27 Mart 2015 Cuma

Terör Terördür,



Terör Terördür,




01.08.2005/Sayı:87
Yekta Güngör Özden

Hangi nedenle, hangi amaçla olursa olsun en ağır insanlık suçu terörü hiçbir ayrım yapmadan kınamada ve önlemde birleşilmezse terör durdurulamaz, daha nice acılar çekilir. Yıkma ve yok etme saldırısı olarak büyük yitiklere neden olan terörün siyasal (bağımsızlık, milliyetçilik) gerekçeleriyle başlayıp kökten dinci karşıtlıklara değin uzayıp yayılması çağımızın en tehlikeli hastalığı olarak görülmektedir. Ulusal boyuttan uluslar arası boyuta geçen, tüm dünyayı tehdit eden azgınlık, çılgınlık, vahşet eylemleri dayatmayla, zorla sonuç almak için korkutmadan öldürmeye her yola başvurmaktadır, her aracı kullanmaktadır. Ülkemizin çektiklerini gülerek izleyen yabancı, özellikle sözde dost ülkeler kendi başlarına gelince feryada başlamışlardır. Türkiye’de olursa onaylarcasına sessiz kalanlar, kendileri karşılaşınca hukuku bile dışlamayı düşünecek ölçüde sertleşmişlerdir. Irkçı terör, ayrı devlet kurma amacıyla yabancıların kuklası ve maşası olarak otuz binden fazla yurttaşımızı kıymıştır. Kökten dinci terör, aydınlarımız başta olmak üzere bağnazlıklarına kapılıp nice yurttaşımızı aramızdan almıştır. Dinsel sömürü, iktidara taşıyan en iyi araç sayıldığından kökten dinci terörü tırmandıran saplantıların, aykırılık ve sakıncaların üstüne gereğince gidilmemiş, tersine özellikle iktidar gücüyle onları yüreklendiren ve şımartan söylemlerle işlemlere ağırlık verilmiş, kadrolaşma hızlanmış ve yayılmıştır. Terörü öncelikle kafalarda bitirmek, kullanma ve yararlanma düşüncesinden vazgeçmek gerekir. “Sizin-bizim, yararlı-yararsız, yerli-yabancı, dinci-ırkçı, bağımsızlıkçı-yıkıcı vs.” ayrımı, teröre destek vermekle birdir. Temmuz ayının sonlarına yaklaşılınca Mısır’da Şarm-el Şeyh’te, Irak’ta her yerde yüzlerce kişiye kıyan terörün nerde, nasıl, ne zaman duracağı bilinmemektedir. Güneydoğu’da mayınlar, uzak namlulu silahlarla hemen hemen her gün şehitlerimizin acısıyla aileleri, hepimizi sarsan terör, etkin önlemler alınmadıkça, özellikle özgürlük ve inanç sömürüsü durmadıkça hız kesmeyecektir.

İçimizdeki sapkın ayrılıkçılar AB’ne güvenerek bayrak yakmakta, polis ve karakol taşlamakta, Apo’nun resimlerini taşıyıp sloganlar atmakta, ABD’de bağımsız bir devlet varmış gibi topu Irak yönetimine atmakta, onlar da savunma ve önleme amaçlı sınırdışı operasyonu müdahale sayarak istememektedirler. Böylece PKK yine kollanıp korunmuş olmaktadır.

İkinci Sevr için yanıp tutuşan, Lozan’ı geçersiz kılmak için her yola başvuran, AB üyeliği bahanesiyle olmadık koşulları getiren Avrupalıların sergilediği tutarsızlık gerçekçi ve içtenlikli olmadıklarını göstermektedir. Lozan Barış Antlaşması’nın 82. yıldönümünde Lozan’da toplanan Türklerin çağrısı onları uyandırmalıdır. İktidarın ilgisizliği, tepkisizliği ve sessizliği Türkiye’yi yansıtmamaktadır. Türkiye halkı büyük çoğunluğuyla Lozan’ı onuru bilerek korumaya and içmiştir.

Yunanistan’ın dostluk kıpırdanışları arasında onlarca F-16 ile yüzlerce tank almaya girişmesinin gereksizliğiyle Lozan uyarınca silahsızlandırması gereken adaları silah deposuna çevirmesi üzerinde durulmalıdır.

Genelkurmay İkinci Başkanı’nın 19 Temmuz konuşmasıyla nazik biçimde ABD’ni uyarması ve yanıtlaması, 1. Ordu Komutanı’nın 24 Temmuz konuşması dostlarımızın Türkiye için bir kez düşünmelerine yardımcı olmalıdır. Apo, İmralı’da konukluğunu en iyi koşullarda sürdürürken örgütiçi savaş da tepkiler almaktadır. Başka bir ülkede böyle bir durum olacağını sanmıyoruz.

Terör belâsı

Güvenlik güçlerimize karşı saldırılara son olarak Kuşadası’ndaki patlama eklendi. Bölücülerin, kökten dincilerin kendilerini duyurmak için izledikleri ve işledikleri kötülüklerin sonu yoktur. Usdışı girişimlerinin hepsini haklı, karşıdakileri hep haksız görürler. Birbirleriyle dayanışma içinde Türkiye’yi çökertmek ve yıkmak, kendi amaçlarına ulaşmak için her yolu, her yöntemi geçerli sayarlar. Namus, onur, kişilik, insanlık gibi hiçbir kaygıları yoktur. Kaç kez söyleyip yazdık: Ne istediler, ne olmadılar? Son aylarda yayımlanan, daha önceki yazılarımızda katılmadığımızı belirtip eleştirdiğimiz o bildirilerin altında adları, yanlarında sıfatları olanlar nerede yetiştiler, bu durumları nerde kazandılar? Çoğunun durumu, çoğumuzun durumundan iyi. Büyük illerde, büyük olanaklar, büyük yerler ve işler onların. Dayanışmaları güçlü. Demokratik hak ve özgürlükleri kötüye kullanıp siyasal açılımlarla Türkiye’yi bölüp ayrı devlet kurmaktan başka amaçları yok. Milletvekilliği, Belediye Başkanlığı, meslek kuruluşu ve demokratik kitle örgütü yöneticiliği, başka görevler hep geleceğe yatırım, geçiş, atlama için. Hepsi hazırlık. Kimi aydın geçinenler de bu oyunlara kanıyor. Kimileri de PKK eylemlerini, oyunlarını içlerindeymiş, yanlarındaymış gibi (sözde tahmin) yazıyor. Böyle içli dışlılık kimin kimden yana ve kimin nesi olduğunu göstermiyor mu? Apo’nun durumu “Devlet yok mu?” dedirtiyor. AB korkusu, ABD telâşı, bir Apo için binleri yitirtiyor.

İkide bir birleşmekten söz edenler kendi tutumlarının ayırdında değil. Ayrımcılık yapanlar, herkese egemen, herkesi yönetmeye kalkışanlar ilerici kesimin dağınıklığından sorumludur. Kavgacı, kıskanç, makam ve unvan düşkünleri, seçim ve liste oyuncuları, yıllanmış ve köhnemişler gençlere yer vermedikçe, yenileşmeye karşı çıktıkça sonuç alınamaz. İlerici geçinenler, gerici-bağnaz-yobaz-dönek-ajan-çıkarcı-bölücü-yıkıcı-hain dayanışmasına bakıp utanmalıdır. Kürtçülere destek verenler Apo’yu kapsayacak bir af peşinde koşuyor. İktidar, işsizliği ve terörü seyrediyor. Varsa yoksa sıkmabaş, imam hatip, kaçak kurslar, özelleştirme, AB ödünleri, Kıbrıs’ın devri, Ege gevşemesi. Başka şeyler umurlarında değil. AB’nin yeni üyeleri arasında Güney Kıbrıs’ı da içerecek protokol imzalandıktan sonra deklarasyon kimi etkileyecek? “Terör üzerinden siyaset yapmayın” diyen Başbakan terör için neler yapıldığını anlatmalıdır. Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü’ne yokluğunda uygulanan işlemler nedir? Terörün üniversitelere kadar uzaması kimlerin işine yarar? Halkın değişik sorunlar içindeki durgunluğu iktidarı mutlu etmektedir. Ama derinden derine bireysel yakınmalar yayılmaktadır. Beklentiler, umutlar, kimi söz vermelerle kimilerini etkisiz, sessiz, seyirci durumuna düşürmek genelde tepkileri önlemek sayılamaz. Demokratik haklarını kullanarak uygar yöntemlerle tepkilerini açıklayanlar, kötü gidişlere değinenler iktidarı da değiştirebilirler. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın “Dinsel kirlilik” uyarısı boşuna olmasa gerek. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an kurslarının denetiminden Millî Eğitim Bakanlığı’nın el çekmesi, gazetelere yansıyan kimi imam olaylarıyla birleşince yarınlarda nelerle karşılaşacağımızı kestirmek güç değildir.

Aymazlıklar

İnönü Vakfı ile Türk Hukuk Kurumu’nun “Günümüzde Lozan” konulu ortak etkinliği 23 Temmuz günü Türk Hukuk Kurumu Muammer Aksoy Salonu’nda gerçekleşti. Kurum Başkanı’nın açış konuşmasından sonra öğretim üyeleri görüşlerini açıkladılar. İlerici bilinen yayın organları bile tek sözcükle duyurmadı. Gösteriş, kendinden söz ettirme, birlikte davrananlar varken başkalarına değinmeme çabası güç kırıcı oluyor. Yazık. Bu arada seksen yıl önceki, güçlü tarihsel belgelerle Mustafa Kemal Atatürk kaynaklı kanıtlara karşın, suçluları aklama girişimleri ortaya çıktı. Basit, çocukça kurgularla, sözle mantık geliştirmeleriyle durumları tersine çevirip tarihi yeniden yazmanın hiçbir anlamı yoktur. Kurtuluş Savaşı önderlerinin idam cezalarını onayan, düşmanla işbirliği yapan, Sevr’i ayakta kabul eden, düşmana sığınan kimsenin hain olması için başka neden aranmaz. Kaldı ki TBMM kararıyla bu sıfat ona verilmiştir. İnsan, bu sakat görüşleri gündeme getirenleri durumları ve konumları nedeniyle kendileri için uygun görüyorsa da, bunları milletvekilliği, bakanlık verildiği için yerinde bulup destekleyenlere daha çok üzülüyor. Ülke, ulus, devlet, ilke mi önemli, bir parti lideri mi? Liderinin yanlışlarına yanlış diyemeyen siyasetçilerden ülkeye ne yarar beklenir? Tapma biçimi bağımlılık insanlara yakışmıyor. Yozlaşma açık.

“Halk ya kanıksadı, bıktı ya da gücü kalmadı. Tepkisizlik demokratik yaşamın karanlığıdır” diyorlar. Kimilerinin 2007 beklentisiyle iktidara destek verdiğini, kadrolaşmadan dış ilişkilere kadar bozukluklarda yüreklendirdiğini anlatıyorlar. Adı geçen kişilere, konumlarına, durumlarına, tutumlarına, söylentilere önem vermediğimden dudak büküp geçiyorum. Kimlerin ne olduğunu, ne olabileceğini biliyor ya da kestirebiliyoruz. Seçimlerin nasıl yapıldığını, oyların ne amaçla nasıl kullanıldığını, nelerin umulup nelerin göz ardı edildiğini duyuyor, anlıyoruz. Kimi suskunluk, pısırıklık, tepkisizlik ve ilgisizliğin kimi beklentiler nedeniyle olduğu seziliyor. Kötülüklerin dayanağı ve sorumlusu bir değildir. Zaman her şeyi gösterir, yeter ki zamanımız olsun.

