Şeyini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şeyini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2015 Pazartesi

Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi..,


Şeyini Şey Ettiğimin Şeyi..,






Temmuz 11, 2011
Ali Tartanoğlu 

Sağ olasın Bülent Arınç!...

Sayende çok önemli bir terbiyesizlikten kurtulup, o terbiyesizliği yapmadan meramımızı anlatabililir olduk
Anayasa, Madde 68, ikinci fıkra: «Siyasi partiler, Demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.»

Bu hüküm, 1961'den bu yana bütün anayasalarda var. Demek ki siyaset ve demokrasi birbirini tamamlıyor. Muş... Siyasi partiler olmadan, yani «siyaset» yapılmadan demokrasi olmuyor. Muş...

Anayasalar da, zaten bu nedenle sadece birer hukuki metin değil, aynı zamanda, hatta daha fazla siyasi metindir; yine bu nedenledir ki en diktatör rejimlerin bile bir anayasası vardır.

Biz de söze aynı nedenle, Anayasaya atıfta bulunarak başladık. Çünkü anayasalar çok daha ağırlıklı olarak siyasi metinler olarak algılanır. «Demokrasi» denince, bunun için önce anayasalara bakılır. Çünkü «demokrasi», tek başına hukuki değil, siyasi bir terimdir. Sadece, demokrasinin unsurları, yani demokrasinin demokrasiliği, ne kadar demokrasi olduğu, ne kadar olmadığı, başta anayasa olmak üzere yasalar dahil hukuki metinlere bakılarak değerlendirilir. Zaten sadece anayasalar değil bütün yasalar, anayasalara ve yasalara uygun olarak oluşturulan tüzük, yönetmelik gibi tüm hukuk metinleri aslında birer siyasi metindir, çünkü belli görüş ve ideolojiye sahip, esas olarak belli bir kesimin çıkarlarını diğer kesimlerin çıkarlarından daha üstün gören belli bir siyasi kadro tarafından çıkarılırlar.

Bir başka ifadeyle hukuk, başta Uğur Mumcu olmak üzere pek çok düşünürün, hukuk bilimcisinin, siyaset bilimcinin de ifade ettiği üzere, egemen yapıyı koruyan, meşrulaştıran bir üstü yapı kurumudur. Bu koruma, kollama, meşrulaştırmanın kendisi siyasi bir eylemdir ama, kullandığı temel araç hukuktur.

Şöyle toparlamak mümkün: Yasalar, anayasalar, bunları yaratarak hukuk denilen kavram ve kurumu oluşturan parlamentolar, bunları oluşturan siyasi partiler, bunların hukuk yaratma yolu olan siyaset eyleminin, uğraşının kendisi, hep aynı amaca hizmet eder: Belli bir sistemin egemen güçlerinin, egemen anlayışının, egemenlerinin korunup kollanması ve meşrulaştırılması...

Bu koruyup kollama ve meşrulaştırma eylemine ve sürecine polis güçleri, ordular da dahildir. Bu koruyup kollama eylem ve süreci, polis güçleri ve ordular aracılığıyla gerekirse meşruluk dışına çıkarak da devam ettirilir.

Kapitalist sistem, kapitalistlerin çıkar ve yararlarını koruyacak ve meşrulaştıracak hukuk yaratır; sosyalist-komünist sistem, tam bunun karşısında «emek"in», «proletarya» nın hak ve yararlarını kapitalistler karşısında korumak için bir umut olarak öngörülmüştü.

Hatırlanırsa, eski Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142'inci maddeleri «bir sınıfın öteki sınıflar üzerinde tahakkümünü öngören» örgüt kurmayı veya bu tahakkümün propagandasını yapmayı, yani bu yönde yazıp çizmeyi yasaklardı. Dikkat edilirse bu hükümlerde sınıf adı belirtilmez, yani «işçi sınıfının sermaye sınıfı üzerinde...» veya «sermaye sınıfının işçi sınıfı üzerinde» tahakkümünden söz edilmezdi.

