16 Şubat 2015 Pazartesi

Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi..,


Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi..,






Temmuz 11, 2011
Ali Tartanoğlu 

Sağ olasın Bülent Arınç!...

Sayende çok önemli bir terbiyesizlikten kurtulup, o terbiyesizliği yapmadan meramımızı anlatabililir olduk
Anayasa, Madde 68, ikinci fıkra: «Siyasi partiler, Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.»

Bu hüküm, 1961'den bu yana bütün anayasalarda var. Demek ki siyaset ve demokrasi birbirini tamamlıyor. Muş... Siyasi partiler olmadan, yani «siyaset» yapılmadan demokrasi olmuyor. Muş...

Anayasalar da, zaten bu nedenle sadece birer hukuki metin değil, aynı zamanda, hatta daha fazla siyasi metindir; yine bu nedenledir ki en diktatör rejimlerin bile bir anayasası vardır.

Biz de söze aynı nedenle, Anayasaya atıfta bulunarak başladık. Çünkü anayasalar çok daha ağırlıklı olarak siyasi metinler olarak algılanır. «Demokrasi» denince, bunun için önce anayasalara bakılır. Çünkü «demokrasi», tek başına hukuki değil, siyasi bir terimdir. Sadece, demokrasinin unsurları, yani demokrasinin demokrasiliği, ne kadar demokrasi olduğu, ne kadar olmadığı, başta anayasa olmak üzere yasalar dahil hukuki metinlere bakılarak değerlendirilir. Zaten sadece anayasalar değil bütün yasalar, anayasalara ve yasalara uygun olarak oluşturulan tüzük, yönetmelik gibi tüm hukuk metinleri aslında birer siyasi metindir, çünkü belli görüş ve ideolojiye sahip, esas olarak belli bir kesimin çıkarlarını diğer kesimlerin çıkarlarından daha üstün gören belli bir siyasi kadro tarafından çıkarılırlar.

Bir başka ifadeyle hukuk, başta Uğur Mumcu olmak üzere pek çok düşünürün, hukuk bilimcisinin, siyaset bilimcinin de ifade ettiği üzere, egemen yapıyı koruyan, meşrulaştıran bir üstü yapı kurumudur. Bu koruma, kollama, meşrulaştırmanın kendisi siyasi bir eylemdir ama, kullandığı temel araç hukuktur.

Şöyle toparlamak mümkün: Yasalar, anayasalar, bunları yaratarak hukuk denilen kavram ve kurumu oluşturan parlamentolar, bunları oluşturan siyasi partiler, bunların hukuk yaratma yolu olan siyaset eyleminin, uğraşının kendisi, hep aynı amaca hizmet eder: Belli bir sistemin egemen güçlerinin, egemen anlayışının, egemenlerinin korunup kollanması ve meşrulaştırılması...

Bu koruyup kollama ve meşrulaştırma eylemine ve sürecine polis güçleri, ordular da dahildir. Bu koruyup kollama eylem ve süreci, polis güçleri ve ordular aracılığıyla gerekirse meşruluk dışına çıkarak da devam ettirilir.

Kapitalist sistem, kapitalistlerin çıkar ve yararlarını koruyacak ve meşrulaştıracak hukuk yaratır; sosyalist-komünist sistem, tam bunun karşısında «emek"in», «proletarya» nın hak ve yararlarını kapitalistler karşısında korumak için bir umut olarak öngörülmüştü.

Hatırlanırsa, eski Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142'inci maddeleri «bir sınıfın öteki sınıflar üzerinde tahakkümünü öngören» örgüt kurmayı veya bu tahakkümün propagandasını yapmayı, yani bu yönde yazıp çizmeyi yasaklardı. Dikkat edilirse bu hükümlerde sınıf adı belirtilmez, yani «işçi sınıfının sermaye sınıfı üzerinde...» veya «sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerinde» tahakkümünden söz edilmezdi.

Ama buna rağmen, bu maddeler, çok beyin acıtıcı biçimde sanki «işçi sınıfı sermaye sınıfı üzerinde tahakküm» uyguluyormuş, uygulamak istiyormuş gibi hep işçi sınıfı örgütlerine, işçi sınıfından yana olan örgütlere ve hep işçi sınıfının haklarını savunanlara karşı uygulanır; sermaye sınıfına hiç uygulanmazdı.

Bu maddeler zaman içinde Ceza Yasa'sından çıkarıldı; ama egemenler hep sermaye sınıfı ve onun üniformalı üniformasız kurşun askerleri olduğu için yine hep sermaye sınıfı kayrıldı, işçi sınıfı ezildi. Bilinen polis yöntemleriyle değilse bile proleterlikten çıkarılıp işsizleştirilerek, lumpenleştirilerek, kömür ve bulgurla yetinmeye razı tevekkül köleleri haline getirilerek...

Öte yandan, Demirel, Erbakan, Erdoğan gibi, söz konusu egemen yapıların sivil-siyasi baş-askerleri, kendileriyle en küçük çatışmalarında, gerekirse TÜSİAD'ıyla, TOBB'siyle sermayenin örgütlerine bile «siyasete bulaşmayın, siyaset yapmayın; yapacaksanız doğrudan siyasete soyunun» fırçası çekebildiler. Bu da Türk kapitalizminin Batı kapitalizminden, Türk demokrasisinin Batı demokrasisinden farkı idi. Batı'daki efendilerine çok güvenen Türk sivil-siyasi başefendiler zaman zaman kendilerini kaybedip çıkarlarının ücretli kapı bekçisi oldukları sınıflara bile, amiyane tabirle «dayılanabiliyor"lardı.

Şimdiki, şu andaki manzaraya bi» bakalım.

MÜSİAD zaten öyleydi; TÜSİAD, TOBB da Erdoğan'ın kölesi haline gelmiş. Üniversite öyle... Yargı öyle... Basın öyle... Bürokrasi öyle... Aydınlar öyle... Hele hele ORDU öyle!...

Erdoğan bununla da yetinmiyor... Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği'nden futbol takımlarına kadar, hatta yasama organı denilen, ayrı olması gerektiği, birbirini denetlemesi gerektiği savunulan güçlerden Meclis'e, yani demokrasinin olmazsa olmazı olduğu ileri sürülen muhalefet partilerine kadar toplumun bütün kurumlarını; hatta hatta neredeyse tek tek tüm bireyleri düşman mevzilerini ele geçirircesine fethetmeye uğraşıyor; bu amaçla durmaksızın saldırılar düzenliyor.

Ve bırakın kurumları, istisnasız tüm bireylerin afyon yutmuşçasına, ipnotize olmuşçasına, fareli köyün kavalcısı gibi, uyuşmuş vaziyette peşinden gelmesini, önünde secdeye varmasını istiyor. Buna da ileri demokrasi diyor!!..

Herkesin Erdoğan gibi düşünüp davranması, hiç kimsenin Erdoğan'dan başka türlü düşünüp davranamaması nasıl demokrasi olabilir ki, bir de ileri demokrasi olsun??!!!...

İçinde bulunduğu, mensubu olduğu, başına geçmek için her türlü şaibeli yolu, muhalefetin de yardımıyla uyguladığı toplumu, düşman kalesi gibi her zerresiyle her hücresiyle ele geçirme mantığının son tezahürü BDP'nin meclise gelmeme, CHP'nin yemin etmeme hadisesi.

Memleketin yavşak matbuatı arkasındaki gerçek hukuk ve demokrasi boyutunu inat ve ısrarla görmezden gelip, yine inat ve ısrarla «yemin krizi» diye niteliyor. Bunun, dünyanın bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin, yine aynı yalaka ve alçak matbuat ve akademiya camiasınca «kapitalizmin krizi» olarak değil, «mali piyasaların krizi», «finans krizi» olarak nitelenmesinden farkı yok.

Öyle olsun.

Olsun da... % 50'ye tekabül eden 21 milyon oy, parlamentoda 327 sandalye kazanmışsın. «Meclis bal gibi çalışır», «tükürdüklerini yalayacaklar», «kendi düşen ağlamaz» demişsin... Yani çok rahat görünüyorsun.

Ana ve en küçük muhalefet Meclise gelmez, gelenler de yemin etmezse onlar kaybedermiş!...

Sana ne?!... Sen CHP ile BDP'yi bu kadar mı seviyorsun?!..

Ana ve en küçük muhalefet Meclise gelmez, gelenler de yemin etmezse sen ne kaybedersin? Veya ne kazanırsın?.. Milletvekili sayın artmaz. Muhalefetin milletvekili sayısı zaten tutuklu milletvekilleri kadar daha baştan azalmış durumda. Yarın herhangi bir oylamada CHP iki, MHP bir, BDP 6 eksikle oy verecek. Hepsini toplasan, yine seninkinden 100 kadar eksik. Yani anayasa değişikliği dışında her istediğini yapabilirsin. MHP'yi kafalarsan, onu d yapabilirsin.
O zaman bırak onlar tükürdüklerini yalasın sen de «bal gibi» çalış!!!... 5 gün devamsızlıktan düşür vekilliklerini, MHP'yle kardeş kardeş çalış, kafana göre takıl!!!... İşte ne güzel ana muhalefetsiz, küçük fakat dişli en küçük muhalefetsiz meclis, dikensiz gül bahçesi...

