilmiş bir Ortadoğu” görmek istemektedir.285 


 Büyük Ortadoğu Projesi’nin Yansımaları 


Plan taslağının Şubat 2004’de Londra merkezli El-Hayat Gazetesinde yayımlanmasının ardından Arap Liderler, sert tepkiler göstermişler ve Amerika’nın bu yöndeki çabalarını, “değişim dayatması'” olduğu gerekçesi ile eleştirmişlerdir.286 Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, planın “hayalci” olduğu yönünde bir açıklama yapmıştır. Le Figaro’ya konuşan Mübarek, “Dışarıdan dayatılan bir girişim insanlar tarafından reddedilir, bütün bölgede anarşiye yol açar. ABD’liler bu tehlikeyi anlayamıyor. Bu sadece Ortadoğu’ya hapsedilemeyip Avrupa ve ABD’ye de ulaşacak olan terörizmin eline koz verir, şayet aşırılık yanlıları kazanırsa demokrasiyi unutabilirsiniz” diyerek projeyi eleştirmiştir.287 Dönemin Filistin Başbakanı Ahmed Kurey ise Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu’da daha geniş demokratik reformlar yapılamayacağını belirtmiştir. Suudi veliaht Prensi Abdullah ile Pakistan lideri Pervez Müşerref de Müslüman ve Arap ülkelere dışarıdan dayatılacak bir reforma karşı olduklarını belirtmişlerdir. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Amerikan girişimini alaylı bir ifadeyle “Sanki Ortadoğu deneme tahtası olacakmış gibi gökten girişim yağıyor” ifadesini kullanmıştır.288 Müttefikleri arasında inanılırlığını ve güvenilirliliğini kaybettiği gözlenen ABD’nin bu yaklaşımının, kaçınılmaz olarak olumsuz tepkileri de beraberinde getirmiş olduğu söylenebilir. 

Serhat Erkmen bu noktada Wallerstein’a vurgu yaparak ABD’nin, 200 yılda kazandığı inandırıcılığını 1960’larda altın rezervini tükettiğinden daha hızlı kaybetmekte olduğunu söylemektedir.289 

Bu proje kapsamında ABD, Ortadoğu ülkelerine “Ilımlı İslam” modeli olarak Türkiye modelini örnek göstermiş ve bu yolla demokratik rejimlerin yayılmasının 
hedeflendiği belirtilmiştir. Ancak ABD’nin Türkiye’yi model gösterirken, bir yandan da reform yapılması gereken ülkeler arasında sayması, planın kendisiyle çelişen yönlerinden bir tanesini ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin “Ilımlı İslam” modeli olarak gösterilmesine Türk yetkilileri ve Türk kamuoyu tepki göstermiş, Türkiye'nin demokratik ve laik kimliğine vurgu yapılmıştır. 

Dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Nisan 2004’te Harp Akademilerinde yapmış olduğu konuşma da: 

“Ortadoğu tasarısı bağlamında Türkiye'nin konumu ve oynayabileceği rol konusunda son günlerde çeşitli yorumlar yapıldığını görmekteyiz. Bu bağlamda, şu noktayı özellikle vurgulamakta yarar görüyorum: Türkiye, Büyük Ortadoğu tasarısının hedef aldığı ülkeler arasında olamaz. Bunun tersini düşünenler varsa, 
onlara bu anlayışlarını değiştirmelerini öneririm. Laik Türkiye'ye sözde "İslam Cumhuriyeti" tanımlaması getirmek, ya da “Ilımlı İslam” gibi anlamsız nitelemelerle kimi modelleri bilinçaltından benimsetmeye çalışmak yersizdir ve kabul edilemez. Bu öngörünün ardındaki gerçeği saptayabilmek için, Yüce Atatürk'ün söylemiyle “ Ufku görmek yetmez, ufkun ötesini görebilmek gerekir ”. “ Ilımlı İslam ” Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin rejimi olmadığına göre, önce devletimiz için yeni bir rejim öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
 “ Ilımlı İslam ” modeli, İslam dinini kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle “ İrticai ” bir modeldir. 