Önceleri Kemalizm’e karşı çıkanlar, Atatürkçülere iftira edenler, Kürtçülüğü kışkırtıp teröristlerle görüşenler, Lozan karşıtları kimileri şimdilerde Atatürkçü kesildiler. Bu bir gelişme ise, yine dönmeyeceklerse mutluluk verir. Başkalarına da örnek olmalarını dileriz. Şamata ve şanla reklam çabası ilkeleri, kurumlara zarar verir.

Vahdettin konusundaki görüşlerimi özetle GÖZCÜ gazetesinde belirttim. 22, 23 ve 24 Temmuz günlerinde yayımlandı. Atatürk’ün Büyük Söylevi’yle gerçekçi tarihçilerin kitaplarında her şey ayrıntılarıyla değerlendirilmiş. Mustafa Kemal’le arkadaşlarını, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, lâik Cumhuriyet’i, devrimleri kötülemek için ne yapacaklarını şaşıranlar tarihi karalıyorlar. Vahdettin’in giderken götürdükleri, Avrupa’da geçimlerini sağlayan altınlar vs. yetmiyormuş gibi hain olmak için Hazine’yi tümüyle taşımaları mı aranıyor? Soygun olmadan, hırsızlık olmadan hainlik olmuyor mu? Dünyanın uzak köşelerinde okullar açan tarikatçı övülüyor. Hiçbir yabancı dil bilmeyen birisi ülkelerin kuralarına uyularak açılan okulları ilkokulu bitirdiği kuşkulu bir adam nasıl yönetecek? Alım-satım, kiralama, araç-gereç, öğretmen ve görevlilerle ilişkileri nasıl düzenleyecek? Bunların arkasında kim ya da kimler var? Asıl amaç ne? Neye yarıyor, sonuç ne oluyor? Daha nice sorular sorulabilir. Tarikat liderini yurt dışında kimler, nasıl besliyor, konuk ediyor? Güvenliğini sağlıyor? Değirmenin suyu nerden geliyor? Okullarında nasıl eğitim veriliyor? Bunları dış görünümlere ve kendisine anlatılanlara bakarak övgüyle karşılayan Ecevit acaba seçim listelerinde o tarikattan kaç kişiye yer verdi, bir şeyler karşılığında adaylıklar oldu mu? Bunları zamanla öğreneceğiz.

Terör biter mi?

Terörü insanlık dışı sayan bir anlayışı benimsetecek eğitim verilmedikçe, inancın terörle asla bağdaşmayacağı özümsenmedikçe terör bitmez. Özellikle Türkiye’de en büyük terör kaynağının irtica olduğu bilinmedikçe terör durdurulmaz. Siyasetteki ayaklarıyla, medyadaki parmaklarıyla, ticaretteki kaynaklarıyla, dışarıdaki dayanaklarıyla,yaygın tarikatlarıyla, Hizbullah-Hizbüttahrir, İBDA-C gibi barikatlarıyla, halkı aldatan şirketleriyle irtica tam bir terördür. İrtica önlenmeden terör önlenmez. Lâikliğe, Atatürkçülüğe düşman gözüyle bakan kadrolarıyla, hesapsız, denetimsiz olanaklarıyla, pazarlamacı, satıcı tutumuyla, hukuku dışlayan aykırılıklarıyla irtica terör aygıtına dönüşmüştür. Anlayışı ve tutumu “mâlûm”ların yönetiminde terör birimi olsa ne olur, olmasa ne olur. Kaldı ki iktidar, Genelkurmay İkinci Başkanı’nın önerdiği birimi gereksiz bulmuş, işbirliğinin yeterli olduğunu açıklamıştır. Genelkurmay’ın yapısını bile bile Başbakanlıkta birim oluşturulması önerisi de kanımızca yanlıştır. İrtica konusunda bir şey yapılabilir miydi bu adamlarla?

Sağlık ve yiyecekler konusunda Diyanet İşleri’nin görüşleri fetva dönemine dönüş niteliğinde. Sağlık, Tarım ve Orman Bakanlıkları ilgisiz.

Temmuz bitiyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutan Meydan savaşı ile taçlandığı ağustos ayına giriyoruz. Bağımsızlığımızı tattıran, Cumhuriyet’i kazandıran utku (zafer) ayı. Yeterince değerini bildiğimiz kanısında değilim. Söylevler, iletilerle yıldönümü geçiştirilirse şaşırılmasın. Gümrük Birliği Genişleme Protokolü, AB yılışmaları, özelleştirme ile yabancılara verilen önemli kuruluşlar yanında halka inemeyen, birbiriyle hattâ kendisiyle kavgalı sözde aydınlar, gösterişçi, reklamcı sözde kitle örgütleri. Eğitim, yargı, sağlık, siyaset giderek göçüyormuş, çöküyormuş kimlerin umurunda? Kendine güvenmeyen hiç kimseye güvenmesin. Türkiye kendi gücüyle sıkıntıları aşacaktır. Lâf ebeleri, slogancı, şarlatan ve amigolar unutulacaklardır. Hikmet Uluğbay ile Zekeriya Temizel’in partilerinden istifalarını anlamlı, önemli ve değerli buluyorum. Demokrasi bu tür soylu davranışlarla gerçek ve temiz olacaktır. Kendilerini kutluyorum. Bu arada kimi köşe yazarlarını haince yazıları nedeniyle kınıyorum.

http://www.turksolu.com.tr/87/ozgun87.htm

.

Türkiye de Siyasallaşan Ekonomik derinlik ve Telekom Dosyası



Türkiye de Siyasallaşan Ekonomik derinlik ve Telekom Dosyası





Tamer Abuşoğlu
18.07.2005/Sayı:86

Ekonomik gidişatı genel politikanın yörüngesi dışında düşünmek ya da genel politikanın yürüme yolu ile ekonominin akışkanlığını birbirinden temelli ve kesin çizgilerle ayırmak mümkün gözükmüyor. Ekonomik alt yapıdakilerin siyasi üst yapıyı belirlemesi esası, politikayı ekonomi ile birlikte değerlendirme zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Bu anlamda ekonomi giderek siyasallaşıyor, siyaset çuvalladıkça ise bu gidişatın doğal sonucu olarak ekonomi dibe vuruyor.

IMF ve Dünya Bankası denetimindeki Türk ekonomisi kamusal alanda çözülüyor. İşbirlikçi hükümetler 80 yıllık milli devletin ve Cumhuriyet’in en temel kazanımlarını özelleştirme adı altında adeta yağmalama yarışında birbirleriyle rekabet ediyor. Çağı yakalamak ve uygar dünyaya ayak uydurmak adına, devleti ekonomiden soyutlayarak “ne pahasına olursa olsun özelleştirme” anlayışıyla milli devletin sırtındaki hançer yarası giderek öldürücü bir hal alıyor. Gelişmiş ülkelerin pazar ve piyasa kurucusu International Monatery Fund’un Türk ekonomisinin yeniden yapılandırılması konusunda dayattığı reformlarla OECD’nin “Analitik Databank” verileri birbirleriyle tezat teşkil ediyor. Türkiye’nin 80 yılda elde ettiği kamu sektörüne ait bütün kazanımlarının özelleştirilmesini isteyenlerin kendi ülkelerindeki ekonomik sistem içindeki devletin payı İsveç’te %58, Fransa’da %53, Almanya’da %53, Belçika’da %50, İsviçre’de %49,5, İtalya’da %48,5, Hollanda’da %47, Norveç’te %47, Kanada’da %41, İngiltere’de %41, Japonya’da %39, ABD’de %32 iken, Türkiye’de %24. Bu tabloya bakıldığında Batı emperyalizminin hedefinde, ekonomisi çökertilmiş bir Türkiye’nin istikbalde politik çullanışa hazır hale getirilmesi esasına dayanan bir anlayışı vardır.

Özelleştirmeyi inadına savunmak ve kutsal bir vazifeyi yerine getirmek istercesine bu kural tanımaz yağmacılığın yerine, zarar ettiği varsayılan KİT’ler için özerk hale getirme politikası işlettirilemedi. Özelleştirme yüksek kurulu devletin ve ulusun yüksek menfaatlerini esas alan ve bütün dünyada benzer örgütlerin çalışma yöntemleriyle Türkiye’nin jeopolitiğini tartarak yapması gerekenlerin aksine, tamamen siyasal iktidarların iradesinde dışardan dayatılan emir ve direktiflere göre 80 yıllık Cumhuriyet’in manevi mirasını yağmalattı. Bu çağdışı talan ve yağma politikası, devletin ekonomiden elini çekerek KİT’lerin devletin sırtında yarattığı kamburun kaldırılması adına hayırla yad edilerek, Türkiye koşullarının yarattığı tarihin bu en hızlı yağması meşru temele oturtuldu.

Meksika, Telekom’u özelleştirilirken her abone 3 bin dolar üzerinden hesaplanmıştır. Türk Telekom 19 milyonu aşan abonesiyle 60 milyar dolar sınırında bir değere sahiptir. 12,5 milyar dolarlık pasif kaynakların bedeline, 9,3 milyar dolarlık öz kaynakların bedelini ekleyerek Türk Telekom’un gerçek değerine ulaşabiliriz.

Özelleştirme hamlesi başladığından bu yana ulusal güvenliğimizi tehdit edecek, ya da güvenlik riski oluşturacak alanlarda yapılacak özelleştirmenin koşullarının üretilmesi konusunda ince düşünmek zorunluluğu her zaman tartışıldı. IMF’nin verdiği kredilere ek olarak Telekom’un % 99’unun özelleştirilmesini talep etmesi, “IMF İcra Direktörleri Kurulu”nun Telekom yasasının çıkartılması konusu 2000’li yıllarda mevcut hükümetlerden isteklerinin başında geliyordu. Oysa ki emperyalist Batı kendi Telekom’unu elinde tutuyor, Fransa ve Almanya gibi ülkeler kendi telekomlarına ait hisselerin ancak %2’lik sembolik bir bölümünü birbirine devrediyor, kendi telekomlarına ait tekelin ellerinde kalması için birlikte hareket ediyordu. Ancak aynı ülkeler 3. Dünya ülkelerinin Telekomlarını ucuza kapatmak ve haberleşme tekelinde inisiyatif güç olmak için şeytanla işbirliği yapmaya devam ediyor.

Ve sonunda olan oldu. Türk Telekom’un %55’lik hissesi, Lübnan eski Devlet Başkanı Refik Hariri’nin kurucusu olduğu Oger Telekom, Suudilerin sahibi olduğu Suudi Telekom, bir İtalyan şirketi olan Telecom İtalia’nın yer aldığı konsorsiyuma 6 milyar 550 milyon dolara satıldı. Türk özelleştirme tarihinin en yüksek rakamını yakalamış olmanın cuşu huruşa getirdiği hükümetle, ne hikmettir alıcı kuruluş aynı sevinç tablosunun içinde benzer görüntüler sergilemekten uzak durmuyor. Dünya ticaret tarihinde alıcının ve satıcının aynı dozda sevindiği bir alışveriş görülmemiştir. Ne yazık bu gariplik de Türkiye’ye nasip olmuştur.