Öyleyse neden muhalefeti Meclise gelmeye, yemin etmeye zorluyorsun?

Zorluyorum, çünkü anayasayı, başkanlık sistemine doğru, yani diktatörlüğe doğru değiştireceğim. Öcalan'ı affedemesem bile İmralı'dan ev hapsine yollayacağım. Belki affettirip siyasete girmesini bile sağlayacağım. Federasyon mederasyon oluşturacağım. Daha neler neler yapacağım. Belki Suriye'yle savaşacağım. Belki Ortadoğu'da daha geniş kapsamlı bir savaş için ülke topraklarını saldırganların hizmetine açacağım. Bunları hukuken tek başına da yapabilirim. Ama o zaman siyaseten ve sosyolojik olarak bunların altında kalır, ezilirim. Ayrıca Batı'daki ağabeylerim de «tek başına yapma» diyor.

Erdoğan, bütün bunlar ortadayken, yani böylesine amansız bir kuşatma içindeyken, bir de kendisine karşı çıkılması halinde delleniyor. «Bana nasıl karşı çıkarsınız, diklenirsiniz, protesto edersiniz» haleti ruhiyesi içinde. Zaten kişisel karakteri oldum olası böyle...

Bu hengamede, işin hukuki boyutu, insani, vicdani boyutu da yandı gülüm keten helva vaziyetinde. Kimse 3 yıldır süren tutuklulukların hukuksuzluğunu tartışmıyor. Kimse «ulan deliller eksik idiyse nasıl iddianame hazırlayıp dava açtın» demiyor. Kimse «üç yıldır nasıl delil toplamayı tamamlayamazsın? Delil toplaman daha ne kadar sürecek» demiyor.

Bu noktada gelelim muhalefete... Önce BDP...

İdeolojilerini, niyetlerini benimsememiz, desteklememiz kesinlikle mümkün değil. Ama Hatip Dicle dahil tüm tutuklu milletvekillerine yapılan uygulamanın tam bir adilik olduğunu da kabul ederiz. Parlamentoya kayıt bile yaptırmamalarını dik bir duruş olarak kabul ederiz.

Ama tüm bu kargaşanın ortasında, legal temsilcisi haline getirildikleri PKK'nın ülkenin her yerinde durmadan insan öldürmesinden nefret etmeMEmiz mümkün değil.

Daha önemlisi ise, kendilerinin, yani BDP'lilerin de, lidere kayıtsız şartsız biat kültürünün somutlaşmış hali olan AKP'den hiç farklarının olmayışı. AKP'liler Erdoğan'ı, cemaat mensupları Fethullah'ı din gerekçesiyle neredeyse Tanrı mesabesine çıkarıyor. Veya Peygamberleştiriyor.

Peki siz Öcalan'ı nasıl görüyorsunuz? Sizin için de Öcalan mı Peygamber?.. Nasıl oluyor bu? Siz Marksist değil miydiniz?..

Önce ne güzel direnirken, İmralı'dan gelen talimat üzerine nasıl bu kadar gevşiyorsunuz? Siz de mi, silaha külaha rağmen sistemin bir parçası oldunuz?

Tüh!!!..

Gelelim CHP'ye...

Bu noktayı önceden öngörememek büyük bir hata, hatta gaflet!.. Öngörüp gerekli hazırlıkları yapmamış olmak işin tuzu biberi... Hele «eyvah milletvekilliğimiz düşecek, maaş alamayacağız» kaygısı tam bir paçozluk, pespayelik... Baykal'ın «yemin etmezsek AKP ara seçim değil erken seçime bile gidebilir. Gidip de dönmemek var... Kendi sözümüzün esiri olmayalım» söylemi ise, fazla söze ne hacet, tam bir «Baykal» lık!..

Bütün bunlara rağmen, madem yemin etmeme diye bir tavır geliştirildi, bu tavır sonuna kadar götürülmeli idi. Evet, gerekirse 135 – 2 = 133 milletvekilinin gidip evinde oturması, vekillik öncesi işi gücü ile uğraşır hale gelmesi pahasına...

Efendim ülke krize girermiş... Girerse girsin!.. AKP düşünsün!... Ülkenin krize girmesi bu kadar önemliyse, siz yemin edeceğinize AKP milletvekillerinin tutuksuz yargılanmasını bir şekilde sağlayarak önlesin krizi!..

Efendim yargıçlara telefon mu edecekmiş?!!.. Et efendim!.. Yapmadığınız şey mi!!!.. Erzincan-Erzurum'da İsmailağa cemaatine soruşturma açıldığında, bugün mıymıntı CHP'nin bile «kurtarıcı melek» olarak gördüğü Meclis Başkanı, o günün Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve o günün Ceza İşleri Genel Müdürü veya Yardımcısı soruşturmayı başlatan Başsavcı İlhan Cihaner'e «yerel seçim arifesinde bu cemaate dokunma» diye apaçık telefon etmemişler miydi? O İlhan Cihaner bu gün CHP sıralarında mücessem bir şekilde oturmuyor mu?

Görünen o ki, CHP, bu eylemin asıl amacı olan haksız, vicdansız, akıl dışı olara tutuklu bulunan milletvekillerinin serbest bırakılması, tutuksuz yargılanmaları sağlanmadan, AKP'nin iki kuru lafı üzerine yemin edecek...

AKP'ye, Erdoğan'a nasıl güveniyorsunuz?... Nasıl güvenirsiniz?..

Ayrıca AKP'nin sizi yemine zorlamakta asıl amacının «ben bir takım kirli işler yapacağım, ama bunu tek başına yapmak istemiyorum. Yaparsam tek kirli ben olacağım. Siz temiz kalacaksınız. O zaman da ben çok zorlanacağım. Sizin de benim kadar kirlenmenizi istiyorum» olduğu apaçık ortada değil mi?

Siz AKP'ye değil, bu kez asıl AKP size, hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar muhtaç. Bunu niye anlamıyor, anlayıp da «önce sen milletvekillerimizi bırak» diye direnmek yerine, niye siz gidip önce yemin ediyorsunuz?

Siz sistem değiştirmiş partiydiniz. Şimdi değiştirdiğiniz sisteme mi teslim oluyorsunuz?

Öyleyse başlığa döneriz: Siyaset ve demokrasi = şeyini şey ettiğimin şeyi!!!.

..


ATATÜRK’ÜN KALITI (VASİYETNAMESİ) (5 Eylül 1938)



ATATÜRK’ÜN KALITI (VASİYETNAMESİ) 
(5 Eylül 1938)






Atatürk`ün 5 Eylül 1938 günü Dolmabahçe`de düzenleyerek İstanbul 6. Noteri İsmail Kunter`e teslim ettiği vasiyetnamesidir.


"Malik bulunduğum bütün nukut ve hisse senetleriyle Çankaya`daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi`ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:

1 - Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2 - Her seneki nemadan, bana nisbetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule`ye ayda bin, Afet`e 800, Sabiha Gökçen`e 600, Ülkü`ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile`ye şimdiki yüzer lira verilecektir.
3 - Sabiha Gökçen`e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4 - Makbule`nin yaşadığı müddetçe Çankaya`da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5 - İsmet İnönü`nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.
6 - Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumları`na tahsis edilecektir."
K. Atatürk


ATATÜRK`ÜN VASİYETNAMESİNİ YAZMAYA KARAR VERİŞİ
Atatürk`ün vasiyetnamesini nasıl düzenlendiğini, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak şöyle anlatmıştı;

"1938 senesi sonbaharı, Dolmabahçe Sarayı`ndayız. Bir sabah Atatürk`ün yatak odasına girdim. Büyük adam, yatağında başı biraz yüksekte arka üstü yatıyordu. Salonu solgun bir güneş kaplamıştı. Yüzü fildişi rengindeydi. Çehresi her gün biraz daha zayıflayıp uzuyor, o gök mavisi gözleri irileşiyordu. Ben yatağının ayak ucuna doğru, gösterdiği yere oturdum. Her zaman ki suallerini tekrarladı:

"Ne haber?"

O günlerde Avrupa`da siyasi hava çok bozulmuştu. Atatürk umumi endişelere ve bir takım tehlikeli belirtilere rağmen, Almanların henüz, İtalyanların ise hiç hazırlanmamış olduklarını ileri sürerek müsterih bulunuyor. O sene harp olmayacağını, ihtilafların behemahâl bir pamuk ipliğine bağlanacağını, harbi ancak 1939 senesinde veya ondan sonraki senelerde beklemek lazım geldiğini söylüyorlardı.

Son yirmi dört saat zarfında günlük meselelere dair gelen haberleri hülasa ettim. Görüşünü teyit eder mahiyette olan bu haberleri alaka ile dinliyor, ara sıra bazı şeyler soruyor ve kısa cümlelerle mütalaalar beyan ediyordu. Böyle olmakla beraber düşünceli ve heyecanlı olduğu belliydi.

