3 Ocak 2018 Çarşamba

Yakın Tarihimizin Utanç veren Olayları, 27 Mayıs Darbesi, 1960 BÖLÜM 1

Yakın Tarihimizin Utanç veren Olayları, 27 Mayıs Darbesi, 1960 BÖLÜM 1


Ali Necati DOĞAN


Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 27 Mayıs Darbesi, 1960  

Utanmasını Bilmeyen bir millet, Hata yapmaya mahkumdur...


27 Mayıs Darbesi, 27 Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 
gerçekleşmiş İlk Askeri darbe olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca 27 Mayıs Askerî 
Müdahalesi, 27 Mayıs İhtilâli ya da 27 Mayıs Devrimi olarak da anılır. 1950 
yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve 
kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri 
içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el 
koymuş ve yönetimi kısa bir süreliğine sürdürerek önemli revizyonlara imza 
atmışlardır. Darbeye doğru ilerleyen süreçte ülkenin içine sokulduğu karanlık 
duruma rağmen hiçbir darbe çözüm olarak düşünülemez. Dönemin tarihsel seyri dikkate alındığında bu olumsuz akışı kabullenebilmek tabiî ki mümkün değildir lakin yapılması gerekenin darbe olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu darbe neticesinde 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasa ve TBMM'yi 
feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan 
Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanların dan  Ali Fuat Paşa ve Kore gazisi Tahsin Yazıcı da tutuklananlar arasındaydı.


Milli Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp 
Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını söylemesi üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi'nin başına getirildi. Bu darbenin daha sonraki yıllarda meydana gelen askeri darbelerden farkı, Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yapılmamış olmasıydı; nitekim dönemin Genelkurmay başkanı da yönetime el koyan askeri güçler tarafından tutuklanmıştı. Bu özelliğine rağmen kalıcı olabilmesi ve önemli 
değişikliklere imza atabilmesi son derece ilginç bir durum oluşturmuştur.

27 Mayıs Askeri Darbesinin nedenlerine gelecek olursak; 1950'li yılların 
sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını duyan Adnan 
Menderes'in çevresine "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim" dediği 
iddia edilerek ordu mensupları tahrik ediliyor olması gibi birçok neden 
sayılabilir. Lakin bu neden zaten ülkede yaşanılan baskı ve dikta yönetime dair 
oluşan tepkinin birikmesinin yanında zaten tüm anlamı ile rahatsız olan ordunun 
hareket almasında ki küçük bir etkidir. Yassıada Yargılamaları sırasında Refik 
Koraltan'ın avukatlığını yapan Hüsamettin Cindoruk, Mahkeme başsavcısının 
Menderes'e bu konuyu sorması üzerine Menderes'in “Efendim ben devleti idare 
ettim, yedek subaylık yaptım, kendi gücümü biliyorum. Bu ordu yedek subaylarla nasıl idare edilir. Bunu kim uydurmuş?” dediğini belirtmiştir. Kendisinin bu lafı söyleyip söylemediği kesin olarak bilinmemekle birlikte darbeyi hazırlayanların bu sözleri propaganda amacıyla kullandığı yönünde söylentilerde mevcuttur. Bu sözler 27 Mayıs'tan sonra da darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmış mıdır bilinmez ama gerçekleşen bu darbeye dair ülkemizde hala net bir görüş yoktur. Bir kesim tarafından kahraman olarak anılan Demokrat Parti yönetimi, diğer bir kesim tarafından vatan haini olarak atfedilmektedir. Bu durumda darbeye dair birçok tartışmayı beraberinde getirmektedir.

Darbenin nedeninin Menderes hükümetinin uygulamaları ve çıkardığı yasalar 
olduğu, cunta yönetimi tarafından ileri sürülmüş, MBK; darbeyi, kardeş kavgasına son vermek ve bütün askeri darbelerde ileri sürüldüğü gibi laiklik ilkesine aykırı uygulamaları durdurmak için yaptığını belirtmiştir. Ayrıca kimi subaylar ve ülkenin önemli bir kesimi DP iktidarının Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiğini düşünmekteydi. Bunların dışında, darbenin iktidarı geleneksel elit 
iktidar gruplarına (ordu ile siyasî bürokrasiye) vermek amacıyla yapıldığını öne 
süren kaynaklar da mevcuttur. Ayrıca başlangıç aşamasında sayılabilecek bir 
ekonomik kriz havasının da darbenin etkenlerinden olduğu belirtilmektedir.

Darbe öncesi döneme bakacak olursak DP anayasa ihlalleriyle suçlamaktadır. Adnan Menderes'in üniversite çevrelerine "kara cübbeliler" olarak hitap ettiği ve 
bunun yayınlanmaması için basına yasak koyduğu iddia edilir. Ayrıca diğer tüm 
olgularda olduğu gibi basın üzerinde yapılan yasaklama ve baskılarda zirveye 
ulaşmış, yandaş basın desteklenirken muhalif basın her türlü gayrı meşru 
yöntemle sindirilmiştir. Üniversite çevreleri ve bazı aydınlar ise ne yazık ki 
bukalemun misali iktidara yakın durmak maksadı ile tüm bu baskı ve dikta yönetim anlayışına destek verirler. İhtilalden bir ay önce İstanbul Üniversitesi'nde DP karşıtı bir eylem zorlukla bastırılır. Eylemi bastırmakla görevli askerlerin tutumu ordunun da DP'ye cephe aldığını göstermektedir. Bu olaya şahit olan Ali Fuat Başgil o an, gördüklerini şu şekilde değerlendirir; “Tamam dedim. Bu hareket orduya da sirayet ettiğine göre, artık Menderes Hükümeti gitmiştir.”

Tırmanan olaylardan ve huzursuz ortamdan muhalefet partisi CHP'yi sorumlu tutan Demokrat Parti'nin, 2 Ağustos 1958 tarihli bir Meclis grubu bildirisi şu 
şekildeydi:"CHP idarecileri, Meclis ve hükümetin meşruiyet ve istikrarını, 
şiddet yolu ile tahrip etmenin mümkün, hatta lazım olduğu kanaatini uyandırmaya müncer olacak, çok tehlikeli bir yola girmişlerdir"

Ayrıca dış politikada Menderes, iktidarının son yıllarında artık Marshall Planı 
kapsamında Amerika'dan daha fazla kredi alamadığını görülmüş ve Seydişehir 
Aluminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu amaçla Sovyetler Birliği'ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin gelişmesi için 
Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı yapılmaktaydı. Nitekim, 
Demokrat Parti'nin devamı olan ve "Demokrat Partisinin C Takımı", "Hışımlılar" 
ve "Müfritler" adıyla anılan Adalet Partisi, darbeden yıllar sonra yapılan 
seçimlerde 1965 yılında tek başına iktidara geldiğinde, Adnan Menderes döneminde projesi yapılıp da kredi yokluğundan gerçekleştirilemeyen bu projeleri Sovyetler Birliği'nden alınan proje kredileriyle bitirmiştir. Bu duruma göre ihtilalin arkasında başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve CIA’nin varlığı iddialarını ortaya atmıştır. Lakin Demokrat Parti döneminin tamamına bakılınca Türkiye’nin son derece şiddetli olarak ABD’ye yaklaştığı, ekonomik olarak tüm bağlantılarını ABD’ye bağladığı görülmektedir. Bugün ki ekonomik esaretin ilk halkaları Ogünlerde atılmış ve bu durum ülkenin aydın ve ilerici kesimleri tarafından son derece sert bir şekilde eleştirilmiştir.