Bu satışla birlikte Türkiye’nin iç ve dış güvenliği riske edilmiştir. Söz konusu konsorsiyum yönetimi ele geçirdiğinde, kuruluşun bütün olanaklarını kontrol etme şansını yakalayacak. Uydu haberleşme sistemi tamamen yabancıların kontrolüne bırakılacağı için Telekom, Türkiye’nin içerden kuşatılması demek olacaktır. Türkiye’nin bütün muhaberesini dinleme olanağı bulacak olan yabancılar, ülke içi telekulak vazifesini üstlenecek, bu yolla elde edilen bütün istihbarat diğer ülkelerin istifadesine sunulacaktır. Bir dönem sonra Türkiye’nin gizliliği denen bir şey kalmayacak. Bunun meali ise muhaberesi olmayanın muharebe kabiliyetinin olamayacağı gerçeğine tekamül edeceğidir.

Bu satışta yol pahasına satılan Türk Telekom 19 milyonu aşan abonesi, 3,5 katrilyon TL sermayesi, 9 katrilyon TL cirosu ile dünyanın en büyük ve en karlı kuruluşlarından biridir. İki yıllık net karı 4,8 milyar dolar olan Türk Telekom neredeyse 2.5 yıllık karı karşılığı bedavaya getirilerek adeta bir peşkeş operasyonuyla elden çıkarıldı. 1 milyar 310 milyon dolar peşinatla Telekom’u satın alan konsorsiyum kalan borcu 5 yılda ve 5 taksitle ödeyecek. Bir yıl sonra Telekom’un yıllık 2.4 milyar dolar olan kazancından hem taksit ödeyip, hem de verdikleri peşinatı geri alacaklar. Bütün bu cazip geri ödeme planına bir de Lübnanlı ortakların Ermeni diasporasıyla olan ilişkileri eklendiğinde, Türkiye’nin baltayı nasıl dizine vurduğunu hesaplayalım.

Pis kokuların yükseldiği Türk Telekom’un devriyle ilgili olarak siyaset kulislerindeki sorular birbirini izliyor. Başbakan’ın Lübnan gibi küçük bir ülkede 3 gün boyunca neler yaptığı, bu ülkede ihaleyi kazanan Oger firmasının yetkilileriyle gizli ve özel bir görüşme yapıp yapmadığı, ihaleye girecek bir firmanın yetkilileriyle ilgili ülkenin başbakanının görüşmesinin etik olup olmadığı, gazetelere yansıyan ve cevap bekleyen sorular.

Bir diğer iddia MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural’a ait. Türk Telekom özelleştirilmesinin yapıldığı günden bir gün önce, gece yarısı yapılan bir operasyonla Almanya ve İngiltere’de on milyarlarca dolara ihale edilen 3. nesil mobil telefon sistemi (CDMA) frekans bandı imtiyazı, bedelsiz olarak özelleştirilecek Türk Telekom’a dolayısıyla yeni alıcıya tahsis edildi. 20 bin çalışanın işine son verilmesi halinde, maliyet yılda 500 milyon dolar azaltılmış olacak. Türk Telekom’un son iki yıllık net karı 4.8 milyar dolar, pasif kaynakların bedeli 12.5 milyar dolar ve özkaynakların değeri ise 9.3 milyar dolardır. AKP Türk Telekom’un özelleştirilmesi operasyonunu hukuk dışı olarak müdahale etmiştir.

Bütün bu acı gelişmeler bir oldu-bittiye getirilmeden satış tamamen iptal edilebilir. Bu yolla ülkenin iç ve dış güvenliği düşman güçlerin insafına terk edilmekten alıkonulabilir. İhale sonuçları Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından önce Rekabet Kurumu’nun görüşüne sunulacak. Bundan sonra İhale Komisyonu tarafından verilecek kararla Bakanlar Kurulu’na sunulacak. İmzalanacak hisse sözleşmesi çerçevesinde imtiyaz sözleşmesi Danıştay’a gönderilecek ve sonrasında ise söz konusu konsorsiyumla hisse satış ve devir sözleşmesi imzalanacak. Sözleşme 21 yıl süreyle geçerli olacak. Bu prosedür devam ederken, “sahipsiz vatanın batması haktır / sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır” diyen anlayışına sadık, temiz süt emmiş bir vatan evladı masaya yumruğunu vuracak mı?

Hiç bir sonuç nedensiz değildir. Her şey neden sonuç ilişkisinde kilitlidir. Necip Hablemitoğlu’nun şehadetinden, Türk aydınlarına çağının ışık saçan Muammer Aksoylarına, batık bankalara 47 milyar dolar para kaptıranların, Seydişehir Alimünyum A.Ş’ye 305 milyon dolar değer biçecek kadar akıldışı özelleştirme çılgınlığını Türk Telekom’un kapısına kadar dayandırmasının, Kürt Tealicilerle, EOKA’cı Rumların, Taşnakçı Ermenilerle, Yeni Bizansçı Yunanlıların eylemlerindeki zeminin eşzamanlı oluşu, AB ve ABD tiyatrosunun gerektirdiği düzenek içindedir. IMF’nin baş koşul olarak ortaya koyduğu Türk Telekom’un özelleştirilmesi ve zaman zaman Türkiye’yi geren açıklama ve dayatmaları IMF içinde % 30 ağırlık sahibi olan ABD’nin tepkisiyle eşzamanlıdır ve tamamen siyasaldır.

1. Tezkerenin yarattığı krizle ABD, Türkiye’yi bölge politikasının dışına iterek adeta izole edilmesine neden olmuştur. Şimdilerde Haririlerin ve Ermeni Diasporasının Türk Telekom’a hakim olmasıyla, Türk devletinin yatak odasına ait bütün mahremiyet CIA ve Pentagonun ellerinde demek olacaktır. Türk Telekom’u satanlar, ülkenin geleceğini de satmıştır. Tarihin kurduğu dar ağaçları vatana ihanetin lekesini yağlı ilmeklerin adaletiyle temizleyecektir.

http://www.turksolu.com.tr/86/abusoglu86.htm

.



Telekom'u kim özelleştirdi?



Telekom'u kim özelleştirdi?





Cihan Dura
18.07.2005/Sayı:86


IMF emrediyor, Hükümet satıyor Fiyat sevindirici… 
Memleket için hayırlı olsun…
Piyasa canlanacak…
Keşke geç kalınmasaydı…
İnşallah devamı da gelir… 
Ne var ne yok hepsi satılsın.
İş adamlarımız,

Bu yazıda TELEKOM’un satılmasının gerçek anlamını, TELEKOM’u aslında kimin özelleştirmiş olduğunu, dedüksiyon yöntemiyle belirlemeye çalıştım. Yani doğruluğu açık olan genel önermeleri somut bir olguya, TELEKOM özelleştirmesine uyguladım.

Özelleştirme: Neoliberalizmin gereği

1) Özelleştirme şöyle tanımlanabilir: Kamu varlıklarının özel sektöre en büyük boyutlarda devredilmesi. Dünya Bankası’nın 1992’de yayınladığı verilere göre 1980’den beri az gelişmiş ülkelerde 2000’den fazla, tüm dünyada ise 6800 KİT özelleştirilmiştir. Günümüzde bu rakamların, en azından bir kat daha arttığı tahmin edilebilir. Böylece ulusal varlıkların çoğu, özellikle en değerli ve en iyi durumda olanları Batıya aktarıldı; ulus-ötesi şirketlerin, bunların yerel ortakla-rının eline geçti.

Servetle iktidar birlikte gider. Yeni Liberalizmin darbeleriyle, ulus devletler kamu çıkarını koruma ve ilerletme yeteneklerini yitirmekte. İktidar uzaklarda ve daha az sorumlu bir konumdaki, Dünya Bankası ve IMF gibi, ulus ötesi devletimsi mekanizmalarla iş çevreleri ittifakının eline geçmiş bulunuyor. Özelleştirme, Batının, ulus devletleri çökertmek için kullandığı yeni silahlardan biridir.

Demek ki TELEKOM’un satışı demek, bir kamu varlığının, hem de “en değerli ve en iyi durumda bulunan” bir kamusal servetin, özel sektöre devredilmesi demektir. TELEKOM’un satışı kime yaradı? Türkiye Cumhuriyeti devletine mi, Türk halkına mı? Hayır! Batıya ulus-ötesi bir şirkete yaradı. Bir ulusal varlığımız daha, TELEKOM Batıya aktarıldı. Ulus-ötesi bir şirketin eline geçti.

Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri artık kamu çıkarını koruma ve ilerletme yeteneğini yitirmiş bulunuyor. TELEKOM’un satışı bunun en son örneğidir. Artık Türkiye’de iktidar Dünya Bankası’nın, IMF’nin, ulus-ötesi devletimsi mekanizmalarla iş çevrelerinin eline geçmiş bulunuyor. TELEKOM’un özelleştirilmesinin anlamı nedir? Batının bir silahını Türkiye’ye karşı bir kez daha kullanmasıdır. Ulus-devletimizi çökertme hedefini gerçekleştirme yönünde kazandığı yeni bir başarıdır.

2) Özelleştirmenin Dr. Frankeştayn’ı Amerika Birleşik Devletleri’dir. Özelleştirme ise, bu devletin ulusal doktrininin, Neoliberalizm’in can damarıdır. Liberalizmi “Neoliberalizm” adıyla hortlatıp dünyanın başına yeniden bela eden Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1980’li yıllar boyunca Washington’daki Reagan ve Bush yönetimleri, Dünya Bankası’nı, dünya ülkelerini özelleştirmeye zorlamakla görevlendirmiştir. Bankanın merkezi Washington’dadır, en büyük hissedarı ABD’dir; başkanını da ABD belirler.

Bu gerçeklerin anlamı ne TELEKOM bağlamında? Anlamı şu: Frankeştayn bir kez daha pençesini Türkiye’ye uzatıp gereğini yaptırmıştır. Neoliberalizm yaşamak için kana ihtiyaç duyar. Bu kan da özelleştirmeyle sağlanır. TELEKOM’un satışıyla yapılan budur. Washington’daki Bush yönetimi Dünya Bankası’na abandı, o da Tayyip hükümetine yüklendi. Sonuç alınmış oldu. Peki, kime hizmet etti bu satışı yapan? Türk halkına mı? Hayır, ABD’ye hizmet etti, onu yöneten oligarşiye, para babalarına hizmet etti. Onlara, bir kupa içinde, çürümüş vücutlarının ihtiyaç duyduğu kanı sundu.