Sözlerimi bitirince sağ kolunu bana doğru uzattı. Doktorlar, kati lüzum olmadıkça kuvvet sarf etmesini yasakladıkları için hareketlerinde yardım ediyorduk. Elini tuttum, doğruldu, yatağının içinde bağdaş kurdu. Birkaç dakika denize ve karşı sahile baktı. Belliydi ki heyecanını yenmeye çalışıyordu. Gözlerini bana çevirdiği zaman, uzun kirpiklerinin ıslandığını fark ettim. Bütün hastalığı boyunca yanımda gösterdiği yegane zaaf (eğer bu ulvi sükunete zaaf demek uygunsa) buydu. Sonra önüne baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı.

"Bu yolda konuşmak benim içinde, senin için de, ağır bir şey ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk. Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik. Hatta bunun içinde kanun çıkarılmıştı: Şu vasiyetname meselesi. Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Nasıl olsa bir gün karnımdan su alınacaktır. Ne olur ne olmaz. Bağırsaklardan biri delinebilir, başka bir arıza olabilir. Herhalde ihtiyatlı olmalı."

  
ATATÜRK`ÜN VASİYETİNİ NOTERE VERİŞİ

"Atatürk, 6 Ekim 1938 `de Noter`in getirilmesini istemişti. Noter İsmail Kunter Bey, Prof. Neşet Ömer Bey ve ben, yatak odasının altındaki bir odada huzuruna girebilme emrini bekliyorduk. Bu daveti alınca hep beraber üst kata çıktık ve yatak odalarına girdik.

Vaziyeti şöyleydi; yataktan çıkmış, ipek bir pijama ve yine kırmızı ipek bir rob döşambr giymiş, boynuna koyu vişne renginde ipek bir eşarp bağlamıştı. Denize bakan pencerelerin önüne koydurduğu bir şezlongun üzerine oturmuş sigara içiyordu.

Bizi görünce hafifçe kımıldandı: "Buyurunuz.." dedi.

Tam karşısına koydurduğu sandalyelerde üçümüze de yer gösterdi. Hatırımda kaldığına göre Noter İsmail Kunter Bey ile, yeni çıkmış olan Noter Kanunu ve İstanbul`daki noterler üzerine görüştü. Getirilen kahvelerin içilmesini bekledi. Sonra önündeki sigara masasının koyduğu kapalı zarfı aldı:

" Bu benim vasiyetnamemdir. İcap ettiği zaman muamelesini yaparsınız..." diyerek zarfı notere verdi.

 Kaynakça / Tekadam Devrimi Bilgisunar(İnternet) Sayfası

 
ATATÜRK`ÜN KURUMU TÜZELKİŞİLİĞİNE KAVUŞMALIDIR!
Türkçenin, bütün bilim, sanat ve teknik kavramlarını karşılayacak denli varsıl bir dil olduğu, bir başka deyişle görkemli bir bilim ve sanat dili olduğu Dil Devrimiyle başlayan süreçte ortaya çıkmıştır. Atatürk`ün başlattığı Dil Devrimiyle beklentisi de buydu; bunun doğru bir eylem olduğunu ise bilimci ve sanatçıların pırıl pırıl Türkçeyle yazdıkları ürünleri kanıtlamıştır.

Eleştirilen, yasaklanan, horlanan sözcükleri, 2000’lerin Türkiye’sinde her kesimin kullanması da devrimin ve Türkçenin gücünün başka bir kanıtıdır. Türkçe doğru kullanıldığında her ağza yakışmakta, devrim süreci akışını doğal olarak sürdürmektedir.

Atatürk`ün kurumun kapatılmasından sonra dil kullanımında görülen özensizlik, yazım birliğinin bozulmasıyla doğan kargaşa, yazık ki genç kuşakların dil bilincini yaralamaktadır. Daha doğrusu ulusun dil bilinci amaçlı olarak yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasasının 134. maddesi ve buna dayanılarak çıkarılan ve ATATÜRK`ÜN KALITINI yok sayan yasadan kaynaklanan kargaşa, hukukun üstünlüğü ile çözülebilir. 1983 yazından bu yana geçen zaman, bugün Türkçenin içine itildiği bütün sıkıntılar, Dil Devrimini savunanları doğrulamıştır. Keşke yanılmış olsaydık da Türkçe yeniden yabancı dillerin ve yayılmacıların saldırısıyla yüz yüze kalmasaydı. Keşke yalancı çıksaydık da ulusal kimliğimiz olan dilimiz, bugünkü kirlenme sürecine girmeseydi.

Türkçe; dünya görüşü, kökeni, dini ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak iletişim aracıdır. Laik cumhuriyetimizin yurttaşlarının birbirini daha iyi anlaması, düşünce özgürlüğünün kurumlaşması için Atatürk`ün açtığı yolda yürümek de çok onurlu, kesinlikle vazgeçilemez görevimizdir.

Bu nedenle TBMM`deki siyasi partileri, özellikle CHP`yi, bütün kitle örgütlerini, Türk Devrimine emek veren bütün aydınları, ATATÜRK`ÜN KALITININ VE KURUMLARININ ESKİ YAPISINA KAVUŞMASI için DİL DERNEĞİ`NİN bilimsel ve hukuksal savaşımına omuz vermeye çağırıyoruz!

 Kaynakça / Dil Derneği Bilgisunar(İnternet) Sayfası

İMTİYAZ İSTEYEN YOK!!!


İMTİYAZ İSTEYEN YOK!!! 




16 Mart 2011


Gazeteciler, yazdıklarından dolayı yargılanmanın ne olduğunu, adliye koridorlarını, mahkeme salonlarını çok iyi bilir. Ama yazdıklarından dolayı tutuklananı, DP ve sıkıyönetim dönemleri dışında pek duymamıştık. Hele yazdıklarından dolayı yargılanacağı için yurt dışına kaçmayı düşüneni, kaçmaya kalkışanı ne gördük, ne de duyduk. Hatta tutuklanacağını bilse, hissetse bile gazeteci, büyük bir vakarla valizini hazırlar, tutuklanmayı bekler.
Gazetecilerin yazdıklarından dolayı tutuklanmalarının en yaygın olduğu dönemlerden biri 1940-50 dönemi, bu dönemin ünlü isimleri de Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel ve benzerleridir. Diğeri de 1950-60 arası Demokrat Parti döneminin özellikle ikinci yarısıdır.

Bu dönem gazetecilerinin en ünlüsü ise Hüseyin Cahit Yalçın’dır. 