Ülkeyi darbeye sürükleyen süreçte 27 Ekim 1957 seçimlerinin oldukça sert bir 
hava içerisinde yapılması da son derece etkili olmuştur. DP seçimler öncesinde 
yasal düzenlemeler yaparak, muhalefetin bütünleşerek seçimlere bir cephe halinde girmesini engellemiş seçimlerin sonucuna daha seçim olmadan müdahale etmiştir. 

Demokrasinin baskılarla sekteye uğratılması iddialara göre CHP'li seçmenlerin 
kütüklere yazılmaması ve bazı yerlerde sandıklarda seçim sonuçlarının bile 
değiştirilmesi ile devam ediyor. Seçim sonrasında Kayseri, Giresun, Çanakkale ve Samsun'da gösteriler yapılmış ve kavgalar yaşanmıştır. Gaziantep'te ise radyo ve gazeteler önce CHP'nin zaferini ilan etmiş fakat daha sonra "köyden gelen oylar" ile seçim sonucunu DP'nin zaferi olarak değiştirilmiştir. CHP'nin itirazı üzerine oy pusulaları Gaziantep Adliyesi binasına getirilmiş ancak Gaziantep Adliyesi oy pusulalarıyla birlikte yanmıştır. İsmet İnönü, bu usulsüzlükleri "Kütük Marifetleri" ve İçişleri Bakanı Namık Gedik'i de "Kütük Bakanı" olarak adlandırmıştır. DP hükûmeti bu "Antep hadisesi" haberlerinin yayınlanması daha öncesinde yasaklanan birçok yayın gibi yasaklamıştır. DP iktidar gücünü her daim iktidarın ve baskının devamını sağlamak için illegal bir şekilde kullanmıştır.

Seçim sonucunda ise DP oyların %47, 88'ini alarak yürürlükteki çoğunluk esasına dayalı seçim sistemi sayesinde 424 milletvekili çıkarmıştır. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu CHP ise her türlü hile iddiasına rağmen %41, 09 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştır. Seçim öncesi değiştirilen seçim sistemi ve seçim sürecinde yapılan illegal hareketler neticesinde temsili demokrasi işlevsiz 
bırakılmıştır. Seçimin diğer katılanları olan Cumhuriyetçi Millet Partisi ve 
Hürriyet Partisi ise dörder milletvekilliği kazanmışlardır. Muhalefetin toplam 
oy miktarı DP'yi geride bırakıyordu. Demokrat Parti, matematiksel olarak 
muhalefet partilerinin oyları karşısında azınlığın iktidarı konumundaydı. 
Seçimlerden sonra, siyasal ortamdaki gerginlik artarak devam etti. CHP yurt 
çapında destek görmeye başlamıştı. Bir önceki seçimde %35 olan oy oranını % 41'e yükseltmesi bunun göstergesiydi. Oysa DP 1954'te % 57 olan oy oranını % 47'ye düşürmüştü.

Darbeye götüren süreçte yaşanılan bir diğer olay ise Gizli komiteler ve Dokuz 
subay olayıdır. 1954'te İstanbul'da Dündür Seyhan ve Orhan Kabibay'ın kurduğu komiteye Faruk Güventürk, Ahmet Yıldız, Suphi Görsoytrak, Orhan Erkanlı ve Necati Ünsalan gibi genç subaylar katılmışlardır. Ankara'da ise Talat Aydemir, Millî Müdafaa Vekili Ethem Menders'in yaveri Adnan Çelikoğlu, Sezai Okan, Osman Köksal ve yandaşları ayrı bir komite kurmuşlardır. 1957'de de İstanbul ve Ankara'daki iki komite birleşmiştir.

Birleşik komite 27 Ekim 1957'de öngörülen seçimlerinde DP'nin kaybedeceğini 
varsayarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde zırhlı birlikler ile şeref 
tribünündeki DP'lileri tutuklayarak yönetime el koymayı planladı. Fakat seçimde 
DP kazandığı için darbe Şubat 1958'e ertelenmişti.

Bu arada 16 Ocak 1958'de komite üyesi Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu'nun ihbarı üzerine emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu ve Kuşçu'nun kendisi başta olmak üzere 9 subay tutuklanmıştır. 
Yargılamalar sonucunda 8 subay beraat etmiş ve Kuşçu "iftira" suçundan mahkûm olmuş ve yapılan planlar rafa kaldırılmak zorunda kalınmıştır.

Tüm bu gelişmeleri takiben CHP'nin 1959 yılındaki XIV. kurultayında, ülkenin 
acilen ihtiyaç duyduğu bazı değişiklikler için çaba gösterilmesi 
kararlaştırıldı. "İlk Hedefler Beyannamesi" adıyla hazırlanan bildirinin, 1961 
Anayasası'nın temelini oluşturduğu ileri sürülür. 

Bildiri metnindeki başlıklar şu şekildeydi:

1. Eşit Muamele, 
2. II. Meclis, 
3. Anayasa Mahkemesi, 
4. Nisbi Temsil Usulü, 
5. Yüksek Hakimler Şurası'nın kurulması, 
6. Memurlar Kanunu'nun düzenlenmesi, 
7. Baskıdan uzak tutulan bir basın rejiminin kurulması, 
8. Üniversite muhtariyeti, 
9. Sosyal Güven ve Sosyal Adalet esaslarının teminat altına alınması, 
10. Yüksek İktisat Şurası'nın kurulması

Ülkede tüm bu gelişmeler ve sancılar yaşanırken 17 Şubat 1959'da Menderes'in 
başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düşer. Bu uçak kazasından Menderes'in yara almadan kurtulması iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açsa da bu durum fazla sürmez. 1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıkar ve CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takarlar.

29 Nisan'da İnönü Trikupis'i esir aldığı Uşak'ı "Büyük Taarruz"un ilk durağı 
olarak seçmiş ancak oraya ulaştığında taşlı saldırıya uğrayıp, başından 
yaralanmıştır. İçişleri Bakanının emriyle İnönü'nün gezisini engelleyen Uşak 
valisi İlhan Engin'e muhalif basın 'İktidarın "Uşak" Valisi' demeye başlamıştır. 
Tabiî ki bu söylem basına birçok yasaklama ve engelleme olarak geri dönecektir.

Ayrıca İnönü, Manisa ve İzmir'den sonra 4 Mayıs'ta İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy Havalimanı'ndan şehir merkezine giderken Topkapı'da önce trafik müdürü tarafından durdurulmuş ve sonra halkın saldırısına uğramıştır. Polisler ve askerler müdahale etmemişlerdir. Ancak o sırada Binbaşı Kenan Bayraktar'ın 
emriyle askerler müdahale etmiş ve İnönü kurtarılmıştır. 

Tüm olayların spontane bir gelişmemi yoksa iktidar tarafından yapılan bir planın bir parçası mı olduğu taraflar tarafından hala tartışılmaktadır.