En büyük satış!!!Bir çete, bir enstitü ve bir vakıf

1) Liberalizm 1970’lerin ortalarına kadar, unutulmuş bir akımdı. Dünyada ön planda olan, sosyal devlet anlayışıydı. Derken, liberalizm ve bireycilik yeniden hortladı. Yeni ideolojinin akademik ekseni; Friedrich Von Hayek şefliğinde, Milton Friedman’ın neo-liberal vaazlarını verdikleri Chicago Üniversitesi’ydi. Daha sonraki 12 yıl boyunca Chicago Çetesi bütün ABD’yi etkisi altına aldı, ardından da dünyayı… General Evren’in 12 Eylül 1980 darbesi, Özal hükümeti ve ABD’den ithal “prens”lerle Türki-ye’ye de nüfuz etti.

Neoliberalizmin temel savları şunlardır: Serbest piyasa insanların yararına işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, küresel kapitalizmin önündeki en ciddî engeldir. Devlet, özelleştirme yoluyla küçültülmeli ve etkisizleştirilmelidir. Bu bir rekor!!!

Şimdi bu gerçekler ışığında düşünelim: Demek ki TELEKOM’un satışı Şikago Çetesi’nin, daha doğrusu bugün toprak olmuş olan Friedrich Von Hayek’in zaferidir. Tilmizi Milton Friedman, bu Yahudi iktisatçının mezarı önünde bir şampanya patlatabilir. Bizim emekli generalimize de bir kutlama telgrafı çekebilir. TELEKOM’un satışıyla bu iki Amerikalının istediği yerine getirilmiştir: Onlar Türkiye Cumhuriyeti Devlet’inin denetim gücünü ve kamu sektörünü küresel kapitalizmin önünde bir engel olarak görüyorlardı. Bu “engel” bir darbe daha yediği için mutlu oldular. Kuşkusuz. TELEKOM’un özelleştirilmesiyle, T.C. Devleti Şikago Çetesi’nin buyruklarına uygun olarak, biraz daha küçültülmüş, biraz daha etkisizleştirilmiş oldu.

2) Özelleştirme salgınının dünyaya yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında, 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü (Adam Smith Institute) gelir. Başkanı Madsen Pirie tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıdır. Bütün hayatını özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmiştir. Şöyle demektedir: “Özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir.”

Üzerinde düşünme sırası bu gerçeklere gelince, “Adam Smith Enstitüsü nire, Türkiye nire” diyecek oldum ama diyemedim. Adamlar bizim gibi değiller; çalışıyorlar, uzakları yakın etmesini biliyorlar. Bunun üzerine merak ettim, enstitünün “fanatik ve militan” başkanını, “Madsen Pirie” adını aradım Internette. Kişisel sayfası, orada da bir fotoğrafı çıktı karşıma. Beyaz binaları kucaklamış yemyeşil bir koruluğu arkasına almış, beyaz gömlekli, papyon kıravatlı, tipik İngiliz suratlı bir adam… Bakışlar dik, dinç görünümlü, kendinden emin, meydan okuyucu… Sanki şöyle der gibiydi bana: “Gördün mü, yine benim dediğim oldu. Sen istediğin kadar yırtın. Bu dünyada benim patronlarımın dediği olur. Ben teşkilatlanmışım. Bütün dünyada, senin ülkende de, suyun başındaki insanları elde etmişim. Kimini buralara çekerek, kimini kendi ülkesinde kalıba dökmüşüm… Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de işimi bu sayede yürütüyorum. Ben senin ülkenin ruhuna, dokularına, damarlarına nüfuz etmişim. İstediğimi, hem de senin öz yurttaşlarına işte böyle yaptırırım. İlkemi hatırlatırım sana: “Özelleştirme, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir. Sen istediğin kadar tepin, para etmeyecektir: TÜPRAŞ da benim olacak, TEKEL de, PETKİM de... Türkiye’de Türklerin dediği olmayacak, Atatürk’ün dediği olmayacaktır; Türkiye’de benim dediğim, daha doğrusu benim patronumun dediği, büyük sermayenin, elitin dediği olacaktır.”

3)Adam Smith Enstitüsü’nün ABD’deki karşılığı Miras Vakfı’dır (Heritage Foundation). Bu kurumun başkanlarından Edwin J. Feulner, eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın kamu sektörü politikasını belirlemiştir. 250 kadar tutucu bilim adamı, yazar ve eylemciye hazırlattığı bir rapor Reagan yönetiminin gündemini büyük ölçüde belirlemiş, az gelişmiş ülkeleri ekonomi politikalarını değiştirmeye zorlamak için, dış yardımların kullanılmasını önermiştir.

Burada şu demek isteniyor: Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde kendi politikalarımızı uygulatmak için, o ülkeleri, o ülkenin aydınlarını, yöneticilerini, siyasetçilerini para ile elde edelim, para ile avlayalım.

Başardılar da…

Türkiye’de eskiden böyle şeyler, en azından bu derecede olmazdı. Turgut Özal’dan beri alıştıra alıştıra devleti, hükümetleri bu hale getirdiler. Artık ne utanma, ne arlanma kaldı. Devlet ve toplum açıktan pazarlanıyor.

Halkın oylarıyla gelen, asıl dayanağı Millî İrade olması gereken politikacılar neden iktidarı ele geçirir geçirmez kendilerini Miras Vakfı’ını başkanının ya da ABD başkanlarının kucaklarına atıyor, onların her istediğini Tanrı’nın emriymiş gibi yerine getiriyorlar? Neden halkın öz malı tesisleri, örneğin TELEKOM’u Batının zenginlerine, dev şirketlerine peşkeş çekiyorlar? Bu sorunun cevabı kısmen de olsa J. Feulner’in tutucu Amerikan aydınlarına hazırlattığı raporda gizli: “Az gelişmiş ülkeleri, ekonomi politikalarını değiştirmeye zorlamak için dış yardımlar kullanılmalı.”

Demek ki TELEKOM’u sattıran ne TÜSİAD, ne Metin Kilci, ne Kemal , ne de Tayyip Erdoğan… TELEKOM’u sattıran, aslında Heritage Foundation, Edwin J. Feulner… TELEKOM’u sattıran ABD Başkanı Corc Dablyu Buş!...

Bir de ajans var

Özelleştirmenin küresel promosyonundan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir dairesi olan Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) sorumludur. USAID bir “dış yardım” örgütü olup özelleştirmenin dünyaya yayılmasında baş rolü oynamıştır. Özelleştirmenin pazarlanmasını büyük ölçüde, 1981’de bu amaçla kurulmuş olan Özel Girişim Bürosu (Özel Sektör İnisiyatifi) yürütmüştür. Özel Girişim Bürosu, Temsilciler Meclisi’nin bir raporunda “ABD’nin dış yardım programına Reagan yönetiminin bıraktığı başlıca miras” olarak nitelenmiştir.

Demek ki TELEKOM’un özelleştirilmesi bir promosyonmuş, küresel bir promosyonun (tutundurmanın) Türkiye’de gerçekleşmesiymiş. Peki kim var bu tutundurmanın arkasın-da? Kim olacak, tabii Amerika var, onun Uluslararası Kalkınma Ajansı, USAİD (United States Agency for International Development) var. Gerçek niyetlerini nasıl da parlak etiketlerle gizliyorlar: Neymiş, “yardım”mış, “uluslararası kalkınma” imiş! USAID’in Amerikan yöneticileri TELEKOM’un da satılmış olduğu haberini alınca, görevlerini yapmış olmanın mutluluğunu bir kez daha tattılar. “Her şey Amerika için” diyerek hop hop hopladılar. Tabii Özel Girişim Bürosu yetkilileri de... Bizim özelleştirmeci aslanlarımız, geçen yıl dünyasını değiştiren Reagan’ın ruhunu da şad etmiş oldular. Ya bizim ebediyete karışmış büyüklerimiz? Tabii onların da kemiklerini sızlattılar.

Türkiye’de yüzlerce sanayi tesisi, bu arada TELEKOM işte böyle elden çıktı. Sırada TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ, ERDEMİR ve diğerleri var. Neden bunlar da sırada? Çünkü USAID öyle istiyor, bizim vekillerimiz, bizim hükümetlerimiz de bunu emir sayıp kuzu kuzu yerine getiriyor. Türkiye’de -Atatürk’ün değil, yurtsever Türk aydınlarının değil, bilimsel gerçeklerin değil- Amerikan şirketlerinin hizmetkârı R. Reagan’ın, Corc Buş’un, S. Butler’in, Feulner’in direktifleri uygulanıyor. Öyleyse özelleştirmeler karşısında -asker ya da sivil- kim sus pus oturuyorsa, Reagan’ın, Corc Buş’un, S. Butler’in, Feulner’in, ulus-ötesi Amerikan şirketlerinin Türkiye üzerindeki planlarının, hedeflerinin gerçekleşmesine destek vermiş oluyor. Şimdi soruyorum: Demokrasi bu mudur? Millî irade böyle mi tecelli eder? Özelleştirmede halk nerede? Ulusal egemenlik nerede? Özelleştirme topyekûn silahsız bir savaşın silahıdır. Ve biz bu savaştan milletiyle, aydınıyla, ordusuyla mağlup çıkıyoruz. Pek yakında Türk Silahlı Kuvvetleri de, “demokrasi”, Avrupa Birliği diye diye Osmanlı ordusunun konumuna düşecektir; Atatürk’ün deyişiyle: Yabancı sermayenin jandarmalığı konumuna!...

“Korkunç Üçüzler”in ikisi

1) Özelleştirmeyi, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi ülkelere dayatmakla görevli iki kuruluş daha var: Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası. Bu kuruluşlar marifetlerini, IMF “istikrar paketleri” ile, Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları” ile gerçekleştiriyor. Kesinlikle neoliberal ideolojiye dayanan bu programlar, daima, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve kamu sektörünün sistemli bir şekilde tahrip edilmesi sonucunu vermiştir. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, Dünya Bankası’nın borçlu Üçüncü Dünya ülkelerine yutturduğu “yapısal uyum programları”nın önemli bir parçasıdır. Dünya Bankası verdiği kredileri özelleştirme şartına bağlamaktadır. Sonuçta -hem Üçüncü Dünya ülkeleri içinde, hem de bu ülkelerle Batı arasında olmak üzere- yoksul kesimden varlıklı kesime doğru büyük bir kaynak aktarımı gerçekleşiyor. Bu yeni ilişki Yeni Sömürgecilik olarak adlandırılmaktadır

TELEKOM’un özelleştirilmesinde IMF ile Dünya Bankası’nın rolleri hiç unutulur mu? Yukarda sözünü ettiğim İngiliz ya da Amerikan enstitüleri, vakıfları, büroları hedeflerine büyük ölçüde IMF ve Dünya Bankası’nın çabaları sayesinde erişirler. Peki bu kuruluşlar bizim “millî iradeyi temsil eden” hükümetlerimize özelleştirmeleri, örneğin Tayyip hükümetine TELEKOM’un özelleştirilmesini nasıl yaptırdı? Elbette “para verme” karşılığında uygulattığı “istikrar paketleri” ile, “yapısal uyum programları” ile… IMF heyetleri Türkiye’ye ikide birde boşuna mı geliyor? Neden bu kadar hevesliler? Çünkü Türkiye’de kamu sektörünün çanına ot tıkamak istiyorlar ve TELEKOM örneğinde olduğu gibi, bizim kendi oylarımızla seçtiğimiz kimselerin taşeronluğuyla da başarıyorlar. Önceki hükümetler gibi, Tayyip hükümeti de yoksul halkımızın son yüzyıl içinde binbir meşakkatle ve özveriyle biriktirdiği kaynakları içte ve dıştaki varlıklı kesimlere aktarmış oluyor.