Uğur Mumcu yazmıştı:
“Yalçın, Halkçı gazetesinde yayınlanan yazılarından ötürü (…) yirmi altı ay yirmi gün hapis cezasına çarptırılmıştı. Mahkumiyet tarihinde seksen yaşında olan Yalçın, cezaevine gireceği gün torunu yaşındaki gazetecilere dönüp,
- Allah ömür verirse yatıp çıkacağız, diyordu. Bir gazeteci, Yalçın’a sordu:
- Kararı nasıl karşılıyorsunuz?
- Karar karardır, her türlü hazırlığımı yaptım, kitaplarımı hazırladım, bavuluma koydum, diye yanıtlıyor ve çevresinde üzüntüden gözleri dolan genç meslektaşlarını teselli etmeye çalışıyordu. Bir gazeteci sordu:
- Bize söyleyeceğiniz bir söz var mı? (…)
- Evet, size söylenecek değil, söylenmeyecek sözlerim var…
(…) Yalçın (…) elinde bavulu ve kitapları ile cezaevinin yolunu tutmuş. (…) Yalçın’ın bütün korkusu cezaevinde ölmektir. Bu yüzden vasiyetini de hazırlar:
- Hapiste ölürsem mezar taşıma, ‘54 yıl hürriyet için savaştı, hapiste öldü’ diye yazılsın…
80 yaşındaki ‘fikir suçlusu’ Yalçın, Ankara Cezaevi’nde hastalanıp yüz üç gün cezaevi ranzalarında kaldıktan sonra salıverilir. Başbakan Menderes, belki içine düştüğü vicdan azabı ile Yalçın’ın salıverileceğini, bu yaşlı yazarın evine telefon ederek bildirir.
(…) Basın tarihimiz, ders alınacak nice anı ve acılarla doludur. Yeter ki, günlük kaygılarımızı bir yana atıp bu aynaya açık yürekle bakmasını bilelim. Bu aynada yarın da bizlere böyle bakılacak unutmayalım!” (Ak Saçlarıyla… Cumhuriyet, 3 Nisan 1983)
O dönemin genç gazetecilerinden olan Cüneyt Arcayürek, kendisinin de konuğu olduğu Ankara Ulucanlar Cezaevinde, gazetecilerin hep belli bir koğuşa yerleştirildiğini, bu yüzden o koğuşun gazeteciler arasında “Hilton” diye anıldığını yazmıştı.
Ve sıkıyönetim dönemleri… Bu dönemlerin, yazdıklarından dolayı tutuklananlarına en çarpıcı örnek de bizzat Uğur Mumcu. Hapislere de yazdıklarından dolayı girmişti; yazdıklarından dolayı “Sakıncalı Piyade” olmuştu. Yazdıklarından dolayı da öldürüldü. Sorumlu siyasiler ise ya hiç üstlenmediler, ya da aynen bugün olduğu gibi “yazdıklarından dolayı değil” dediler.
Şimdi de AKP dönemi… Bu dönemler dışında yazdıklarımızdan dolayı genellikle tutuklanmadan yargılandık. Ve yüzde 90 aklandık!..
Hayır!
Bugün Türkiye’deki hiçbir gazeteci imtiyaz istemiyor; hiçbir gazeteci yargılanmaktan kaçmıyor. Bugün istenen, hangi isnatla olursa olsun yargılanmamak değil; mantıki ve hukuki hiçbir gerekçesi olmadan TUTUKLANMAMAK!.. Mustafa Balbay alındı, bırakıldı, sonra yine alındı.
“Ya kaçarsa” imiş?… Kaçacak olan kaçtı. Biri Amerika’da, diğeri İngiltere’de imiş. Hükümet Interpol aracılığıyla iadelerini isteyebilir. İstedi mi? Duymadık. Ama aynı suçun buradaki sanıkları hücrede!.. Tutuklulukların mantıksızlığı, vicdansızlığı ve hukuksuzluğu yetkin hukukçularca senelerdir döne döne anlatılıp, icracı muhataplar da kös dinleyip duruyor.
Balbay ve diğerleri, hadi tutuklandı. Kaçacaktı, delil karartacaktı, delil yok edecekti vb. de bahanesi oldu. Bunlar hadi yargının kararı. Peki “hücre” neyin nesi? “Ankara’nın talimatı” neyin nesi? “Zulümhaneyi asıl şimdi göreceksin” neyin nesi? Bunlar da mı yargının marifeti? Ankara “yargı” mı?.. “Zulümhaneyi asıl şimdi göreceksin” diyen, savcı mı, yargıç mı?
“Yargının faaliyetinden dolayı kimse bize hesap kesmesin” diyen Başbakan nasıl “bunlar yazdıklarından dolayı değil, terör ve darbeyi kışkırttıkları için tutuklu” der?!.. Kimse ona “bunlar sadece iddia. Daha ispatlanmadı. İspatlanmayabilir de…” demez mi başbakana? İddia, nasıl kesinleşmiş suç kabul edilir? Hem de başbakan tarafından?.. Başbakan “yürütme” demek değil miydi? “Yürütme yargılaşıyor” itirazları doğru muymuş yoksa?!.. Bu insanlar yarın beraat ederse ne diyecek?..
İkincisi, ille tutukluluk gerekiyorsa, o zaman da yargılamanın hızla tamamlanıp yatacaklarsa hükümlü olarak yatmaları… Yargılama son derece inanılmaz, yapay, zorlama yollarla uzatıldıkça tutukluluk, yargısız mahkumiyete dönüşüyor. Yoksa neyle yargılarsanız yargılayın. Biz meslektaşlarımızın masumiyetinden hiç kuşku duymuyoruz. Beraat edecekler, ama yattıkları yanlarına kalacak. Sorun bu. Davanın alabildiğine uzatılmak istendiği o kadar açık, o kadar gizlisiz saklısız ki!…
Gazeteciler ilk kez yargılanmıyor ki… Bu ülkede ilk gazetenin yayınlandığı günden bugüne, neredeyse 200 yıldır yargılanıp duruyoruz. Ama 50-60 yıl önce Demokrat Parti döneminde bile Hüseyin Cahit Yalçın yargılama sürecini tutuklu olarak mapuslarda beklememiş, ancak mahkeme kesin kararını verdikten sonra içeri girmiş.
Ormanın bütününe görmek üzere Uğur Mumcu’nun, Demokrat Parti dönemin TBMM başkanı Refik Koraltan’ın, bakanlarından Etem Menderes ve Şem’i Ergin’in günlüklerinden pasajlar aktardığı“Demokrat mı?” başlıklı, 28 Eylül 1990 tarihli yazısına bir göz atalım:
“… Celal Bayar dün ve bugün Meclise ve evime geç vakit ge­lerek (…) şunları söyledi:
‘- Hü­se­yin Cahit Yalçın ve Millet Partililerden mahkum ve mahpus olan­ların aflarına dair bir teşebbüs olursa, nereden gelirse gel­sin durdurunuz. Olmazsa ben veto hakkımı kullanır yine red­de­derim…’ (Refik Koraltan, 12.2.1955)
- Dün gece (…) Bayar ‘Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz’ demiş. Dinleyeler üze­rin­de menfi tesir… Hayrettin endişede; Şem’i tenkit ediyor, Sa­met de… (Etem Menderes, 8.11.1957)
- Bayar ‘İcap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götür­mek­te hiç tereddüt etmem’ dedi. Korkunç ihtiras… (Etem Men­deres, 14 Kasım 1957)
- Bir tasdik makinesi halinde çalışıyoruz. Adnan Bey lis­te­leri içeride tanzim ediyor; bize gönderiyor. Bizim reyimizi da­hi almıyor. Biz de herkes bizi alışverişte görsün diye her gün top­lanıyor, havanda su dövüyoruz. (Şem’i Ergin, Ekim 1958)
– Başvekil, (…) kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bı­rakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir ne­vi delilik alameti… (Etem Menderes, 11 Haziran 1958)
– (Fatin Rüştü) Zorlu: Tek çare vardır: Halk Partisi’ni kapatmak, bütün me­busları tevkif etmek… (Abdullah Aker, 22.5.1960)
- Reisicumhur da (…) hükümetin en şiddetli tedbirleri al­­masını söylüyor ve bu hususta benim de kendisine müzahir ol­­mamı istiyor. (…) (Gazeteci) Ahmet Emin Yalman’ın hapishaneye gir­me­den affını söylemiş ve Bayar’a keraatla telkinde bulunmuş idim. Hayır, dedi. Başvekili de eminim o hazırladı. (Koraltan, 18 Nisan 1960)
– … ‘ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatı­yo­ruz’ diye, (…) CHP’yi kapatmak lazımdır. (…) Bun­la­rın hakından ancak Meclis gelir. Meclis de muhalefet değil DP grubudur. (Adnan Menderes, 7 Nisan 1960 grup ko­nuş­ması)
–  … Emir verdik, derhal girin dedik. Üniversiteye girmek de­ğil, temelinin altına gireceğiz… Belki bu akşam, belki yarın ak­şam bir hususi mahkeme derhal kuracağız… Tek başımıza si­lah­ları alıp kahir ve tedmir (yok etme, mahvetme) edeceğiz… (Ad­nan Menderes, 29 Nisan 1960 grup konuşması) … Mülkiye mektebini şet ve bent etmek lazımdır. (Adnan Men­deres, 2 Mayıs 1960)
Demokrat Parti, en yakın tanıklarının sözleriyle kanıtlandığı gibi hiç de ‘demokrat’ bir parti değildi. Meclis çoğunluğuna da­­yalı bir sivil diktatörlük kurulmuş; Silahlı Kuvvetler’in üst dü­zey yöneticileri de bu diktatörlüğün silahlı gücü olarak kul­la­nıl­mış; basın özgürlüğü başta olmak üzere bütün temel hak ve öz­gür­lükler yok edilmiş, yargı yetkisi TBMM’de çoğunluk gru­bu­na dayanan bir ‘Tahkikat Komisyonu’na devredilmiş; özel mah­kemelerin kurulması, ana muhalefet partisi liderinin idam edil­mesi ve muhalefet milletvekillerinin tutuklanmaları düşü­nü­le­bilmiştir. (…)”
Fazla söze hacet yok.
Ali TARTANOĞLU
Uğur Mumcu Vakfı
..

Kemal Abi Modeli

Kemal Abi Modeli






Melih Aşık


Çocukların çalışması güdeme gelince bu alanda öncü isim olan Kemal Abi ve oğlunu anımsamadan olmaz.
2007 öncesinin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın girişimci oğlu Abdullah Unakıtan’ın eli neye değse altın oluyordu.
Örneğin gümrük vergisi yüzde 20 iken mısır ithal etmiş, birden vergiler önce yüzde 45’e, sonra yüzde 70’e çıkarılmış, Abdullah Unakıtan böylece birkaç günde 360 milyar lira kazanmıştı.
2006’da kuş gribinin Türkiye’yi kasıp kavurduğu dönemde Unakıtan’ın A.B adlı şirketi raflara pastörize yumurta çıkardı... Aynı günlerde likit yumurtanın KDV’si yüzde 18’den yüzde 8’e düşürüldü. 

Satış patladı.

Dedikodular almış yürümüştü. Ancak Kemal Unakıtan bu konulardaki soruları ısrarla yanıtsız bırakıyordu.
Nihayet gazeteciler bir punduna getirip Abdullah Unakıtan’ın işleri konusunda ne diyeceğini Başbakan’a sordular.
Erdoğan’ın kayıtlara geçen cevabı aynen şu oldu:
“Medya bu konuda kendini fazla yormasın, medyanın ileri gelenleri de kendini yormasın, köşe yazarları da kendini yormasın. Attıkları birçok iftiranın yalan olduğu ortaya çıkıyor. Bunun bir şeylerin karşılığı olduğunun farkındayız..”
O zamanlar dış mihrakların rolü keşfedilmemiş olmalı ki... Başbakan durumu “iftira” ile izah ediyordu... Bu iftiraların neyin karşılığı olduğunu ise söylemiyordu!