O yıllarda birçok ilde CHP-DP arasında olaylar patlak vermiştir. 1960 başlarında 
basında sansür artmıştı, gazeteler sansür nedeni ile beyaz sayfalarla çıkıyordu. 
Cezaevleri tutuklu gazetecilerle doluydu. 2 Nisan 1960'ta Kayseri'ye gelen İsmet İnönü'nün treni, vali Ahmet Kınık'ın emriyle durduruldu. Kendisine İnönü'nün Himmet Dede Demiryolu İstasyonu'nda trenin durdurulması ve yolunun kesilmesi için emir verilmiş Binbaşı Selahattin Çetiner, "Sizin yolunuzu kesmek ve sizin Kayseri'ye gitmenize engel olmaktansa intiharı tercih ederim" sözlerini söylemiştir. Olaydan sonra emekli edilmiş; ancak Danıştay Kararı ile göreve iade edilmiş, daha sonra orduda Generalliğe kadar yükselmiş, 12 Eylül Darbesi sonrası kurulan hükümette İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Zorlukla yoluna devam eden İsmet İnönü'yü Kayseri'de 50 bin kişi karşılamıştır. Seçim öncesi meydana gelen bu olaydan dönemin Ulaştırma Bakanı sorumlu tutulmuş ve 27 Mayıs Darbesi'nden sonra hazırlanan 1961 Anayasası'na Millet Meclisi genel seçimlerinden önce Ulaştırma, İçişleri ve Adalet Bakanları çekilir(m. 109) maddesinin eklenmesinin sebebi olarak da bu olay gösterilmiştir.

Nisan 1960'ta TBMM'de gazete ve dergilerin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" 
faaliyetlerini inceleyerek meclise bildirmek için Ahmet Hamdi Sancar 
başkanlığında kurulan Tahkikat Komisyonu meclis ile ilgili bütün neşriyatı 
yasaklayınca DP-CHP ilişkisi daha gerginleşmiştir. CHP'lilerin konuşmaları 
basına yansımadan elden ele dolaşmıştır. DP yönetimi bu konuşmalarını "İhtilal 
beyannameleri" olarak adlandırmıştır.

18 Nisan 1960 günü Mazlum Kayalar ve Baha Akşit'in CHP'nin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetleri olduğu gerekçesiyle meclis araştırmasına açılması yolundaki önerge karşısında İnönü şöyle konuştu; “Biz demokratik rejim dedik, bu rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır. Bu tedbire teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore 
Milleti kadar haysiyeti yoktur.”

CHP Genel Başkanı uyarılarını sürdürdü. 27 Nisan 1960 günkü TBMM toplantısında İnönü tekrar Tahkikat Komisyonu'nu hedef alınca Meclis, İnönü'ye oniki oturum toplantılara katılmama cezası verildi. Kararı protesto eden CHP milletvekilleri Meclisten polis zoru ile uzaklaştırıldı.

27 Nisan 1960'ta Tahkikat Encümenlerinin görev ve yetkileri hakkında kanun 
teklifi konuşmasını yapan İnönü'ye Afyon milletvekili Murat Ali Ülgen: "Kürsüden ihtilal beyannamesi okudun paşam" demiştir.

Bu ara iktidara karşı tepkiler artarken 28 Nisan'da İstanbul'da 29 Nisan'da 
Ankara'da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırılmış, bu şiddet insanların 
tepkilerine neden olmuştur. İstanbul'da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci 
yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz 
polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Bundan dolayı "Kanlı Perşembe" olarak 
anılmıştır. DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan etti. Öğrenciler hep bir 
ağızdan Gazi Osman Paşa'nın kahramanlığı için yazılan Plevne Marşı'nın 
değiştirilmiş hâli olan Olur mu böyle olur mu şarkısını söylüyordu: Olur mu, 
böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya 
size kalır mı?

Bu olaylarda polisler "Kahrolsun diktatörler", "Hürriyet isteriz" sloganları 
atan öğrencileri dağıtmaya çalışmışlardır. Ancak "Türk ordusu çok yaşa" sloganı 
atan öğrenciler ile askerler arasında dayanışma yaşanmış ve askerler polislerin 
teslim ettikleri öğrencileri serbest bırakmışlardır.

Harp okulu öğrencileri bir yandan Atatürk Bulvarı'nda sessiz yürüyüş yapmış ve 
öte yandan 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan Başbakanı Nehru'yu 
karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için aynı arabaya binecek 
olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planlamıştır. Ancak yabancı misafir varken bu tür hareketlere girişmenin dış dünyaya karşı olumsuz etki yaratacağı kanaatine varılarak plan reddedilmiştir.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken 3 Mayıs 1960'ta Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel Milli Müdafaa Vekili Ethem Menderes'e bir mektup iletmiş ve Kara Kuvvetleri Kumandanlığı Karargâhına da veda mesajı göndermiştir. Gürsel'in veda mektubundan sonra liderini yitiren gizli örgüt, önce Genelkurmay İkinci başkanı Cevdet Sunay'a başvurmuş fakat olumlu yanıt alamayınca 1. Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e başvurmuş fakat ne olumlu ne de olumsuz yanıt alabilmiştir. Orhan Kabibay Kore'den tanıdığı "argo bir adam" olan Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı Tümgeneral Cemal Madanoğlu'nu önermiş fakat Madanoğlu şu şekilde tereddütünü dile getirmiştir: ‘Ulan biliyorsun bende t……. var, kafa yok.’ Orhan Kabibay, düşünmek için 24 saat izin vermiş ve süre dolduğunda Madanoğlu şu yanıtı vermiştir: ‘Ulan, erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum!’

Dönemin diğer büyük kitle olayı ise 555K diye anılan ve 5 Mayıs 1960 tarihinde, 
Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto 
eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan 
eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır. 28 
ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda 
öğrencilerin hayatını kaybetmesi ve Turan Emeksiz isimli öğrencinin ölmesi 
ülkedeki ortamı kutuplaşmaya sürükledi. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreyya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz?” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz!” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?” aktarılan bu anekdot farklı isimlerle özdeşik olarakta anlatılmaktadır. Bu olayın gerçekleşip 
gerçekleşmediği veya kimler arasında olduğu hala tartışılmaktadır.

Adnan Menderes, 28-29 Nisan ve 5 Mayıs olaylarından sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan "Kara Cübbeliler" olarak söz etmeye başlamıştır. Bu olay birçok kesimle sorun yaşayan Menderes’in akademik çevreye karşı olarakta artık sert bir tavır aldığının göstergesidir.

Millî Birlik Komitesi iktidarı 

Alınan kararlar neticesinde Başkent Ankara'yı ele geçirmek için Tümgeneral 
Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ 
komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi (Etimesgut), Süvari Yarbay Reşit Çölok 
komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozkaya komutasındaki Tank Taburu (Harp Okulu arkası) gibi birliklerin ikna edilmesi ya da etkisizleştirilmesi 
gerekirdi.

23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak kararlaştırılmış ve 
parolalar belirlenmiştir. Zamanında gerçekleşirse "Dündar Seyhan'ın oğlu 
sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde "Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye 
kaldı." 27 Mayıs 1960 sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 
3.30'da tanklar hareket etti. Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından 
radyoda okunan ilk bildiri ile harekât bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi.

İlk olarak Tuğgeneral Yusuf Demirdağ evinden alınıp Harp Okulu'na getirilmiş ve 
nezarethaneye kapatılmıştır. Bundan sonra Refik Koraltan getirilmiştir. 2. Ordu 
komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da enterne edilmiştir. Celal Bayar Çankaya 
Köşkunde Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Topçu Yarbay Abdullah Tardu, 
Kurmay Albay Sami Küçük tarafından gözaltına alınmıştır. Bu arada komite 
üyelerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı Kurmay Albay Osman Köksal da yanlışlıkla içeriye kapatılmıştır.

Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur tarafından gözaltına alınmış ve Ankara'ya getirilmiştir. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda, tutulmuşlardır.

Cemal Gürsel, İstanbul Yeşilköy Askerî Havaalanı'ndan kalkan C-47 ile İzmir 
Karşıyaka Bostanlı'daki evinden alınıp saat 11.30'da Ankara'ya Harp Tarih 
binasına gelmiş ve saat 16'da radyoda konuşma yapmıştır.