İşin ilginç yanı, bu modelin toplumları demokratikleştirmek için öngörüldü ğünün ileri sürülmesidir. İster “ılımlı”, ister “köktendinci” olsun, din  devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. Türkiye, rejim seçimini Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte 81 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleriyle Atatürk Milliyetçiliği'ne bağlı, laik, 
demokratik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, coğrafi yönden üniter devlet yapısını, yönetsel yönden laik, demokratik, sosyal, hukuk devletini, siyasal yönden tam bağımsızlık ilkesini, ekonomik, toplumsal, kültürel, sanatsal yönden de çağdaş bir Türkiye'yi hedeflemektedir. Türk Devriminin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır. Devrimin temeli, amacına bağlı olarak laiklik ilkesidir. Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır.” 290 sözleri Türkiye’yi “ılımlı 
İslam” modeli olarak değerlendirenlere bir yanıt niteliği taşımıştır. 

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de 20 Nisan 2005’de yaptığı 
konuşmada; 

“Başta ABD olmak üzere küresel aktörlerin Ortadoğu bölgesini terörün 
kaynağı olarak gördükleri ve terör ve demokrasinin bir arada barınamayacağın dan hareketle demokratikleşme üzerinde durmaktadırlar. Bu nedenle Ortadoğu’ya ilişkin projeler geliştirmektedirler. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi bunlar içinde en kapsamlı olanıdır. Proje 22 ülkeyi kapsamaktadır. Türkiye laik; demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne bir İslam devleti ne de bir İslam ülkesidir. Türkiye’yi model olarak göstererek; nüfusun büyük bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüşebileceği sonucunu çıkarmak yanıltıcı olabilir. Laiklik süreci yaşamayan, bu deneyime sahip olmayan ülkelerin demokratik bir yapıya kolaylıkla ulaşabileceğini söylemek bir iddiadan öte geçemeyebilir. Laiklik ilkesi, Türkiye’nin kilit taşıdır. Türkiye, bu nitelikleriyle “Türkiye Cumhuriyeti olarak model gösterilebilir. Ancak başka ülkelerin kabul edeceği bir Ilımlı İslam devleti modeline dönüştürmek istenmesi halinde bu yaklaşıma ulusça karşı çıkılacağı asla gözden kaçırılma malıdır.” 291 diyerek projeyi eleştirmiştir. 

Emre Kongar da benzer bir şekilde “Ilımlı İslam” anlayışının Türkiye Cumhuriyeti ’nin temelini oluşturan laiklik ilkesiyle çatışacağını öne sürerek, “Ilımlı İslam” modelinin laik düzenden geriye gidişi gerektirdiğini belirtmiştir.292 

Akademisyen Çağrı Erhan ise BOP’u ve ABD’yi şu şekilde eleştirmiştir: 

“İsmet Paşa, “büyük devletle münasebetler ayı ile yatağa girmeye benzer” dediğinde, dünyada hala iki kutuplu bir düzen vardı ve çeşitli konularda dengelere oynama, manevralar yapabilme dış politika olasılıkları halindeydi. Bugün ise, İmparator Bush’un “ilahi misyonunu” sorgulamaya kalktığınızda bile “çarmıha gerilme” tehdidiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Şer eksenine dâhil edilmeseniz bile, en azından asi devletsinizdir ya da sizden beklenen liderliği 
gösterememişsinizdir”.293 

ABD, Türkiye’yi “ılımlı İslam” modeli olarak gösterme yönündeki tutumunu İstanbul’da yapılacak NATO Zirvesi öncesinde değiştirmiş, Başkan Bush da gerek zirvede gerek zirve öncesi toplantılarda Türkiye’nin laik ve demokratik kimliğine vurgu yapmıştır.294 