TELEKOM’un satışı, Yeni sömürgeciliğin yeni bir başarısından başka bir şey değildir

2) Yukarda anılan programlar ulus-devleti hedef alıyor. Nasıl? Bu devletleri işlevsiz hale getirerek... Böylece ortada sahipsiz kalan ulus devletin sorumlulukları, özellikle ekonomik ve sosyal gelişme için yaşamsal önem taşıyan sektörlerde, piyasaya ve piyasayı yönlendirebilecek büyüklükteki ulus-ötesi grupların egemenliğindeki özel şirketlere aktarılmaktadır.

Yapısal uyum programları açıkça devletin ekonomik ve sosyal etkinliğini azaltmayı öngörür. Devletin sorumluluk alanını daraltır. Kamu hizmetleriyle sosyal güvenlik hedeflerini yönlendirme olanaklarını kısar. Bu amaçla idarî ve diğer değişiklikler yapılarak, harcamaları azaltmak üzere işlerin taşeronlara ihale edilmesi, devlet işletmelerinin özel sektöre devri gibi yöntemler uygulanır.

Şimdi bir de bu bilgiler ışığında düşünelim ve onlardan sonuçlar çıkarmaya çalışalım.

TELEKOM’un satışıyla ne sağlanmış ya da nelerin yolu açılmış oldu? Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sorumluluk alanı biraz daha daraltılmış oldu. İkincisi, bir kamu hizmeti daha özel sektöre, hem de bir ulus-ötesi şirkete devredilmiş oldu. Sormaya devam edelim: Kim yaptı bunu? “Seçilmişler” tarafından desteklenen A.K.P. Hükümeti! Peki kimin emriyle ve kimin çıkarına? Tekrarlayalım: Chicago Çetesi’nin, Adam Smith Enstitüsü ile Heritage Vakfı’nın, USAID’in, IMF ve Dünya Bankası’nın emriyle ve onların temsil ettiği Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin, “küresel kraliyetçiler”in çıkarına!

3) Ekonomik açıdan zorda olan bir hükümet IMF ve Dünya Bankası’nın kapısını çaldığı an, kolunu kaptırmış, tuzağa düşmüş demektir. Amerika’nın ve Avrupa’nın kurt sermayedarları; pençelerine düşen bu avı, deyim yerindeyse, artık lokma lokma yutacaklardır. Kurban ülke adı geçen kuruluşların “yardım”ını kabul etmekle şunu da kabul etmiş olur: Maliye, bütçe, istihdam, dış ticaret, yatırım, döviz kuru ve kamu sektörü politikaları konularında, büyük güçlerin dayattığı bütün koşulları yerine getirmek... Koşullardan en başta geleni ise, özelleştirmedir. Bundan böyle o ülkenin işi bitmiştir artık: Sanayileşmesi ve gelişmesi bir yana, ekonomisi gittikçe bozulur; battıkça batar. Sömürgeleşir. Ülkenin bütün ekonomik kaynakları adım adım kan içici yabancılarla onların bir avuç yerli işbirlikçilerinin eline geçer.

Burada şu soru önem kazanıyor: TELEKOM neden satıldı?

TELEKOM Türkiye ekonomik açıdan zor durumlara itildiği için, Türkiye IMF ve Dünya Bankası canavarlarına kolunu kaptırdığı için satılmıştır. Çünkü Türkiye onlardan “yardım” talep etmiştir. Mekanizma uzun süredir işliyor: Amerika’nın ve Avrupa’nın kapitalistleri Türkiye’yi lokma lokma yutmaktadır, TELEKOM bu lokmalardan yalnızca biridir. Satış Türkiye açısından şu olumsuz sonuçlara önemli bir katkı yapmıştır: Ülkenin ekonomik kaynaklarının yabancılarla bir avuç yerli işbirlikçinin eline geçmesi... Türkiye’nin sanayileşmemesi, gelişmemesi, ekonomisinin gittikçe bozulması...

Kısacası Türkiye’nin sömürgeleşmesi…
Artık yeni bir istiklal savaşından başka çare yoktur.

Sonuç

Ekonomik kalelerimiz birer birer düşürülüyor. Biri daha, TELEKOM da düşmana teslim edildi. Sıra diğerlerinde...

Mütareke basınından, TÜSİAD’dan, bölücü cepheden, “tesettürcüler”den ses yok. Onlar Chicago Çetesi’nin, USAID’in, IMF ve Dünya Bankası’nın, Batılı zenginlerin ya borazanları ya da yalakaları... Elbette öyle yapacaklar.

Peki ya Yurtseverler, Ulusalcılar, Atatürkçüler! Siz niye bu kadar etkisizsiniz? Hani SEKA satılamazdı, Seydişehir satılamazdı, TELEKOM satılamazdı?

Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini korumak ve savunmak demek; ekonomik kaynaklarımızı, TELEKOM’ları korumak ve savunmak demektir. Çünkü “ekonomi demek, her şey demektir.” Çünkü TELEKOM demek, “Vatan” demektir!

ABD’nin gizli planları hizmetinde vatanımızın ekonomik kalelerini satanlar, bunları sırtlanlar gibi kapışan “dahili ve harici bedhahlar”; bağımsızlığımızı ve Cumhuriyetimizi yok etmeye soyunan düşmanlardır.

Chicago Çetesi, Madsen Pirie’ler, Stuart Butler’ler, Edwin J. Feulner’ler, IMF ve Dünya Bankası, bunların patronları... “Dahilî bedhahlar”ın yardımıyla, zorla, hile ile Sevgili Vatanımızın tersanelerine, işletmelerine, topraklarına giriyorlar. Silaha, topa, tüfeğe, bombaya gerek görmüyorlar, Türkiye’yi dolar ve euro gücüyle ele geçiri-yorlar.

Millet yoksul, bitkin ve şaşkın. Bu gidiş kötü, bu gidiş felaket...

Demokraside Susulmaz.

Ey Vatan’ın Aziz Bekçisi! Atatürk’ün komutuyla, sen “Türk vatanını, ulusal varlığı, ülkenin tam bağımsızlığını, iç ve dış her türlü tehlikeye karşı korumakla görevli”sin.

Dikkat! “ulusal varlığı, her türlü tehlikeye karşı korumakla” diyor.

TELEKOM “ulusal varlık”tır.

TÜPRAŞ da, PETKİM de, ERDEMİR de, TEKEL de…

TELEKOM’un yabancının malı olması “her türlü tehlike” kapsamındadır.

TÜPRAŞ’ın da, PETKİM’in de, ERDEMİR’in de, TEKEL’in de...

Nasıl düşünmezsin bunu!...

http://www.turksolu.com.tr/86/dura86.htm

..

Ilımlı Demokrasi,


  Ilımlı Demokrasi,





18.07.2005/Sayı:86

Yekta Güngör Özden


Temmuz ayının en sıcak günleri siyasal yaşamı da etkisi kapsamına almış olmalı ki kimin ne dediğini ayırdetmekte ve anlam vermekte güçlük çekiliyor. Başbakanın geçmişte Atatürk, lâiklik, Avrupa Birliği, egemenlik, demokrasi konusunda söylediklerinin ABD’de yadsıyıp tersine övgülerle sözetmesi içtenliksizliğin ilginç örnekleri arasında yerini aldı. Sıkmabaş, kaçak eğitim kursları ve imam hatipler için dayatmaları, devletin tepesinde kavga çıkarma inatları, geri çevrilen yasaları kabadayılık sözleriyle olduğu gibi yeniden kabulleri iman ve güven sarsıntının kanıtlarıdır. “Balçık, fosil, köksüz, demode, seviyesiz” sözcükleri bir Başbakana yakışmıyor. RTE’nın kendisi için söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Ama Başbakanlık sıfatına saygı nedeniyle kullanılmadığını sanıyorum. Tersine adaşlar (Başbakanın soyadı Erdoğan, YÖK Başkanının adı ERDOĞAN) arasındaki tartışmanın atışmaya dönüşmesinde de sorumlu RTE’dır. TBMM’nin dinlence günlerinin başlangıcında RTÜK üyelerinin seçimi için toplanması da siyasallaşma çabalarının ne düzeye geldiğinin göstergesidir. Anamuhalefet partisinin son günlerde sözlü salvolarından başka anamuvafakat partisi görünümü değiştirdiğinin bir belirtisine rastlanmıyor. RTÜK’de üç üyelik için Anayasa değişikliğine destek verdi, Cumhurbaşkanının geri çevirme gerekçelerini görmezlikten geldi. Siyasetin ilkesiz olmayacağının anlaşılması epeyce zaman alacağa benzemektedir.

RTE’nın ABD gezisi, Londra terör olayları, AB söylemleri dış durumun karanlığını çizmektedir. Afganistan’da üçlü tren kazası, Irak’ta çocukların ve sivillerin de içinde bulunduğu yüzlerce ölüm getiren günler (ABD işgalinden bu yana 100 bin sivil ölmüş) çok konuşulan olaylar çizelgesinde. Bir yılda 100’den fazla şehit vermemiz acıları ağırlaştırıyor. Kürtçü-ayrılıkçı terörün radikal islâmcı küresel terörden ne ayrılığı var? Yadsımak yok etmiyor.

Şaşırtıcı

PKK terörünü “milisler, bağımsızlık savaşçıları, milliyetçiler...” türü sözcüklerle görmezlikten gelen batı kendine iğne batırılsa ayağa kalkıyor. En küçük olayda en büyük antidemokratik, hukuksuz yöntemleri göz kırpmadan uyguluyor. Bir gazetemiz Londra terörü için “Lânet olsun!” başlığını atmıştı. Ben anımsamıyorum, belki yazmışlardır, basınımızda, medyamızda PKK’lılar için “Lânet olsun, nankörler, kuklalar, canavarlar, artık yeter...” türü bir kınama, güçlü bir karşı çıkış oldu mu? Bir erimiz kaçırıldı, belli ki yurt içindekilerin eylemi, günlerdir izi bulunamıyor. Kimi komutanların siyasal liderlerle görünümleri, konuşmaları, tutumları artık eleştiriliyor. Siyasal iktidar PKK terörüne gereken yanıtları sözle olsun veremiyor. RTE’nın “Gerekirse sınır ötesi operasyon yaparız” sözü de havada kalıyor. ABD “PKK’ya karşı yurtiçindeki operasyonlara bir diyeceğimiz yok” derken koşulunu sürüyor. Ayrıca yurtdışı operasyonu Irak’la görüşmelere havale ederek uygun bulmadığını açıklıyor. Kanım, PKK’yı kullanmak üzere koruyup kollayan, besleyen ABD’nin başında olduğu batı ortaklığıdır. Durum böyle iken Cargill için yasalar çıkartarak ödünlere ödünler eklenmektedir. Artık ABD’den olur mu istenecek? Ne durumlara düşüldü.

