DİNLERİN KARDEŞLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DİNLERİN KARDEŞLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13



"Müzakerelerde, her aday devlet kendi meziyetlerine göre değerlendirilecektir. Bu ilke, hem muhtelif müzakere başlıklarının açılması, hem de müzakerelerin yürütülmesi bakımından geçerli olacaktır." 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Bay Verheugen, Deutschland Dergisi'nin Aralık-Ocak 2002 sayısına verdiği demeçte Polonya ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Polonya'ya haksızlık ediliyor. Yaklaşık 40 milyon nüfusa sahip Polonya bu süreçte yer alan en büyük ülke. Dolayısıyla Polonya'dan başka ülkelerde olmayan sorunlar yaşanması son derece doğal. Böyle bir süreçte Polonya gibi büyük ve güçlü bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden çok daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalması gayet normal. Bu nedenle de Polonya'yla yapılan üyelik görüşmeleri mecburen daha karmaşık ve tabii ki daha uzun sürüyor. Ancak bundan Polonya'nın yeterince hazırlanmadığı gibi bir sonuç çıkarılması doğru olmaz."

Bay Verheugen'in bu açıklaması birkaç açıdan üzerinde durulacak kadar önemlidir. Birincisi Türkiye'nin gündemlerinde olmadığı bir kez daha görülmektedir. Çünkü süreçte yer alan en büyük ülkenin Polonya olduğunu vurgulamaktadır. İkincisi böylesi büyük bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden farklı sorunlarla karşı karşıya kalmasının normal olduğunu dile getirmektedir. Çok doğru bir tesbit. 15 yıl terörle savaşmış, binlerce insanını kaybetmiş, bu yüzden ekonomisi ağır darbe almış, 65 milyon nüfusu olan Türkiye'nin de aynı anlayışı görmesi gerekmektedir. Bu sebeplerden dolayı (üstelik daha üyelik müzakereleri bile başlamamışken), küçük ülkelerin durumu dikkate alınarak istenen standartları yerine getirmesi elbette ki karmaşık olacak ve uzun sürecektir. Ancak tam üyelik anlamında AB'nin gündeminde Türkiye olmadığı için bu özel durumlar sadece diğer ülkeler için akla gelmektedir. 

Teröristbaşının Dosyasının Başbakanlık'ta Beklemeye Alınmasından Sonra Neler Oldu?

Bilindiği gibi teröristbaşının dosyası, hükümet ortağı üç genel başkan tarafından, "AİHM tedbir kararı" gerekçesiyle ancak Anayasa'nın kesinleşmiş mahkeme kararlarının geciktirilemeyeceğine ilişkin 38. maddesi çiğnenerek, Başbakanlık'ta bekletilmektedir. İlk kez teröristbaşının dosyası için oluşturulan "üç genel başkan müessesesi", ne hukukî yapımıza ve ne de devletin idarî yapısına uygundur. Maalesef kötü bir gelenek halini alan bu uygulama ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin hukuka dayanması gerektiği göz ardı edilmiştir. 

Üç lider dosya ile ilgili kararı verirken, bu bekletmenin sınırını şöyle çizmişlerdi:

"Genel Başkanlar, hukuka saygı içinde aldıkları bu kararın, terör örgütü ve yandaşı çevrelerce milleti ve devleti ile Türkiye'nin yüksek menfaatleri aleyhine kullanmak istendiğinin değerlendirilmesi halinde, erteleme süreci kesilerek infaz sürecine derhal geçilmesi hususunda görüş birliğine varmışlardır."

Teröristbaşı, kararın mürekkebi kurumadan konuşmaya başlamıştı. Sonrasında da adeta İmralı'yı karargâh haline getirip, bölücü terör örgütünü yönlendirmeyi sürdürmüştür. Bu durumda teröristbaşının, liderlerin kararını, Türkiye'nin "yüksek menfaatleri aleyhine" kullanmadığı söylenebilir mi? O günün şartlarında yapılan bu açıklamanın tümüyle kamuoyu tepkisini azaltma ve oyalamaya yönelik olduğu geçen zaman içinde daha iyi anlaşılmıştır. 

İdam cezasının kaldırılması da, liderlerin teröristbaşının dosyasını, Başbakanlık'ta bekletme kararını vermelerinin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra gündeme gelmiştir. Liderler, "AİHM'in tedbiri" gerekçesiyle bu kararı almışlardı. Ancak bugün gelinen noktada bu konuda, zorunluluk veya tesadüflerin değil, planlı ve programlı bir çalışmanın etkili olduğu anlaşılmaktadır. 2 yıl önceki bazı gelişmeleri alt alta sıraladığımızda ortaya ilginç bir tablo çıkmıştır.

12 Ocak 2000 günü, koalisyon liderlerinin zirvesi sürürken AİHM Genel Sekreteri Wolfgang Peukert, hükümeti idam etmeme kararı vermeye çağırarak, "Türk hükümeti tedbir kararına uymazsa, AİHM'in yeni ve bağlayıcı bir ara karar daha alabileceği" sinyalini verdi. Bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen AİHM'in Genel Sekreteri, "AİHM'in Apo'nun başvurusunu haksız bile bulsa, Türkiye'nin modern ülkeler gibi idam cezasını kaldırıp, asmaması" gerektiğini söyledi. Genel Sekreter, AİHM tedbir kararlarının bağlayıcı etkisi olmadığını, ancak aksi kararın, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde büyük olumsuzluklara yol açabileceğini duyurdu.

Liderler zirvesinden sonra dış basındaki haberlerin tamamına yakını, "Türkiye Avrupa'nın baskılarına teslim oldu" şeklindeydi. Zirve ile ilgili değerlendirmeler yapılırken de, kulislerde "yoğun dış baskılardan" söz edilmişti. En ilginç başlık Yunanistan'da yayınlanan Eksusia Gazetesi'ne aittir:

"Türkiye Öcalan'ın idam edilmeyeceği konusunda AB'ye taahhütte bulundu ve bu yönde de ilk adımı attı."

Teröristbaşının, sıcağı sıcağına verdiği "demeç" de bu iddiayı doğrular nitelikteydi:

 "Bu karar ile bundan sonra özellikle AB'ye uyum çerçevesinde Türkiye'nin reformlara ihtiyacı var. Bu zirve kararı bunlara da bir başlangıç olur. Bu plana herkes olumlu temelde katkı sunmalıdır. Bunun için de gerekli olan iç barış ve istikrara ihtiyaç vardır. Eğer bu yönlü gelişmeler olursa PKK tarafından olumlu davranışlar gelişecektir." 

Başbakan Ecevit, teröristbaşının bu beyanatı üzerine kızmış ve "İmralı'nın bir siyaset kürsüsü gibi kullanılmasına müsamaha ile bakılması mümkün değildir. Terörizmi sona erdirmenin bedeli olarak bölücü akımı siyasallaştırma eğilimleri var. Asıl tehlikeli olan bu. Buna asla fırsat vermeyeceğiz." 

demiştir. Bilindiği gibi teröristbaşı, İmralı'yı bugüne kadar "siyaset kürsüsü" olarak kullanmış ve bölücü akım da siyasallaşma çabalarını yoğunlaştırmıştır. Son dönemde gündeme gelen tartışmaların ve yaşanan gelişmelerin tamamı bu çabalarla ilişkilidir.

Şehit aileleri, karardan sonra liderlerle görüşmüşler ve teröristbaşının dosyasının en geç 6 ay sonra Meclis'e geleceği sözünü almışlardır. Ancak o günlerde, 2 yıl sonra ne olacağını gören, şehit aileleri adına dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Süleyman Demirel ile görüşen Mehmet Gencer'dir. Hatırlanacağı üzere Demirel ve Gencer arasında şu konuşma geçmiştir: 

Gencer: Sabır diyorsunuz ama sabrın sonunda Apo asılmayacak.

Demirel: Dur bakalım sabrın sonu olur mu? Biraz sabredin.

Gencer:  İdamlar yasalardan kaldırılacak ve Apo asılmayacak

Demirel: Dur bakalım kardeşim. Herşey oldu-bitti anlamında söylüyorsunuz. Meclis'e, devlete güvenimiz var diyorsunuz, o zaman bunların hepsini siliyorsunuz.

Gencer: Meclis'e gelsin.

Demirel: Gelecektir kardeşim.

Gencer: Ama 2 sene sonra gelecek.

Demirel: Ne biliyorsun iki sene sonra geleceğini?

Gencer: İki sene sonra sizin meşhur sözünüzle dün dündür, bugün bugündür denirse ne yapacağız?

Demirel: O zaman, bugün ne yapacaksan, o gün yaparsın. O gün yapacağınızı bugün yaparsanız yanlıştır. Sizi incitecek birşeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmam. Benim size tavsiyem biraz sabırdır.