Ama buna rağmen, bu maddeler, çok beyin acıtıcı biçimde sanki «işçi sınıfı sermaye sınıfı üzerinde tahakküm» uyguluyormuş, uygulamak istiyormuş gibi hep işçi sınıfı örgütlerine, işçi sınıfından yana olan örgütlere ve hep işçi sınıfının haklarını savunanlara karşı uygulanır; sermaye sınıfına hiç uygulanmazdı.

Bu maddeler zaman içinde Ceza Yasa'sından çıkarıldı; ama egemenler hep sermaye sınıfı ve onun üniformalı üniformasız kurşun askerleri olduğu için yine hep sermaye sınıfı kayrıldı, işçi sınıfı ezildi. Bilinen polis yöntemleriyle değilse bile proleterlikten çıkarılıp işsizleştirilerek, lumpenleştirilerek, kömür ve bulgurla yetinmeye razı tevekkül köleleri haline getirilerek...

Öte yandan, Demirel, Erbakan, Erdoğan gibi, söz konusu egemen yapıların sivil-siyasi baş-askerleri, kendileriyle en küçük çatışmalarında, gerekirse TÜSİAD'ıyla, TOBB'siyle sermayenin örgütlerine bile «siyasete bulaşmayın, siyaset yapmayın; yapacaksanız doğrudan siyasete soyunun» fırçası çekebildiler. Bu da Türk kapitalizminin Batı kapitalizminden, Türk demokrasisinin Batı demokrasisinden farkı idi. Batı'daki efendilerine çok güvenen Türk sivil-siyasi başefendiler zaman zaman kendilerini kaybedip çıkarlarının ücretli kapı bekçisi oldukları sınıflara bile, amiyane tabirle «dayılanabiliyor"lardı.

Şimdiki, şu andaki manzaraya bi» bakalım.

MÜSİAD zaten öyleydi; TÜSİAD, TOBB da Erdoğan'ın kölesi haline gelmiş. Üniversite öyle... Yargı öyle... Basın öyle... Bürokrasi öyle... Aydınlar öyle... Hele hele ORDU öyle!...

Erdoğan bununla da yetinmiyor... Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği'nden futbol takımlarına kadar, hatta yasama organı denilen, ayrı olması gerektiği, birbirini denetlemesi gerektiği savunulan güçlerden Meclis'e, yani demokrasinin olmazsa olmazı olduğu ileri sürülen muhalefet partilerine kadar toplumun bütün kurumlarını; hatta hatta neredeyse tek tek tüm bireyleri düşman mevzilerini ele geçirircesine fethetmeye uğraşıyor; bu amaçla durmaksızın saldırılar düzenliyor.

Ve bırakın kurumları, istisnasız tüm bireylerin afyon yutmuşçasına, ipnotize olmuşçasına, fareli köyün kavalcısı gibi, uyuşmuş vaziyette peşinden gelmesini, önünde secdeye varmasını istiyor. Buna da ileri demokrasi diyor!!..

Herkesin Erdoğan gibi düşünüp davranması, hiç kimsenin Erdoğan'dan başka türlü düşünüp davranamaması nasıl demokrasi olabilir ki, bir de ileri demokrasi olsun??!!!...

İçinde bulunduğu, mensubu olduğu, başına geçmek için her türlü şaibeli yolu, muhalefetin de yardımıyla uyguladığı toplumu, düşman kalesi gibi her zerresiyle her hücresiyle ele geçirme mantığının son tezahürü BDP'nin meclise gelmeme, CHP'nin yemin etmeme hadisesi.

Memleketin yavşak matbuatı arkasındaki gerçek hukuk ve demokrasi boyutunu inat ve ısrarla görmezden gelip, yine inat ve ısrarla «yemin krizi» diye niteliyor. Bunun, dünyanın bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin, yine aynı yalaka ve alçak matbuat ve akademiya camiasınca «kapitalizmin krizi» olarak değil, «mali piyasaların krizi», «finans krizi» olarak nitelenmesinden farkı yok.

