Mehmet Ali Aybar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Ali Aybar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2015 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 25





TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 25


OLAYLARI BİZZAT YAŞAYAN ERTUĞRUL KÜRKÇÜ.. KIZILDEREYİ KENDİ BAKIŞ AÇISIYLA ANLATIYOR.!



ERTUĞRUL KÜRKÇÜ KIZILDERE OLAYINI ANLATIYOR, TVNET

https://www.youtube.com/watch?v=QvjJj3zWWkA


Kürkçü, Kızıldere iftirasına yanıt verdi Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere Katliamı'nda sorumluluğu olan eski MİT mensubu Mehmet...


16.02.2012 
15:31

BURÇİN GÖNÜL


Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere Katliamı'nda sorumluluğu olan eski MİT mensubu Mehmet Eymür, katıldığı bir televizyon programında Kızıldere Katliamı’nı anlattı. Türkiye’nin karanlık tarihinde yaşanan pek çok olayda ismi geçen MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Eymür, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de gerçekleştirdikleri katliamla ilgili olarak, “Orada herkesin öldüğünü zannediyorduk ve çok yorgunduk” dedi ve ekledi: “Ertuğrul Kürkçü’yle, Mahir Çayan'la konuştuk. Hatta bize 'Sam Amca'nın Çocukları' dediler. Karşılıklı atıştık. Bildiğim kadatıyla Mahir Çayan çok sert çıktı belki teslim olurlardı."

‘AMA BEN SENİNLE GÖRÜŞMEM’

Bu açıklamaları sorduğumuz Kızıldere Katliamı'ndan sağ kurtulan ve şimdi milletvekili olan Ertuğrul Kürkçü ise Eymür'ün sözlerine şu şekilde cevap verdi: “Beni ve Mahir’i öldürmeye kalkışmasalardı ve ardından makineli tüfek atışlarıyla evi tarayarak çatışmayı başlatıp bu ölümlere yol açmasalardı, evet; belki uzlaşma olabilirdi. Çünkü iş küfürden değil silahtan çıktı.”

Kürkçü, Eymür'ün programda kendisine yöneltilen “Kürkçü ile bir araya gelmek ister miydiniz?” sorusuna karşılık olarak verdiği, "Benim için bir problem yok. Benim idamdan yargılanmış görüştüğüm arkadaşlar var” cevabına olan tepkisini ise şöyle ifade etti: "Ama benim görüştüğüm MİT yöneticileri yok. O yüzden görüşmem."

NE OLMUŞTU?

Mehmet Eymür, sunucunun “Kaç kişi katledildi orada?” sorusuna "Benim bildiğim 14 kişi falan” şeklinde yanıt vermişti. Oysa sadece Ertuğrul Kürkçü’nün kurtulduğu Kızıldere Katliam’ında 10 kişi öldürülmüştü.
Katliam şöyle gerçekleşmişti:

12 Mart 1971 muhtırasından sonra yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını engellemek için 27 Mart 1972'de Ünye'deki NATO üssündeki yabancı görevlilerini kaçıran Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi'nden Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan Sarıhan, Ahmet Atasoy ve THKO'dan Cihan Alpteki Kızıldere'ye gitti. Burada, THKP-C'li Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve THKO'dan Ömer Ayna ile buluştular. Grup köyün muhtarının evinde mevziilendi. Mahir Çayan teslim olmaları yönündeki çağrıya "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin", "Biz bu yola dönmek için değil ölmek için girdik" şeklinde cevap verdi. Ardından başlayan silah atışları sonucu Çayan, evin çatısında vuruldu ve yaşamını yitirdi. Helikopter destekli operasyonda, evin içindekiler şiddetli silah atışlarına maruz kaldı. Bunun ardından evden dışarıya silah atışının sonlanması üzerine eve giren kolluk kuvvetleri, can çekişmekte olan Saffet Alp'i öldürdüler. Geriye kalanlar savunma mevziine geçerek kapının arkasına yerleştiler. Kolluk kuvvetleri içerideki herkesi katlederek "operasyonu" tamamladı. İsmi geçen devrimcilerden yalnızca Ertuğrul Kürkçü katliamdan sağ olarak kurtuldu.

http://www.birgun.net/haber-detay/kurkcu-kizildere-iftirasina-yanit-verdi-60679.html