Bilindiği gibi aileler bu görüşmeden, devlete haklarını helâl etmeyerek ayrılmışlardır. Demirel, şehit ailelerine "sabır" tavsiye etmiştir ve onları incitecek bir şeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmayacağını da eklemiştir. Ama bugün idamın kaldırılmasını savunmaktadır. Mehmet Gencer'in haklı endişesi olan "Dün dündür, bugün bugündür" gerçekleşmiş, şehit aileleri incitilmiştir.

Teröristbaşının dosyasının 2 yıldır hukuka aykırı bir şekilde Başbakanlık'ta bekletilmesi ve idam cezasının kaldırılması tartışmalarının yine teröristbaşı ile bağlantılı sürdürülmesi, bu konuda da ciddi anlamda kafa karışıklığına yol açmıştır. İlgili, ilgisiz, hukukî veya değil herkes görüş beyan ederken, asıl taraf olması gereken askerlerin, başından beri izlediği "suskunluk politikası" dikkat çekmektedir. Bu suskunluğun gerekçesi de, "Biz tarafız" diye açıklanmaktadır. Yalnız Türk milleti değil, 15 yıldır bölücü terörle mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri de dahil topyekün Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu konunun tarafıdır. Güneydoğu'da tetik çekerken taraf olanların bugün hakem olmaları mümkün değildir. Askerlerimizin, yapılan mücadelenin bir parçası ve devamı niteliğinde olan bu konuda muhatap ve taraf olarak görüş bildirme mecburiyetleri vardır, hatta herkesten önce konuşması gereken onlardır. 

Gerek teröristbaşının dosyasının Başbakanlık'ta bekletileceği formülünün tartışıldığı günlerde ve gerekse de kararın hemen ardından yaptığım açıklamalarda, hem bu düşüncelerimi, hem de genel başkanların kararının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve TBMM'ye ait bir yetkinin kullanılamayacağını ifade ettim. Bu konudaki sert açıklamalarım sebebiyle, partiyle aramda "soğuk rüzgârların" estiği yazıldı, çizildi. 1 hafta sonra ise benim adım da dahil olmak üzere kabine revizyonundan bahsedilmeye başlandı. 

Üç liderin hukuksuzluğunu daha sonra da dile getirmeyi sürdürdüm. Haziran 2001'de Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'e, yönelttiğim bir önerge ile, hükümete bu konuda baskı yapılıp yapılmadığını, AHİM'in muhatabının "TBMM mi, üç genel başkan mı" olduğunu sordum. Adalet Bakanı Türk, "AİHM'in, bir karar verene kadar idam cezasının yerine getirilmemesini sağlayacak her türlü tedbirin alınmasını istediğini" belirterek, "Hükümetin de bu talebi kabul ettiği" cevabını verdi. Bu doğru değildi. O dönemde ben de hükümet üyesiydim ve hükümete böyle bir konu gelmemişti. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararlarının hükümette görüşülmesi zaten mümkün değildi. Sözkonusu kararı 7 saatlik bir zirvenin ardından üç genel başkan almıştı. Bunun üzerine Adalet Bakanı'na Ocak 2002'de ikinci bir önerge vererek, "Dosyayı bekletme kararının hükümete mi, üç genel başkana mı ait olup olmadığı ve Anayasa'ya aykırılığı" sorularını tekrarladım. Adalet Bakanı Türk, bu kez de sorularıma cevap vermek yerine, uzun uzun AİHM kararlarının hukukî durumunu anlatmayı tercih etmişti. Bu durum, Adalet Bakanı'nın dahi hukuken savunamadığı bir işlem yapıldığını göstermektedir. 

İlerleme Raporlarında Kürtçe Yayın ve Eğitim Talebi Nasıl İfade Edilmiştir? 

İdam cezası gibi kaos içinde tartışılan ve kafaları karıştıran bir diğer konu da ana dillerde yayın ve eğitimdir. AB'nin bu konularda, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde diplomatik bir üslûpla, bu belgenin temelini oluşturan ilerleme raporlarında ise açıkça talepleri olmuştur. Sözkonusu taleplere Ulusal Programımız ile verdiğimiz cevapta herhangi bir taahhütte bulunmadığımız halde, en başta hükümet yetkilileri olmak üzere tüm AB yanlılarınca sanki taahhüdümüz varmış gibi bir tutum izlenmektedir. Ülkeyi yönetenlerin verdiği bu hava ile diğer kesimlerin, bilmeden "taahhütten" bahsetmeleri belki doğal karşılanabilir ancak programın altında imzası olanların yürüttüğü "taahhüt kampanyasının" izahı mümkün değildir. Yöneticilerin, ülkelerinin çıkar ve politikaları yerine, adeta başkalarının çıkar ve politikalarını savunmaları ciddi izahatı gerektirmektedir. Bu öylesine bir dengedir ki, bilindiği gibi AB üyesi İtalya'nın Başbakanı Berlusconi, İtalya'nın değil de Brüksel'in sözcülüğünü yaptığı gerekçesiyle Dışişleri Bakanı'nı azletmiştir. 

AB, ana dillerde yayın ve eğitim yapılmasını nasıl talep etmiştir. Raporlardan inceleyelim;

1998 İlerleme Raporu- (Azınlık hakları ve azınlıkların korunması bölümü içinde Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar alt başlığı altında) 1991 yılında Türkçe'den başka dillerdeki yayınlarla ilgili yasanın kaldırılması Kürtçe dahil yabancı dillerde yayın yapılabilmesini mümkün kıldı. Kürtçe kültürel faaliyetler çerçevesinde artık yasak değildir fakat siyasî iletişim veya eğitim alanlarında kullanılamaz. Kürt dillerinden herhangi birinde radyo ve tv yayıncılığı yasaktır. 

1999 İlerleme Raporu- Ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili özel bir gelişme olmamıştır. Bazı üye devletlerce ifade edilen ümitlerin aksine, Kürt sorunu konusunda bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu ümitler Öcalan'ın ve diğer bazı önemli PKK mensuplarının tutuklanmasıyla terörizmin kontrol altına alınmasının kolaylaşacağı ve güneydoğunun sorunlarına sivil bir çözüm bulma şansının artacağı beklentisine dayanıyordu. Son düzenli raporda belirtildiği gibi "bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir. Örneğin Kürt dilinde tv yayınlarına görünüşte, siyasî olmayan programlar için hoşgörü gösterilirken, resmî olarak hâlâ müsaade edilmemektedir. Türkçe'den başka dillerin kullanımı açısından, 1923 Lozan Antlaşması kapsamına giren azınlıklara mensup vatandaşlar (Yahudiler, Ermeniler, Rumlar) ile ilgili olarak belirli bir problem bildirilmiş değildir. Ancak, Lozan Antlaşması'nın kapsamı dışındaki gruplara mensup olanlar için, özellikle TV/radyo yayıncılığı ve eğitim açısından, durum iyileşmemiştir. 3984 sayılı yasa, evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç, radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir. Uygulamada, Kürt dilinde bazı yayınlara bazen müsamaha gösterilmektedir. Eğitim alanında (temel ve yaygın eğitim), Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açıkça müsaade edilmedikçe, Türkçe'den başka hiçbir dil eğitim amacıyla kullanılamaz. Ne mevzuat, ne de uygulama, etnik kökenlerinden bağımsız olarak bütün Türkler için kültürel hakların kullanımına engel olmamalıdır. Nüfusun büyük ölçüde Kürt kökenli olduğu güneydoğudaki durumun düzelmesi için, bu husus özel önem taşımaktadır. 

2001 İlerleme Raporu- Kültürel haklar açısından Anayasa'nın 26 ve 28'inci maddelerinin tadil edilmesiyle ilerleme sağlanmıştır. Kanunla yasaklanmış dillerin kullanılmasına izin vermeyen hüküm kaldırılmıştır. Bu değişiklik Türkçe'den başka dillerin kullanılmasının yolunu açabilir ve dolayısıyla olumlu bir gelişmedir. Ancak Türkçe'den başka dillerde haberleşme hakkına müdahale edilmesine karşın etkin koruma sağlamak için var olan kısıtlayıcı mevzuat ve uygulamalarda değişikliğe ihtiyaç olacaktır. RTÜK Yasası, "evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç" radyo ve tv yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir.