27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama geçildiği 15 Ekim 1961 
yılına kadar geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi (MBK) eliyle cunta olarak 
iktidarda olduğu dönemdir. Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal bütün hak ve yetkileri 38 subaydan kurulu MBK’nin eline geçmiştir. MBK ülkeyi yayımladığı tebliğlerle askeri cunta olarak idare etmiştir.

3 numaralı Tebliğ ile her türlü siyasi parti neşriyat ve faaliyetleri, gösteri 
yürüyüşleri ve her türlü toplantı yasaklanmıştır. MBK faaliyetlerinin aksamaması 
için telsiz ve telefon görüşmelerini kısıtlayan 4 ve 5 numaralı Tebliğlerden 
sonra, ordunun görevini açıklayan 6 numaralı Tebliğ yayımlanmıştır. 6 numaralı 
Tebliğin ilk fıkrasında, “Türk Ordusu bir kere daha tarihi bir vazife karşısında 
bulunuyor. Bu vazife; dâhilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen 
hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır” demektedir.

Aynı şekilde 13 ve 32 numaralı Tebliğlerde bu darbenin yapılış gerekçeleri şöyle 
yer bulmuştur; “Biz vatandaşları birbirine düşürecek bir kardeş kavgasını 
önlemek için bu işe giriştik”. “Milli İnkılâp, hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin 
lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem halkımızın, köylü ve 
işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetinin teminatı, iktisadi 
kalkınması, ana prensibimizdir. Vatandaşların hususi işlerinde ve her türlü 
çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde bulunmaları esastır.”

27 Mayıs sabahı, Askerler; İstanbul Üniversitesi'nden Sıdık Sami Onar, Hıfzı 
Veldet Velidedeoğlu, Naci Şenşoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı ve İşmet Giritli'yi askeri bir uçakla Ankara'ya getirmişlerdir. 28 Mayıs günü komisyona Ankara'da iştirak eden Muammer Aksoy, İlhan Arsel ve Bahri Savcı ile birlikte yeni bir anayasa taslağını hazırlamak için çalışmalara 
başlamışlardır. Başkanlığına getirilen Sıddık Sami Onar'ın adıyla "Onar 
Komisyonu" olarak anılmıştır.

Millî Birlik Komitesi, DP'liler hakkında daha sonradan büyük tartışmalara 
sebebiyet veren bazı haberler yaymaya başlamıştı. MBK, Demokrat Partililerin 
yurtdışına kaçarken yakalandığını ve beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, 
mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandığını iddia etti. Komite ayrıca 28 
Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce gencin öldürüldükten sonra kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömüldüğünü ve bir kısmının hayvan yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini öne sürmüş ve bu gençler "Hürriyet Şehitleri" olarak adlandırılmıştır. 2 Haziran 1960’ta İstanbul 
Üniversitesi rektörü Sıdık Sami Onar, Üniversitesi Yönetim Kurulu'nun memleketi hürriyete kavuşturmak için şehit düşenler adına anıt inşa etmeye karar verdiğini açıklamıştır. 3 Haziran'da “MBK Hürriyet Şehitlerimizin tesbiti işine Silahlı Kuvvetlerimizin idareyi aldığı andan itibaren ehemmiyetle devam edilmektedir” diyen bir tebliğ yayınlamıştır. Fakat gençlerin cesetleri hiç ortaya çıkmayınca, 9 Haziran'da Sıddık Sami Onar “Naaşları belki bulamayacağız ama ölülerimiz vardır.” diye konuşmuştur. 10 Haziran'da 28 Nisan olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Küçükpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu öğrencisi Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin'in naaşları Anıtkabir'deki "Hürriyet Şehitliği"ne nakledilmiştir.

MBK üyelerinin kimlikleri 18 Haziran 1960'ta açıklanmıştır. Yurt dışında bulunan 
gizli komite mensupları Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi Koçaş komiteye 
girmemişlerdir.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

http://blog.milliyet.com.tr/yakin-tarihimizin-utanc-veren-olaylari--27-mayis-darbesi--1960/Blog/?BlogNo=212490

..

2 Ocak 2018 Salı

Şemdinli’deki PKK Terör Saldırısı ve PKK’nın Aklanması

Şemdinli’deki PKK Terör Saldırısı ve PKK’nın Aklanması



Cahit Armağan Dilek
cadilek9011@gmail.com
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
10 Ekim 2016 Pazartesi,


Şemdinli’de PKK saldırısı: 10’u Asker 18 Şehit, 27 yaralı. Son olmayacağı anlaşılan bu terör saldırısında şehit edilenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Bir süredir bu tür saldırılardan sonra verilen haberlerde ve değişik ortamlarda konuşan uzmanlar, her saldırıdan sonra terör örgütünün yeni bir stratejisinden bahsedip iyi haber verdiklerini ve uzman olduklarını öne çıkaran haberler ve açıklamalar yapıyorlar. Haberlerde ve açıklamalarda en çok kullanılan ifadelerden biri de sıkışan, çökmek üzere olan terör örgütünün son çırpınışları, teröristlere moral vermek için bu tür saldırıların yapıldığı.

Halbuki PKK yıllardır ve özellikle 7 Haziran sürecinden sonra da benzer saldırıları defalarca yaptı. Daha önce yapmamış veya çok nadir yapmış olsa bile terörün tanımı ve hedefini düşündüğümüzde terör örgütleri zaten sürpriz ve baskın tesiri yapmak isteyeceğinden hep aynı metotları, silahları kullanmaz; istediği etkiyi yaratabilmek ve güvenlik güçlerini aldatarak saldırısını başarıya ulaştırabilmek için değişik metotlar, silahlar kullanacaktır, öyle de oluyor. Bu temel hususu unutup terör örgütü strateji değiştirdi, çırpınıyor, intihar ediyor diyerek sözde uzmanca haber ve yorumlar yapmak işi çözmediği gibi kafaları da karıştırıyor. Ayrıca bütün bu önceki olayları, tecrübeleri dışlayıp anlık yapılan haberler, yorumlar terörle mücadeleyi de maalesef olumsuz etkiliyor, çünkü bir nevi medyatik haber ve açıklamalarla sorunun ve çözümün gerçek yönleriyle ele alınması zorlaşıyor.

Burada yapılması gereken belki de istihbarat ve güvenlik kurumlarının adeta bir empati yaparak sürpriz ve baskın etkisi yaratacak yeni bir terör saldırısı nerede, ne zaman, nasıl, ne ile yapılır diye düşünüp olasılığı çok düşük de olsa her türlü alternatife yönelik istihbari çalışma yapması ve güvenlik tedbiri almasıdır.
Patlamanın yarattığı hasar ile şehit/yaralı sayısı terör örgütünün çok büyük bir miktarda patlayıcıyı kullandığını gösteriyor. Ayrıca saldırının iyi planlandığı anlaşılıyor. Peki bunu nerede yapıyor? Son 2 ayda 400’e yakın teröristin öldürüldüğü bir bölgede. PKK 4-5 ton büyüklüğündeki patlayıcıyı son 2 aydır yoğun operasyonların yapıldığı bir ortamda o ilçelerin sınırlarından Irak’tan getirmiş olabilir mi? Bu biraz düşük ihtimal gibi. Yoksa Oslo görüşmelerinde de sızdığı gibi yıllardır depolanmış patlayıcılar mı kullanılıyor ya da daha büyük ihtimalle çözüm süreci döneminde yolların altına döşenenlerin yanında henüz tespit edilemeyen depolardaki, mağaralardaki patlayıcıları mı kullanıyor? Ve çözüm sürecinde depolanan silah ve patlayıcılar Suriye’nin kuzeyinden gelmiş ve halen de geliyor olamaz mı? Büyük ihtimal. Yani bir bakıma çözüm süreci hatasının bedelini ödemeye devam ediyoruz.