AB yine sözünü tutmadı. Ne Kıbrıs’a yardım, ne ambargonun gevşetilmesi ne de başka bir olumlu yaklaşım. Annan Plânı’nı kabul eden KKTC güçlüklerle karşı karşıya, reddeden rumlar için her şey iyi. Üstelik 30’a yakın değişiklikle Annan Plânını’nın sadece referans olmasını istiyorlar. RTE ile MAT ikilisinin ekipleriyle birlikte sağladıkları sonuç budur. “İmtiyazlı ortaklık” Almanların ve Fransızların başını çektiği grupla giderek destek bulmaktadır. Lüksemburg’da ancak Başbakan Jean Claude Jincker’in istifa tehdidi Avrupa Anayasası oylamasını kılpayı kurtarabildi.

Son oturumunu İstanbul’da yapan Irak Mahkemesi’nin çağrısı gerekli ve yeterli yankıyı bulmadı.

Guantanamo olayları hapishane gemileri de böyle. Şehit askerlerimiz ve DDY görevlilerimiz için sesini çıkarmayan Avrupa, hattâ dünya, utancından pişmanlığını açıklayamıyor sanılmasın. Kürtçülere desteklerinden vazgeçmeleri olanaksız görülüyor. Terörün azgınlığı da bu açık ve dolaylı desteklere bağlı. ABD bize “Ilımlı islâm” önerirken biz de onlara “Ilımlı Başkanlık” ya da “Ilımlı hristiyanlık” önersek nasıl karşılarlar. Bush’un şiddetini azaltması, hafifletmesi sağlanabilir mi? Hiç sanmıyorum. Türkiye’nin zararını kendilerine kâr sayıyorlar. Türkler ABD’ne nasıl güvensin, onları nasıl sevsin?

Yerinde bir çıkış

Türkiye’deki dış destekli kürtçülük terörünü kınamayıp haklı gösterir biçimde niteleyip sunan BBC ile Reuters kuruluşlarını Başbakanın kınaması çok yerinde. Bana göre Başbakanın şimdiye kadar söylediği en uygun söz bu değerlendirmesidir. PKK’nın yanında ve yandaş olduklarından her tür kötülüğe kalkışanları barındırıyor, koruyor, besliyorlar. Türkiye düşmanlarının bizimle uğraş içinde oynattıkları kukla PKK’dır. Türkiye gereği gibi durmasını, cumhuriyetle kazanılan onurlu ve saygın yapıyı korumasını bilse, dincilik yapmasa, iç ve dış aykırılıkların çoğu yaşanmaz.

TRT’nin radyo ve televizyon kanalları Başbakanlık organları gibi yayın yapıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Mimarlar toplantısında dağıtılan kara rehberi işlem konusu yapıldı mı duymadık.

“Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir” diyerek yıllarca dilimizde tüy bitercesine yaptığımız uyarılar etkili olmadı. Yurttaşlık sorumluluğunun gereklerini savsaklayanlar, siyaset yaptıklarını sanarak yalpalayanlar, milletvekili adayı olmak için kuruluşlarının saygınlık ve onurunu hiçe sayıp kapı kapı dolaşanlar, konumunu korumak ya da iyileştirmek için millete katlananlar suçludur. İkiyüzlüler, dönekler, kavgacılar, sıfatlarıyla bir şey sanılan hiç’ler, birleşmeyi ve dayanışmayı beceremeyen ilericiler çekilen sıkıntıların başlıca nedenleridir.

Nelere rastlanıyor

Neler yaptığı ve yapmadığı bilinen Tansu Çiller övülüyor. ATATÜRK ve arkadaşlarını unutanlar günümüzün ve yakın geçmişin sorumlularına övgüler sıralıyor.

YÖK’e saldırılar sürüyor. MEB’nın “...Dananın kuyruğu kopacak” sözü tartışmalardaki düzeyi açıklıyor.

“Türkiye’nin tapusu” sayılan Lozan Barış Antlaşması’ndan Atatürk’ün ödünler verdiği yalanını çekinmeden yazanlar, kime hizmet ettiklerinin ayırdında mıdır? 82. yıldönümünün bir hukuk belgesi, bir tarih olgusu üstünlükleriyle onuruna yaraşır biçimde kutlanacağı umudundayız. Bunu iktidardan değil demokratik kitle örgütlerinin gerçekleştireceğini sanıyoruz. “Kayseri’ye deniz getirdik, İran seçimleri halkın iradesidir” deyip açık ve yakın tehlikelere karşı dili tutulan Başbakanın Lozan için söyleyecekleri bakalım neler olacak? Bir ara “Sağdan, soldan gelen baykuş seslerine aldırmayın” demişti. 1999 Helsinki Belgesi’nde Kıbrıs’ın koşul olmayacağını kesin dille açıklayan AB’nin şimdi tersini ileri sürmesine ses çıkarılmıyor. Papadopulos’un “Annan belgesi bir referanstan öteye gidemez” diyerek öne sürdüğü yeni koşullar yanıtlanmıyor. Bölge halkının katkısı, açık-kapalı desteği (nedeni ne olursa olsun, baskı, tehdit vd.) olmasa terör örgütü ülke içinde kimseyi kaçıramaz. “Gece silahlı, gündüz külahlı” tanımı da gerçektir. Tüm bu olasılıkları gözetip uyarıcı bir çıkış yapılmıyor. Ama kürtçüler yine de boş durmuyor. Cesaretlerini kıracak, boşa çabaladıklarını gösterecek bir önlem yok.

Tarih bilgini unvanını taşıyanların saçma sapan görüşleri, bir yurttaşı utandıracak değerlendirmeleri, gerçekdışılığı açık sunumları tiksindirici oluyor. Eğilimi, doğrultusu, amacı, niteliği belli gazetecilerle, yandaşlığı belli basın organlarında çıkan yazıları yanıtlayan yurtseverler olmasa insan kahrından ölecek. Böyle dönek ve sapkınları üniversiteler, kuruluşlar nasıl barındırıyor, şaşılır. Akılları yetmiyor, vicdanları da mı yok?

Sıkmabaş konusunda bir muhalefet partisi liderinin Anayasa değişikliğine destek sözü vermesi yeterli görülmeyince yazı göndererek Başbakanı etkileme çabası da ilginç. Anayasa hukukundan habersiz, siyaseten her şeyi yapacağını sanan kafalar demokrasiyi yaşatamaz. Anayasa’nın lâiklik ilkesi değişmedikçe bu ilkeye dayanan Anayasa Mahkemesi kararının etkisiz ve geçersiz kılacak her düzenleme hukukdışı olur. Üniversiteleri ikiye ayırmak da bu ölçüde aykırı ve olanaksızdır.

Cumhurbaşkanı, Hâkimler ve Savcılar Yasası değişikliğini çok haklı olarak geri gönderdi. Anayasa Mahkemesi 20.11.1990 günlü, Esas 1990/13, Karar 1990/30 sayılı kararının Sonuç bölümünün (H) bendiyle 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile 3221 Sayılı Hâkim ve Savcı Adayları Eğitim Merkezi Kuruluş ve Görevleri Hakkında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabûlü Hakkında 24.1.1990 günlü, 3611 Sayılı Yasa’nın adayların yazılı sınavlarını sözlü sınava dönüştüren yedinci maddesini oybirliğiyle iptal etmişti. Kadrolaşma hırsını yargıda yoğunlaştırmanın sayısız sakıncaları vardır. Mezhepçi, tarikatçı hukukçu yüzkarasıdır. Yargının açıklamalarıyla ulusumuzu kıvandıran duyarlıkları en sağlıklı güvencenin yargı olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.

Barolar hiçbir zaman bir siyasal partinin ön, arka, yan bahçesi olmamıştır. O kadar ki 1972’de Ankara Barosu Başkanlığına seçildiğimde CHP Başhukuk Danışmanı idim. 1973 ve 1974 Baro Genel Kurullarında “Başkanımız parti hukuk danışmanı olmasına karşın asla partizanlık yapmadı” övgüleri yinelendi. Af Yasası nedeniyle zamanın Başbakanına çektiğim telgraf nedeniyle beni eleştiren bir milletvekiline verdiğim ağır yanıt onu durdurmuştu.

Anayasa Mahkemesi Başkanlık seçimi için söylenecek çok söz var. Önceki Başkanlardan biri olduğum için şimdilik bana söz düşmüyor. Mahkemeyi güçlendirecek, dünya katında Türkiye’mizin görünümünü iyileştirecek bir sonucun alınmasını diliyorum.

Kimi çarpıklıklar

Ilımlı demokrasi çabalarına AKP demokrasisi de denilebilir. Dünyadaki tüm müslüman çoğunluklu ülkelerdeki cami sayısından fazla cami bulunan Türkiye’mizde cuma namazları çoğunluğuna bakılıp “cami az” denilebiliyor. Başka günlerdeki boşluklara, Bayram namazları ve cenaze törenleri dışında çoğu caminin dolmadığı da unutuluyor. Din üzerinden siyaset gerçekten cinayettir.

Atatürk’ün Yalova Çiftliği’nin araplara verilmesi hepimizi utandırmalıdır. Anlı şanlı iş adamlarımız araplar kadar olamıyor mu? Devlet neden sahip çıkıp bakamıyor?

Çelişkiler ve aykırılıklar sürerken nutuk atıp ileti yayımlamaktan başka iş yapmayan kimi kuruluşların seçim oyunlarıyla başına geçenlere aşağısı-yukarısı kimse ses çıkarmıyor. Kullandıkça katlanıyorlar.

Bursa Vali Yardımcısının Müftülükten gelen yazıyı olduğu gibi benimseyip iletmesi üzerinde durulacak olaylardan biridir.

TBMM Başkanı’nın seçilmiş-atanmış ayırımı, buna bağlı gereksiz sözleri, nerden gelip ne olduklarını gözardı etmeleri de ibretle izleniyor. Kuralsızlık savları büsbütün geçersiz.

Adana’da Apo’nun resimleri ve sloganlarla yürüyenler kime ve neye güveniyor? Etkin yaptırım, ciddi uygulama olsa yinelenir mi? Brüksel lâhanaları ya da armutları bunları görmüyor. Sincan’daki Atatürk heykelinin yeşile boyanmasının sorumluları bulunup açıklanmalıdır. İktidara güvenenler bir bir içlerindekini kusuyorlar. Heybeliada’daki tesettürlü kamp, haremlik-selâmlıklı plajlar ve tesettür mayosu türü çarpıklıklar herkesi güldürüyor. Kimsenin Türkiye’yi ve Türkleri gülünç düşürmeye hakkı yoktur.

Öğretmen, yargıç ve savcı açıkları sürerken Diyanet İşleri Başkanlığı taşra örgütü için imam hatip, müezzin-kayyım, Kur’an kursu öğreticisi ve vaiz olarak çalışmak üzere 1.630 görevli kadrosu verilmesi yandaşlığın ve ayrımcılığın bir göstergesidir.

Sözde ilerici ve sözde demokratlar “Düşünce özgürlüğü her tür görüşün açıklanmasını olanaklı kılar” derken kendileri gibi düşünmeyenlere terbiyesizce saldırarak bozukluklarını sergiliyorlar. Kimi köktendinciler utanmadan yalan söylüyor. Onlar için şeriat doğrultusunda her kötülük, her ahlâksızlık, cinayet, terör bile geçerlidir. Atatürk’ü dinsizlik ve din düşmanlığıyla suçlamaları bu nedenledir. Yoksa Atatürk hepsinden daha inançlı, daha ahlâklı, daha insandır.