1923 Lozan Antlaşmasının kapsamına girenler (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) dışındaki gruplara mensup kişiler bakımından fiilî durum, özellikle yayıncılık ve eğitim ile ilgili olarak iyileşmiş değildir. Pratikte örneğin Kürtçe şarkılar ve Kürtçe sokak röportajları arada sırada yayınlanmaktadır. Eğitim (temel ve yaygın eğitim) alanında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmen izin verilmedikçe Türkçe'den başka hiçbir dil öğretim amacıyla kullanılamaz. Anayasal reform kapsamında hiçbir değişiklik Türkçe'den başka dillerde eğitim yapılabilmesini öngörmüyor. Kültürel haklara saygı konusu Güneydoğu'daki durumun iyileştirilmesi bakımından özellikle önemlidir.

Görüldüğü gibi "Türk kökenli vatandaşlar" olarak nitelendirilen ancak "azınlık" başlığı altında ele alınan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinden "sanal azınlıklar" yaratma çabası ısrarlı sürdürülmektedir. Türkiye'nin Lozan Antlaşması dışında azınlık tanımadığı ısrarlı vurgulanmakta, "tüm vatandaşların ana dillerini kullanmalarının önündeki engellerin kaldırılması" istenerek, Kürtlerle başlatılıp, devam ettirilecek bir sürecin işaretleri verilmektedir. Ayrıca bugün yetkililerimizin söylediğinin aksine sadece yayın değil "eğitim" talebi de vardır, açık açık "temel ve yaygın eğitim" denilmektedir ve Milli Eğitim Kanunu'na sık sık atıf yapılmaktadır. 

Kaldı ki, Türkiye'den, ana dillerde, özellikle de Kürtçe eğitim  talebinde bulunan AB'nin üye ülkelerinde de çok sayıda Kürt kökenli vatandaşımız vardır. Bunu bir hak olarak gören AB, eğer gerçekten böyle bir ihtiyaç varsa neden öncelikle kendi ülkelerinde kurs veya okul açılmasını gündeme getirmemektedir? Türkiye'nin bunu yapmamasının "hak ihlali" olduğunu iddia eden AB'nin kendisi de hakları ihlal etmiş olmuyor mu?   

AB'nin diğer talepleri gibi ne yazık ki bu çok önemli konu da, Türkiye gerçeklerine uygun şekilde ve ciddiyet içinde ele alınmamaktadır. Enine boyuna tartışılması gerekirken, telaş içinde, adeta birşeyler yapmış veya söylemiş olmak için her kafadan ayrı ses çıkmaktadır. Devletin en tepe noktalarında, Kürtçe yayının TRT eliyle yapılması telaffuz edilmektedir. Bu görüşün, "devlet eliyle yayın ve kontrolün" ötesinde, öncelikle Anayasa'nın değişmez maddeleri arasında yer alan 3. Madde'deki, "Devletin dili Türkçe'dir" hükmü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. O zaman, devletin resmî bir kurumu olan TRT'den böyle bir yayının yapılmasının anlamının daha farklı olacağı, Anayasa'nın değişmez bir hükmünün delinmesinin yolunun açılacağı görülecektir. Ancak maalesef konuya basit yasa veya yönetmelik değişiklikleri çerçevesinde bakılmaktadır. 

İlerleme Raporları İle Sanal Dinî Azınlıklar da Yaratıldı mı?

Maalesef bu konu da sanal etnik ve dilsel azınlıklar yaratma politikası ile paralel bir seyir izlemiştir ve AB, ülkemizde sanal dinî azınlıklar bulunduğunu iddia etmektedir. İşte AB'nin raporlarından sanal dinî azınlıklarımız; 
1998 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü konusunda devlet ilkokullarında dinsel eğitim(sünni) zorunludur. Gayrı müslüm kökenlerini ispat etmeleri üzerine Lozan Antlaşması azınlıkları İslamî din eğitiminden yasayla muaf tutulurlar. Türkiye tarafından tanınan dinsel azınlıklar kendi dinlerini icra etmekte serbesttirler. Fakat (sünni) İslamdan başka dinlerin icrası, örneğin dinsel mekânların (Acaba Ayasofya ve Heybeliada Ruhban Okulu mu kastedilmektedir?) mülkiyeti ve faaliyetlerinin genişletilmesi pek çok bürokratik kısıtlamaya tabidir. Süryani Ortodokslar bir dinsel azınlık olarak tanınmamakta olup, dinsel eğitimlerinin icrasında baskılara tabidir. Türkiye'nin Alevi Müslümanları en az 12 milyon kişi olarak tahmin edilmektedir. Sünni din adamlarının aksine hükümetten maaş alan Alevi din adamları yoktur. Kültürel haklar arasında din özgürlüğü, resmen tanınan dinsel azınlıklara (Lozan Antlaşması) ve engellerle karşı karşıya olan diğer dinsel azınlıklara farklı muamele edilmesi yüzünden sınırlı kalmaktadır. 
1999 İlerleme Raporu: Din özgürlüğü bakımından Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hâlâ mevcuttur.
2000 İlerleme Raporu - Din özgürlüğü ile ilgili olarak, Yahudi cemaati yanında, Yunan Ortodoks, Ermeni, Katolik ve Süryani Ortodoks Kiliseleri başta olmak üzere, bazı gayri müslim cemaatlere yönelik daha büyük bir hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. Aralık 1999'da, yetkili makamların yayınlamış olduğu bir genelgeye göre, dinsel cemaatler, hayır ve ibadet binalarını tamir etmek için devletten izin almak zorunda olmayacaklardır. (Ancak AB üyesi Yunanistan, Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığının neredeyse kiremit değiştirmesini bile izne bağlamıştır.) Genel olarak, bu olumlu yaklaşım daha da geliştirilmeli ve 1923 Lozan Antlaşması'nın kapsamına girsinler veya girmesinler, gayri müslimlerin somut talepleri, Heybeliada Ruhban Okulunun kapalı kalmaya devam etmesi konusu dahil, gerektiği gibi incelenmelidir. 
Alevilere yönelik resmî yaklaşımda herhangi bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Alevilerin şikâyetleri, sadece Sünni camileri ve dinsel vakıflarının inşası için malî destek sağlanması yanında, okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini yansıtmayan zorunlu din eğitimi verilmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konular son derece hassastır; ancak, bunlar hakkında açık bir tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. 
2001 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü ile ilgili olarak bazı gayrı müslim cemaatlere yönelik daha büyük hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. 2000 yılında özellikle Hıristiyanlığın 2000. yıldönümü kutlamalarında Türk makamları Tarsus'ta bir toplantı dahil belli başlı dinsel gruplar arasında düzenlenen "ekümenik" etkinliklere destek oldular. Aralık ayında Cumhurbaşkanı Sezer, Noel ve Hanuka münasebetiyle Türkiye'nin dinsel azınlık gruplarına bir mesaj yayınladı. Azınlık vakıflarına ait olan kiliseler ve diğer binaların onarımı için artık resmî izin gerekli değildir. Ancak Hıristiyan kiliseler, özellikle taşınmaz mülkiyeti ile ilgili olarak güçlüklerle karşılaşmaya devam ediyorlar. Heybeliada Ortodoks Ruhban Okulu'nun 1971'den beri kapalı kalmasıyla ilgili herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır. 
Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumunda iyileşme olmamıştır. Alevilere yönelik resmî yaklaşım değişmemiştir. Alevilerin sorunlarına Diyanet İşleri Başkanlığınca ilgi gösterilmemiştir. Alevilerin şikâyetleri okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini tanımayan zorunlu din eğitimi verilmesiyle ve sadece Sünni camileri ve dinsel vakıfları için malî destek sağlanmasıyla ilgilidir. 
Görüldüğü gibi sanal dinsel azınlıklar yaratma çabası bütün hızıyla devam etmektedir. Yıllardır çeşitli platformlarda dile getirilen ekümenliğin tanınması, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve kiliselerin istediği şekilde mal-mülk sahibi olması da nihayet AB'nin talimat listesine(!) dahil edilmiştir. Bu arada Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne verilen bir önerge ile Ayasofya'nın kilise olarak ibadete açılması talep edilmiştir. İstanbul için "Constantinople" denilen önergede, "İşgal altındaki görkemli Hıristiyan toprakları"ndan bahsedilmekte ve "Ayasofya'nın Hıristiyan dünyasına iadesi" istenmektedir. Avrupa Konseyi gündemindeki bu konunun yakın zamanda AB Parlamentosu'na gelmesi de sürpriz olmayacaktır. 

Heybeliada Ruhban Okulu Meselesi Nedir?