Öyle olsun.

Olsun da... % 50'ye tekabül eden 21 milyon oy, parlamentoda 327 sandalye kazanmışsın. «Meclis bal gibi çalışır», «tükürdüklerini yalayacaklar», «kendi düşen ağlamaz» demişsin... Yani çok rahat görünüyorsun.

Ana ve en küçük muhalefet Meclise gelmez, gelenler de yemin etmezse onlar kaybedermiş!...

Sana ne?!... Sen CHP ile BDP'yi bu kadar mı seviyorsun?!..

Ana ve en küçük muhalefet Meclise gelmez, gelenler de yemin etmezse sen ne kaybedersin? Veya ne kazanırsın?.. Milletvekili sayın artmaz. Muhalefetin milletvekili sayısı zaten tutuklu milletvekilleri kadar daha baştan azalmış durumda. Yarın herhangi bir oylamada CHP iki, MHP bir, BDP 6 eksikle oy verecek. Hepsini toplasan, yine seninkinden 100 kadar eksik. Yani anayasa değişikliği dışında her istediğini yapabilirsin. MHP'yi kafalarsan, onu d yapabilirsin.
O zaman bırak onlar tükürdüklerini yalasın sen de «bal gibi» çalış!!!... 5 gün devamsızlıktan düşür vekilliklerini, MHP'yle kardeş kardeş çalış, kafana göre takıl!!!... İşte ne güzel ana muhalefetsiz, küçük fakat dişli en küçük muhalefetsiz meclis, dikensiz gül bahçesi...

Öyleyse neden muhalefeti Meclise gelmeye, yemin etmeye zorluyorsun?

Zorluyorum, çünkü anayasayı, başkanlık sistemine doğru, yani diktatörlüğe doğru değiştireceğim. Öcalan'ı affedemesem bile İmralı'dan ev hapsine yollayacağım. Belki affettirip siyasete girmesini bile sağlayacağım. Federasyon mederasyon oluşturacağım. Daha neler neler yapacağım. Belki Suriye'yle savaşacağım. Belki Ortadoğu'da daha geniş kapsamlı bir savaş için ülke topraklarını saldırganların hizmetine açacağım. Bunları hukuken tek başına da yapabilirim. Ama o zaman siyaseten ve sosyolojik olarak bunların altında kalır, ezilirim. Ayrıca Batı'daki ağabeylerim de «tek başına yapma» diyor.

Erdoğan, bütün bunlar ortadayken, yani böylesine amansız bir kuşatma içindeyken, bir de kendisine karşı çıkılması halinde delleniyor. «Bana nasıl karşı çıkarsınız, diklenirsiniz, protesto edersiniz» haleti ruhiyesi içinde. Zaten kişisel karakteri oldum olası böyle...

Bu hengamede, işin hukuki boyutu, insani, vicdani boyutu da yandı gülüm keten helva vaziyetinde. Kimse 3 yıldır süren tutuklulukların hukuksuzluğunu tartışmıyor. Kimse «ulan deliller eksik idiyse nasıl iddianame hazırlayıp dava açtın» demiyor. Kimse «üç yıldır nasıl delil toplamayı tamamlayamazsın? Delil toplaman daha ne kadar sürecek» demiyor.

Bu noktada gelelim muhalefete... Önce BDP...

İdeolojilerini, niyetlerini benimsememiz, desteklememiz kesinlikle mümkün değil. Ama Hatip Dicle dahil tüm tutuklu milletvekillerine yapılan uygulamanın tam bir adilik olduğunu da kabul ederiz. Parlamentoya kayıt bile yaptırmamalarını dik bir duruş olarak kabul ederiz.

Ama tüm bu kargaşanın ortasında, legal temsilcisi haline getirildikleri PKK'nın ülkenin her yerinde durmadan insan öldürmesinden nefret etmeMEmiz mümkün değil.