ŞEHİRLERİN YAKILIP YIKILMASI..,


REJİMİN IRKÇI DAMARI
İkinci Dünya Savaşı yıllarında rejimin ırkçı-Türkçülüğe karşı yaklaşımı esas olarak Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilere göre şekillenmişti. Almanların ilerlediği dönemlerde ırkçılık yükselmiş, tersi olduğunda ırkçı hareketlere mesafe konulmuştu. Bu bağlamda, 1944 Turancılar Davası, dünyada faşizmin, ırkçılığın suçüstü yakalandığı ve lanetlendiği döneme denk düşüyordu. Her ne kadar bu davada ceza alanlar 1945 sonrası Batı Bloku ile kurulan ilişkiler sayesinde Sovyetler Birliği’nin bir tehdit olmaktan çıkması üzerine beraat ettirilmişlerdi ama artık kimsede açık açık faşist tezleri destekleyecek cesaret kalmamıştı. Dolayısıyla ırkçı Türkçüler söylem değiştirdi.
DEĞİŞEN SÖYLEM
Artık ‘Turancılık’ yerine ‘milliyetçilik’; ‘Bozkurtlar’ yerine ‘milliyetçiler’; ‘Türk ırkı’ yerine ‘Türk milleti’ diyorlar, yeni tezlerini Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi yayın organları, Türk Gençlik Teşkilatı, Kıbrıs Türk Kültür Derneği, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütler aracılığıyla kitlelere yaymaya çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş ve kurmaylarının 1965’te ele geçirdikleri Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) ismini 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirmesi ve paramiliter faşist ‘ülkücü’ gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan ‘komando kampları’nı kurmasıyla ırkçı-Türkçülük yeni bir dönemece girmişti.
Başbuğ Alparslan Türkeş’in , CKMP’nin 1968 yerel seçimlerde Türkiye’de ilk belediye başkanlığını kazandığı Tercan’ı Ziyareti
‘DEJA VU’ ETKİSİ
1970’lerde yerli ve yabancı istihbarat servisleri tarafından ustaca yönlendirilen ‘ülkücüler’ tarafından Alevi ve Sünnilerin bir arada yaşadığı Orta Anadolu şehirlerinde çıkarılan kanlı çatışmalar, kamuoyunu 1980 darbesine hazırlamakta önemli bir işlev görmüştü. AK Parti ile MHP arasındaki ‘türban-başörtüsü’ konusundaki ittifak sırasında TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçın Doğan, MHP’nin demokrasi siciline dikkat çekmişti ama, kendi demokrasi sicili de hiç parlak olmayan bir kesimin temsilcisi olduğu için olsa gerek, kimse üstünde durmamıştı. Bu haftayı, son dönemde bazı Anadolu şehirlerinde ‘Ülkücü-Kürt öğrenci çatışması’ diye kodlanan çatışmaları yorumlamakta belki faydası olur diye 30 yıl öncesinin olaylarına ayırdık.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ortaya çıkan özgürlük atmosferinde sadece solcular değil, milliyetçiler ve dinciler de hızla örgütlenmeye başlamışlardı. 1961’de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile isim babalığını Necip Fazıl Kısakürek’in yaptığı Anadolu Kulübü kuruldu. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği, 1964’te yerini Türkiye Milliyetçiler Derneği’ne bıraktı. 1965’te muhafazakâr-dinci çizgideki 1000 Temel Eser Dizisi yayınlanmaya başladı. Aynı yıl Alparslan Türkeş ve kurmayları Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) kontrollerine aldılar, partinin adını 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdiler. Paramiliter faşist ‘ülkücü’ gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan komando kamplarını kurdular. 1970’lerde faaliyete geçen Milli Türk Talebe Birliği, Yeniden Milli Mücadele Derneği, Kültür Ocakları, Milli Gençlik Vakfı ve Ülkü Ocakları gibi örgütler, Türk-İslam sentezci öğrencilerin bir araya geldikleri çatıları oluşturdu.
AYDINLAR OCAĞI
Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hocalarından Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi Türkçü ideologların öğrencisi olan ve doktorasını Selçuklu Sultanı Melikşah üzerine veren Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, öğretim üyelerine ve aydınlara hitap edecek bir oluşum arayışına girmiş ve 1969’da 70’e yakın fikir adamını 2. Milliyetçiler Kurultayı’nda buluşturmuştu. Bu tarihten sonra bir yıl boyunca sürekli toplantılar yapan muhafazakâr aydınlar, sonunda Süleyman Yalçın’ın isim babalığını yaptığı Aydınlar Ocağı’nı kurdular. Kuruluş için DP’nin iktidara gelişinin 20. yıldönümü olan 14 Mayıs 1970 seçmişlerdi. Aynı tarihlerde faaliyette olan İlim Yayma Cemiyeti ile dirsek teması içinde, resmî ideoloji yapımında önemli roller üstlenen Aydınlar Ocağı’nın kurucularından ve uzun yıllar yöneticilik yapan Süleyman Yalçın’a göre “Türkün en kısa tarifi, Türkçe konuşan Müslüman” şeklindeydi.
İbrahim Kafesoğlu ve Ahmet Kabaklı
SEYYİD AHMET ARVASİ
1970-1980 arasında MHP Genel İdare Kurulu üyesi olan Ağrı-Doğubeyazıtlı Nakşibendî eğitimci Ahmet Arvasi (ö. 1988) Türk-İslam Sentezi’ni ‘Türk-İslam Ülküsü’ adıyla yeniden tarif etti. Arvasi’ye göre İslam dini ‘biyolojik ırk’ gerçeğini inkâr etmiyor, ancak bir Batı-Hıristiyan kavramı olan ‘biyolojik ırkçılığı’ reddediyordu. Arvasi’nin biyolojik ırkçılığı reddederken yerine koyduğu kavram ‘bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin sınıf ve tabakaların soy birliği şuuru demek olan içtimai ırkçılık’ idi. Kimse biyolojik verasetini tâyin irâdesine sahip değildi ama içtimaî ırk tercihe açıktı. Ve adeta ‘Allah’ın bir ayeti olan’ bu görüş en veciz şekilde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm diyene” sözüyle ifade edilmişti.
Seyyid Ahmet Arvasi
BATILILAŞMAYA PANZEHİR
Eski sentezcilere yeni ‘ülkücülere’ göre ‘Türk Kültürü’ çok eski, dünya tarihinde önemli yeri olan, gelenekleri olan, coğrafi açıdan yaygın, cihan hâkimiyetini sağlamış bir kültürdü. Türkler, beyaz ırktan, insancıl, adil, hiçbir zaman kan dökmemiş, hoşgörülü, laik, zayıflara, yaşlılara, kadınlara, aileye ve orduya saygılıydı. Din ‘milleti millet yapan’ değerlerin en başta geleniydi. Din sayesinde, ‘Müslüman Türk’, ‘nefsini bilen’, ‘kendini bilen’, ‘Rabbini bilen’ ‘fazilet sahibi’ nesiller yetiştiriyordu. Din, Türk’ü kendisine yabancılaşmaktan ve Batı’ya benzemekten kurtaran en önemli öğeydi. İslamiyet adeta Türkler için indirilmiş bir dindi, çünkü İslam uygarlığıyla Türklerin İslamiyet öncesi kültürleri arasında büyük benzerlikler vardı. Bunlar, tek tanrı inancı, ruhun ölümsüzlüğüne inanç, adalet duygusu, aile ve ahlakın önemiydi. Türkler de İslamiyet’e büyük ‘hizmetler’ yapmıştı. Bunlardan en önemlisi Haçlı Seferleri’ni durdurmalarıydı. Eğer bu olmasaydı, İslamiyet yerine Hıristiyanlık ‘cihan’ hâkimi olurdu!
SENTEZCİ DARBECİLER
Türk-İslam Sentezi, 1980 darbesi sonrasında olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemde, yitirilen toplumsal düzenin yeniden sağlanacağı ve birliğin ve bütünlüğün ilelebet korunacağı vaadini örgütleyerek ideolojik ufkunu çizdi. Darbe sonrasında TTK’nin yerine açılan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) Türk İslam sentezinin en önemli ideoloji üretim merkezi oldu. Yedi kişilik yönetim kurulunun Cumhurbaşkanı tarafından atanan dört üyesi Türk-İslam sentezcisiydi. Kurumun 20 Haziran 1986 tarihli 10. oturumunda sunulan raporda Türk kültürü, Asyalı ve Müslüman olarak tanımlanıyordu. ‘Soydaşlar’, ‘Dış Türkler’, ‘Pan Turancılık’, ‘Türklerin İslamiyet’e hizmetleri’ gibi kavramlar bu tarihten sonra daha sık kullanılmaya başladı. 1990 sonrasında Komünist Blokun yıkılması Türkçülere ‘sonunda doğrulanmış oldukları’ duygusu yaşatmıştı. Öyle ki, Orta Asya kökenli Şamanizm ve Ahmet Yesevi düşüncesi Aleviler, Kemalistler ve solcular arasında bile yaygınlaşmaya başlamıştı. Yıllardır savundukları tezlerin toplumun geneline yayılması onları gururlandırmıştı. ‘İslam’da reform’ ve ezanın Türkçeleştirilmesi çağrıları sentezin bu dönemdeki yeni açılımları oldu.
SENTEZİN SOKAKTAKİ TEZAHÜRÜ: ÜLKÜCÜ TERÖRÜ
1970’lerde sentezin kitlelere yansıması çok kanlı oldu. MHP, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ne (MSP) oy vermiş olan kitlenin bir bölümünün MHP’ye yönelmesini sağlamak için ünlü ‘3K’ (Kızılbaş-Kürt-Komünist) formülünü ustaca parti söylemine dâhil etmişti. Nitekim, 1973 seçimlerinde yüzde 11,8 oranında oy alan MSP, haziran 1977’de 8,6’ya gerilerken, MHP oyunu 3,4’ten 6,4’e yükseltti. Bu oy artışı MHP’yi yeni bir stratejiyi uygulamak konusunda cesaretlendirdi. Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadığı, sanayileşmesi gecikmiş Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde milliyetçi çevrelerin önderliğinde yaratılacak ‘iç savaş’ koşulları gerekçesiyle ordu ve MHP’nin içinde olduğu bir iktidar bloğu oluşturulmaya çalışmaları başladı.
MALATYA’DA 17 BOMBA
Bu stratejinin ilk adımı MHP’nin 15 Nisan 1978’de Ankara’da yapacağı Büyük Yürüyüş’tü. Yürüyüşten bir hafta önce hepsi Ankara’dan olmak üzere, Pazarcık, Adana, Adıyaman ve Malatya’da Sünni ve Alevi kesimlerden saygın kişilere bombalı paketler gönderilmişti. CHP Pazarcık İlçe Eski Başkanı Memiş Özdal paketi şüphelenerek almadı ama PTT’de patlayan paket bir görevlinin ölümüne neden oldu. Adana’da Ahmet Akalın’a gönderilen bomba etkisiz hale getirildi. O sırada tenzil-i rütbe ile Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atanmış olan (geleceğin içişleri bakanı) Abdülkadir Aksu’ya gönderilen paket ise alıcısına ulaşmadan İçişleri Bakanlığı tarafından ele geçirildi ve Scotland Yard uzmanlarının yardımıyla imha edildi. Bu arada, halkın galeyana getirilmesi mümkün olmadığı için olsa gerek, 15 Nisan Büyük Yürüyüş’ü fiyasko ile sonuçlandı.