Heybeliada Ruhban Okulu meselesi AB'nin 1998 ve 1999 ilerleme raporlarında yokken, birden bire 2000 yılından itibaren gündeme gelmiştir. AB, bu okulun açılmasını istemektedir. Henüz ön şart olmasa da ön şart haline geleceğine kesin gözüyle bakılan konulardan birisidir. Çünkü ilerleme raporlarına bu tarihlerde girmiştir; ancak öncesinde diğer konular gibi Avrupa Parlamentosu'nda tavsiye kararları şeklinde gündeme getirilmiştir. Avrupa Parlamentosu'nun bu konuyla ilgili kararlarından bazıları şöyledir;

- Dünyanın her tarafında milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis'teki (AP İstanbul yerine bu ifadeyi kullanmaktadır) Patrikhane'nin önemini gözününde bulundurarak, patrikhanenin ve diğer dinsel yerlerin binalarının korunması için gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur. (24.10.1996)

- Avrupa Parlamentosu, Patrikhane'ye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu'nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur. (24.10.1996) 
Hıristiyan din adamı yetiştirmek amacıyla 1844 yılında kurulan bu okul, zamanla amacından sapmış bu yüzden Lozan görüşmeleri sırasında yasaklanması gündeme gelmiştir. Ancak Batılı devletlerin ısrarı üzerine belli şartlar çerçevesinde faaliyetine izin verilmiş, statüsü de Lozan ile belirlenmiştir. Buna rağmen, Türkiye aleyhine faaliyetlerin merkezi haline gelen, özellikle de Kıbrıs sorununun gündeme gelmesiyle "odak" olduğu ortaya çıkan bu okulun mezunlarından birisi de Enosis'in temel direklerinden Başpiskopos Makarios'tur. Anayasa Mahkemesi'nin özel okullarla ilgili yasayı iptalinden sonra Milli Eğitime veya bir üniversiteye bağlanmayı reddedip, faaliyetlerini kendiliğinden sona erdiren bu okulun, özel ve özerk, evrensel, siyasî ve dinî bir mekân yani ikinci bir Vatikan olması için çalışmalar sürdürülmektedir. 

Kısa sürede onlarca ülkeyi gezen ve gittiği her yerde "ekümen- evrensel patrik" ünvanını kullanan Fener-Rum Patriği Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması için AB'den sonra, ABD'nin de desteğini aldı. Süratle uluslararası bir sorun haline dönüştürülen bu konunun çözülmesinden sonra Patriğin, çok sayıda başka hedefi gündeme getireceği bilinmektedir. 
Türk makamları ile yazışmalarında dahi, "Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch- Constantinople (İstanbul), Yeni Roma ve Evrensel Patrikhanesi Başpiskoposu" ünvanını kullanmaya cüret eden Patriğin bu ünvanı hedeflerini gösterir niteliktedir. Ancak yöneticilerimiz olaya, "Bunların isteklerini kabul ettiğimizde, bizim dinî kuruluşlarımız da özel okul isterse" mantığıyla bakmaktadırlar. Böyle bir endişeyi gerekçe yapanlar düşünemiyorlar ki, İslam dini bir inanç sistemi olmanın yanında büyük Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli dediği, Türk kültürünü oluşturan ana unsurlardan birisidir. Böyle bir anlayış, milleti millet yapan kültürle çatışmaya girmek demektir ki, bu da bindiği dalı kesmekle eş anlamlıdır. 
Atatürk'ün, Lozan Konferansı'nın ilk dönem görüşmelerinin yapıldığı sırada 25 Aralık 1922'de Le Journal Gazetesi'ne verdiği demeçte Patrikhane ile ilgili olarak söylediği şu sözler yeterince açıktır:

"Azınlıklara gelince, bu konuda değiş tokuş ileri sürmüştük. Öbür devletlerin temsilcileri de bu konuda bizim fikrimizi izlemişler ve onaylamışlardı. Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Rum Patrikhanesi'ni artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir? Türkiye'nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığınak göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?"

İlerleme Raporları; Katılım Ortaklığı Belgesi'nin İlerisinde... Sırada Hangi Talepler Var?

İlerleme raporlarının, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin temelini oluşturduğunu, hatta onun da önünde olduğunu söylemiştik. Türkiye hakkındaki ilk ilerleme raporu 1998 yılında düzenlendi ve sonraki yıllarda da devam etti. Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi ise 8 Kasım 2000'de verildi. Bu belgenin hazırlanmasında tümüyle 2000 yılı İlerleme Raporu esas alınmıştı. Daha önce belirttiğimiz gibi 2000 raporunun temel dayanaklarından birisi ise meşhur Morillon Raporu'dur. 2000 ve 2001 yılları ilerleme raporları ile Katılım Ortaklığı Belgesi'ni karşılaştırdığımızda, raporlardaki birçok hususun KOB'a girmediğini görüyoruz. KOB'da olmasa bile raporlardaki tesbit daha doğrusu dolaylı taleplerin ileriki yıllarda gündeme gelmesine kesin gözüyle bakmalıyız. Çünkü, KOB'un başlangıcında, "İlerleme raporlarındaki hususların her halükârda yerine getirileceği" belirtilmektedir. Kaldı ki, "Ulusal Program'ın KOB'un ayrılmaz bir parçası olmamakla beraber, kapsadığı önceliklerin Katılım Ortaklığı Belgesine uyması", kısaca Ulusal Program'ın, KOB'a uydurulması gerektiği de açıkça ifade edilmektedir. 

KOB'da bulunmayıp da, ilerleme raporlarımızda yer alan, bu sebeple bir süre sonra gündeme gelmesi ihtimali bulunan taleplerin neler olabileceğini  raporlardan kabaca taradığımızda önümüzde şöyle bir liste bulduk:  

- Genelkurmay Başkanı'nın, AB, NATO ve AGİT standartlarına aykırı olarak Savunma Bakanına karşı sorumlu olmak yerine hâlâ Başbakan'a karşı sorumlu olması,
- Savunma ve güvenlik konularında parlamentoya karşı pek az sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır, (Genelkurmay Başkanlığı kast ediliyor) 
- YÖK'te Genelkurmay Başkanı tarafından seçilen bir üyenin olduğu görülmektedir,
- Daha önce gündeme gelen RTÜK Yasası'nda, RTÜK'e MGK temsilcisinin atanması öngörülüyordu. Yasanın yeni şeklinin Avrupa standartlarına uygun olması  önemlidir,
- Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na Başkanlık etmesi yargı ve yürütme arasındaki güçler ayrılığına gölge düşürmektedir,    
- AİHM kararlarının dolaysız geçerliliği sorunu devam etmektedir, (AİHM kararlarının doğrudan geçerli olması isteniyor) 
- Türk Ceza Kanunu değişikliği 6 No'lu Protokülü imzalama ve onaylama durumu olup olmadığını gösterecektir (Anayasa'daki terör suçlarında idam cezasının TCK değişikliği ile kaldırılmasının istendiği ima ediliyor),
- Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü henüz imzalanmamıştır, (AB üyesi Yunanistan ve İrlanda da Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü imzalamamıştır)
- Türkiye, Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır, (Böyle bir mecburiyetimiz olmadığına göre, açıkça dayatmada bulunuluyor)
- Alevilik gibi konular son derece hassastır. Ancak bunların hakları konusunda tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. Zorunlu din eğitimi verilmesi, sadece Sünni camilere ve dinsel vakıflara malî yardım gibi problemler vardır,
- Heybeliada Ruhban Okulu konusunda herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır, 
- Sivil Toplum Kuruluşlarının işleyişi hâlâ devlet kontrolündedir. STK'lar Türkiye dışından malî kaynak almak için hükümetten onay almak zorundadırlar, (Son dönemde yaşanan yabancı kuruluşlarla ilişkide olan vakıf ve dernekler ile ilgili tartışmalar hatırlanırsa, bunların tüm faaliyetlerinin serbest bırakılmasının istendiği sonucunu çıkarabiliriz)

- Göçebe çingeneler Türkiye'ye göçmen olarak kabul edilmeyecek gruplar arasında olmaya devam ediyor.  

Görüldüğü gibi daha "yapacak çok işimiz" var. Bu listelerde olmayan ancak 2002 İlerleme raporunda yer alması kuvvetle muhtemel olan bir hususu da biz ilave edelim istiyoruz. Bilindiği gibi Ankara'daki travestiler Mart ayı içinde Bayan Karen Fogg ile görüşerek, yardım istediler. AB'nin, bu sorunu da mutlaka gündemine alacağına inanıyoruz!..
Sanal Değil Gerçek Aday Ülkelerin Sorunları, AB'nin Bunlardan İstekleri Nelerdir? 
AB'nin, Türkiye'nin "temel siyasi eksikliklerine" ilişkin değerlendirmelerine geride kalan bölümlerde çeşitli başlıklar altında yer verdik. Burada diğer aday ülkelerle ilgili tesbitleri mümkün olduğunca geniş bir şekilde ele alarak, AB'nin gerçekten tüm ülkelerden aynı taleplerde bulunup, bulunmadığının görülmesine ve değerlendirmelerinin "insafı" hakkında bir karşılaştırma yapılmasına imkân sağlamak istiyoruz. 