254 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2003/mart2003.htm, (30.12.2009). 
255 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2003/mart2003.htm, (30.12.2009). 
256 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2003/mart2003.htm, (30.12.2009). 
257 Uslubaş, 2005: 196. 
258 Armağan Kuloğlu, (2002): 11 Eylül Sonrası Değişen Dengeler Çerçevesinde Türkiye’nin Irak 
Politikası, Asam Yayınları, Ankara: ss. 11-12. 
259 Ayhan, 2006: ss.409-414. 
260 Onay, 2003:107. 
261 Serhat Erkmen, (2006): “Irak Nereye”, Stratejik Analiz Dergisi, Sayı:69, s.16. 
262 Arı, 2005: 718. 
263 Serhat Erkmen, Hasan Mazin, Şükür, S. (2003): “Irak’ta Direniş”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt:4, 
Sayı: 41, s. 22. 
264 Nihat Ali Özcan, (2004): “Irak’ta İstikrar Sorunu ve Türkiye’nin Gözden Kaçan Rolü”, Panorama 
Dergisi, Sayı:1, s. 12. 
265 Bahadır Selim Dilek, (2007): “ABD Irak’ta Çıkış Arıyor”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Sayı:133, s.12. 
266 “Gates’in İşi Zor”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=204072, (25.12.2009). 
267 Dilek, 2007: s.12. 
268 “Obama’dan Zafer Konuşması”, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/10286495.asp, (25.12.2009). 
269 Bahadır Selim Dilek, (2006): “BOP Irak’ta Çöküyor”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Sayı:123, s.13. 
270 Merdan Yanardağ, (2004): Yeni Muhafazakârlar, Çivi Yayınları, İstanbul: ss.149-150. 
271Ceyda Karan, “Böyle Buyurdu Neo-Conlar”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181878, (18.12.2009). 
272 Osman Metin Öztürk, (2005): “ABD, Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Yorum Dergisi, Sayı: 3, s. 6. 
273 http://www.iraqwatch.org/government/US/WH/us-wh-rice-wp_oped-080703.htm, (25.12.2009). 
274 Fevzi Uslubaş, (2005): İmparatorlukların Bataklığı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul: s.221. 
275 Altuğ Günal, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, http://eab.ege.edu.tr/pdf/4/C4-S1-2-M15.pdf, (30.12.2009).
276 http://www.aei.org/speech/16197, (25.12.2009). 
277 Hatem Cabbarlı, “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi: Kavramı, Anlamı, Amacı ve Türkiye’ye 
Yansımaları”, http://www.azsam.org/modules.php?name=News&file=print&sid=156#_ftn7, 
(30.12.2009).
278 Altuğ Günal, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, http://eab.ege.edu.tr/pdf/4/C4-S1-2-M15.pdf, 
(30.12.2009).
279Konuşmanın tam metni için bk. http://www.ned.org/events/anniversary/20thAniv-Bush.html, 
(18.12.2009).
280Konuşmanın tamamı için bk. http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/01.20.04.html, 
(25.12.2009).
281 NATO Zirvesi’ndeki gelişmeler için bk. 
http://www.nato.int/docu/review/2005/issue4/turkish/art1.html (18.12.2009). Ayrıca bk. Uslubaş, 
2005: 221-222. 
282 http://www.americanprogress.org/kf/middleeastreport.pdf, (30.12.2009). 
283Mustafa Şen, (2008), “Büyük Ortadoğu ve ABD’nin Söylemleri”, 
http://www.stratejikboyut.com/haber/buyuk-ortadogu-ve-abdnin-soylemleri--28360.html, 
(25.12.2009).
284 Serkan Çelik, Anıl Gürtuna, (2005): Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye’ye Etkileri, Global Strateji 
Enstitüsü Yayınları, Ankara: s.17. 
285 Dilek, 2006: 13. 
286 Çelik, Gürtuna, 2005: 65. 
287 Çelik, Gürtuna, 2005: 66. 
288 Cenap Çakmak, (2008), “Bush’un Dış Politikası ve Büyük Ortadoğu Projesi”, 
http://www.bilgesam.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=162:bushun-dpolitikas-ve-bueyuek-ortadou-projesi&catid=98:analizler-abd&Iltemid=135, (30.12.2009). 
289 Serhat Erkmen, (2004): “ABD, Büyük Ortadoğu ve Türkiye”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt:5, Sayı:52, s.17. 
290 www.belgenet.com/2004/sezer_140404.html (07.02.2008). 
291 Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Harp Akademileri Komutanlığındaki Yıllık Değerlendirme Konuşması, 
http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_7_Konusmalar/2005/yıllık degerlendirme_200405.html, (25.12.2009).
292Emre Kongar, (2004), “ABD Ilımlı İslam ve Türkiye”, 
http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/425_ABD_Ilimli_Islam_ve_Turkiye.php, (25.12.2009). 
293 Çağrı Erhan, (2005): “ABD ile Nereye”, Panorama Dergisi, Sayı:9, s.4. 
294 Çelik, Gürtuna, 2005: 55, İstanbul’daki NATO Zirvesinin ayrıntıları için; http://www.nato.int/docu/review/2005/issue4/turkish/art1.html (18.12.2009). 


3.Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK ( TIKLAYINIZ  )