HAMİDO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ
Ancak hesaplar Malatya’da tutacaktı. Çünkü 14 nisandan itibaren büyük bir gerilim içine sokulan Malatya’nın çeşitli yerlerinde 17 bomba bulunmuştu. Dahası, şehrin sağ eğilimli Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, 7 nisanda kendisine gönderilen bombalı paketi 14 nisanda aldığı halde işlerinin yoğunluğu yüzünden ancak ayın 17’sinde açmış, patlayan bomba ‘Hamido’ lakaplı Fendoğlu’yla birlikte iki torunu ve gelininin de ölümüne sebep olmuştu. Nihayet beklenen hareketlilik sağlanmıştı. 18 nisan sabahı çevre il ve ilçelerden Malatya’ya akın eden 20 bin kişi Malatya sokaklarında ‘Dan dan, intikam!’, ‘Müslüman Türkiye!’, ‘Kahrolsun Komünizm!’, ‘Katil Ecevit!’ sloganlarıyla şehri talan etti. 19-20 nisan günlerinde devam eden çatışmalar sonucunda aralarında faşistlerin de bulunduğu sekiz kişi öldü, 100 kişi yaralandı.
Hamit Fendoğlu
SİVAS’TA 9 ÖLÜ, 350 YARALI
Bunu Sivas olayları izledi. Gerilimin ilk işareti 11 Eylül 1978’de Alevi-Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu Divriği ilçesinde Ramazan Bayramı’nın arifesinde bir caminin duvarlarına orak-çekiç çizilip bir bomba koymasıyla verilmişti. ‘Aleviler camiyi bombaladı’ denilerek başlatılan kışkırtma ertesi yılın Ramazan Bayramı arifesinde benzer bir gerekçe ile tekrarlandı. 4 eylül günü sabahın ilk saatlerinde farklı camilerde kılınan bayram namazları esnasında ‘Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü’, ‘Müslüman yok mu?’, ‘Allah’ını seven bizimle gelsin!’, ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’ sloganları atarak camilerde toplanan halk, faşistlerin kışkırtması ise galeyana geldi. Sonuç dokuz ölü, 350 yaralı idi.
MARAŞ’TA KİTLESEL KATLİAM
Ama daha korkuncu yoldaydı. Alevi yurdu diye bilinen Kahramanmaraş’ta, 3 Nisan 1978’de ülkücüler tarafından öldürülen Alevi dedesi Sabri Özkan’ın cenaze töreninden beri süren gerginlik aralık ayında zirveye ulaş(tırıl)mıştı. Görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, Alevilerin ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları dolaşmışlar, yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla işaretlemişlerdi. Bazı bölgelerde ise PTT görevlisi olduklarını söyleyen kişiler kapılara işaret koymuşlardı. Müftü de resmî araçla şehri dolaşıp kışkırtıcı konuşmalar yapmıştı. 19 Aralık gecesi, ‘Esir Türkler Haftası’ vesilesiyle Türkiye’de Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) tarafından tüm Türkiye’de eş zamanlı gösterilen Sovyetler Birliği aleyhtarı Güneş Ne Zaman Doğacak? adlı filmin gösterimi sırasında Kahramanmaraş’taki Çiçek Sineması’na düşük tesirli bir bomba atıldı. Bir grup faşist ‘Müslüman Türkiye!’ sloganlarıyla CHP İl binasına saldırdı. 20 aralıkta Yenimahalle’de Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atıldı. 21 aralıkta öldürülen iki solcu öğretmenin cenaze töreninden sonra yürüyüşe geçen grup karşılarında ‘Komünistler geliyor! Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor!’, ‘Ordu bizimle beraber!’, ‘Neden duruyorsunuz, sizde din iman yok mu? Din elden gidiyor!’ Yürüyün, komünistleri öldürelim!’, ‘Alevilere ölüm!’, ‘Yaşasın Türkeş!’ diye bağıran 10 bin kişilik faşist grubu bulmuştu. Belediye hoparlöründen yapılan anonsla saldırı başlarken MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş Ankara’da İka haber ajansına şöyle diyordu: “Hükümetin düşmesi belki yarın belki yarından da yakındır.” 23-24 aralık günleri arasında, baltalı, palalı saldırganlar tarafından, resmî rakamlara göre ölü sayısı 111, gayri resmî kaynaklara göre bunun en az iki katı insan, doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledildi. Çok sayıda kadına tecavüz edildi, göğüsleri kesildi. 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi.
HÜKÜMETİN BECERİKSİZLİĞİ
Süleyman Demirel olaylardan sonra kendisini sıkıştıran gazetecilere ünlü cevabını vermişti: “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!” Daha açık sözlü olan Tercüman gazetesi yazarı Ahmet Kabaklı ise olayları şöyle nitelemişti: “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı!” Olaylar boyunca sesi çıkmayan CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı daha sonra hazırladığı raporda katliamları şehre seyyar piyangocu olarak gelen 26 kişinin planladığını söyleyecekti. Olaylardan sonra Ecevit Hükümeti’nin tek yaptığı 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek oldu.
Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel
ÇORUM’DA İKİNCİ KİTLESEL KATLİAM
Tedavi gördüğü kanser hastalığı yüzünden ölmesi an meselesi olan MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın bilinmeyen kişilerce 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da öldürülmesiyle doğan gerilimin ‘meyveleri’ Çorum’da toplandı. Haziran ayı boyunca Çorum kent merkezinde ve çevre köylerde gerginlik tırmandırıldı. 4 temmuz cuma günü ‘Komünistler Alaaddin Camii’ne bomba attılar’ söylentisinin yayılması ve bunun TRT’nin 19:00 bülteninde yer almasıyla başlayan saldırıda saldırganlar ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’, ‘Kana kan, intikam’, ‘Müslüman Türkiye’ sloganları atıyorlardı. Bilânço çoğu Alevi 50’den fazla ölü 100 civarında yaralıydı. 100’den fazla işyeri de tahrip edilmişti.
Gün Sazak ve Alparslan Türkeş
VE BEKLENEN DARBE
Kasım 1979’da AP azınlık hükümetini kuran Süleyman Demirel, gazetecilere olayların ‘komünistlerin tahrikiyle’ çıktığını söylemiş ve “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” demişti. Mesaj alanlar gözlerini Fatsa’ya çevirmişlerdi ki 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Türkiye’yi kana bulayan olaylar bıçak gibi kesildi. Sıra, itinayla pişirilen bu acı yemeği sağcısıyla solcusuyla tüm Türkiye’ye yedirmeye gelmişti.
1980 Askeri Darbesi
MARAŞ YARGILAMALARI
Diğer olayların failleri bulunamamıştı ama Kahramanmaraş olaylarından dolayı 804 kişi hakkında dava açıldı. Ancak bunların çoğu böyle bir olayı tertipleyecek nitelikte olmayan, ev hanımı, çöpçü, biletçi gibi sıradan insanlardı. Bu sanıklardan 29’u ölüm cezasına, yedisi müebbet hapse, yedisi 15-24 yıl arasında, 29’u 10-15 yıl, 259’u da beş ila10 yıl arasında, 26’sı ise bir-beş yıl arasında hapis cezası aldılar. 379 kişi davadan beraat ederken 68 kişi firarda olduğu, veya dava sırasında ölmüş olduğu için davaları düştü. Ölüm ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulandı. Ancak mahkemenin kararı Yargıtay tarafından bozuldu. Yeniden yargılama yapıldıktan sonra, dosya hafif cezalarla kapatıldı. 1991’de çıkan Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişiklikle katliam sorumlularının hepsi salıverildi. Olaylardan hemen sonra Ankara’daki Ülkücü Gençlik Derneği Genel Merkezi’ni telefonla arayarak durumu rapor ettiği iddia edilen Ökkeş Kenger (olaylardan sonra Şendiller soyadını almıştı) beraat ettikten sonra MHP ve BBP’den milletvekili olarak meclise girdi. Yıllar sonra İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın raporunda olaylar sırasında Maraş’ta oldukları belirtilen bazı isimler Susurluk Olayı’nda tekrar karşımıza çıktılar.
Kahramanmaraş Olayları, 1978
MİT RAPORU
20 Aralık 2006 tarihinde, Bülent Ecevit, 1979’dan beri kasasında sakladığı bir belgeyi gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar’a açıkladı. Üzerinde ‘çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir’ notu bulunan belgede ‘CHP iktidarı devraldıktan sonra vuku bulan büyük olayların (Malatya, Sivas, Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa olayın yaratılmasında en etkin rol oynamışlardır. Nitekim Kahramanmaraş olayı MİT’ten …, …, …, … ’in (isimler gazeteci Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından gizlenmişti) müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. Türkeş oraya …’in tavassutuyla …’u tayin ettirerek Güney Bölgesi’ni ele geçirmiş ve Maraş olayını rahatlıkla tertip ettirmiştir. MİT olayın içinde olmasaydı Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve olayın zuhur etmesine meydan vermezdi. MİT, CHP zamanında büyük olayları yapan ve yaptıran MHP’lilere ait bilgileri saklamış, sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola ait raporların verilmesi hususunda Türkeş, MİT’teki elemanlarına talimat vermiştir’ yazıyordu. Ökkeş (Kenger) Şendiller, “Bu belgeden anlaşıldığı üzere, MİT, rahmetli Türkeş ve Ecevit ciddi olarak zan altındadır. O zaman MİT’in başında Adnan Ersöz Paşa vardı. Bu münasebetle TSK da zan altındadır. Eğer bu belge gerçekse olayın üzerine muhatapları ve vârisleri gitmeli ve gerçekler ortaya çıkarılmalıdır” dedi. Ancak tahmin edileceği üzere kimse olayın üstüne gitmedi.
Bülent Ecevit
(Ayşe Hür, Taraf, 13-04-2008)