Merkezî ve Doğu Avrupa'nın 10 ülkesinin yanısıra Kıbrıs ve Malta ile ilgili raporların toplu bir değerlendirmesi yapılacak olursa, bu ülkelere yapıcı ve oldukça iyi niyetle yaklaşıldığını, bunların gerçekten AB üyeliğine hazırlanmalarına çaba gösterildiği görülmektedir. Yine bu ülkelerle ilgili olarak ağırlık ekonomik, idarî ve hukukî yapılanmaya verilmekte, siyasî kriterlerde de, örneğin resmî azınlıkları için dil, kültür ve sosyal açıdan topluma entegrasyonlarından bahsedilmektedir. Türkiye için devamlı olarak resmî azınlık veya etnik grup sayılmadıkları halde, neredeyse toplum gruplarının tamamını ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olunursa "niyet" farklılığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Diğer aday ülkelere, resmî azınlıkları için tavsiye ve maddî destek verilmekte hatta bunların topluma entegrasyonu için özel programlar geliştirilmektedir. Herhalde Türkiye, böyle özel entegrasyon programları geliştirse, AB raporlarında asimilasyondan ve insan haklarına aykırılıktan bahsedilir, yüksek sesle ve ağır bir dille tenkit edilirdi. 
Türkiye'nin sorunlarına karşılık, AB'nin adeta dayatma şeklindeki talepleri, hem sayıca fazladır ve hem de en hassas konuları içermektedir. Bu gerçek karşısında diğer aday ülkelerden beklentilerin "detay" kaldığını söylememiz mümkündür. Buna rağmen, gerçek aday olan 12 ülke, istenilenlerin tamamını henüz yerine getirmemiştir. Bunlara, yakın dönemde üyeliğe alınacak olanlar da dahildir. Ancak aday ülkelerin tamamının raporları, "Kopenhag kriterlerine uygunluk devam ediyor" şeklinde başlarken, sadece Türkiye için "Kopenhag kriterlerine uyum olmadığı" belirtilmektedir. Türkiye dışındaki ülkelere genelde son derece yapıcı bir üslup kullanılarak, anlayış gösterildiği, ülke yöneticilerinin "niyet"lerinin yeterli sayıldığı, özellikle de Kıbrıs Rum kesimi ile ilgili olarak açık bir "himaye" üslubunun geliştirildiği görülmektedir.                 

Bu tesbitlerden sonra AB'nin 12 aday ülkenin ilerlemesi ile ilgili raporlarını yıllar itibariyle şöyle özetlemek mümkündür:



14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

22 Kasım 2015 Pazar

SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 2



SURİYE  KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER  İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 
2





ABD’nin Irak’ı İşgal Etmesinin Türkiye’deki Yansımaları 


ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte başlayan süreçte 23 Mart 2003 tarihinde 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, televizyondan Ulusa Sesleniş konuşmasında, Irak savaşının olmaması için Türkiye’nin elinden geleni yaptığını, savaşın direkt içinde olmamasına karşın Türkiye’nin hemen yanı başında cereyan eden olaylardan ciddi bir şekilde etkilendiğini belirterek, “Türkiye güvenliğini ve çıkarlarını en ciddi biçimde koruyabilecek güce sahiptir. Ne toplumsal ne de askeri ve ekonomi alanında yanlış yönlendirmelerle zaafa uğratılamaz” demiştir. 254 ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal ve Büyükelçi Deniz Bölükbaşı ile bir araya gelmiş, görüşme sonrası gazetecilere bir açıklama yapan Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, ABD ile koordinasyon çerçevesinde görüşüldüğünü belirterek, Irak’ın toprak bütünlüğü, Irak kaynaklarının tüm Irak halkına ait olduğu, Irak’ı Arap, Türkmen ve Kürtler asli unsurlarının oluşturduğunu ve ABD ile mutakabat içinde olunduğunu söylemiştir.255 

28 Mart 2003 tarihinde ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda, Irak’a düzenlenen askeri operasyon, Türkiye-ABD ilişkileri, Kuzey Irak’ta olası gelişmeler ve Kıbrıs’ta gelinen son durum ele alınmıştır. Toplantı sonrası yayımlanan bildiride, Irak’ta meydana gelen gelişmelerin bu ülkeyle aynı coğrafyayı paylaşan Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği vurgulanarak “Türkiye askeri operasyon un kısa sürede bölgenin barış, istikrar ve güvenliğini etkileyecek ortamın oluşmasına ve daha fazla can kaybına yol açmayacak biçimde sona ermesini dilemektedir” denilmiştir.256 

Fevzi Uslubaş, ABD’nin Irak’taki hâkimiyet ve çıkar politikasını, Arap Ligi Genel Sekreteri A. Musa’nın deyimiyle “Irak müdahalesiyle cehennemin kapıları 
açılmış, ancak yeniden kapatılması için yeterli bir formül henüz bulunamamıştır” sözleriyle ifade etmektedir.257 


Armağan Kuloğlu’na göre; 11 Eylül’den önce ABD’nin Ortadoğu politikasında esas olan etkenlerin; Batı Dünyasını besleyen petrolün ulaşımını sağlayan yolların ve Basra Körfezi’nin güvenliği ile İsrail’in güvenliğini sağlamak olduğu görülmektedir. Kuloğlu, 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin Ortadoğu 
politikasına etki eden iki boyutun daha ortaya çıktığını ifade etmektedir. Bunlardan ilki Ortadoğu’nun Kitle İmha Silahları deposu haline gelmesini önlemek, diğeri ise gittikçe önemli bir tehdit olarak ortaya çıkan, bölgenin terör kaynağı haline gelmesine engel olmaktır. Kuloğlu, uygulanmak istenen politikanın amacının, Ortadoğu’daki rejimlerine güvenilmeyen devletleri, uluslararası sisteme uygun hale getirmek ve tehdit olmalarını önlemek olduğunu belirtmektedir.258 Veysel Ayhan’a göre ise, ülkede Kitle İmha Silahları’nın gölgesinde petrol pazarlığı yapılmıştır. 

Ayhan ayrıca, ABD’nin Saddam’ı devirmek istemesinin petrol dışındaki bir diğer sebebini, Irak’taki bir etki kaybının domino etkisi yaparak tüm Körfez’e yayılmasını engellemek olduğunu dile getirmiştir.259 Yaşar Onay ise, ABD’nin gerek Irak’ı işgali gerekse de Ortadoğu’da izlediği politikaların altında yatan temel nedenini demokrasi ve insan haklarından çok, petrol ve artık tüm dünyanın da çok iyi bildiği İsrail’in güvenliği olduğunu söylemektedir.260 


Irak’ta Gelinen Nokta 


ABD işgaliyle Irak, ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda hızla bir çöküntüye doğru sürüklenmeye başlamıştır.261 Savaşın resmi olarak bittiği tarih 1 
Mayıs 2003 olarak ilan edilmiş ama gelişen olaylar savaşın bitmediğini göstermiştir.262 


ABD’nin işgalinden günümüze Irak’ta her geçen gün çok sayıda saldırı meydana gelmekte ve başlangıçta çok dar bir alanda düzensiz bir biçimde meydana 
gelen saldırılar genişlemekte ve gerilla savaşı haline bürünmektedir.263 Nihat Ali Özcan, Irak’ta savaş sonrası durumu şu şekilde açıklamaktadır: 

“İşgal güçlerinin savaşın bittiğini ilan ettikleri 1 Mayıs 2003’ten sonra 
Irak’ta kontrolü sağlayamadıkları ve işleyen bir devlet mekanizması kuramadıkları görülüyor. Direnişçilerin palazlandıkları belirli bir güç ve tecrübeye sahip oldukları, gittikçe de kendilerine güvenlerinin geldiğini söyleyebiliriz. Nitekim hedef yelpazesini ve türünü gün geçtikçe zenginleştiriyorlar. Bombalı arabalarla yapılan intihar saldırıları, helikopter düşürmeler, sivil uçaklara füze atışları, tuzaklı bombalar, sabotajlar ve suikastlar bunlardan bazıları. Zaman içinde hedef yelpazesinde de benzer gelişmeler oldu. ABD ve müttefik askerleri, çok uluslu örgütlerin ve devletlerin temsilcilikleri, yeni yönetimde görev alan Iraklı polisler, ABD’nin atadığı yerel yöneticiler, yargıçlar ve Irak Geçici Yönetim Konseyi üyeleri. Direnişçiler her gün biraz daha güçlenerek daha sistemli ve belirli bir stratejik öngörü ile hareket ederek eylemlerini sürdürüyorlar.. Eylemlerde teknik olarak “terör” ile “gerilla” tarzı yaygın olarak kullanılıyor.264 