OHAL’in yaşandığı, yoğun arama tarama operasyonlarının yürütüldüğü bir bölgede tonlarca patlayıcının araçlara yerleştirilmesi, saldırı noktasına taşınması neden tespit edilemez? PKK’nın o noktada öncesinde iyi hazırlanmış bu saldırıyı yapabilmesi zayıfladığını mı gösteriyor, yoksa rahatça büyük bir terör saldırısı yapabilecek ortamın halen var olduğunu mu?
Temmuz 2015’ten bu yana öldürülen PKK’lı terörist sayısı 9.000 civarında. Bu sayı terör örgütünü etkilemez mi? Tabi ki çok etkiler. Etkiliyor da. Ama PKK terör örgütünün zorla, şantajla, tehditle de olsa eleman toplayabildiğini görüyoruz. PKK’nın Suriye kolunun Suriye’nin kuzeyinde süper güç ABD ile müttefiklik ilişkisine girdiğini, 50.000 civarında elemanının eğitimli, donanımlı olduğunu ve PYD/YPG’ye yabancı askeri yardımların devam ettiğini, gerektiğinde buradaki patlayıcı ve teröristlerin Türkiye’ye aktarıldığını unutmayalım. Yani Türkiye’deki PKK terörüyle Suriye ve Irak’taki gelişmeler özellikle çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte iç içe girmiştir, doğrudan bağlantılı hale gelmiştir.

Evet PKK yurt içinde darbeler almaktadır, teröristler büyük kayıp vermektedir; ama şu aşamada öncelik verdiği Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ta Musul’un kuzey batısında (Sincar, Telafer) hedeflerine ulaştığında Türkiye içine ağırlık vereceği de aşikardır. Bu kapsamda Türkiye içinde her yerde küçük ya da büyük çapta terör saldırısı yapabileceğini zaman zaman da bir dalga şeklinde peş peşe saldırılar yapabileceğini göstermeye, Türkiye’nin enerjisini Suriye ve Irak kuzeyinden ziyade içeriye harcamasını sağlamaya çalışmaktadır.
Bu durum bize şunu gösteriyor: Türkiye’nin savunması ve güvenliği sınırlarının çok ötesinden başladığı gibi terörle mücadelesinin de sınırlarının güneyinde ayırım yapmaksızın Irak ve artık en önemlisi Suriye’nin kuzeyindeki PKK’nın terör üslerinin bulunduğu yerlerden başlamaktadır. Bu ifade, yurt içindeki operasyonların veya tedbirlerin öncelikli olmadığı anlamına gelmez. Bilakis yukarıda bahsettiğimiz gibi çözüm sürecinde yapılan patlayıcı depolamalarının, tuzaklamalarının tespit edilmesine yönelik istihbarat operasyonlarına ve sonrasında tespit edilenlerin imhasını sağlayacak operasyonlara, ayrıca bunlarla eş zamanlı ve koordineli olarak PYD kontrolündeki Suriye sınırının tam olarak terör yapılanmasından kurtarılmasının sağlanmasına ağırlık verilmesini gerektirmektedir. Bu da devletin bütün istihbarat ve güvenlik kurumlarının tek vücut halinde hareket etmesini gerektirir. Ayrıca terör örgütünün en üst kademesindeki lider kadrosunun öldürülmesine yönelik operasyonlar bu terörle mücadele gayretlerinin odak noktası olmalıdır.

Diğer taraftan IŞİD terör örgütünün bölgede yarattığı politik-askeri ortam PKK terör örgütünün arkasındaki dış desteğin PKK’nın Suriye kolu üzerinden açıktan ve doğrudan yapılmasına yol açmıştır. Bu durum PKK’nın 1984’ten bu yana elde ettiği en önemli avantajdır. Rakka ve Musul operasyonları bağlamında Irak ve özellikle Suriye’de PKK’nın hedeflediği özerk yapılanmalar pazarlık daha doğrusu PYD’ye bir ödüllendirme konusu olarak ortadadır. PKK’nın bu ülkelerdeki uzantıları bağlamında uluslararası arenada oluşacak mutabakat içerisinde özerk yapıların kabul görmesi / onaylanması halinde PKK bu sefer uluslararası güçlerin dikkatini Türkiye üzerine çekecektir. Siyaseten kabul görmüş Irak ve Suriye’deki uzantıları (PYD) üzerinden PKK’nın aklanması ve taleplerinin kabul edilmesi süreci Türkiye’ye dayatılacaktır, ki zaten dayatmalar başlamıştır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/10/10/8510/semdinlideki-pkk-teror-saldirisi-ve-pkknin-aklanmasi


***

31 Aralık 2017 Pazar

Mahalleye Hoş Geldin,

Mahalleye Hoş Geldin,


Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
Şanlı Bahadır Koç,**
02 Haziran 2010 Çarşamba
“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü - Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ,*

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı
** 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkan yardımcısı


İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara’ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye’ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir.

İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere Akdeniz'de İsrail/Filistin kıyılarından 70 mil açıkta gerçekleştirdiği ağır askeri saldırı devletler hukukunun çok boyutlu ihlalidir. İsrail Ordusu bu saldırı ile uluslararası sularda seyreden sivil gemilere yönelik bir korsanlık eylemi gerçekleştirmiştir. İsrail Ordusu'nun devletler hukuku açısından ikinci ihlali silahsız sivillerin üzerine uyarısız ateş açılmasıdır. 
Bu olay İsrail'in komşuları ile barış içinde yaşamasının ne kadar ne kadar zor olduğunu bir kez daha göstermektedir. İsrail, Türkiye'den farklı olarak, caydırıcılığa çok önem veren bir ülkedir. Ama bazen bu olayda olduğu gibi bunu abartabilmekte dir. Guardian gazetesinin 1 Haziran 2010 tarihli başyazısında da belirtildiği gibi, "bu eylemi Somalili korsanlar gerçekleştirmiş olsa NATO kuvvetleri anında bölgeye yönelirdi. Operasyonu yapan İsrail devleti olsa bile belki NATO yine de bölgeye gitmelidir." 

Bu eylemlerin devlet sorumluluğu taşıyan bir yapı tarafından yapılmış olmasının makul şekilde izah edilmesi kolay değildir. Operasyonun başındaki ismin İsrail kabinesinin sözde en az şahin üyelerinden Savunma Bakanı Ehud Barak olduğunu düşünürsek İsrail'deki "durumun vahameti" daha net ortaya çıkmaktadır. Zaten İsrail'i de normal bir devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Tevrat'a göre davrandığını düşünen ve savaş halinde olan bir devlet ve toplumu normal standartlarla değerlendirmek yanlıştır. 

Burada İsrail'in bu eylemi gerçekleştirmesinin "Tel Aviv açısından makul nedenleri", muhtemel sonuçları ve Türkiye'nin vermesi gereken cevap tartışılacaktır. 31 Mayıs 2010, Türkiye'nin 30 Kasım 1918'den bu yana Orta Doğu'da geçirdiği ilk gündür. İsrail, Türkiye'ye Akdeniz açıklarında "Mahalleye hoş geldin" partisi vermiştir. Artık sınırlarını biraz da ABD'de son aylarda hakim olan İsrail eleştirisel havanın çizdiği Ankara'daki anti-İsrail politikası gerilerde kalmış, yeni bir aşamaya geçilmiştir. "Sıfır sorun" paradigması iflas ederken, Türkiye kendisini çok yeni kurallara hazırlamak zorundadır. Yeni kuralların sadece Orta Doğu'da değil, Yahudi lobisinin güçlü olduğu her yerde uygulanacağı unutulmamalıdır.