Dönelim mahdum Abdullah Bey’e... Girişimci zat şu günlerde ne yapıyor acaba, diye meraklanıp haberleri taradık...
Geçen yılın ortalarında Bandırma’daki yumurta ve tavuk tesislerini 35 milyon liraya satışa çıkarmış. Ancak 25 milyon liraya alıcı bulmuş... İşleri pek iyi gitmiyormuş...
Üzüldük tabii...

Hırsız kasabası...

Bir kasabada her gün hava kararınca insanlar maymuncuk ve fenerlerini yanlarına alır, komşularının evlerini soymaya giderlermiş. Tabii gün doğarken geri döndüklerinde de kendi evlerini soyulmuş bulurlarmış.
Ama ülkede kimse kaybetmezmiş, çünkü herkes birbirinden çalarmış.
Adamın biri ise hırsızlığa çıkmaz, geceleri evinde oturur çalışırmış... Böyle bir durumda tabii onun evi soyulmazmış...
Gel zaman git zaman, ahali adama homurdanmaya başlamış:
“Çalmadan yaşamak senin tercihin, Ama kötü örnek olmaya hakkın yok” diye kızıyorlarmış.
Adam bakmış olmayacak, sonunda kasabayı terk etmiş, bir başka mekana taşınmış.
Kasabada ise hırsızlık var gücüyle devam etmiş. Becerikli olanlar hırsızlıkta ustalaşmış, zenginleşmişler.
Zenginleşenler kendileri için maaşlı hırsızlar çalıştırmaya başlamışlar.
Bir yandan da kendilerini ve mallarını korumak için bekçiler tutmuşlar, hapishaneler kurmuşlar.
Kendi Mallarının çalınmasını yasa dışı ilan etmişler.
Ancak yoksulları soymak hâlâ serbestmiş. Bunun da kanuni yolları bulunmuş, yoksullar soyulmaya alıştırılmış.
Sonunda hayat dengesiz bir dengeye  gelmiş. Herkes düzene razı olmuş.
Ancak herkesi memnun edecek bir yönetici bulmakta zorlanıyorlarmış.
Düşünmüş taşınmış, oraları ilk terk eden dürüst adamı başa getirmeye karar vermişler. Bir heyet oluşturmuş, yaşadığı yeri uzun uzun aramışlar. Gün yetmemiş. Gece de mumları yakıp aramaya devam etmişler. Nihayet evin yerini öğrenmişler. Ne var ki, adam gelenlerin kim olduğunu, neden geldiklerini öğrenmiş, onlar kapıyı çalmadan önce evi terk etmiş. Çıkarken de kapıya şu notu bırakmış:
“Bir yerde dürüst adam mumla aranır olmuşsa, her şey için çok geç demektir...”

AYGÜN

Suriye’de kaçırılan foto muhabiri arkadaşımız Bünyamin Aygün’den 40 gündür haber alınamıyor. Geçenlerde bu sütunda  iktidarın Bünyamin’in bulunması için çaba gösterdiğini sanmıyoruz demiştik. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç iki gün önceki basın toplantısında bizi doğruladı:
- Kimin elinde olduğunu şu ana kadar tespit edemedik...
Daha bunu bile tespit edemediyseniz iadesi için de bir şey yapmamışsınız, demektir.
Bünyamin’in İslamcı örgütlerin elinde olduğu haberleri geliyor. Onlara silah gönderen iktidar bir zahmet Bünyamin’i sormuyor mu?
Arınç CHP milletvekillerine çağrı yapıyor:
- Esad ile görüşüp yan yana fotoğraf çektirdikten sonra bir arkadaşımızı getirmişlerdi. Bünyamin’in kurtarılması için de elinizden geleni yapın.
İktidarın gösterdiği çabanın ciddiyeti bu kadar...
AKP’liler “Yolsuzluk bahanesiyle iktidar değiştirilmek isteniyor” diyor.
Banka soyarken yakalanan hırsızların
“Hırsızlık bahanesiyle bizi hapse atmak istiyorlar” diye ağlaması yakındır.



 ..

15 Şubat 2015 Pazar

Alman-Fransız İşbirliği: Bağdat Demiryolu






Alman-Fransız İşbirliği:  Bağdat Demiryolu

Belgeler:

 Osmanlı Bankası Paris Komitesi Başkanı Baron de Neuflize'in Alman Hükümeti ile Deutsche Bank hakkında mahkemeye sunduğu şikayet dilekçesi (1928) (OD-010/13385)





19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti demiryolu yapımıyla yoğun olarak ilgilenmiştir. Ancak Osmanlı Maliyesi bu yatırımları gerçekleştirecek güce sahip olmadığından yatırımlar  yabancı sermaye tarafından yapılmıştır. II. Abdülhamid de demiryollarının artmasıyla imparatorluğunun askeri yönden güçleneceği, isyan ve eşkiyalığın anında asker sevkiyle önlenebileceği fikrindeydi ve 1888 yılında bir iradeyle Anadolu Demiryolları'nı inşa ve işletme imtiyazını Almanlar'a verdi.
Osmanlı Anadolu Demiryolları Şirketi adıyla kurulan şirket 1890'da İzmit-Adapazarı'na, 1891'de Bilecik'e, 1893'te de Ankara'ya ulaşmıştı. 1893'te Eskişehir-Konya Demiryolu, 1903'te de Bağdat Demiryolu imtiyazı verildi. Ana sermayedar Deutsche Bank bu önemli yatırım için yeni sermaye arayışına girdi. Ruslar projeye sıcak bakmamaktaydılar. İngilizler uzun bir kararsızlık devresinden sonra projeye katılmayı reddettiler. Osmanlı Bankası bu projenin dışında kalmayı istemedi. Daha önceki İzmir-Kasaba Demiryolu iştirakleri, Suriye ve Mersin-Adana Demiryolları'nın Bağdat Demiryolu ile bağlantıları doğrultusunda bu projeye ilgi duyulmaktaydı. Zaman zaman Fransız ve Alman hükümetlerinin de karıştığı ve aslında Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfus bölgelerini artırma amacı güden uzun tartışmalardan sonra %40 Fransız ve %40 Alman ortaklığında anlaşıldı. Ancak, şirket yönetiminin başından beri Deutsche Bank'da olduğu aşikârdır.

Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı Bankası'nın Osmanlı Devleti tarafından "düşman tarafta" görülmesi üstüne Deutsche Bank bu durumdan yararlanarak Osmanlı Bankası'nın etkisini azaltmak ister. Buradaki Osmanlı Bankası'nın şikayet dilekçesini de bu çerçevede düşünmek gerekmektedir. 1914'te savaşı bahane eden Osmanlı Bankası, Fransız Hükümeti'nin bir kararnamesine dayanarak -kanuni dayanağı olmasa da- ortak çalışmalarına son verir. Daha sonraki senelerde Deutsche Bank'ın Bulgurlu - El Helif demiryolu yapımı için kurulan inşaat şirketini tek taraflı olarak feshetmesi Osmanlı Bankası tarafından hukukdışı olarak algılanır ve Paris Komitesi'nin başında bulunan Fransız-Alman hakem mahkemesine şikayet dilekçesi sunulur.


Kaynaklar: 


 Autheman, André, La Banque impériale ottomane, Paris, Comité pour l'Histoire économique et financière de la France, 1996, sayfa 185-195.

 Gall, Lothar et all. , The Deutsche Bank 1870-1995, London: The Orion Publishing Group Ltd., 1995.

 Ortaylı, İlber, Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu, Kaynak Yayınları, Mart 1983, sayfa 89-112.

 Thobie, Jacques, Intérêts et impérialisme français dans l'Empire ottoman (1895-1914), Paris, Publications de la Sorbonne, 1977, sayfa 344-355.

.

Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946 - 1963




Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946 - 1963




Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, Araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. 
Bu konuşma metinleri, Ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz. 

Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 
Ahmet Makal 

1946-1963 yılları arasında Türkiye’de çalışma hayatındaki gelişmeleri değerlendirmeden önce kısaca tek parti dönemini özetlemekte fayda vardır; çünkü çok partili dönemdeki bütün değişimler tek partili dönemdeki zeminde meydana gelen değişiklikler üzerine oturmaktadır. 
Nedir tek partili dönemde olan? İktisadi açıdan bakıldığı zaman 1930 öncesi izlenen liberal iktisat politikalarının, yani özel kesime ağırlık veren iktisat politikalarının başarısızlığı 1930’lu yıllarda devletçi iktisat politikalarına geçilmesini gerektirmiş, devlet özellikle iktisadi devlet teşekkülleri aracılığıyla yoğun bir biçimde Türkiye’nin sanayileşme çabalarına katkıda bulunmuştur. Bu döneme iktisadi açıdan bakıldığı zaman önemli bir büyüme oranı yakalanırken, çalışma hayatı açısından önemli sonuç, bir işçi kitlesinin ortaya çıkması ve büyük sanayi kuruluşlarında toplanması olmuştur. 