Daha önemlisi ise, kendilerinin, yani BDP'lilerin de, lidere kayıtsız şartsız biat kültürünün somutlaşmış hali olan AKP'den hiç farklarının olmayışı. AKP'liler Erdoğan'ı, cemaat mensupları Fethullah'ı din gerekçesiyle neredeyse Tanrı mesabesine çıkarıyor. Veya Peygamberleştiriyor.

Peki siz Öcalan'ı nasıl görüyorsunuz? Sizin için de Öcalan mı Peygamber?.. Nasıl oluyor bu? Siz Marksist değil miydiniz?..

Önce ne güzel direnirken, İmralı'dan gelen talimat üzerine nasıl bu kadar gevşiyorsunuz? Siz de mi, silaha külaha rağmen sistemin bir parçası oldunuz?

Tüh!!!..

Gelelim CHP'ye...

Bu noktayı önceden öngörememek büyük bir hata, hatta gaflet!.. Öngörüp gerekli hazırlıkları yapmamış olmak işin tuzu biberi... Hele «eyvah milletvekilliğimiz düşecek, maaş alamayacağız» kaygısı tam bir paçozluk, pespayelik... Baykal'ın «yemin etmezsek AKP ara seçim değil erken seçime bile gidebilir. Gidip de dönmemek var... Kendi sözümüzün esiri olmayalım» söylemi ise, fazla söze ne hacet, tam bir «Baykal» lık!..

Bütün bunlara rağmen, madem yemin etmeme diye bir tavır geliştirildi, bu tavır sonuna kadar götürülmeli idi. Evet, gerekirse 135 – 2 = 133 milletvekilinin gidip evinde oturması, vekillik öncesi işi gücü ile uğraşır hale gelmesi pahasına...

Efendim ülke krize girermiş... Girerse girsin!.. AKP düşünsün!... Ülkenin krize girmesi bu kadar önemliyse, siz yemin edeceğinize AKP milletvekillerinin tutuksuz yargılanmasını bir şekilde sağlayarak önlesin krizi!..

Efendim yargıçlara telefon mu edecekmiş?!!.. Et efendim!.. Yapmadığınız şey mi!!!.. Erzincan-Erzurum'da İsmailağa cemaatine soruşturma açıldığında, bugün mıymıntı CHP'nin bile «kurtarıcı melek» olarak gördüğü Meclis Başkanı, o günün Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve o günün Ceza İşleri Genel Müdürü veya Yardımcısı soruşturmayı başlatan Başsavcı İlhan Cihaner'e «yerel seçim arifesinde bu cemaate dokunma» diye apaçık telefon etmemişler miydi? O İlhan Cihaner bu gün CHP sıralarında mücessem bir şekilde oturmuyor mu?

Görünen o ki, CHP, bu eylemin asıl amacı olan haksız, vicdansız, akıl dışı olara tutuklu bulunan milletvekillerinin serbest bırakılması, tutuksuz yargılanmaları sağlanmadan, AKP'nin iki kuru lafı üzerine yemin edecek...

AKP'ye, Erdoğan'a nasıl güveniyorsunuz?... Nasıl güvenirsiniz?..

Ayrıca AKP'nin sizi yemine zorlamakta asıl amacının «ben bir takım kirli işler yapacağım, ama bunu tek başına yapmak istemiyorum. Yaparsam tek kirli ben olacağım. Siz temiz kalacaksınız. O zaman da ben çok zorlanacağım. Sizin de benim kadar kirlenmenizi istiyorum» olduğu apaçık ortada değil mi?

Siz AKP'ye değil, bu kez asıl AKP size, hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar muhtaç. Bunu niye anlamıyor, anlayıp da «önce sen milletvekillerimizi bırak» diye direnmek yerine, niye siz gidip önce yemin ediyorsunuz?

Siz sistem değiştirmiş partiydiniz. Şimdi değiştirdiğiniz sisteme mi teslim oluyorsunuz?

Öyleyse başlığa döneriz: Siyaset ve demokrasi = şeyini şey ettiğimin şeyi!!!.

..