Dünya ve Türkiye Böyle Bir Eylemi Beklemiyordu

İsrail, Gazze'ye hareket eden bu filoya müdahale edeceğini önceden duyurmuştur. Ancak son günlere kadar İsrail kabinesi içinde filoya bir jest yaparak Gazze limanına ulaşmasına izin verilmesini savunan seslerin de olması ve İsrail basınında kontrolsüz bir askeri müdahalenin yapılabilecek en aptalca şey olacağına dair eleştiriler müdahalenin düşük profilli olacağını düşündürmüştür. 

Yardım operasyonunu düzenleyen kuruluşların koordinatörü ve IHH başkanı Bülent Yıldırım, İsrail Ordusu'nun baskının başlamasından hemen sonra televizyonlara yaptığı açıklamada "sessiz operasyon düzenleneceğini düşündüklerini" açıklamıştır. Bu açıklama dolaylı da olsa bazı temasların yapıldığını veya güvenilir kaynaklardan İsrail'in böyle davranacağına dair bilgi geldiğini düşündürmektedir. Ancak beklenen olmamış, İsrail Ordusu gerçekleştirilebilecek en sert ve hukuk dışı baskınla bütün dünyayı şaşırtmıştır.
İsrail, devletler hukukunu açık şekilde ihlal eden ve uluslararası bir krize yol açan bu eylemini ve eylemin sonuçlarını planlayarak ve öngörüler geliştirdikten sonra gerçekleştirmiştir. Diğer bir ifade ile operasyon, kendiliğinden gelişen, kontrol dışına çıkan, amacı aşan bir eylem değildir. İsrail'deki karar alıcılar, bir yandan "bırakalım geçsinler" ve diğer yanda "en sert şekilde saldırı" seçenekleri arasında neden en sert saldırı seçeneğini seçmişlerdir?

İsrail Neden En Sert Yola Başvurdu?

İsrailli hükümetinin subjektif de olsa herhangi bir rasyonel temele oturtmadan ve en azından kendilerine bunu izah etmeden böyle bir eylemi gerçekleştirmiş olma ihtimali çok yüksek değildir. İsrail eylemini "dengesiz Yahudilerin" serserice eylemi olarak nitelendirmek İsrail karar alma mekanizmasını yanlış şekilde değerlendirmek olacaktır. İsrail hükümeti yanlış bir karar almış olsa dahi bunu bazı ön kabul ve beklentiler ile yapmıştır. Tel Aviv, böyle bir eylemi düzenlerken benimsediği ön kabuller ve beklentiler çerçevesinde şu mesajları vermek istemiş ve düşünmüş olabilir: 

a) Operasyonun Türkiye'ye mesaj boyutu olduğu açıktır. İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara'ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye'ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir. Bundan dolayı Tel Aviv Türkiye ile İsrail ilişkilerini kopararak yeni bir aşamaya taşıma kararını vermiş olabilir. Türkiye artık İsrail tarafından dost bir ülke olarak görülmemektedir. Tel Aviv, böylece Orta Doğu denkleminde ortaya çıkacak yeni durumu ve dengeleri göğüslemeye kararlıdır.

b) AKP iktidarını ve Türkiye'yi etkisiz, İsrail eylemine cevap veremeyecek duruma düşürmek hedeflenmiştir. İsrail, muhtemelen, Ankara'ya "benimle uğraşma, zararlı çıkarsın" demekte ve belki de AKP'nin içerideki prestijine bir "çizik atmayı" ummaktadır. Bir ihtimal Orta Doğu'ya "işte bakın çok beğendiğiniz Türkiye'ye vuruyorum ama bağırıp çağırmak dışında yapabildiği pek bir şey yok" denmek de isteniyor olabilir. 

c)İsrail, Türkiye'yi denetimsiz bir şekilde Orta Doğu'ya sürüklemeyi istiyor olabilir. Ne yazık ki, Türkiye Orta Doğu bölgesini yeterince tanımamaktadır. Güvenlik, istihbarat ve dışişleri bürokrasisi Orta Doğu dosyasına hakim olmadığı gibi Türk akademisi de konunun üstesinden gelebilecek donanıma sahip değildir. 

d)Türkiye'nin ABD ve Avrupa'da kontrol dışı sürekli sorun yaratan bir ülke olarak algılanmasını sağlamak.

e)AB'nin Türkiye'nin istediği tepkiyi vermeyeceğinden hareket ederek, Türkiye-AB özellikle de AKP-AB ilişkilerinin bozulması sürecini tetiklemek.

f)İsrail, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin İran'dan ötürü bozuk olduğu bir süreçte, Washington'un İsrail eylemine sert tepki vermeyeceğini hesaplamış, bununla da Türk-Amerikan ilişkilerini daha da sıkıntıya sokmak istemiş olabilir.

g)Dünyaya ablukayı deldirmeyeceği mesajını en sert şekilde vermek ve bundan sonra eylem düşünenleri en sert şekilde uyarmak.

h)Orta Doğu'da genel tansiyonun yükseldiği bir süreçte ABD'nin Filistinliler ile İsrail arasında sürdürdüğü dolaylı görüşmeler sürecinde Washington'un kendi planını açıklayarak İsrail'i sıkıntıya sokmasını engellemek.

l)Ve son olarak Cenin ve Şatilla katliamlarını yapmış ve aşmış olan İsrail bu krizi de uluslararası medyadaki Yahudi etkisi ve bu meselelerdeki üstün 'maharetiyle' aşabileceğine inanmış olabilir.

"Ablukayı Deldirmem"

İsrail, Hamas'ı dize getirmek, kendisine yönelik saldırıların cezasız kalmayacağını kanıtlamaya devam etmek ve böylelikle caydırıcılığını tahkim etmek, Filistinliler ve onlara sempati duyanlarla Mısır arasında abluka nedeniyle çatışma yaratmak, üçüncü tarafların bu filo gibi "oldu-bittilerine pabuç bırakmayacağını" göstermek, ablukanın devamı vasıtasıyla kendisine karşı daha yumuşak olan Batı Şeria'daki El Fetih liderlerinin ekonomik performansı ile Hamas'ınki arasında uçurum yaratarak Hamas'a yönelik halk desteğini azaltmak ve örgütü denklemden çıkarmak, ambargonun delinmesi halinde kendisine saldırılmasına imkan sağlayacak malların Gazze'ye girmesini engellemek istediği ve belki de "Filistinlileri tam da insan olarak görmeyen" ırkçı bir yaklaşımla ablukanın insani maliyetine kayıtsız olduğu için ablukanın delinmesini engellemektedir. İsrail ayrıca filonun ablukayı delmesi halinde bundan büyük "prestij rantı" yiyeceğini düşündüğü Türkiye ve AKP Hükümeti'ne bu "zaferi tattırmak" istememiş de olabilir. 

Ablukanın haksız, kanunsuz ve sürdürülemez olduğu açıktır. "Kolektif cezalandırma" yasadışı ve ahlak dışıdır. BM'ye göre Gazze'deki evlerin % 60'ına yeterli gıda girmemektedir. Hamas, tüm eksiklik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Gazze'nin seçilmiş hükümeti ve olası bir barışın vazgeçilmez unsurudur. Örgüt Filistin toplumunun çok önemli bir kısmının desteğine sahiptir. Onun üzerinden tüm Gazze halkını cezalandırmanın siyasi olarak örgütü zayıflattığı da tartışmalıdır. 