Geçmişi karanlık, “Kıbrıs’a hürriyet, işgale nihayet” diyerek Barış Harekâtı’na karşı çıkıp Türkiye’yi kötüleyenler, kürtçülüğü kışkırtanlar, şimdilerde Mustafa Kemal’ci kesildiler. Gerçekten düzelmiş olsalar iyi. Kimilerini baskıyla, kimilerini yalanla, kimilerini olanaklar ve uygun desteklerle kandıranlar zikzaklar çizmektedir. Acaba düzeldiler mi? Sözlerine, yükümlülüklerine bağlı kalmayanlar, özür dilemesini, borçlarını ödemesini bilmeyenler inandırıcı olabilirler mi?

RTE’nın önceleri kötülediği lâikliği şimdi “Toplumsal barış ortamı, sigortamız” diye nitelemesi de böyle değil mi? “Mümtaz Soysal gibi tipler ...” sözüne sarılan kimi uçuk kaçıklar da Telekom’un satışının gecikmesiyle zarara uğratıldığımız savındalar. Özelleştirmenin iptali şimdi AKP yöneticisi olanlardan kimilerinin önceki partisiyle Mümtaz Soysal’ın topladığı imzalarla olmuştur. Özelleştirmenin tümden iptaline gidilmemiş, getirilen yasanın bu içeriğiyle Anayasa’ya aykırı olduğu belirlenmiştir. Hattâ Anayasa’da olmayan özelleştirme için tersine kavram yöntemiyle hukuksal dayanak oluşturulmuştur. Ama peşkeş, yağma, kayırma, partizanlık ve benzeri durumlar önlenmiştir. Anayasa’nın öngördüğü ulusal hukuka uygunluk başlıca önem ve ödevdir. Yargı, bunu sağlamakla yükümlüdür. Siyasal amacı, doğacak boşluğu, parasal değeri gözetmez. Hukuku dışlayıp siyasete ağırlık vermek hukukdışılıktır. Bunları bilmeden konuşup yazmak gülünç olmaktır. Dalkavukluğunu sınır çizilemeyen kimi çıkarcı, aymaz ve uydu tipler gerçekleri dışlayarak kendi yanlışlarını ve yanılgılarını doğru göstermek çabasındadır. Hukukçu yansız ve bağımsız hukukçuluğunun onuruna hiçbir nedenle gölge düşürmez. Nitekim Anayasa değişikliği yapılarak özelleştirme işlemleri açılmıştır ama sonuçları ortadadır. Olanlar Türkiye’ye olmaktadır. Kiralık ve satılık tipler, patron maşaları, siyaset uşakları bunları değerlendiremez. Hukuktan, özellikle Anayasa hukukundan anlamayan satıcı ve sattırıcılar yargıya başvuranlarla yargıyı suçlayarak bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Zavallılar.

KİTAPLAR

İleri Yayınları yararlı yapıtlarını hızla artırıyor.

Bu arada Sayın Hikmet Uluğbay’ın “Siyasal Linç” adlı üçüncü yapıtı da çıktı. Siyasetin dalgalanmaları, kişilikler ve yöntemlerle ilgili yaşam deneyimleri ve ülke gerçekleri anlatılıyor. Salık vermeyi görev sayıyorum. Kişileri tanımak, olayları kavramaktır, okumak yaşamaktır.

http://www.turksolu.com.tr/86/ozgun86.htm

.

Türk Vatandaşının ölümüne yol açan Mayınlar hangi ülkenin malı,



Türk Vatandaşının ölümüne yol açan Mayınlar hangi ülkenin malı,





04.07.2005/Sayı:85
Turhan Feyizoğlu

Uğur MumcuTürk vatandaşının ölümüne yol açan mayınlar hangi ülkenin malı, C-4 plastik tahrip maddesi hangi ülkede üretiliyor?

Uzun süren bir aradan sonra 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden sonra son bir senedir Türk devletinin ve Türk vatandaşlarının güvenliğini koruyan güvenlik güçlerinin karşılaştığı iki ciddi sorun yaşanmaktadır.

Birincisi: Mayınlar.

İkincisi: C-4 plastik tahrip maddesi.

Değil en basit bir ürün, özellikle savaş sanayiinde üretilen herhangi bir ürünün kimlere satıldığı kesinlikle bilinir. Bu ürünler gizli veya açık kime verilirse verilsin en son kullanılana kadar üreticiler tarafından takip edilir ve bilinir.

Bir vatandaş olarak soruyorum.

“C-4 plastik tahrip maddesi” olan patlayıcıyı hangi ülke üretiyor?

Bu patlayıcıyı ne için üretiyor, kimlere açık veya gizli olarak veriyor?

Gazeteci-yazar Uğur Mumcu, C-4 plastik tahrip maddesinin kullanılması sonucu öldürülmüştü.

Bu plastik tahrip maddesi “terörist” bir örgütün militanlarının eline nasıl geçiyor?

Türk vatandaşları emperyalist ülkelerin kullandığı maşalar nedeniyle şehit oluyor.

Bu emperyalist ülkeler, Türk Milleti’nin ve Türk devletinin zararına işler yapmakta, bazı maşaları kendi çıkarları için kollamakta, desteklemekte ve yardımcı olmaktadır.

Bu iddialar kanıtlanmıştır.

Emperyalistlerin maşalığını yapan ve emperyalistler tarafından yönetilen PKK denilen terörist örgüt, Türkiye’de 1984-2004 yılları arasında 52 bin 315 terör eylemi gerçekleştirdi.

Nasıl maşalık yaptıklarını ve kullanıldıklarına bir örnek vermek istiyorum.

Bundan tam on sene önce yayınlanmış bir habere bakalım.

19 Haziran 1995 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “PKK’de ABD Füzeleri” başlığıyla yayınlanan haber özetle şöyledir:

“PKK’nin elinde, karadan havaya atılan, uçaklara karşı kullanılan ısıya duyarlı Stinger füzeleri olduğunu belirleyen istihbarat yetkilileri, örgütün bu silahı Afganistan’dan edindiğini ortaya çıkardılar.”

Biliyorsunuz ABD, Afganistan’ı işgal etmişti. İşte sonuç.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 12 Mayıs 2005 günü yaptığı konuşmada, “PKK’nın Kuzey Irak’tan Türkiye’ye çok miktarda C-4 patlayıcı madde soktuğunu”, açıkladı.

ABD, daha önce Afganistan’da yaptığı şeyi şimdi Irak’ı işgal ederek yapıyor ve bazı örgütleri maşa olarak kullanmaya devam ediyor.

Sonuç yine aynı.

Peki mayınlar hangi ülkeden geliyor?

Ortadoğu gazetesinin 9 Ocak 1999 tarihli nüshasında yayınlanan haber özetle şöyledir:

“İtalya’nın PKK’ye sattığı mayınlar nedeniyle 368 kişi hayatını kaybetti, 1560 kişi de kol ve bacaklarını kaybetti.”

Hatta, bu mayınlar nedeniyle Akit gazetesi 8 Temmuz 2000 tarihinde şöyle bir açıklama yapmıştı:

“Bir çok Mehmetçiğin, polisin ve sivil insanların yaralanmasına veya ölmesine neden olan mayınların Fiat kuruluşu tarafından PKK’ye verildiği ortaya çıktığından ve aylar geçmesine rağmen ilgili firmalarca hiç bir açıklama yapılmadığından İtalyan Fiat-Koç ortaklığındaki TOFAŞ mamüllerinin fiyat listesini yayınlamıyoruz.”

Emperyalistlere ve onların kullandıkları maşalara, bir gazetede “Her Şey Vatan İçin” başlığıyla 28 Haziran 2005 günü yayınlanan bir gazete haberi ile yanıt veriyorum. Bu Türk toplumunun ortak yanıtıdır:

“Kütahya’nın Tavşanlı İlçesi’ne bağlı Derbent Köyü’nün düşman işgalinden kurtuluşunun 83. yıldönümü törenlerine yaşlı köylü kadınlar da katıldı. Nineler törende, önlerine Türk bayrakları asıp, ellerinde kılıç ve kalkanlarla yürüdü. Bastonla yürüyebilen bazı nineler, ‘Her şey vatan için’ diye slogan atıp, ‘Gerekirse vatan için ölürüz’ diye konuştular.”

ABD’nin yenilgisini Vietnam’da gördük. Vietnam’da ABD darmadağın oldu yıkıldı, defolup gitti.

Güney Amerika’da, 2004-2005 yıllarında, hem de yapılan seçimlerde Brezilya’da, Venezüela’da, Arjantin’de ve Uruguay’da sol partiler iktidara geldi.

Merkezi Washington’da bulunan ve ABD-Latin Amerika ilişkilerini takip eden “Yarım Küre İlişkileri Konseyi’nin yöneticisi Larry Birns, yaptığı yorumda şunları söylemişti:

“Bush yönetiminin hedefi, bölgede Küba’yı tecrit etmekti. Ama sonunda kendisi tecrit oldu.”

http://www.turksolu.com.tr/85/feyizoglu85.htm

..

Suriyeli Kürtler’den Zeytin Dalı



Suriyeli Kürtler’den Zeytin Dalı



Suriyeli Kürtler’den Zeytin Dalı
YPG Rojava’da Operasyonlarını Durdurdu
Suriye’nin Rojava bölgesinde özerklik ilan eden PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) askeri kanadı YPG, 26 Şubat’ta yayınladığı bildiriyle tüm askeri operasyonlarını durdurduğunu açıkladı.
Yayınlanan bildiriye göre YPG Kobani, Efrin ve Halep’te ki birliklerine askeri harekatlarını durdurmalarını emretti. YGP “Birliklerimiz artık savunma pozisyonunda bekleyecek. Fakat gelecek her türlü saldırıya, meşru müdafaa kapsamında karşılık vereceğiz.” açıklamasını yaptı.
Duyuruda, kararın özerk yönetimin talebi üzerine, Kürt- Arap savaşı çıkarma çabalarına karşı alındığı ifade edildi.
Suriyeli Kürtler’den gelen bu adımın Özgür Suriye Ordusu cephesinden El Nusra ve Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi örgütlerin ne cevap vereceği merakla bekleniyor.
Sabri Ege,

Deniz Baykal'dan Aynı Uyarı: Bu iş önemli sonuçlar doğurur, ( 2008 )




Deniz Baykal'dan Aynı Uyarı: Bu iş önemli sonuçlar doğurur,



Baykal'dan aynı uyarı: Bu iş önemli sonuçlar doğurur





CHP Genel Başkanı Baykal, "Gerginlik anamuhalefetle iktidar arasında değil, iktidarın Türkiye 'nin anayasası çağdaşlığı, hukuku, eğitim anlayışı ile kavgasından kaynaklanıyor" dedi. 