http://www.arastiralim.net/ilk/tanri-dagi-kadar-turk-hira-dagi-kadar-musluman.html



15 16 HAZİRAN OLAYLARI;



15-16 HAZİRAN EYLEMİ
Yeni Harman Dergisi, Haziran 2009
Yıldırım Koç

1) 27 Mayıs'tan 12 Mart'a dek uzanan süreçte işçi sınıfının maddi koşulları, örgütlenme ve bilinç düzeyi ne yönde gelişti? 15- 16 Haziran'a nasıl gelindi?
Y.Koç: Bu dönem, kapitalizmin Altın Çağı’ydı; sürekli ekonomik büyüme, düşük oranlı işsizlik ve Soğuk Savaş yıllarıydı. Ayrıca, bu yıllarda Federal Almanya’nın işgücü açığını kapamak için yaklaşık 1 milyon kişi, çalışmak üzere yurtdışına gitti. Bu da, işgücü piyasasını rahatlattı, ücretlerin yükselme eğilimini güçlendir di. Bu dönemde ithal ikameci sanayileşmeye bağlı olarak, ücretlilerin sayısı arttı. Ancak ücretlilerin önemli bir bölümü tam mülksüzleşmiş değildi. Köyün itmesinden çok, kentin çekmesi sonucu kente göçen, köyde toprak mülkiyetiyle bağları bir ölçüde süren, kafaları yarı köylü insanlardı. Kamu kesiminde toplu sözleşmelerle ücretler hızla yükseldi, sendikalaşma oranı hızla arttı. Memur statüsünde istihdam edilenlerin aylıklarında ise 1970 yılında personel reformu ile önemli artışlar sağlandı. Özel sektörde de bir sendikalaşma eğilimi görüldü. Özel sektör işçilerinin ücretleri de yükseldi.
Kamu sektörü işçileri bu dönem genellikle sessizdi. 1965 yılında memur sendikaları kuruldu. Özellikle Türkiye Öğretmenler Sendikası anti-emperyalist tavrıyla geniş bir kitleyi etkiledi. Ayrıca, 1969 yılında gerçekleştirilen Büyük Öğretmen Boykotu da gerçekte işçi sınıfımızın ilk genel grevidir.

Özel sektör işçileri ise ücretlerini (kamu kesimindekilere özenerek) artırmaya çalışırken, sınıf mücadelesine zorlandı; TÜRK-İŞ’in kamu kesiminde işe yarayan uzlaşmacı tavrı, özel sektör işyerlerinde yetersiz kaldı ve sınıf mücadelesini temel alan yeni arayışlar gündeme geldi.
27 Mayıs’tan ve özellikle 1961 yılında sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin 1962 yılı Şubat ayında Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren ve Nihat Sargın’ın yönetimine devredilmesinden sonra işçi sınıfımız sosyalist hareketle daha yakın bağlar kurdu. 1962 yılında TİP’in yönetimine gelen bu kişiler, Türkiye Komünist Partisi’nin önemli üyeleriydi. TİP’in 1965 genel seçimlerindeki başarısı ve işçi sınıfı içindeki çalışmaları,
1967 yılında Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun doğmasında etkili oldu. 1968-1970 döneminin belirgin özelliği ise işyeri işgalleriydi. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başlayan işgaller, birkaç hafta sonra işyeri işgallerini de tetikledi. 1968-1970 dönemi işgalleri ve işçi sınıfımızın İstanbul-İzmit bölgesinde özel sektörde çalışan kesimlerinin militanlaşma eğilimi, hakım sınıflar ve TÜRK-İŞ tarafından engellenmek istendi.

15-16 Haziran olaylarına yol açan mevzuat değişiklikleri bu çerçevede gündeme geldi. 15-16 Haziran olayları, farklı işkollarındaki işçilerin, yasaların kısıtlamalarını aşarak, oy verdikleri siyasal partilerin çizgisine tümüyle ters ve siyasal amaçları öne çıkaran eylemi olması açısından önemlidir. İşçi sınıfımızın bir kesimi bu eylemler sırasında sosyalist siyasal hareketle de ortaklaştı.

2) Bu sürecin temel özelliklerini, kilometre taşlarını nasıl özetleyebiliriz? Temel
dinamiklerin var olan sendikal hareketle ilişkisi ne düzeyde idi ya da tersinden sendikaların ya da sendikal hareket içindeki önemli figürlerin bu süreçle ilişkisi ne düzeydeydi? Y.Koç: 1961 Anayasasının 46. ve 47. maddeleri önemli haklar sağladı. 1963 yılında Bülent Ecevit’in çalışma bakanlığı döneminde çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile Anayasa’da yer alan hakların  kısıtlanarak kullanılması sağlandı. 1964 yılından itibaren kamu kesiminde bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle ücretlerde önemli artışlar sağlandı; diğer alanlarda önemli kazanımlar elde edildi. Sosyalist-komünist hareketin işçi sınıfının bazı kesimlerinde ilişkileri arttı. 

1965 seçimlerinde anti-emperyalizmi temel alan TİP, oyların yüzde 3’ünü aldı. TİP’in 1966 Malatya kongresinde programa sosyalizm eklendi. 
1967 yılında DİSK kuruldu. 
1965-1971 döneminde Devlet Personel Sendikaları Kanunu çerçevesinde memur sendikacılığı gelişti.
1968-1970 döneminde fabrika işgalleri yaygınlaştı. DİSK’in faaliyetini kısıtlamaya yönelik çabalar arttı. 
15-16 Haziran olayları sonrasında 4300 dolayında işçi önderi işten çıkarıldı ve
kara listeye alındı. Aynı yıl Ekim ayında Çukurova’daki işçi eylemlerinin ardından işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi sessizliğe büründü. Bu dönemde TÜRK-İŞ genellikle sessizdi.
DİSK’in yönetimindeki kadro ise TİP’le ilişkili olmakla birlikte, sosyalistlerin sendikalardaki çalışmalarına fazla olanak tanımıyorlardı. Sosyalist-komünist kadroların DİSK ve bağlı sendikalardaki doğrudan etkisi sınırlıydı. 15-16 Haziran olayları da DİSK merkez yönetiminin kararıyla değil, DİSK tabanındaki sosyalist unsurların çabalarıyla başladı. DİSK yönetimi, olaylardan ancak olayların başlaması sonrasında haberdar oldu ve gösterilerin sertleşmesini önlemek için çaba gösterdi.

3) Devrimci gençliğin 15- 16 Haziran'da kritik bir rol üstlendiğini görüyoruz. Sizin "İşçileri sokağa döken' güç, Dev-Genç değildi; ama Dev-Genç'liler hareketin gelişmesinde önemli bir rol oynadılar" şeklinde bir tespitiniz bulunuyor. 15- 16 Haziran ve Dev-Genç ilişkisine dair değerlendirmeniz nedir?
Y.Koç: Bu dönemde sosyalist-komünist hareket ağırlıklı olarak gençlik içinde etkiliydi. Gençliğin en önemli örgütlenmesi de Dev-Genç idi. Dev-Genç’te etkili olan siyasal hareketler bu dönemde işçi sınıfı ile bağlantı kurma çabasındaydı. Sürekli ve kalıcı ilişkiler yok denecek kadar azdı. Ancak bir kez işçi eylemliliği başlayınca, Dev-Genç kadroları bu eylemliliği etkileyebildiler.

4) Bugün gelinen noktada küresel krizin de göz ardı edilemez etkisiyle beraber işten çıkarmaların, örgütsüzlüğün ve güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaştırıldığını görüyoruz. Dünyada toplam işgücünün minimum %60’ı (1,8 milyar kişi) kayıt dışına itilmiş durumda ve bu alanda kadınlar çoğunluğu oluşturuyorlar. Türkiye’de kamu emekçilerini de hesaba katacak olursak toplam da ancak 1,5 milyon emekçi sendika üyesi. Yasa dışı bir biçimde çocuk emeği kullanımı hem ülkemizde hem de tüm dünyada giderek yaygınlaşıyor. Dolayısıyla bugün, yapıla gelen sınıf tanımının dışında bırakılan kesimleri de içermeye çalışan ve geleneksel örgütlenme biçimlerinden farklı olarak başka alanları da zorlayan
sendikal hareketler ortaya çıktı. Örgütlenme biçimlerine dair sizce bugün üzerine yeniden düşünmemiz gerekenler neler?