Abluka çok muhtemelen Hamas'ın Gazze'deki kontrol ve desteğini arttırmaktadır. Hamas'a yönelik uluslararası izolasyonun da kırılmak üzere olduğu söylenebilir. Bu konuda ilk adımı atan Türkiye'yi Rusya'dan sonra bazı Avrupa ülkelerinin izleyeceği anlaşılmaktadır. Bu son operasyonun bu süreci hızlandırması sürpriz olmaz. Bu olaydan sonra, çok uzun olmayan bir süre içinde lider değişikliği yaşama ihtimali yüksek olan Mısır'ın kendi kamuoyunun tepkisini göz ardı ederek İsrail ile Gazze'nin izolasyonu konusunda işbirliğini sürdürmesi daha da zor olacaktır. Bu operasyondan sonra İsrail'in ablukayı sürdürmesinin diplomatik ve psikolojik maliyeti artacaktır. 

BM'nin İsrail'i kınaması ve "Gazze'deki durumun artık sürdürülebilir olmadığını" dile getirerek Güvenlik Konseyi'nin 2008'de aldığı 1850 ve 2009'da aldığı 1860 sayılı İsrail'in Gazze'den tamamen çekilmesini, gıda, yakıt ve tıbbi malzeme dahil olmak üzere insani yardımların engellenmeden dağıtılmasını öngören ve sevkiyat koridorlarının açılmasını isteyen kararlarını tekrar gündeme getirmesi, İsrail'in içine girdiği sıkıntılı durumu göstermektedir. Keza Mısır'ın Gazze kapısını 1 Haziran'da açması İsrail'in abluka politikasına indirilmiş bir darbedir.

Türkiye Nerede Yanlış Yaptı?

AKP Hükümeti Tel Aviv'in böyle bir tepki vereceğini öngörememiştir. AKP Hükümeti, İsrail'i küresel boyutlu halkla ilişkiler açısından çok kötü bir şekilde köşeye sıkıştırmış olduğu düşüncesinin rehavetine kapılmıştır. Yardım heyeti başkanı Bülent Yıldırım'ın beklediği sessiz operasyonu Ankara'da hükümetin de beklediği anlaşılmaktadır. Bu beklenti bir süreden beri Türk dış politikasına hakim olan "sonsuz iyimserlik" yaklaşımının da bir sonucu olarak algılanmalıdır. 
Oysa söz konusu İsrail olunca yapılması gereken her şeye hazırlıklı olunmalıdır. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin son durumu göz önünde tutulduğunda Ankara her şeye hazırlıklı olmak zorundaydı. Çünkü İsrail bir süreden bu yana Türkiye'yi dost olarak algılamamakta ve Ankara'nın kendisini küçük düşürdüğünü düşünmektedir. 

Gazze'ye yardım operasyonu başlamadan önce AKP Hükümeti bu yardımı yapacak olan sivil toplum örgütlerine daha yoğun bir danışmanlık yapmalıydı. 35 ülkeden temsilcilerin katıldığı bu yardım operasyonu için dünya kamuoyu daha iyi hazırlanmalıydı. Birleşmiş Millet, Avrupa Birliği, Arap Ligi bu sürecin parçası haline getirilmeliydi. Mısır ve Ürdün bu sürece daha iyi hazırlanmalıydılar.
Yardım operasyonu bir Türk operasyonu gibi değil, küresel operasyon olarak sergilenmeliydi. Dünya medyasının gerek yardım operasyonu öncesinde gerek gemiler Gazze'ye hareket ettikten sonra yardım operasyonunun içinde olması sağlanmalıydı. Böyle bir süreç yaşanırken, Dışişleri Bakanı'nın Ankara'da olması ve gelişmeleri koordine etmesi, dünya medyası ile etkili bir iletişim içinde olması gerekirdi. 

Ankara ile Tel Aviv arasında sağlıklı bir iletişim kurulmalı, amacın İsrail'i çiğnemek veya küçük düşürmek olmadığı sadece Gazze'ye yardım götürmek olduğu anlatılmalıydı. Bunların yapılmadığı görülmüş ve sanki İsrail'in yoldan kaçarak çıkmak zorunda olduğu düşünülen bir "korkak tavuk" oyunu oynanmıştır. Korkak tavuk oyunu iki arabanın birbirlerine karşı son hızla hareket ettiği ve korkan şöförün son anda yoldan çıkarak çarpışmaktan kaçındığı bir oyundur. Oysa tarih, İsrail'in bu tür oyunlarda "çılgınlık" yapmayı sevdiğini göstermektedir. 

İsrail Saldırıdan Ne Kazandı ve Ne Kaybedebilir?

İsrail'in bu saldırıdan bu aşamada kazandığı Türkiye'ye "gereken cevabı/dersi" vermiş olmanın yarattığı rahatlama duygusudur. Gazze politikasından geri adım atmayacağını da bütün dünyaya çok büyük bir kararlılık ile gösterdiğini düşünmektedir. 

İsrail Başbakanı Netanyahu'nun bu operasyonla devam eden dolaylı görüşmelerin tıkanması sonrasında Obama'nın kendi barış planının önünü kapatmak istemiş de olabilir. Ama bu hamlenin istenenin tam da tersi sonucu yaratması mümkündür. Spekülasyona devam edersek, İran'a yönelik ambargolardan "bir şey çıkmayacağını" ve Obama'nın bunun çok ötesine gitmeye gücü ve niyeti olmadığını düşünen Netanyahu bölgesel bir kriz ve Hamas ve/veya Hizbullah ile savaş çıkararak ortamı değiştirmeyi ve "kartların yeniden dağılmasını" istiyor dahi olabilir. 

Öte yandan İsrail'in İran'ın nükleer güç olma politikasına karşı ABD'yi yanına çekme ve dünyada kamuoyu oluşturma politikası bu eylemden çok ağır bir şekilde darbe alacaktır. Böyle bir saldırıdan sonra İran rahatlayacak, İsrail'in uluslararası toplumu arkasına alma ihtimali ortadan kalkacaktır. Artık Türkiye'nin ve belki başka BM Güvenlik Konseyi üyelerinin İran'a ambargolara "evet" deme ihtimali daha da azalmış olabilir. Çin'in ise bu noktadan sonra ABD'ye verdiği "yeşil ışığı" geri alması kolay olmasa da ambargonun içeriğinin sulandırılması söz konusu olabilir. 

Gazze'de İsrail'in uyguladığı politikalar yaşanan krizden dolayı bundan sonraki aylarda daha fazla gündemde olacaktır. Böylece İsrail istemeden de olsa Gazze'yi uluslararası gündemde yukarılara taşımıştır. Bütün dünyadan Gazze'ye yardım filolarının harekete geçmesi İsrail'i çok zor durumda bırakacaktır.

Türk-İsrail İlişkilerinde Son Durum

Bildiğimiz anlamda Türk-İsrail ilişkisi sona ermiştir. Artık bırakın ittifakın devamını diplomatik ilişkilerin normal haliyle devam etmesinden bile emin olmak kolay değildir. Ölü ve yaralıların Türkiye'ye gelmesi uzadıkça ve İsrail'in yardım grubundaki bazı Türk vatandaşlarını alıkoyma niyeti ortaya çıkarsa İsrail'e yönelik Türk tepkisi canlı kalacaktır. Cenaze törenlerinin çok şiddetli duygusal sahnelere ve belki de ötesine sahne olması beklenebilir.