FOTOĞRAF: MUSTAFA İSTEMİ



CHP lideri Baykal, parti kapatmayı zorlaştırmak için hazırlanan mini paketin kabul edilmesinin türban değişikliği gibi 'çok önemli sonuçlara yol açacağını' söyledi. Baykal 'Herkes aklını başına alsın' diye konuştu


DENİZ BAYKAL:
Anayasa'nın dişini çekecekler. Laiklik ilkesinin içini boşaltacaklar. Bu değişiklikler yapıldıktan sonra laikliği ihlal eden parti için yaptırım talep edilmesi o ihlali yapanların iznine bağlanacak. Düşünülen mini paket bir Anayasa değişikliğinin ötesine geçmiştir. Anayasa'yı tebdil (değiştirme) ve tağyir etme (başkalaştırma) girişimidir. Ben 'türban olayı önemli gelişmelere yol açar' diye uyarıda bulundum. Başbakan 'Baykal bunları kiminle paslaşarak söylüyor' diyor. Anayasa'yı bilen, Türk siyasi tarihini bilen herkes o girişimin önemli sonuçlar getireceğini görür. Kimseyle paslaşmadan söylüyorum. Bu mini paketin oylanması bir anlamda laiklik oylaması olur.



“Cumhuriyet kendisini savunma refleksini harekete geçirebilecek mi, kendisini savunuyor mu, bunu hep beraber göreceğiz!”


26/03/2008 


RADİKAL - 

ANKARA- CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, AKP'nin parti kapatmayı zorlaştıracak Anayasa değişikliği çalışmalarını eleştirirken, türban tartışmasındakine benzer bir üslup kullandı. "Anayasa'nın dişini çekecekler. Kimseyle paslaşmadan uyarıyorum bu değişiklik çok önemli gelişmelere yol açar" diyen Baykal, "Herkes aklını başına alsın" uyarısında bulundu.
AKP ve MHP, türban sorununu çözmek için Anayasa değişikliği yaparken, Baykal 28 Ocak günü "Bu düzenleme çok önemli sonuçlar doğrur" demişti. Erdoğan'sa bu sözlere göndermede bulunarak Baykal'ın AKP'ye açılan kapatma davasını önceden bildiğini ima etmişti. Partisinin dünkü grup toplantısında bu polemiği de hatırlatan Baykal şu mesajları verdi:

Kendini kurtarma operasyonu: 

Yapılması düşünülen değişikliğin amacı AKP'nin kendisini kurtarmasıdır. Bu hukuk devleti ile bağdaşmaz. Anayasa'nın bu mini değişikliği içine sindirebileceğini tasavvur etmek mümkün değildir. Başbakan Erdoğan sık sık 'laiklik laiklik diyorsunuz, başka nitelikler de var, Çağdaş sosyal hukuk devleti' diyor. İşte o hukuk devleti var ya, bu saçmalıklar yapılmasın anlamına geliyor.

Laiklik oylaması olur: 

Anayasa'nın dişini çekecekler. Laiklik ilkesinin içini boşaltacaklar. Bu değişiklikler yapıldıktan sonra laikliği ihlal eden parti için yaptırım talep edilmesi o ihlali yapanların iznine bağlanacak. Düşünülen mini paket bir Anayasa değişikliğinin ötesine geçmiştir. Anayasa'yı tebdil (değiştirme) ve tağyir etme (başkalaştırma) girişimidir. Ben 'türban olayı önemli gelişmelere yol açar' diye uyarıda bulundum. Başbakan 'Baykal bunları kiminle paslaşarak söylüyor' diyor. Anayasa'yı bilen, Türk siyasi tarihini bilen herkes o girişimin önemli sonuçlar getireceğini görür. Kimseyle paslaşmadan söylüyorum. Bu mini paketin oylanması bir anlamda laiklik oylaması olur.

Susarsak gerilim düşecek mi: 

Gerginlik ana muhalefetle iktidar arasında değil, iktidarın Türkiye'nin Anayasası, çağdaşlığı, hukuku, eğitim anlayışı ile kavgasından kaynaklanıyor. Meydanı boş bırakacağız, böylece götürecekler öyle mi? Birileri çıkıp 'iktidar da muhalefet de gerginliği indirsin' diyor. Sustuğumuz zaman gerilim düşecek mi? Sustuğum zaman bu yoldan çıkılacağını garanti ediyor musun sen?

Çatışma uyarısı: 

Gerilimi düşürmek isteyenler iktidarı muhatap alma cesaretini göstermelidirler. Yanlışa teslim olmadan yanlışı açıkça söylemeliler. Gerilim yanlışa karşı çıkılarak düşürülür. Yanlışa teslim olursanız o başka bir olaydır. Gerilim olmadan hep beraber bir yere gideriz. Herkes aklını başına alsın. Bu çatışma yer yer yargıyı siyasetin parçası haline dönüştürebilir. Şimdiden uyarıyorum.



'' Halkı uyaran  Baykal a  Sorum  CD  olayında hala suskunsunuz? ''  BENDE SİZİ UYARAYIM  ÜLKENİN BUGÜNLERE GELMESİNDE  VEBALİNİZ VAR.. VE HALA  SUSKUNSUNUZ..!!!!
..

26 Mart 2015 Perşembe

El-Kaide Meşrulaşırken…



El-Kaide Meşrulaşırken…


El-Kaide Meşrulaşırken…


 Mithat Bereket

Farkında mısınız? Bizler Türkiye’de iç gündemle uğraşırken yanıbaşımızda çok büyük bir tehlike ortaya çıkıyor…
Adına ne derseniz deyin… İster, “Hükümet-Cemaat kavgası”; ister “Hükümet-Yargı  çekişmesi ya da “Dış mihrakların bir oyunu”, sonuçta  ülke içindeki bu tartışmalar neredeyse tüm gündemi kaplamış durumda….
Hal böyle olunca, kafayı kaldırıp etrafa bakamıyoruz. Yanıbaşımızdaki Irak’ta, “Felluce Operasyonu” ve  Suriye’de tarafların değiştiği “iç savaş”, gazetelerde ve haber bültenlerinde hakkettiği önemi bulamıyor. Oysa, hiç te gözden kaçırılacak gibi değil…
Tarihinde belki de ilk kez, El-Kaide meşrulaşıyor; Irak ve  Suriye’de kuvvetli bir “rejim  alternatifi” haline geliyor. Herhalde  Usame Bin Ladin, bugün yaşasaydı “dava arkadaşlarıyla” gurur duyardı.
Kolay değil… Uluslararası bir “terör örgütü”, adeta, silahlı kuvvetlere sahip  meşru bir “siyasi parti”; sistem dışından gelen bir  alternatif; bir iktidar alternatifi haline geliyor…
“Hoppala ! Şimdi, bu da nereden çıktı?”, dediğinizi  duyar gibiyim. İşte,  mesele de bu  ya… El-Kaide pek açıkça dillendirmeden; açıkça belli etmeden, kendi kadrolarını siyasallaştırıyor. Dünün terörisleri, yarının politikacıları; milletvekilleri haline geliyor.
Nasıl mı? İşte,  olan biten ortada…
Irak ve Suriye’de El Kaide’ye bağlı cihatçılar, atakta. “Irak-Şam İslam Devleti” (IŞİD) adlı örgütün militanları savaştıkları her iki cephede de başarı kazanıyorlar. El-Kaide’nin uzantısı olan bu örgütün militanları; ele geçirdikleri kentlerde hemen şeriat düzenini kuruyorlar. Hatta arabaların plakalarına dahi bunu yansıtıyorlar.  Buralarda yaşayan insanlar da yıllar süren davalardan; yolsuzluklardan ve geç gelen adaletten bıktıkları için “şeriat kurallarının”; yani “Allah Yolu”nun çok daha yararlı olacağı inancıyla bunu destekliyorlar. IŞID üyelerinin amacı, kontrol ettikleri toprakları Beşar Esad yönetiminden koparmak ve kendi bağımsızlıklarını ilan etmek…
Irak’tan gelen haberler de bir hayli düşündürücü. Burada IŞİD, Felluce’yi ele geçirmekle, bu cephedeki ilk önemli zaferini kazanmış oldu. Şimdi savaşçılar, Anbar eyaletinin diğer kilit noktalarına ve özellikle eyalet merkezi Ramadi’ye karşı saldırılarını sürdürüyor.
Felluce’de hafta sonundan beri El Kaide’nin siyah bayrağı dalgalanıyor. IŞİD şimdiden burada “Bağımsız İslam Emirliği”ni ilan etmiş durumda.
El-Kaide’nin bu darbesinden epey sarsılan Irak Başbakan’ı Nuri El Maliki, şimdi, emrindeki  tüm askerleri bölgeye sevkederek  400 bin nüfuslu Felluce’yi geri almayı hedefliyor. Bu, Maliki’nin son şansı. Şayet, başaramazsa; Bağdat Hükümeti  bu bölgedeki otoritesini tamamen kaybetmiş olacak…
Neyse ki, ABD ve İran, El-Kaide’nin burada güçlendiğinin farkında. Daha  şimdiden, Irak hükümet güçlerine silah ve malzeme yardımı yapmaya hazır olduklarını açıkladılar. Kısacası, “El-Kaide korkusu”, Washigton ve Tahran’ı (ve hatta Moskova’yı) aynı çizgiye getirebiliyor…
Suriye’deyse aynı IŞİD, Türk sınırına yakın bölgede farklı bir savaş yürütüyor: Nihai amaç, özerk veya bağımsız bir bölgesel İslam Devleti kurmak. Bu yolda adım adım ilerliyorlar. Bunun için de Suriye’de Esad rejiminin ordusundan ziyade, aslında ona karşı savaşan Suriyeli muhalif grupları hedef alıyorlar. Çünkü bu gruplar, Esad’ı devirmek için başlattıkları “devrim”i, El Kaidecilere kaptırmak istemiyorlar.
Ne var ki “bu muhalefet cephesi” de  bölünmüş durumda. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), “İslam Cephesi” (ılımlı) ve yeni kurulan “Suriye Devrimci Cephesi” (laik) birbirilerinden bağımsız olarak; ayrı ayrı IŞİD’e karşı savaşıyorlar… Anlayacağınız, bugünlerde Suriye’deki İç Savaş, bir “savaş içinde savaş”a dönmüş durumda…
Paki acaba, bu durumda Suriye’yi kim temsil edecek? Özellikle, bu ay gerçekleşecek olan “”Cenevre-2 Konferansı”nda muhalif gruplar adına kim konuşacak? El-Kaide’nin Irak’taki faaliyetlerine Batı Dünyası, İran ve Rusya tepkili. Peki ya, Suriye? Burada taraflar ve dış dünyanın desteklediği guruplar farklılık gösteriyor. Başını ABD’nin çektiği batılı ülkeler, El-Kaide’nin iktidarı ele geçirmesindense yola Beşar Esad ile devam etmeyi  tercih ediyor…
Türkiye’ye sıra gelince… Görünen o ki, Ankara’nın kafası bir hayli karışmış. Başbakan Erdoğan, taa Japonya’dan “Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedefi yok.”, dedi ve herkesi şaşırtacak biçimde devam etti: “ Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle bir yere oturtuluyor. Diğeri hırs diye tanımlanır ki, bu her zaman tehlikelidir. Böyle bir hırsımız yok.”
Oysa, bizzat Başbakan’ın kendisi ve özellikle de Dısişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, defalarca amaçlarının, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir güç yapmak olduğunu söylediler ki bu başlı başına bir başka yazının konusu olmayı hakedecek kadar önemli…