Y.Koç: İşçi sınıfı, ana gelir kaynağı işgücü satışı olan insanlardan oluşuyor. Kamu
emekçisi olarak nitelendirilen memur ve sözleşmeli personel de, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri işçi sınıfının bir parçasıdır. Dönemin koşulları, 1926 yılında kabul edilen Memurin Kanunu aracılığıyla işçi sınıfının en nitelikli ve eğitimli unsurlarının bir işçi aristokrasisine dönüştürülmesini sağlamıştır. Ben bu konularda geleneksel tanımların doğru anlatıldığı taktirde günümüzdeki gelişmeleri açıklamak için yeterli olduğunu düşünüyorum. İşgücünü
satarak yaşamını kazananlar işçi sınıfını oluşturur. İşsizler, işgücünü satmak isteyen ve henüz satamayanlardır. Emekli işçiler ve memurlar ise, geçmişte işgücünü satmış olanlardır. Çocuk işçiler de işgüçlerini satıyorlarsa işçi sınıfının parçasıdır. Sendikacılık hareketi canlıdır. Değişen koşullara göre biçim, yapı ve işleyişleri (genellikle biraz gecikmeli olarak) değişir. Şimdi yine böyle bir dönemden geçiyoruz. İşçi sınıfının örgütlenmesinde dernekler ve siyasal partiler de etkili olabilir. Ancak daha etkili olan  araç, sendikalardır. Sendikaların politikaları ve ittifakları değişebilir; günümüzde de değişmelidir.

 5) Krize, öncesinde de Türkiye’de toplumsal yaşamı neoliberal ilkelere göre
düzenleyen sosyal güvenlik ve istihdam paketine dair verilen tepkiler ne yazık ki yeterli düzeyde değildi. Yerelde pek çok direniş, grev, iş bırakma hatta bazen fabrika işgalleri gerçekleşse de verilen tepkiler genelde sınırlı kaldı. Türkiye’de mevcut sendikal örgütlülüğü göz önünde bulundurduğumuzda daha kapsayıcı bir sendikal örgütlülüğün ve toplumsal muhalefetin gelişebilmesinin önündeki en önemli engeller nelerdir?

Y.Koç: Mevzuat konusunda bir sorun yok. Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında değişiklik sonrasında Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri doğrudan uygulanırlık kazandı. Diğer bir deyişle, uluslararası sözleşmelerle iç mevzuatımız ın çeliştiği durumlarda, iç mevzuat ”YOK” sayılacak ve uluslararası sözleşme doğrudan uygulanacak. Ancak ne yazık ki sendikacılarımızın, sendika hukukçularımızın ve hatta üniversitelerde iş hukuku alanında çalışan öğretim elemanlarının çoğu, bu gelişmeden yeterince haberdar değil. Sendikalar alanında günümüzün belki en önemli sorunu, yolsuzluklar. Yolsuzluklar hem bazı sendikacıları paranın esiri yapıyor, hem de yolsuzlukları tespit ederek bunları şantaj aracı olarak kullanan kişi ve kuruluşlara bağımlı kılıyor. Sendikaların mali yapılarının şeffaflaştırılması, hırsızlık ve yolsuzluğa bulaşanların ibret-i alem için etkili bir biçimde cezalandırılması gerekli.
Sendikaların daha açık bir anti-emperyalist tavır benimsemeleri ve ittifak politikalarında emperyalizm karşıtlığını temel almalarının da önemli olduğunu düşünüyorum. 


http://www.yildirimkoc.com.tr/usrfile/1323897397a.pdf


26 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK.


..

14 Eylül 2015 Pazartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 3


TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ  
BÖLÜM 3


.

TİP TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİNİN İLK MECLİS VE  SENATO SINAVI..

1965 seçimlerine giderken CHP siyasal yelpazedeki yerini "Ortanın Solu" olarak belirlemiştir. Bu nedenle CHP seçim öncesinde komünistlikle 
suçlanmış, "Ortanın Solu Moskova'nın Yolu" diye sloganlar yazılmıştır. CHP ise AP'yi gericileri korumak ve dini siyasete alet etmekle suçlamıştır.24 
CHP, Demirel'in mason olduğunu da işlemiştir. Bunun üzerine AP Genel Başkanı, locadan mason olmadığını gösteren bir belge almak durumunda 
kalmıştır.25
1965 seçimlerinin en önemli sonuçlarından ilki; DP’nin devamı olarak takdim edilen AP’nin tek başına iktidara gelmesidir. 

Dönemin AP lideri Demirel, zamanın ruhunu ve partisinin başarısını şu cümlelerle özetlemektedir:

Adalet Partisi Avrupa’nın en iyi teşkilatlanmış, en güçlü, halka en iyi kenetlenmiş partilerinden biriydi, Avrupa’nın, yalnız buranın değil. 
Yani tam bir kütle partisiydi, her çeşit insanın bulunduğu bir kütle partisiydi ve Türkiye'nin bütün her tarafını kucaklayan bir partiydi, bütün 
insanı kucaklayan bir partiydi. İçerisinde kimseyi incitecek bir şey yoktu; vatandaşlık kavramı çok iyi yerleşmiş, herkes birbirini kardeşi sayan 
bir şeyin içerisindeydi; doğulusu, batılısı, vesairesi hepsi bir ocağın içindeydiler ve 65 seçimlerinde yüzde 53 oy aldık. 

Türkiye’de Demokrat Partinin aldığı yüzde 56’dan sonra en büyük oydur, bu zamana kadar alınmadı henüz.26

Söz konusu seçimlerin en önemli ikinci sonucu ise: 

Türk Solunun TBMM’de 14, Cumhuriyet Senatosunda ise 1 sandalye27 kazanarak ilk kez parlamentoya girmiş olmasıdır. 
Mecliste; Ali Karcı (Adana), Rıza Kuas (Ankara), Muzaffer Karan (Denizli),28 Tarık Ziya Ekinci (Diyarbakır), Yahya Kanbolat (Hatay), 
Sadun Aren (İstanbul), Mehmet Ali Aybar (İstanbul), Cemal Hakkı Selek (İzmir) Adil Kurtel (Kars), Yunus Koçak (Konya), Şaban Erik (Malatya), 
Kemal Nebioğlu (Tekirdağ), Behice Boran (Urfa), Yusuf Ziya Bahadınlı (Yozgat). Senatoda ise Fatma Hikmet İşmen (Kocaeli), 

Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya soktuğu isimlerdir.
İlginçtir ki; TİP listesinden parlamentoya giren bu 15 isimden üçü sendikacı, on ikisi ise aydınlardan oluşuyordu. 

Tam anlamıyla işçi olup ta parlamentoya giren TİP’li yoktu. Bu durumun Genel Başkan Mehmet Ali Aybar tarafından dillendirilen “Eli nasırlılar meclise” şiarıyla ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır.TİP’in meclise girişi karşısında sol çevrelerde ve sağdaki tepkiler incelenmeye değer gözükmektedir. Sağdaki bir kesime göre; aldığı oy ve kazandığı sandalye sayısı dikkate alındığında, Türk solunun gücü belli olmuştur ve hiçbir şekilde endişeye mahal yoktur. Lakin özellikle yetmişli yıllar boyunca parlamento dışı muhalefet olgusunun silahlı çatışmaya dönüştüğü 
esnadaki hasımlaşmada taraf olan radikal sağ cenah açısından durum, endişe edilecek boyuttadır. TİP, bu kesime göre ülkeyi kızıl bir ihtilale sürüklemekle vazifelidir.29

Soldaki tepkiler de iki ana eksen üzerinde cereyan ediyordu. Bir grup sol aydına göre sosyalistlerin parlamentoya girmesi son derece önemliydi. 
Bu yeni vaziyet, senelerdir illegal zeminde mücadele etmek zorunda bırakılan; bu nedenle dar kadrosu arasında bile parçalanmışlık içinde bulunan 
Türk soluna toparlanma imkânı verecek; geniş halk kitlelerine ulaşma olanağı çerçevesinde belki de ihtilalsiz, kavgasız bir sosyalizme geçiş imkânı bulunacaktır.