Bahadır Selim Dilek’e göre; ABD, işgalin ardından Irak’taki politik yapıyı 
dini ve etnik esaslar üzerine şekillendirmiştir. Irak halkını, Şiiler, Sünniler, Kürtler, Türkmenler ve Hıristiyanlar olarak ayırma yoluna gitmiş, politik yapılanmaların da dini ve etnik kimlikler üzerinde oluşturulmasına olanak tanımıştır. İlk dönemde İran faktörünü çok ciddiye almayan ABD, Şiilerin ön plana çıkmasına izin verirken, direnişi organize ettikleri, Saddam yanlısı oldukları gerekçesine dayanarak Sünnileri sistemden dışlamıştır. Ancak dini ve etnik ayırımlar üzerine kurulan politik sistem, bir taraftan Irak’ın parçalanmasına giden sürecin önünü açarken, diğer taraftan da gruplar arası çekişmelerin politik arenadan sıcak çatışmaya taşınmasına neden olmuştur.265 

İşte bu noktada, ABD’deki “iç denetim mekanizmaları” harekete geçmiştir. 
Dönemin ABD Başkanı George Bush, Kongre seçimlerini kaybettikten sonra, 
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i görevinden almış ve yerine eski CIA 
başkanlarından Robert Gates’i getirmiştir.266 Böylece, ABD’nin Irak politikasında değişime gideceğinin ilk işareti ortaya çıkmıştır. Bunu Irak Çalışma Grubu’nun, kamuoyunda Hamilton-Baker raporu olarak bilinen öneriler dizisinin yayınlanması izlemiştir.267 Fakat şu ana kadar hiçbir girişim sorunu çözmekte başarılı olamamıştır. Zaten 11 Eylül sonrası terörle savaşı başlatan Cumhuriyetçi Parti, Kasım 2008’deki başkanlık seçimlerini Barack Hussein Obama’nın liderliğini üstlendiği Demokrat Parti’ye karşı kaybetmiştir. ABD kamuoyunun seçimini Obama’dan yana kullanması, Bush’un politikalarının desteklemediğinin göstergesi olarak algılanmıştır. Obama seçimlerin ardından yaptığı ilk konuşmasında " Demokrasi, özgürlük, fırsat, umut " gibi ideallerin peşinde gideceklerini söyleyerek barıştan yana olduğunu ifade etmiştir.268 

Özetle ABD işgalinin ardından Irak halkının ABD askerlerini çiçeklerle karşılaması, Washington yönetiminin siyasi, ekonomik ve ticari anlamda 
beklentilerini karşılayacak bir hükümet kurulması, bütün dünyanın gözünde de ABD’nin Irak’a demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi getirmesi 
beklenmiş, ancak beklenen olmamıştır. Irak halkı, ABD askerlerini çiçeklerle karşılamadığı gibi ciddi bir direniş oluştuğu da gözlemlenmiştir.269 


Büyük Ortadoğu Projesi  

( ADIM ADIM PETROL BÖLGELERİNİ ELE GEÇİRME SAVAŞI )


Soğuk Savaşın bitmesi, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemi beraberinde 
getirmiştir. Günümüzde, her ne kadar süper güç olma yolunda ilerleyen Çin, Rusya ve AB gibi güç merkezleri olsa, çok kutupluluğa doğru bir gidişin işaretleri gözlenmeye başlansa da halen Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın tek süper gücü olduğu, dünya düzeninin en azından askeri alanda tek kutuplu yapısını sürdürdüğü geniş kabul görmektedir. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin stratejik hedefi Sovyetler Birliği’nin güçlenmesinin önüne geçmek, “yayılmacı siyaset” izlemesini engellemek olmuştur. Bugün ise ABD’nin stratejik hedefinin, Amerikan çıkarlarına ve düşüncelerine hizmet eden uluslararası bir güvenlik ortamı yaratmak olduğu dile getirilmektedir. Merdan Yanardağ, Soğuk Savaş döneminde Amerikan ordusunun görevinin komünizmin yayılmasını önlemek iken, 11 Eylül sonrası ise ordunun görevinin, terörizmi yok ederek, demokratik barış bölgeleri oluşturmak olduğunu vurgulamakta, bunun için de Avrupa, Doğu Asya ve Ortadoğu’nun kilit bölgelerini savunmak ve savaş için gerekli yeni teknolojik dönüşümleri gerçekleştirmenin ordunun temel görevleri arasında yer aldığını belirtmektedir.270 

Ceyda Karan, bu yüzden de Neo-Conların (Yeni Muhafazakârlar) ve Başkan 
Bush’un ilk hedefinin, sistemli bir Ortadoğu projesi oluşturmak olduğunun altını 
çizmektedir.271 

Bu hedefler doğrultusunda ortaya atıldığı düşünülen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Kuzey Afrika’nın en Batıdaki ucundan Asya Pasifik bölgesine kadar uzanan oldukça büyük bir coğrafi alanı kapsamaktadır. ABD’nin proje kapsamına aldığı ülkeler, küresel güç merkezleri adı verilen ülkelerdir.272 BOP’un sınırları ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanlığını da üstlenmiş dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından 7 Ağustos 2003 tarihinde The Washington Post Gazetesine yapılan açıklamada “ BOP ile 22 Ülkenin hedef Alındığını ” Söylemesiyle dile getirilmiştir.273  ( DİKKAT  EDİLİRSE  BU ÜLKELER ZENGİN PETROL REZERVİ YATAKLARININ OLDUĞU BÖLGE  ÜLKELERİDİR )

İlk defa Ortadoğu Barış Süreci çerçevesinde Madrid’de Simon Peres tarafından dile getirilen bu proje, SSCB’nin yıkılmasıyla bölgede oluşan boşluğun başka güçler tarafından doldurulması veya “radikal İslamcı” grupların ön plana çıkması endişesiyle Neo-conlar tarafından da benimsenmiştir.274

     Büyük Ortadoğu Projesi’nin gündeme gelişinin arka planında 11 Eylül Saldırıları bulunmaktadır ki, bu saldırılar küresel terörizmin hangi boyutlara 
ulaştığını bütün dünyaya göstermesi açısından da önemlidir. Bir başka önemi de, o güne kadar klasik yöntemlerle yürütülen küresel terörle mücadelenin bir işe 
yaramadığının anlaşılmasını sağlamasıdır. Altuğ Günal’ın altını çizdiği “Sıtmadan kurtulmak için sivrisinekleri öldürmek yetmez; esas olan bataklığı kurutmaktır” 
uyarısından hareketle ABD açısından değerlendirilirse, ABD bu noktada “terörist üreten bataklıklar nasıl kurutulur” arayışları çerçevesinde BOP’a yönelmiştir 
denilebilir.275 

1995 sonrasında askıya alınan proje, Başkan Bush tarafından ilk defa 26 Şubat 2003’de “American Enterprise Institute”de Irak’a müdahale gerekçeleri 
esnasında, Saddam rejimi yıkılarak bu ülkenin de çağdaş demokratik değerleri kazanmaları ve Bağdat’ta kurulması olası demokratik rejimin bölge ülkeleri için 
“domino” etkisi yapacağı beklentileri altında gündeme getirilmiştir.276 Hatem Cabbarlı, bu tarihten itibaren daha yoğun olarak tartışılmaya başlanan Büyük 
Ortadoğu Projesi hakkında değerlendirmelerde bulunan bazı araştırmacıların, Büyük Ortadoğu Projesi’nin daha 1980’li yılların sonlarında, Sovyetler Birliği’nin 
dağılmasının kesinleşmesinden sonra hazırlanmaya başlandığını iddia ettiklerini, ancak bu projenin, “Joint Force Ouarterly (JFO) adıyla “National Strategic Studies” ve “National Defense University” tarafından Amerikan ordusu için çıkarılan derginin 1995 yılı sonbahar sayısında Büyük Ortadoğu (The Greater Middle East) adlı makalenin yayınlanmasıyla resmi bir şekilde açıklandığını ifade etmektedir.277 