1930’ların Türkiye’si, 1920’lere göre, sanayileşme çabaları ile bunun çalışma hayatına yansıması ve bir ücretli emek olgusunun ortaya çıkması açısından ciddi ölçüde farklılaşır. 1930’lu yılların ortalarında sadece İş Yasası’na tâbi işçi sayısı 300 bine yaklaşmıştır. 1930’lu yılların sonu ile 40’lı yılların başında Türkiye’de, İş Yasası’na tâbi olmayanlar da dahil edildiği zaman 500 bin dolaylarında ücretli işçi vardır, ki bu çok önemli bir gelişmedir. Tabii ki bu çok önemli gelişmenin çalışma hayatında da önemli yansımaları olacak ve giderek gelişen çalışma hayatını organize etmek gerekliliği devletin karşısına bir sorun olarak çıkacaktır. 1920’lerde bu tür gereklilikler yoktu; az sayıda işçinin olduğu, sosyal sorunun bütün boyutlarıyla hissedilmemiş olduğu bir tarım ülkesinde çalışma hayatına ilişkin kapsamlı düzenlemelerin devlet tarafından yapılmasına elbette ihtiyaç duyulmamaktaydı, ama artık durum değişmiştir. Ortaya çıkabilecek sorunlar düzenlenme ihtiyacını doğurmaktadır. Bu noktada ise devletin Türkiye’de çalışma hayatının gelişmesine ilişkin korkuları vardır. Bu korkular büyük ölçüde Batı Avrupa toplumlarının endüstrileşme deneyiminin sonuçlarından kaynaklanır. Çünkü biliyoruz ki; Fransa’da, İngiltere’de, diğer Avrupa ülkelerinde yüzyıllarca süren kanlı sınıf savaşımları olmuştur. 
Tabii ki Batı’daki gelişmeler konusunda bilgisi olan Cumhuriyet yöneticileri “Acaba bizde de sanayileşme sonuçta bu tür kanlı sınıf savaşımlarını getirir mi?” korkusu içerisine girmişlerdir. Bunu bir paranoya olarak da değerlendirmek mümkündür. Niyazi Berkes bir kitabında 
“Bir yandan endüstrileşmek isteniyor, öbür yandan sanki Türkiye baştan başa işçileşmiş de hani bugün yarın proleter ihtilâli kopacakmış gibi, bir işçi korkusu, bir emekçi düşmanlığı körükleniyordu” der. 

Acaba II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan ve zaman zaman şiddet de içeren işçi hareketleri de bu korkuyu biraz pekiştirmiş midir? Bu işçi hareketleri, herhalde Batı Avrupa serüvenine ilişkin algıları pekiştirici yönde rol oynamıştır. Cumhuriyet yöneticilerinin kafasında, gereken önlemleri alarak Türkiye’de sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasına engel olma düşüncesi vardır; ancak buna teorik bir çerçeve de lazımdır. Bu teorik çerçeveyi de, Batı Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğu’na, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine sarkan ve dayanışmacı bir sosyolojik anlayış çerçevesinde şekillenen halkçılık ilkesi sağlamaktadır. 
Nedir bunun özü? Türk toplumunda çıkarları birbirleriyle çelişen farklı toplumsal sınıflar yoktur, çıkarları birbirleriyle uyumlu ya da uyumlaştırılabilecek olan, farklı işlerde çalışan değişik meslek erbabı vardır. Bu düşünce Ziya Gökalp’te açıkça ifadesini bulur. 
Atatürk’ün 1920’li yıllarda, özellikle 1923’te Türkiye’nin birçok yerinde yaptığı konuşmalarda da bu tarz bir sınıfsal analiz görülmektedir. 
Bu sınıfsal analiz, yani Türkiye’de toplumsal sınıfların olmadığı, ancak değişik meslek erbabının bulunduğu ve bunların çıkarlarının da birbirinden farklı olmadığı düşüncesi aynı zamanda tek parti yönetimine de mesnet kılınmaya çalışılmaktadır. Madem ki Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıflar yoktur, o zaman Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil edecek siyasal partilere de gerek kalmamıştır. 
Cumhuriyet Halk Partisi bütün toplumun, bütün meslek erbabının çıkarlarını temsil edebilecektir. O zaman Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilere de gerek yoktur. 

Türkiye iki defa çok partili siyasal yaşama geçmeyi denemiş, bunlar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Tek parti yönetiminin katılaşmasında da bu iki başarısızlık herhalde önemli bir rol oynamıştır. 1930’lu yıllarda gelişen çalışma hayatını düzenleme ihtiyacı ortaya çıktığı zaman halkçılık ilkesi, yani farklı toplumsal çıkarlara sahip olan sınıfların var olmayışı, çıkarların uyumlaştırılabileceği düşüncesi çerçevesinde yasal düzenlemeler yapılarak bu tür hareketlerin yolu kesilmeye çalışılmıştır. 

Bunun en büyük aygıtı, ki bu hakikaten çok gelişkin bir aygıttır, 1936 tarihli İş Yasası’dır. Tarih incelemelerinde hiçbir şey hiçbir şeyi bire bir yansıtmamakla birlikte, İş Kanunu döneminin koşullarını çok büyük ölçüde yansıtan bir yasa olmaktadır. Bu yasa işçi-işveren mücadeleleri, grev ve lokavtı açık bir biçimde yasaklamıştır. 
Yasanın 72. maddesi aynen şöyledir: “Grev ve lokavt yasaktır.” Halbuki 1909 yılında Meşrutiyet sonrasında işçi hareketleri engellenmeye çalışılırken çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanunu çok daha rafine düzenlemeler yapmaktadır. Dolaştırarak, incelterek, zarif düzenlemelerle işçi hareketlerini engellemeye çalışmaktadır; 1930’ların ortasında ise artık buna da gerek duyulmamakta, açık bir biçimde grev ve lokavt yasaklanmakta, yani farklı toplumsal sınıflar arasındaki iş mücadelesi yolları yasal olarak tıkanmaktadır. 
Bu dönemde Tatil-i Eşgal Kanunu’nun sınırlamaları dışında hukuken sendika kurmak, işçilerin sendikalarda örgütlenmesi yasak değildir, ama fiili bir durum vardır. Nasıl ki Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması da yasak değildir ama bu tür siyasi partilerin kurulmasının önünde fiili bir engel vardır, sendikalar konusunda da bir düzenleme yapılmamakta, bir işçi temsilciliği kurumu düzenlenmektedir. 

İşçi temsilcilerinin görevi işçiişveren uyuşmazlıklarını çözmektir; ama sonuçta bu da devletin başat olduğu hakem kurullarına ve mahkemelere ihale edilmektedir. Dolayısıyla devlet 1930’larda çalışma hayatının iki tarafını, işçi ve işveren tarafını eliyle arka tarafa itmekte, kendisi ön plana çıkmakta ve aşağı yukarı çalışma hayatına ilişkin bütün belirlemeleri de üstlenmektedir. 

Kanaatimce tarih incelemelerinde en büyük hendikaplardan biri, bir dönemi siyah ya da beyaz olarak görme alışkanlığımızın varlığıdır. Genellikle bir dönem salt olumlu yönleriyle ya da salt olumsuz yönleriyle ele alınır. Tek parti dönemi de bunun en fazla yapıldığı dönemdir; siyasal angajmanlarımıza göre ya yüceltilir ya da yerin dibine batırılır. Ben her dönemi artılarıyla ve eksileriyle değerlendirmenin uygun olacağı kanaatindeyim. Bu sadece tek parti dönemi için değil, Demokrat Parti dönemi için de geçerlidir. Genellikle Türk aydınında Demokrat Parti dönemini aşağı yukarı bütün boyutlarda küçümseme ya da yok sayma gibi bir eğilim vardır; ama Demokrat Parti dönemi de ak ya da kara değildir. Örneğin çalışma hayatı açısından bakıldığı zaman orada da birçok olumlu gelişme söz konusudur. Çalışma hayatına ilişkin otoriter önlemler getiren İş Kanunu bireysel alanda bakıldığı zaman işçiyi koruyucu önlemler de içermektedir. Tek parti döneminde her ikisi, yani otoriter eğilimlerle koruyucu düzenlemeler bir arada var olmaktadır. Bence tek parti döneminin özü ancak bu ilk bakışta çelişkili gibi görülen durumdan hareketle kavranabilir. 
Buradan çözümlemelerimizi sürdürdüğümüz zaman, bu dönemin hem olumlu hem de olumsuz yönlerinin olduğunu saptayabiliriz. Olumluklar daha çok bireysel alanda, yani tekil düzeydeki işçiyi koruma anlamında; otoriter eğilimler ise daha çok toplu ilişkiler alanındadır. 