24 Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, 2. Bs, İstanbul, Bağlam Yayınları, 1987, s.322.
25 Celal Ertuğ, Çözümsüz Demokrasi, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1997, s.107.
26 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
27 Sadun Aren, TİP Olayı 1961–1971, İstanbul: Cem Yayınevi, 1993, s.105.
28 13 Kasım 1960’da tasfiye edilen 14’ler grubuna dahildir.
29 İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Komünist Hareketler, İstanbul: Toker Yayınları, 1979, s.499.



TİP’in meclise girmesiyle birlikte soldaki bölünmeler bambaşka bir mecraya doğru akmaya başlamıştır. 

Problemin kaynağında: 

TİP’in ülke sorunlarının çözümünde yegâne mercii olarak parlamentoyu görmesi yatıyordu. Parti tüzüğünde yer alan özellikle şu maddeler birçok sol çevre tarafından sosyalizm yönteminden sapma olarak görülüyordu: “TİP’in amacı, anayasa ve kanunların tanıdığı hak ve hürriyetlere dayanarak, programında açıkladığı esasları gerçekleştirmektir (madde 2, fıkra 1). Halkın oyu ile kanun yolundan iktidara gelen TİP, halkın oyunu kaybedince, yine kanun yolundan iktidardan çekilir (madde 3, son fıkra)”.30

1965–1969 yılları arasında TİP’in parlamentoda ortaya koyduğu muhalefet, gerçekten de etkindir. Ülkenin tabuları arasında yer alan birçok sorun 
(Özellikle Kürt meselesi ve Amerikan üsleri gibi) Meclis kürsüsünden dile getirildiği gibi;31 parlamento dışında sergilenen mitingler, açık hava 
toplantıları, bir sonraki seçimler için umut aşılamaktadır.

Bu arada, seçimlerden 1 yıl sonra cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, hastalığının ilerlemesi sonucu görevini yapamaz duruma gelmiş; kısa bir müddet sonra ise vefat etmiştir. Gürsel’in yerine kim gelecek? Sualinin cevabı iktidar partisindedir ve Demirel bu konu hakkındaki kararını nasıl verdiğini şu şekilde aktarmaktadır:

Biz 69’u bulduk, 65’te tek başımıza iktidar olduk, 69’u bulduk, 70’i bulduk ve ismimizi koyduk ortaya, siyasi parti olarak söylüyorum. 60’a geldik, 60’ta böylece Gürsel Cumhurbaşkanı oldu. Ben sonra 65’te Başbakan oldum. Yalnız, ben 64’te Başbakan Yardımcısıyım, Meclise girmeden, parti başkanıyım, Başbakan Yardımcısıyım. Sonra, 65’te seçim oldu, seçimi biz kazandık, ben Başbakan oldum. 66’da Gürsel öldü. 

Şimdi, 

Cumhurbaşkanı adayı arıyoruz. Cumhurbaşkanlığı hep oldum olası asker menşeli insanlarla gelmiş, Celal Bey dışında ve o zaman ne yapacağız biz? Biz, barış yapacağız. Barış yaparken o günkü asker nezdinde itibarlı olan kişi Sunay’dı. Ben üç-dört senelik tatbikatta da mülayim bir duruşu vardı.
 Biz, Sunay’ı Cumhurbaşkanı seçme kararı verdik, İsmet Paşa’ya haber gönderdim “Buna razı olur mu?” dedim, “Olurum.” dedi. Onu Cumhurbaşkanı seçtik, yatıştı ortalık. Sunay zaten ordunun içerisinde, millî birlikçilerin dışında, başka bir grubun da başkanıydı.32 

O, onları durduruyordu, baba rolü oynuyordu, önemli rol oynamıştı. Ben, Sunay’la aşağı yukarı 1971’e kadar çalıştım. Sunay aslında şöyle: 
Yani ağırbaşlı, ona buna karışmayan, icrayı rahatsız etmeyen, düzgün bir insandı.33

30 Çetin Yetkin, Türkiye’de Soldaki Bölünmeler 1960–1970 (tartışmalar, nedenler, çözüm önerileri), Ankara: Toplum Yayınları, 1970, s.101.
31 Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın Meclisteki faaliyetleri ve TİP’in tek senatörü Fatma Hikmet İşmen’in Cumhuriyet Senatosundaki çalışmaları 
için bkz. Mehmet Ali Aybar, 12 Mart’tan Sonra (meclis konuşmaları), İstanbul: Sinan Yayınları, 1973. Fatma Hikmet İşmen, Parlamento’da 9 Yıl 
(TİP Senatörü Olarak 1966-1975 Dönemi Parlamento Çalışmaları), Ankara: Çark Matbaası, 1976.
32 Silahlı Kuvvetler Birliği.
33 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].



12 Mart askeri muhtırasına ilk destek verenler başta DEV GENÇ olmak üzere solculardı ama...

12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Güler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyicioğlu, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanına bir muhtıra vererek, hükümetin istifasını ve yeni bir hükümet  kurulmasını istedi. Başbakan Süleyman Demirel de bu muhtıra sonrası istifa etti.
Muhtıranın belirli bir nedeni olmamasına rağmen, askerler gerekçeyi ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, Üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’sa İsrail  başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi olduğunu belirttiler. Genelkurmay başkanı, bu muhtırayı kendisinin ağlayarak  yazdığını öne sürerek, demokrasinin gelmesi için bu muhtırayı verdiklerini iddia etti.
Muhtırayı ilk alkışlayanlardan biri TİP lideri Behice Boran oldu. Adalet Partisi iktidarının sivil faşizme geçtiğini savunarak hükümetin anayasaya aykırı faaliyetlerin içine girdiğini iddia etti. DİSK muhtıraya destek verdiğini, solcu liderlerden Mucip Ataklı, askerin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek “hukuki bir ihtilal” yaptığını açıkladı. Sol Kemalist dernekler ortak bir bildiri yayınlayarak muhtıraya destek verdiklerini ilan ettiler.

Muhsin Batur, anılarında muhtıranın sağ hükümete karşı yapıldığını fakat olayları tırmandıranların muhtıraya destek veren radikal sol örgütlerin de etkili olduğunu söyleyecektir. 1970’in başlarında ODTÜ’de solcu gençlerin başlattığı olaylar, polisle öğrencilerin çatışmaları muhtıranın gerekçelerinden birini oluşturacaktı. ODTÜ öğretim görevlilerinden Bahri Savcı, Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıda öğrencilerin daha fazla eylem yapmasını isteyecek, ülkenin geleceği için solcu gençlerin sokağa dökülmeleri çağrısı yapacaktı. Banka soygunları, adam kaçırmalarda bir artış olmuştu. Ankara Emniyet  Müdürü Rüştü Ünsal’ın demeçlerine göre Ankara'nın Emek semtinde gerçekleştirilen banka soygununu, 
Deniz Gezmiş ve arkadaşları gerçekleştirmiş, Balgat’taki Amerikan askeri solcu gençler tarafından kaçırılmıştı.

Muhtıradan sekiz gün önce dört Amerikalı asker THKO adlı solcu örgüt tarafından kaçırılmıştı. Memduh Tağmaç, bu olayın arkasında radikal örgütlerin olduğunu söyleyerek polise bulunmaları için çağrı yapmıştı. Ankara Emniyet Müdürü istihbarat bilgilerine göre kaçıranların Deniz Gezmiş ve ekibi olduğunu söyleyerek örgütün karargahı konumunda kurtarılmış bölge olarak görülen Erdal İnönü’nün rektör olduğu ODTÜ’ne polis baskın düzenledi. Solcu öğrenciler polisle çatışmaya girdi ve bir gün süren çatışmada 3 kişi ölürken 26 kişi yaralandı. 

Ama 12 Mart'ın en önemli sebebi ülkede Baasçı bir siyaset gütmek için medya ve TSK içinde yapılanan ve daha sonra darbe yapacakları tarihten 
dolayı '9 Mart Cuntası' olarak adlandırılacak olan cunta yapılanmasıdır.