Proje, ABD başkanlık seçimi sürecinde (ABD yöneticileri iç politikaya yoğunlaştıklarından) geçici olarak gündemden düşmüşse de, George W. Bush’un ikinci kez başkan seçilmesi ile birlikte yeniden gündemi işgal etmeye başlamıştır.278 Savaştan sonra 6 Kasım 2003’de, bu kez “National Endowment for Democracy” kuruluşunda yaptığı konuşmada Başkan Bush, artık Müslüman dünyasının demokrasi ile tanımlanma vaktinin geldiğini” öne sürerek, bundan böyle terörü besleyen siyasi, ekonomik ve kültürel sorunların da üzerine gidilmesi ve İslam coğrafyasında kurumsal bir yapılanmanın gerektiğini dile getirmiştir.279 Böylece, küresel terörle savaş stratejisi, İslam dünyasına demokrasi, insan hakları ve ekonomik refah getirilmesi amacıyla birleştirilmiştir. Başkan Bush, 20 Ocak 2004’de Kongre’de yapmış olduğu konuşmada, sınırları “Fas’tan Çin’e kadar uzanan büyük Orta doğu coğrafyasında zulüm veumutsuz luk  egemen olduğu sürece” ABD ve müttefiklerini tehdit eden hareketlerin ortaya çıkacağını belirterek, terörü besleyen ortamın değiştirilmesi gerektiğini vurgulamış280 ve proje’nin uygulanması için düğmeye basılmıştır. ABD’nin, G8’ler için “Çalışma Belgesi” başlığıyla 13 Şubat 2004 tarihli El Hayat Gazetesi’ nde dünya kamuoyunun ilgisine sunduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanma modeli ve hedefleri, Haziran 2004 G8’ler toplantısı ve NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde resmen açıklanmıştır.281 

Büyük Ortadoğu Projesi, 21.yüzyıla damgasını vuran kavramlardan birisi olmuştur. Büyük Ortadoğu Projesi, tüm Ortadoğu ülkeleri ile Orta Asya 


Cumhuriyetlerini kapsamaktadır ve temel hedeflerinden bazıları şu şekilde ifade edilebilir: 

1. Bölge ülkelerindeki rejimlerin ve yönetimlerin demokratik nitelik 
kazanması, uluslar arası sistem ile bütünleşmeleri. 
2. Global sisteme yönelik olarak, bu coğrafyadan kaynaklanan tehditlerin ortadan kaldırılması, 
3. Bölge ülkelerinde ekonomik kalkınmanın sağlanması, enerji 
gelirlerine  bağımlılığın azaltılması, halkın refah düzeyinin yükseltilmesi, 
4. Bölge enerji rezervlerinin, üretim alanlarının ve taşıma yollarının 
güvenliğinin sağlanması, enerji arzının ve enerji fiyat istikrarının sürdürülmesi, 
5. Ortadoğu Ticaret Girişimi’nin geliştirilmesi.282 


Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin en büyük demokrasi girişimi olarak 
görülen plan Ortadoğu ülkelerinde diplomatik, kültürel ve ekonomik önlemler içermekte; bu bağlamda, Ortadoğu’da siyasi özgürlüğü, kadınlar için eşitliği, eğitim olanaklarını ve dış dünyaya açılma imkânlarını geliştirecek adımların atılmasını öngörmektedir. Bunların yanı sıra Ortadoğu serbest ticaret bölgelerinin oluşturulması, küçük ticari işletmelere yeni mali kaynaklar sağlanması planlanmaktadır. Plan ayrıca, bölgede özgür seçimler, bağımsız medya, okur-yazar bir neslin oluşturulması için hedef ülkelere baskı yapılmasını da öngörmektedir. Yani amaç -ya da ortaya çıkacak durum- Şen’in deyimiyle “demokrasinin dışarıdan ihraç edilmesidir”.283 Çelik ve Gürtuna’ya göre de amaç, ABD’nin istediği, gerçekleşmesi neredeyse imkânsız olmakla beraber, hızlı bir demokratikleşme değildir. Çünkü ekonomik kalkınma ile desteklenmeyen demokratikleşme kısa vadede bölgedeki ABD karşıtlığını körükleyebilir ve bu durumda ABD karşıtlığına yol açabilir endişesi duyulmaktadır.284 

Bu noktada Bahadır Selim Dilek’in tespitleri oldukça ilginçtir. Dilek’e göre, 
Ortadoğu’ya yapılan son büyük müdahaleler yukarıdaki hedefleri açıkça ortaya 
çıkarmıştır. ABD, bu hedeflerine ulaşmak için, Ortadoğu’nun mevcut haritasının son kullanma tarihini çoktan doldurmuş olduğunu kabul etmektedir. Yani, ABD kendi elleri ile – büyük, küçük, genişletilmiş ya da daraltılmış hiç fark etmez – rahatça kontrol edebileceği bütün bir Ortadoğu yaratmak istemektedir. Başka bir deyişle ABD, arada İran ve Suriye gibi çıkarlarını zedeleyecek ülkelerin olmadığı, tamamen emrine amade bir Ortadoğu arzulamaktadır. ABD, karşısında adeta “hipnotize edilmiş bir Ortadoğu” görmek istemektedir.285 


 Büyük Ortadoğu Projesi’nin Yansımaları 


Plan taslağının Şubat 2004’de Londra merkezli El-Hayat Gazetesinde yayımlanmasının ardından Arap Liderler, sert tepkiler göstermişler ve Amerika’nın bu yöndeki çabalarını, “değişim dayatması'” olduğu gerekçesi ile eleştirmişlerdir.286 Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, planın “hayalci” olduğu yönünde bir açıklama yapmıştır. Le Figaro’ya konuşan Mübarek, “Dışarıdan dayatılan bir girişim insanlar tarafından reddedilir, bütün bölgede anarşiye yol açar. ABD’liler bu tehlikeyi anlayamıyor. Bu sadece Ortadoğu’ya hapsedilemeyip Avrupa ve ABD’ye de ulaşacak olan terörizmin eline koz verir, şayet aşırılık yanlıları kazanırsa demokrasiyi unutabilirsiniz” diyerek projeyi eleştirmiştir.287 Dönemin Filistin Başbakanı Ahmed Kurey ise Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu’da daha geniş demokratik reformlar yapılamayacağını belirtmiştir. Suudi veliaht Prensi Abdullah ile Pakistan lideri Pervez Müşerref de Müslüman ve Arap ülkelere dışarıdan dayatılacak bir reforma karşı olduklarını belirtmişlerdir. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Amerikan girişimini alaylı bir ifadeyle “Sanki Ortadoğu deneme tahtası olacakmış gibi gökten girişim yağıyor” ifadesini kullanmıştır.288 Müttefikleri arasında inanılırlığını ve güvenilirliliğini kaybettiği gözlenen ABD’nin bu yaklaşımının, kaçınılmaz olarak olumsuz tepkileri de beraberinde getirmiş olduğu söylenebilir. 

Serhat Erkmen bu noktada Wallerstein’a vurgu yaparak ABD’nin, 200 yılda kazandığı inandırıcılığını 1960’larda altın rezervini tükettiğinden daha hızlı kaybetmekte olduğunu söylemektedir.289 

Bu proje kapsamında ABD, Ortadoğu ülkelerine “Ilımlı İslam” modeli olarak Türkiye modelini örnek göstermiş ve bu yolla demokratik rejimlerin yayılmasının 
hedeflendiği belirtilmiştir. Ancak ABD’nin Türkiye’yi model gösterirken, bir yandan da reform yapılması gereken ülkeler arasında sayması, planın kendisiyle çelişen yönlerinden bir tanesini ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin “Ilımlı İslam” modeli olarak gösterilmesine Türk yetkilileri ve Türk kamuoyu tepki göstermiş, Türkiye'nin demokratik ve laik kimliğine vurgu yapılmıştır. 

Dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Nisan 2004’te Harp Akademilerinde yapmış olduğu konuşma da: 

“Ortadoğu tasarısı bağlamında Türkiye'nin konumu ve oynayabileceği rol konusunda son günlerde çeşitli yorumlar yapıldığını görmekteyiz. Bu bağlamda, şu noktayı özellikle vurgulamakta yarar görüyorum: Türkiye, Büyük Ortadoğu tasarısının hedef aldığı ülkeler arasında olamaz. Bunun tersini düşünenler varsa, 
onlara bu anlayışlarını değiştirmelerini öneririm. Laik Türkiye'ye sözde "İslam Cumhuriyeti" tanımlaması getirmek, ya da “Ilımlı İslam” gibi anlamsız nitelemelerle kimi modelleri bilinçaltından benimsetmeye çalışmak yersizdir ve kabul edilemez. Bu öngörünün ardındaki gerçeği saptayabilmek için, Yüce Atatürk'ün söylemiyle “ Ufku görmek yetmez, ufkun ötesini görebilmek gerekir ”. “ Ilımlı İslam ” Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin rejimi olmadığına göre, önce devletimiz için yeni bir rejim öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
 “ Ilımlı İslam ” modeli, İslam dinini kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle “ İrticai ” bir modeldir. 