Bu dönemde henüz Cumhuriyet Halk Partisi dışında siyasal partilerin kurulmasının ya da sendikaların kurulmasının önünde hukuki bir engel yoktur, bu tür faaliyetleri engelleyen fiili bir durum vardır. 1938 yılında da meşhur Cemiyetler Kanunu çıkartılarak bu fiili durum hukuki hale dönüştürülmüştür. Sınıf esasına veya adına dayanan cemiyetler kurulması açık bir biçimde yasaklanarak hem sendikaların hem de bu esasa dayalı siyasal partilerin kurulması engellenmiştir; çünkü o dönemde siyasal partiler de Cemiyetler Kanunu’na tâbi birer cemiyettir. Cemiyetler Kanunu derneklerin kuruluşunda bir ön izin, tescil sistemi getirmiştir. 
Buna göre, bir dernek ancak mülki idare amiri tarafından tescil edildikten sonra faaliyette bulunabilecektir. Tabii bu koşullarda daha önceki fiili durum, hukuki bir nitelik de kazanmış oluyor. 

 1946 yılına, yani çok partili yaşama geçilinceye kadar Türkiye’de gerek Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması, gerekse sınıf esasına dayalı sendikaların kurulması olanaksız durumdadır. II. Dünya Savaşı yılları bütün toplum açısından gerileme yıllarıdır. Gayrisafi milli hasıla % 60’lara düşmüş, milli gelirin dağılımında savaş koşullarının getirdiği bozulmalar baş göstermiştir. 
Bazı ellerde savaşın getirdiği olağanüstü ortamda haksız kazançlardan oluşan servet birikimleri sağlanırken; gelir dağılımı daha da bozulmakta, bazı kesimler zarar görürken, bazı kesimlerin gelirlerindeki düşme milli gelirdeki kayıptan da fazla olmaktadır. 

Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası yıllara bu koşullarda gelmiş, bu yılların dinamikleri ülkenin belli bir değişim sürecine girmesini gerekli kılmıştır. Tarih incelemelerinde “gereklilik” ya da “zorunluluk”, rahatlıkla kullanılmaması gereken kavramlardır, ama burada artık gereklilik ya da zorunluluk olarak ifade edebileceğimiz bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Türk tarih yazımında içsel ve dışsal dinamikler meselesi çok tartışılır. 

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçişinde içsel dinamikler mi, dışsal dinamikler mi etkili olmuştur? Ben bu tartışma konusunu da abesle iştigal olarak kabul ediyorum. Bir toplumun bu kadar köklü değişimler geçirmesi sadece içsel ya da sadece dışsal dinamikler tarafından belirlenemeyecek kadar ciddi bir meseledir. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler üzerinde hem içsel hem de dışsal dinamiklerin rolü olmuştur. Yeni kurulan dünya düzeni artık tek partili bir Türkiye’yi kendi içine kabul etmeye razı ve hazır değildir. 
Türkiye’nin kendine çeki düzen vermesi lazımdır ve ilk konu da çok partili siyasal yaşama geçmektir. İçsel dinamikler açısından bakıldığı zaman ise uzun yıllar süren tek parti döneminin geniş toplumsal kitlelerde doğurmuş olduğu huzursuzluklar daha önce değişik biçimlerde ifade edilme olanağını bulmuştu. Serbest Fırka olayında geniş toplumsal kesimlerin bu partiye yönelişini biliyoruz. II. Dünya Savaşı döneminde hem geniş toplumsal kitlelerin bir yoksulluk süreci içerisine girmeleri, hem de belli ellerde sermaye birikiminin oluşması; bu toplumsal kesimlerin de kendi çıkarları doğrultusunda taleplerde bulunmaları sonucunu doğurmuştur. Yeni gelişen ve sermayenin ellerinde biriktiği kesimler artık iktisadi yaşam üzerinde daha fazla belirleyici olmayı, daha fazla söz hakkını isterken; Demokrat Parti büyük ölçüde bu kesimlerin temsilcisi olarak siyasal yaşama atılacaktır. Geniş kitlelerin içinde bulunduğu kötü çalışma ve yaşama koşullarının da herhalde biraz rehabilite edilmesi gerekiyordu. Sosyal huzursuzlukları engellemek artık mümkün değildi; perişan olmuş milyonlarca insandan oluşan bir kitlenin durumu rehabilite edilmeliydi. Böyle bir rehabilitasyon savaş sonrasında sosyal düşünceler, akımlar aracılığıyla bütün Batı toplumlarında, İngiltere başta olmak üzere yaşanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu içsel dinamikler açısından bakıldığı zaman belli bir değişim sürecine zorlandığını söyleyebiliriz. 

 Bu koşullarda Türkiye çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda önemli adımlar atmıştır. Hukuksal açıdan bakıldığı zaman ilk aşama Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasına engel olan Cemiyetler Kanunu’nun değiştirilmesi ve oradaki ön izin sisteminin kaldırılmasıdır. Bu değişiklik 1946 yılının Haziran ayında yapılır, ama Demokrat Parti 1946’nın Ocak ayında çoktan kurulmuş durumdadır. Değişen toplumsal koşullar, hukuksal düzenlemeyi beklemeden, Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasını mümkün hale getirmiştir artık. Cemiyetler Kanunu değiştirilir, bu arada sınıf esasına veya adına dayanan cemiyet kurma yasağı da kaldırılır. Bu da sendikaların ve sınıf esasına dayalı siyasal partilerin kurulmasını mümkün kılar. Hemen sendikalar ve sol siyasi partiler kurulmaya başlanır. 

Şu noktayı çok açık bir biçimde ortaya koymak gerekir: Türkiye’nin 1946 yılında geçtiği düzen Batılı anlamda çok partili, çoğulcu bir siyasal rejim değildir. Daha sonraki yıllardaki uygulamalar izlendiği zaman, bunun belki bir çoğunlukçu sistem olarak değerlendirilebileceği, bu çoğunlukçu sistemin iki temel siyasal partisi olan Demokrat Parti’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin de aslında rahmetli Bülent Tanör’ün deyimiyle “ikiz partiler” olduğu, yani birbirinden çok da farklı olmadığı belirtilmelidir. Osmanlı Bankası’nın çatısı altında hatırlamadan edemedim; bir zamanlar bankanın bir reklamı vardı: “Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankası’yız.” Bu ifade, hem benzerliği hem de farklılığı vurguluyordu, çok derin bir biçimde. Aynı şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ile 


Demokrat Parti’nin de en azından çalışma hayatına, temel sorunlara ilişkin bakışları açısından aralarında ciddi bir fark yoktur. Demokrat Parti de tek parti döneminin halkçılık ilkesi çerçevesinde yoğunlaşan sınıfların yokluğu ve sınıf mücadelelerinin olmaması gerektiği, hatta engellenmesi gerektiği düşüncesine sahip yöneticilerden oluşmuştur. Bunun aksini beklemek zaten yanlış olur; Demokrat Parti’nin yöneticileri Cumhuriyet Halk Partisi’nin eski yöneticileridir. Celal Bayar İş Yasası çıkarken iktisat vekili, Cemiyetler Kanunu çıkarken başvekildir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin sınıflara yönelik bakış açısının Demokrat Parti’den farklı olması elbette beklenemez, ama farklılık yoktur demek de mümkün değildir. Demokrat Parti’nin ortaya çıkış sürecinde şöyle farklılıklar vardır: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne muhalefetini ve kendi varlığını bir yerlere dayandırmak durumundaydı. Demokrasi, partinin kendisini ifade etmesinin temel zeminlerinden biri, liberalizm de bir diğeri olmuştur. 

 Demokrasi anlayışı elbette temeldeki bütün benzerliklere karşın Demokrat Parti’nin çalışma hayatına ilişkin olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nden farklı bazı noktalara varmasına da yol açmıştır. Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra dahi işçilere grev hakkının tanınmasını şiddetle reddederken, Demokrat Parti 1949 yılında grev hakkını programına almıştır. Çünkü sizin kendinizi oturtmak istediğiniz zemin eğer demokrasi ise böyle bir zeminde grev hakkına yer vermemek elbette olmaz. Geniş kitlelerin oylarını alabilmek ihtiyacıyla da grev hakkı parti yöneticileri tarafından savunulmuştur. 