9 MART DARBE GİRİŞİMİ



27 Mayıs’ın önemli generallerinden  Cemal Madanoğlu, 1967’den 1971’e kadar sol bir darbe hazırlığı içerisindedir. Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal,
İlhan Selçuk gibi gazete ve yazarlarla yakın ilişkide olan “Madanoğlu Cuntası”  27 mayıs’ın amacından saptığını düşünerek demokrasinin Türkiye  
gerçekleriyle uyuşmadığı savı ile hareket edip “Milli Demokratik Devrim” arayışına girerler. Türkiye’yi asker-sivil işbirliğinin yönetmesi gereken 

grup gazetecilerin ve ordudaki solcu Kemalist subayların desteği ile yeni bir darbe yapacaktır.

Darbenin tarihi 9  Mart 1971 düşünülmüş ve darbenin nasıl gerçekleştirileceği bütün ayrıntılarıyla hazırlanmıştı. Yeni bir anayasa kurulacak MDD 
ilkeleri yürürlüğe girecekti. Devlet başkanlığına önce Faruk Gürler getirilecek daha sonra yerini Milli Demokratik Devrimcilerin lideri Mihri Belli’ye 

devredecekti. Başbakanlığa ise Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur getirilecekti. Bütün kuvvet komutanları değiştirilecek bu komutanlar aynı 

zamanda yeni oluşturulacak Devrim Partisi hükümetinde bakanlık görevlerini üstleneceklerdi.
Darbe girişimi Mahir Kaynak'ın cuntacıların içine sızarak MİT’in Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a haber vermesiyle önlenir. Kara Kuvvetleri 
Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, darbe girişiminden desteklerini çekerler. Memduh Tağmaç, 8 Mart’’ta 200 s
ubayın katıldığı olağanüstü bir toplantı düzenler. Darbe de ismi geçen subaylardan bir kısmı açığa alınır bir kısmı da emekli edilir.

9 MART CUNTASININ DARBESİ 9 MART'TA ÖNLENDİ

9 Mart’ta Genel kurmay başkanı Memduh Tağmaç, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a çıkarak “Genç subaylar rahatsız” der. İlk defa bu tabir siyasi 
tarihe girmiş olur. Fakat üst subaylar genç subaylardan erken davranarak muhtırayı ilan edecekleridir. Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eycioğlu, 
genç subaylardan önce hareket ederek muhtırayı yaptıklarını aksi halde 27 Mayıs benzeri bir darbenin olabileceğini söyler.

12 Mart Muhtırası, Genelkurmay sekreterliği tarafından üç subaya verildi ve TRT’ye götürülmesi emri verildi. 13 haberlerinde TRT haber spikeri  
muhtırayı okudu. Aynı saatler içerisinde Meclis başkanına tevdi edilen muhtıra Meclis Başkan vekili Fikret Turhangil tarafından meclis genel 

kurulunda okundu. Muhtıraya ilk tepki senato başkanı Tekin Arıburnu’ndan geldi. Adalet Partisi milletvekilleri, muhtırayı sessiz bir şekilde 

karşılarken, CHP’liler muhtırayı alkışladılar. Bakanlar kurulu Hasan Dinçer başkanlığında toplandı. Toplantı, 4 saatten fazla sürdü ve muhtıraya 

nasıl tepki verileceği ve olası gelişmeler görüşüldü. Süleyman Demirel, bir askeri darbeye yol açmamak için hükümetin istifa edilmesinden 
yanaydı, bazı bakanlar ise istifanın çözüm olmadığını Cumhurbaşkanının desteğini alarak karşı bir muhtıranın yayınlanmasını istiyorlardı. 

Demirel, Cumhurbaşkanının da bu muhtırada askerden yana olacağını söyleyerek karşı bir muhtıraya sıcak bakmadığını söylüyordu.Demirel’in 
isteği oldu ve hükümet sadece Demirel’in imzasını taşıyarak istifa etti.

2 Haziran 1968'de Senato yenileme seçimleri yapılmıştır.34
Bu seçimler diğer seçimlere göre çok gergin geçmiştir.
Çıkan olaylarda 15 kişi ölmüş, 26’sı ağır 47 kişi de yaralanmıştır. Olaylar 20 ilde yaşanmıştır.
Isparta Şarkikaraağaç’ta AP ve CHP’liler arasından meydan kavgası çıkmıştır. Bu kavgada 40 kişi yaralanmıştır.
Yine Malatya, Tarsus, Mardin, Hakkari, Amasya, Konya, Afyon gibi illerinde ölümlü tartışmalar yaşanmıştır.
Bu kavgaların çoğu AP’li ve CHP’li seçmenler tarafından çıkartılmıştır.35

Bu durum toplumsal gerginliğin boyutlarını göstermesi bakımından  
anlamlıdır.

34 A grubu yenileme seçimleri Adıyaman, Aydın, Bilecik, Bolu, Çankırı, Çorum, Edime, Gaziantep, İçel, İzmir, Kastamonu, Kırklareli, Kırşehir, Malatya, Konya, Manisa, K. Maraş, Nevşehir, Ordu, Sinop, Sivas, Zonguldak. DİE, Cumhuriyet Senatosu Üyeleri Kısmi Seçim Sonuçları, Ankara, 1969, s.20.
35 Cumhuriyet, 3.6.1968, s.1.
36 Yıldız Sertel, Türkiye’de İlerici Akımlar ve Kalkınma Davamız, İstanbul: Cem Yayınevi, 1978, s.87.
..

16 Şubat 2015 Pazartesi

İMTİYAZ İSTEYEN YOK!!!


İMTİYAZ İSTEYEN YOK!!! 




16 Mart 2011


Gazeteciler, yazdıklarından dolayı yargılanmanın ne olduğunu, adliye koridorlarını, mahkeme salonlarını çok iyi bilir. Ama yazdıklarından dolayı tutuklananı, DP ve sıkıyönetim dönemleri dışında pek duymamıştık. Hele yazdıklarından dolayı yargılanacağı için yurt dışına kaçmayı düşüneni, kaçmaya kalkışanı ne gördük, ne de duyduk. Hatta tutuklanacağını bilse, hissetse bile gazeteci, büyük bir vakarla valizini hazırlar, tutuklanmayı bekler.
Gazetecilerin yazdıklarından dolayı tutuklanmalarının en yaygın olduğu dönemlerden biri 1940-50 dönemi, bu dönemin ünlü isimleri de Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel ve benzerleridir. Diğeri de 1950-60 arası Demokrat Parti döneminin özellikle ikinci yarısıdır.

Bu dönem gazetecilerinin en ünlüsü ise Hüseyin Cahit Yalçın’dır. 