İşin ilginç yanı, bu modelin toplumları demokratikleştirmek için öngörüldü ğünün ileri sürülmesidir. İster “ılımlı”, ister “köktendinci” olsun, din  devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. Türkiye, rejim seçimini Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte 81 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleriyle Atatürk Milliyetçiliği'ne bağlı, laik, 
demokratik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, coğrafi yönden üniter devlet yapısını, yönetsel yönden laik, demokratik, sosyal, hukuk devletini, siyasal yönden tam bağımsızlık ilkesini, ekonomik, toplumsal, kültürel, sanatsal yönden de çağdaş bir Türkiye'yi hedeflemektedir. Türk Devriminin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır. Devrimin temeli, amacına bağlı olarak laiklik ilkesidir. Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır.” 290 sözleri Türkiye’yi “ılımlı 
İslam” modeli olarak değerlendirenlere bir yanıt niteliği taşımıştır. 

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de 20 Nisan 2005’de yaptığı 
konuşmada; 

“Başta ABD olmak üzere küresel aktörlerin Ortadoğu bölgesini terörün 
kaynağı olarak gördükleri ve terör ve demokrasinin bir arada barınamayacağın dan hareketle demokratikleşme üzerinde durmaktadırlar. Bu nedenle Ortadoğu’ya ilişkin projeler geliştirmektedirler. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi bunlar içinde en kapsamlı olanıdır. Proje 22 ülkeyi kapsamaktadır. Türkiye laik; demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne bir İslam devleti ne de bir İslam ülkesidir. Türkiye’yi model olarak göstererek; nüfusun büyük bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüşebileceği sonucunu çıkarmak yanıltıcı olabilir. Laiklik süreci yaşamayan, bu deneyime sahip olmayan ülkelerin demokratik bir yapıya kolaylıkla ulaşabileceğini söylemek bir iddiadan öte geçemeyebilir. Laiklik ilkesi, Türkiye’nin kilit taşıdır. Türkiye, bu nitelikleriyle “Türkiye Cumhuriyeti olarak model gösterilebilir. Ancak başka ülkelerin kabul edeceği bir Ilımlı İslam devleti modeline dönüştürmek istenmesi halinde bu yaklaşıma ulusça karşı çıkılacağı asla gözden kaçırılma malıdır.” 291 diyerek projeyi eleştirmiştir. 

Emre Kongar da benzer bir şekilde “Ilımlı İslam” anlayışının Türkiye Cumhuriyeti ’nin temelini oluşturan laiklik ilkesiyle çatışacağını öne sürerek, “Ilımlı İslam” modelinin laik düzenden geriye gidişi gerektirdiğini belirtmiştir.292 

Akademisyen Çağrı Erhan ise BOP’u ve ABD’yi şu şekilde eleştirmiştir: 

“İsmet Paşa, “büyük devletle münasebetler ayı ile yatağa girmeye benzer” dediğinde, dünyada hala iki kutuplu bir düzen vardı ve çeşitli konularda dengelere oynama, manevralar yapabilme dış politika olasılıkları halindeydi. Bugün ise, İmparator Bush’un “ilahi misyonunu” sorgulamaya kalktığınızda bile “çarmıha gerilme” tehdidiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Şer eksenine dâhil edilmeseniz bile, en azından asi devletsinizdir ya da sizden beklenen liderliği 
gösterememişsinizdir”.293 

ABD, Türkiye’yi “ılımlı İslam” modeli olarak gösterme yönündeki tutumunu İstanbul’da yapılacak NATO Zirvesi öncesinde değiştirmiş, Başkan Bush da gerek zirvede gerek zirve öncesi toplantılarda Türkiye’nin laik ve demokratik kimliğine vurgu yapmıştır.294 


254 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2003/mart2003.htm, (30.12.2009). 
255 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2003/mart2003.htm, (30.12.2009). 
256 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/2003/mart2003.htm, (30.12.2009). 
257 Uslubaş, 2005: 196. 
258 Armağan Kuloğlu, (2002): 11 Eylül Sonrası Değişen Dengeler Çerçevesinde Türkiye’nin Irak 
Politikası, Asam Yayınları, Ankara: ss. 11-12. 
259 Ayhan, 2006: ss.409-414. 
260 Onay, 2003:107. 
261 Serhat Erkmen, (2006): “Irak Nereye”, Stratejik Analiz Dergisi, Sayı:69, s.16. 
262 Arı, 2005: 718. 
263 Serhat Erkmen, Hasan Mazin, Şükür, S. (2003): “Irak’ta Direniş”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt:4, 
Sayı: 41, s. 22. 
264 Nihat Ali Özcan, (2004): “Irak’ta İstikrar Sorunu ve Türkiye’nin Gözden Kaçan Rolü”, Panorama 
Dergisi, Sayı:1, s. 12. 
265 Bahadır Selim Dilek, (2007): “ABD Irak’ta Çıkış Arıyor”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Sayı:133, s.12. 
266 “Gates’in İşi Zor”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=204072, (25.12.2009). 
267 Dilek, 2007: s.12. 
268 “Obama’dan Zafer Konuşması”, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/10286495.asp, (25.12.2009). 
269 Bahadır Selim Dilek, (2006): “BOP Irak’ta Çöküyor”, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Sayı:123, s.13. 
270 Merdan Yanardağ, (2004): Yeni Muhafazakârlar, Çivi Yayınları, İstanbul: ss.149-150. 
271Ceyda Karan, “Böyle Buyurdu Neo-Conlar”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181878, (18.12.2009). 
272 Osman Metin Öztürk, (2005): “ABD, Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Yorum Dergisi, Sayı: 3, s. 6. 
273 http://www.iraqwatch.org/government/US/WH/us-wh-rice-wp_oped-080703.htm, (25.12.2009). 
274 Fevzi Uslubaş, (2005): İmparatorlukların Bataklığı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul: s.221. 
275 Altuğ Günal, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, http://eab.ege.edu.tr/pdf/4/C4-S1-2-M15.pdf, (30.12.2009).
276 http://www.aei.org/speech/16197, (25.12.2009). 
277 Hatem Cabbarlı, “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi: Kavramı, Anlamı, Amacı ve Türkiye’ye 
Yansımaları”, http://www.azsam.org/modules.php?name=News&file=print&sid=156#_ftn7, 
(30.12.2009).
278 Altuğ Günal, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, http://eab.ege.edu.tr/pdf/4/C4-S1-2-M15.pdf, 
(30.12.2009).
279Konuşmanın tam metni için bk. http://www.ned.org/events/anniversary/20thAniv-Bush.html, 
(18.12.2009).
280Konuşmanın tamamı için bk. http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/01.20.04.html, 
(25.12.2009).
281 NATO Zirvesi’ndeki gelişmeler için bk. 
http://www.nato.int/docu/review/2005/issue4/turkish/art1.html (18.12.2009). Ayrıca bk. Uslubaş, 
2005: 221-222. 
282 http://www.americanprogress.org/kf/middleeastreport.pdf, (30.12.2009). 
283Mustafa Şen, (2008), “Büyük Ortadoğu ve ABD’nin Söylemleri”, 
http://www.stratejikboyut.com/haber/buyuk-ortadogu-ve-abdnin-soylemleri--28360.html, 
(25.12.2009).
284 Serkan Çelik, Anıl Gürtuna, (2005): Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye’ye Etkileri, Global Strateji 
Enstitüsü Yayınları, Ankara: s.17. 
285 Dilek, 2006: 13. 
286 Çelik, Gürtuna, 2005: 65. 
287 Çelik, Gürtuna, 2005: 66. 
288 Cenap Çakmak, (2008), “Bush’un Dış Politikası ve Büyük Ortadoğu Projesi”, 
http://www.bilgesam.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=162:bushun-dpolitikas-ve-bueyuek-ortadou-projesi&catid=98:analizler-abd&Iltemid=135, (30.12.2009). 
289 Serhat Erkmen, (2004): “ABD, Büyük Ortadoğu ve Türkiye”, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt:5, Sayı:52, s.17. 
290 www.belgenet.com/2004/sezer_140404.html (07.02.2008). 
291 Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Harp Akademileri Komutanlığındaki Yıllık Değerlendirme Konuşması, 
http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_7_Konusmalar/2005/yıllık degerlendirme_200405.html, (25.12.2009).
292Emre Kongar, (2004), “ABD Ilımlı İslam ve Türkiye”, 
http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/425_ABD_Ilimli_Islam_ve_Turkiye.php, (25.12.2009). 
293 Çağrı Erhan, (2005): “ABD ile Nereye”, Panorama Dergisi, Sayı:9, s.4. 
294 Çelik, Gürtuna, 2005: 55, İstanbul’daki NATO Zirvesinin ayrıntıları için; http://www.nato.int/docu/review/2005/issue4/turkish/art1.html (18.12.2009). 


3.Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK ( TIKLAYINIZ  )