Şimdi tekrar 1946 yılına dönecek olursak, Cemiyetler Kanunu değişmiş, hızla sendikalar ve sol siyasal partiler kurulmaya başlanmıştır. Bunların içinde özellikle ikisi, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi önemli ve işçi hareketi içerisinde de etkindir. Bu iki partinin yönlendirdiği sendikalar kurulur, yöneticiler tekrar aynı kuşkular ve paranoya içerisinde bunu gözler. Evet, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmiştir, ama bu her şeyin değişeceği anlamına gelmemektedir. Tek parti döneminden kalan korku ve kontrol etme kaygısıyla bütün toplumsal yaşamı kontrol eden Cumhuriyet Halk Partisi bu kontrolü elinden kaçırmak istememektedir; ama bu kontrolün eski araçları artık geçerli değildir. Yasalardaki yasaklar geçersizdir artık, çok partili hayata geçilmiştir. Yeni geçilen çok partili hayata uygun daha yumuşak, rafine, ama iktidara kontrol olanağını veren araçlar yasalaştırılacaktır. Bu araçlar yasalaşmadan önce gene otoriter bir biçimde 1946 yılının Aralık ayında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir tebliğle biraz önce ismini verdiğim iki siyasal partiyle o bölgedeki sendikaların büyük bölümünü ve bazı sendikal yayın organlarını kapatır. Daha sonra, biraz önce söylediğim daha rafine bir aygıt yaratmak kaygısı 1947 yılında bir Sendikalar Yasası çıkartılmasına neden olur. Bir sendikalar yasası çıkartılır, çünkü bir otorite boşluğu vardır orada. Sendikalar kurulur, ama devletin sendikalar üzerinde kontrolünü sağlayacak mekanizmalar yoktur. Sendikalar Yasası çıkartılır, sendikaların kuruluşları ve faaliyetleri düzenlenir, ama bu yasa devlete sendikalar üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları sağlar. Sadece yargısal denetim değil; geniş, güçlü ve derin bir idari denetim olanağı da sağlanır. Sendikalar Yasası’nda sendikalara mutlak olarak bir siyaset yasağı getirilir; siyasi faaliyet içerisine giremeyeceklerdir, çünkü mutlak anlamda bir yasak vardır; ayrıca sendikal örgütlerin Batı’daki benzerleriyle ilişki içerisine girerek kontrol dışına çıkmalarını engellemek için uluslararası kuruluşlara üyelikleri konusu Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanır. Sendikal hareketler üzerine çok ciddi sınırlamalar getiren bir yasayla Türkiye çok partili hayata başlar ve sendikalar 1963 yılına kadar bu yasanın demir cenderesi içerisinde üyelerinin haklarını korumaya çalışırlar. 

Bildiğiniz gibi 1950’de bir iktidar değişimi gerçekleşir. 1950’ye kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nin çalışma hayatına ilişkin bakışında çok fazla bir yumuşama olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok partili yaşama geçilmiştir, Demokrat Parti’nin rekabeti söz konusudur ki çok ciddi bir rekabettir bu; Demokrat Parti diğer toplumsal kesimler içerisinde olduğu gibi işçi kesimi içerisinde de herhangi bir çaba göstermeye gerek kalmaksızın benimsenir. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetimine muhalif olan bütün toplumsal kesimler Demokrat Parti’ye kendiliğinden yönelir. 1950’de iktidar değişir, Demokrat Parti iktidara gelir. Demokrat Parti ilk yıllarında çalışma hayatına ilişkin daha sonraki yıllarda, özellikle 1955’ten sonraki uygulama ve görüşlerine göre  çok daha esnek ve hoşgörülü bir yaklaşım içerisindedir, ama daha sonra yavaş yavaş parti programında da yer alan grev hakkı konusundaki tartışmalar rafa kaldırılır. 

Demokrat Parti zaman içerisinde değişik toplumsal kesimlerin muhalefetine karşı bastırma girişimleri gösterirken; üniversiteler, basın, yargı organları, kendisine muhalif olan bütün toplumsal örgütlerin ve katmanların sesini kısmaya çalışırken aynı şekilde işçi hareketinin, işçi sendikalarının seslerini kısmak için gerekli uygulamalar da, yasanın devlete vermiş olduğu bütün olanaklar ve özellikle idari denetim mekanizmaları kullanılarak yerine getirilmiştir. Bu demek değildir ki Demokrat Parti döneminde işçiler lehinde düzenlemeler yapılmamıştır; toplu ilişkilere değgin olarak otoriter eğilimler içerisine girilirken, bireysel ilişkiler alanında Cumhuriyet Halk Partisi döneminin özellikle son yıllarında olduğu gibi koruyucu önlemler alınmaya devam edilmiştir. Üstelik 1950’li yıllardaki bu koruyucu önlemler 1930’lu, 1940’lı yıllarla karşılaştırılamayacak kadar yoğundur. Öğle Dinlenmesi Kanunu, Yıllık Ücretli İzin Kanunu çıkartılmış, kamu kesiminde çalışanlara yılda bir maaş tutarında ilave ödeme yapılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bir başka açıdan, sosyal güvenlik alanında çok önemli yasalaştırma çabaları vardır. 1945 yılında kurulan İşçi Sigortaları Kurumu ve o kurum çerçevesinde yürütülen değişik sigorta kolları 1950’li yıllarda hızlanarak devam ettirilmiştir. 

Burada kritik bir saptama yapmak gerekir. Acaba 1950’li yıllarda Demokrat Parti yerine Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda olsaydı, aynı düzenlemeler yapılır mıydı? Benim kanaatim büyük ölçüde olacağı yönünde; bunu salt Demokrat Parti’ye artı olarak yüklememek gerekir, çünkü dönemin getirdiği koşullar da söz konusudur. Artık çok partili hayata geçilmiştir, kitleler oy kullanmaktadır, toplumsal örgütler 1930’larla 40’larla karşılaştırılamayacak kadar çok ve etkindir; dolayısıyla bunun Demokrat Parti’den çok, dönemin değişen koşullarına bağlanması gereken bir gelişme olduğunu düşünüyorum. 

Bütün bu gelişmelerin geniş kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarındaki ilerlemeyle de örtüştüğünü görüyoruz. Gerek kamu kesiminde gerekse özel kesimde işçi olarak çalışanların satın alma güçlerinde ve yaşam düzeylerinde önemli artışlar olmuştur. 1950’li yıllar tekil düzeyde bir işçi ya da bir işçi ailesi açısından çok da olumsuz yıllar değildir. Sosyal güvenlik önlemleri geliştirilmiş, reel ücretlerde, satın alma gücünde artışlar olmuştur. Dolayısıyla işçi kesiminin en azından gelir düzeyi açısından 1950’li yılları kazançlarla kapattığından söz etmek mümkün olabilir. 

Aynı şey memurlar açısından geçerli değildir; memurlar bu yıllarda reel gelir kaybına uğramış, maaşların satın alma gücü zannediyorum % 25-30 dolaylarında azalmıştır. Bu, Demokrat Parti’nin tek parti döneminin yönetim aygıtı olarak gördüğü memurlara karşı takındığı olumsuz tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti kurulduktan sonra bütün toplumsal kesimleri kucaklamaya çalışırken, hepsine yönelik sıcak mesajlar verirken; tek parti yönetiminin aygıtı olarak nitelendirdiği kamu bürokrasisi ve özellikle üst düzey bürokratları oklarına hedef saymıştır. Bir açıdan, bu antipatinin memur kesiminin 1950’li yıllarda gelir kaybı üzerinde rol oynadığını düşünebiliriz. Tabii tek faktör bu olamaz; devletin bütçe olanaklarının sınırlılığı, memur maaşlarının belli dönemlerde yasalarla düzenlenmesi gerekliliği, piyasaya çabuk ayak uyduramaması gibi nedenlerden dolayı işçi kesiminin yaşam standartları gelişirken, 1950’li yıllarda memur kesiminin yaşam standartlarında bir gerileme ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. 

Çalışma hayatı açısından Demokrat Parti yıllarını özetlemek gerekirse, yasalaştırmalarla özellikle bireysel düzeyde işçilere tanınan hakların ciddi ölçüde geliştiği, ama toplu haklar, yani sendika hakkı, toplu pazarlık hakkı üzerinde ciddi sınırlamaların, otoriter eğilimlerin gözlendiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Sendikaların Demokrat Parti döneminde yeterli ölçüde gelişme olanağına kavuşamamasının tek sebebi tabii ki partinin baskıları değildir; sendikalar bir taraftan Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında parsellenirken ve sendikal hareket iktidardan baskı görürken, diğer taraftan da sendikal hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal, kültürel, eğitsel koşullar bulunmamaktadır. 

Birinci, ikinci kuşak işçilerin gelir ve eğitim düzeyleri düşüktür, liderlik kadroları yoktur. Bütün bunların üzerine bir de yönetimlerin baskısı eklendiği zaman, 1950’li yılları bazı olumlu gelişmeler olmakla beraber– sendikaların varlıklarını koruma yönünde çaba gösterdikleri ama çok fazla 
gelişemedikleri bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür. 

Daha sonra 27 Mayıs İhtilâli’yle gelen ve 1961 Anayasası ile açılan yeni dönem sadece çalışma hayatında değil, Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında da önemli dönüşümlerin belirleyicilerinden biri olarak çok büyük açılımlar getirmiştir. 1936’dan 1963’e kadar Türkiye’de emek tarihi açısından belirleyici olan 1936 tarihli İş Kanunu ve onun grev lokavt yasağı rejimidir. 1947’de Sendikalar Yasası çıkmış, sendikalar faaliyete geçmiştir, ama grev hakkının olmadığı bir hukuksal yapı içerisinde sendikalar devletle ve işverenle ilişkilerinde çalışma hayatını olumlu yönde etkileyici kazanımlar elde etme şansına sahip değillerdir. Kısacası Türkiye’de emek tarihinin omurgasını 1936 yılından 1963’e kadar 1936 tarihli İş Yasası çizmiştir. Bunun için İş Yasası Türkiye’nin salt emek tarihini değil, siyasi ve iktisadi tarihini algılama, anlamlandırma açısından da önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. 

..