Uğur Mumcu yazmıştı:
“Yalçın, Halkçı gazetesinde yayınlanan yazılarından ötürü (…) yirmi altı ay yirmi gün hapis cezasına çarptırılmıştı. Mahkumiyet tarihinde seksen yaşında olan Yalçın, cezaevine gireceği gün torunu yaşındaki gazetecilere dönüp,
- Allah ömür verirse yatıp çıkacağız, diyordu. Bir gazeteci, Yalçın’a sordu:
- Kararı nasıl karşılıyorsunuz?
- Karar karardır, her türlü hazırlığımı yaptım, kitaplarımı hazırladım, bavuluma koydum, diye yanıtlıyor ve çevresinde üzüntüden gözleri dolan genç meslektaşlarını teselli etmeye çalışıyordu. Bir gazeteci sordu:
- Bize söyleyeceğiniz bir söz var mı? (…)
- Evet, size söylenecek değil, söylenmeyecek sözlerim var…
(…) Yalçın (…) elinde bavulu ve kitapları ile cezaevinin yolunu tutmuş. (…) Yalçın’ın bütün korkusu cezaevinde ölmektir. Bu yüzden vasiyetini de hazırlar:
- Hapiste ölürsem mezar taşıma, ‘54 yıl hürriyet için savaştı, hapiste öldü’ diye yazılsın…
80 yaşındaki ‘fikir suçlusu’ Yalçın, Ankara Cezaevi’nde hastalanıp yüz üç gün cezaevi ranzalarında kaldıktan sonra salıverilir. Başbakan Menderes, belki içine düştüğü vicdan azabı ile Yalçın’ın salıverileceğini, bu yaşlı yazarın evine telefon ederek bildirir.
(…) Basın tarihimiz, ders alınacak nice anı ve acılarla doludur. Yeter ki, günlük kaygılarımızı bir yana atıp bu aynaya açık yürekle bakmasını bilelim. Bu aynada yarın da bizlere böyle bakılacak unutmayalım!” (Ak Saçlarıyla… Cumhuriyet, 3 Nisan 1983)
O dönemin genç gazetecilerinden olan Cüneyt Arcayürek, kendisinin de konuğu olduğu Ankara Ulucanlar Cezaevinde, gazetecilerin hep belli bir koğuşa yerleştirildiğini, bu yüzden o koğuşun gazeteciler arasında “Hilton” diye anıldığını yazmıştı.
Ve sıkıyönetim dönemleri… Bu dönemlerin, yazdıklarından dolayı tutuklananlarına en çarpıcı örnek de bizzat Uğur Mumcu. Hapislere de yazdıklarından dolayı girmişti; yazdıklarından dolayı “Sakıncalı Piyade” olmuştu. Yazdıklarından dolayı da öldürüldü. Sorumlu siyasiler ise ya hiç üstlenmediler, ya da aynen bugün olduğu gibi “yazdıklarından dolayı değil” dediler.
Şimdi de AKP dönemi… Bu dönemler dışında yazdıklarımızdan dolayı genellikle tutuklanmadan yargılandık. Ve yüzde 90 aklandık!..
Hayır!
Bugün Türkiye’deki hiçbir gazeteci imtiyaz istemiyor; hiçbir gazeteci yargılanmaktan kaçmıyor. Bugün istenen, hangi isnatla olursa olsun yargılanmamak değil; mantıki ve hukuki hiçbir gerekçesi olmadan TUTUKLANMAMAK!.. Mustafa Balbay alındı, bırakıldı, sonra yine alındı.
“Ya kaçarsa” imiş?… Kaçacak olan kaçtı. Biri Amerika’da, diğeri İngiltere’de imiş. Hükümet Interpol aracılığıyla iadelerini isteyebilir. İstedi mi? Duymadık. Ama aynı suçun buradaki sanıkları hücrede!.. Tutuklulukların mantıksızlığı, vicdansızlığı ve hukuksuzluğu yetkin hukukçularca senelerdir döne döne anlatılıp, icracı muhataplar da kös dinleyip duruyor.
Balbay ve diğerleri, hadi tutuklandı. Kaçacaktı, delil karartacaktı, delil yok edecekti vb. de bahanesi oldu. Bunlar hadi yargının kararı. Peki “hücre” neyin nesi? “Ankara’nın talimatı” neyin nesi? “Zulümhaneyi asıl şimdi göreceksin” neyin nesi? Bunlar da mı yargının marifeti? Ankara “yargı” mı?.. “Zulümhaneyi asıl şimdi göreceksin” diyen, savcı mı, yargıç mı?
“Yargının faaliyetinden dolayı kimse bize hesap kesmesin” diyen Başbakan nasıl “bunlar yazdıklarından dolayı değil, terör ve darbeyi kışkırttıkları için tutuklu” der?!.. Kimse ona “bunlar sadece iddia. Daha ispatlanmadı. İspatlanmayabilir de…” demez mi başbakana? İddia, nasıl kesinleşmiş suç kabul edilir? Hem de başbakan tarafından?.. Başbakan “yürütme” demek değil miydi? “Yürütme yargılaşıyor” itirazları doğru muymuş yoksa?!.. Bu insanlar yarın beraat ederse ne diyecek?..
İkincisi, ille tutukluluk gerekiyorsa, o zaman da yargılamanın hızla tamamlanıp yatacaklarsa hükümlü olarak yatmaları… Yargılama son derece inanılmaz, yapay, zorlama yollarla uzatıldıkça tutukluluk, yargısız mahkumiyete dönüşüyor. Yoksa neyle yargılarsanız yargılayın. Biz meslektaşlarımızın masumiyetinden hiç kuşku duymuyoruz. Beraat edecekler, ama yattıkları yanlarına kalacak. Sorun bu. Davanın alabildiğine uzatılmak istendiği o kadar açık, o kadar gizlisiz saklısız ki!…
Gazeteciler ilk kez yargılanmıyor ki… Bu ülkede ilk gazetenin yayınlandığı günden bugüne, neredeyse 200 yıldır yargılanıp duruyoruz. Ama 50-60 yıl önce Demokrat Parti döneminde bile Hüseyin Cahit Yalçın yargılama sürecini tutuklu olarak mapuslarda beklememiş, ancak mahkeme kesin kararını verdikten sonra içeri girmiş.
Ormanın bütününe görmek üzere Uğur Mumcu’nun, Demokrat Parti dönemin TBMM başkanı Refik Koraltan’ın, bakanlarından Etem Menderes ve Şem’i Ergin’in günlüklerinden pasajlar aktardığı“Demokrat mı?” başlıklı, 28 Eylül 1990 tarihli yazısına bir göz atalım:
“… Celal Bayar dün ve bugün Meclise ve evime geç vakit ge­lerek (…) şunları söyledi:
‘- Hü­se­yin Cahit Yalçın ve Millet Partililerden mahkum ve mahpus olan­ların aflarına dair bir teşebbüs olursa, nereden gelirse gel­sin durdurunuz. Olmazsa ben veto hakkımı kullanır yine red­de­derim…’ (Refik Koraltan, 12.2.1955)
- Dün gece (…) Bayar ‘Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz’ demiş. Dinleyeler üze­rin­de menfi tesir… Hayrettin endişede; Şem’i tenkit ediyor, Sa­met de… (Etem Menderes, 8.11.1957)
- Bayar ‘İcap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götür­mek­te hiç tereddüt etmem’ dedi. Korkunç ihtiras… (Etem Men­deres, 14 Kasım 1957)
- Bir tasdik makinesi halinde çalışıyoruz. Adnan Bey lis­te­leri içeride tanzim ediyor; bize gönderiyor. Bizim reyimizi da­hi almıyor. Biz de herkes bizi alışverişte görsün diye her gün top­lanıyor, havanda su dövüyoruz. (Şem’i Ergin, Ekim 1958)
– Başvekil, (…) kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bı­rakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir ne­vi delilik alameti… (Etem Menderes, 11 Haziran 1958)
– (Fatin Rüştü) Zorlu: Tek çare vardır: Halk Partisi’ni kapatmak, bütün me­busları tevkif etmek… (Abdullah Aker, 22.5.1960)
- Reisicumhur da (…) hükümetin en şiddetli tedbirleri al­­masını söylüyor ve bu hususta benim de kendisine müzahir ol­­mamı istiyor. (…) (Gazeteci) Ahmet Emin Yalman’ın hapishaneye gir­me­den affını söylemiş ve Bayar’a keraatla telkinde bulunmuş idim. Hayır, dedi. Başvekili de eminim o hazırladı. (Koraltan, 18 Nisan 1960)
– … ‘ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatı­yo­ruz’ diye, (…) CHP’yi kapatmak lazımdır. (…) Bun­la­rın hakından ancak Meclis gelir. Meclis de muhalefet değil DP grubudur. (Adnan Menderes, 7 Nisan 1960 grup ko­nuş­ması)
–  … Emir verdik, derhal girin dedik. Üniversiteye girmek de­ğil, temelinin altına gireceğiz… Belki bu akşam, belki yarın ak­şam bir hususi mahkeme derhal kuracağız… Tek başımıza si­lah­ları alıp kahir ve tedmir (yok etme, mahvetme) edeceğiz… (Ad­nan Menderes, 29 Nisan 1960 grup konuşması) … Mülkiye mektebini şet ve bent etmek lazımdır. (Adnan Men­deres, 2 Mayıs 1960)
Demokrat Parti, en yakın tanıklarının sözleriyle kanıtlandığı gibi hiç de ‘demokrat’ bir parti değildi. Meclis çoğunluğuna da­­yalı bir sivil diktatörlük kurulmuş; Silahlı Kuvvetler’in üst dü­zey yöneticileri de bu diktatörlüğün silahlı gücü olarak kul­la­nıl­mış; basın özgürlüğü başta olmak üzere bütün temel hak ve öz­gür­lükler yok edilmiş, yargı yetkisi TBMM’de çoğunluk gru­bu­na dayanan bir ‘Tahkikat Komisyonu’na devredilmiş; özel mah­kemelerin kurulması, ana muhalefet partisi liderinin idam edil­mesi ve muhalefet milletvekillerinin tutuklanmaları düşü­nü­le­bilmiştir. (…)”
Fazla söze hacet yok.
Ali TARTANOĞLU
Uğur Mumcu Vakfı
..