Yapılan eylemin boyutu ve şekli düşünüldüğünde büyükelçiyi geri çekmek, tatbikatlar ve silah alımlarını iptal etmenin yanında ve ötesinde adımlar atılmalıdır. "Düşük koltuk" krizinden sonra İsrail'e aynı büyükelçinin hem de çok uzun olmayan bir süre içinde geri gönderilmesinin hata olduğu şimdi daha net anlaşılmaktadır. Artık Türkiye'nin hükümet ve devlet olarak Arap devletlerinin ortalamasının ötesinde bir İsrail karşıtlığı yaşayacağı bir döneme girmiş olabiliriz. 

Bu noktaya gelmek belki kaçınılmaz değildi ve süreçte Türk hükümetinin de hata ve eksiklikleri olmuştur. Ama artık yaşananların iletişim eksikliğinden kaynaklanan geçici bir kırgınlık olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Önümüzdeki dönemde Türkiye'deki İsrailli turistler dahil İsrail hedeflerine yönelik saldırıların yaşanmasını, Türk vatandaşlarının yurtdışında İsrail'e yönelik eylemlere karışmasını tahmin etmek yanlış olmayabilir. 

Bu kriz bazılarının düşündüğü gibi yeni bir İntifada'yı tetiklerse Türkiye bundan memnun mu olmalıdır? Bu olaydan sonra Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasındaki arabuluculuk rolü sona ermiştir. Muhtemeldir ki, Suriye de, görülebilir bir gelecekte, bu kadar yakın ilişkiler geliştirdiği Ankara'yı "ortada bırakarak" İsrail ile müzakerelere oturmaktan ve hatta İsrail ile dolaylı görüşmekten kaçınacaktır. Abbas ve Filistin Yönetimi de dolaylı görüşmelere devam etseler bile artık İsrail'e ödün vermekten kaçınmak için ilave bir nedenleri olacaktır. 

AKP Hükümetinin Durumu

Bu olayın yaşanmasında AKP Hükümetinin de ihmali, hesap hatası ve dolayısıyla sorumluluğu varsa da, bu noktadan sonra bunlar artık ikinci plandadır. Ama ikinci planda olsa da, bunlar unutulmamalı, gözden kaçırılmamalıdır. Hükümet gemileri ya korumalı ya da onları riskler konusunda ciddi şekilde uyarmalıydı. Şu soruların cevabını bu yazı yazıldığı sırada henüz bilmiyoruz: Hükümet İsrail ile olaydan önce yeterince iletişim kurmuş muydu? Taraflar riskler ve yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında görüş alışverişinde bulundu mu? Türk Hükümeti yardım heyetinin liderlerine ne kadar ve ne tür manevi destek verdi? Bu desteği verirken yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında ne kadar zihinsel mesai harcadı? Hükümet ve yardım konvoyunun liderleri İsrail'in tepkisini küçümsediler mi? 
Hükümet kötü ihtimalleri dikkate alarak hazırlıklı olmalı ve kriz masasını kurmak için "olayların gelişmesini" beklememeliydi. Bu noktaların ve belki zaman geçtikçe ortaya çıkacak başka soruların iktidar ve muhalefetten eşit sayıda milletvekilinden oluşan bir meclis araştırma komisyonu tarafından derinlemesine tetkik edilmesi doğru olacaktır. Türkiye'nin ve olayın mağdurlarının İsrail'e karşı içeride ve dışarıda dava açma yoluna gidecekleri görülmektedir. Bu arada ABD İsrail'e karşı BM Güvenlik Konseyi kararını veto ederse İran'a ambargo konulması ihtimali azalacaktı. ABD bu nedenle kararı veto etmeden yumuşatma yoluna gitmiştir. Obama BM'de İsrail'e karşı tasarılarda çekimser kalabilme kartını İsrail'e karşı kullanma fikriyle flört ediyordu. Ama bu kartı barış müzakereleri ile ilgili bir konuya saklamayı tercih etti. Bir ihtimal bu olayın hızlı gelişmesi bu konuda derinlemesine düşünmek için ABD yönetimine fırsat bırakmadı. 

Hükümetin krizi öngören önleyici adımlar atmak, diplomatik girişimlerde bulunmak ve psikolojik ve zihinsel hazırlık yapmak konusunda eksiklikleri olmuş olabilir. Ayrıca İsrail bu şiddette tepki vermese bile olaydan sonra bir kamu diplomasisi yarışı yaşanacağını tahmin etmek gerekirdi. Bunun yapılmamış olduğu görülmektedir. Olaydan hemen sonra dünya medyasının çoğu tartışmalı İsrail iddiası ile bombardımana uğramasına rağmen bu filoyu bir şekilde desteklediği düşünülen Hükümetin hemen hiçbir kamu diplomasisi hazırlığı ve çabası olmamıştır. Krizlere " 'Tanrı', 'şans', 'adalet', 'dünya vicdanı' bizi bir şekilde korur herhalde" diye girilmez. İsrail ile yaşanan krizlerde bunların faydası olduğu hiç görülmemiştir. Bu tür krizlerin üstüne üstüne gitmenin gerekliliği ve akıllılığı tartışmalıdır. Ama eğer böyle bir niyetiniz varsa o zaman bunun hazırlığını da yapmanız sorumluluk gereğidir. 

Türkiye Şimdi Ne Yapmalı? 

Türkiye soğukkanlılığını kaybetmemelidir. Kurallarını İsrail'in çizdiği bir sürecin içine girilmemelidir. Konu Türkiye-İsrail arasındaki bir çatışma değil, İsrail ile uluslararası toplum arasında bir süreç olarak ortaya konulmalıdır. Önümüzdeki dönemde küresel bir enformasyon savaşı gerçekleşecektir. İsrail'in dünyanın hakim medya kaynakları üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu ve bu tür süreçleri yönetmede Türkiye'ye kıyasla ne kadar 'maharetli' olduğu bilinmektedir. 
İsrail'deki Türk büyükelçisinin geri çekilmesi ilk ve doğru adımdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve NATO'nun toplantıya çağırılması, Başbakan Erdoğan'ın dünya liderlerini telefon ile arayarak görüşmesi, ve öncelikle ABD'nin İsrail'e karşı tavır almasını sağlamak için yoğun bir çaba harcanması isabetlidir.
ABD'nin bu aşamada İsrail'e karşı BM'den çıkacak bir kararı veto etmemesi İsrail'e verilecek önemli bir ders olabileceği gibi ABD'nin İslam dünyası ile ilişkilerini yumuşatabilirdi. 

Bu aşamada Türkiye'nin önceliği yaralıların, yolcuların ve gemilerin bir an önce Türkiye'ye getirilmesinin sağlanmasıdır. İsrail'in bu insanları/bir bölümünü tutuklaması ve uzun süre elinde tutması Türkiye'yi küçük düşürecektir. Öte yandan saldırıda hayatlarını kaybedenlerin aileleri ve yaralananlar İsrail Ordusu aleyhine derhal dava açmalıdırlar.

Türkiye-İsrail ilişkileri uzun bir süre için buzdolabına kaldırılmıştır. Politik ilişkilerdeki ağır kriz, kaçınılmaz olarak askeri ilişkiler, ekonomik ilişkiler ve turizm sektörüne yansıyacaktır.

Sonuç

İki ülke arasındaki krizin ağırlaşıp ağırlaşmayacağı İsrail'in önümüzdeki birkaç gün içinde atacağı adımlara bağlıdır. İsrail eğer derhal yaralıları, yolcuları ve gemileri serbest bırakır ise kriz devam etmekle beraber tırmanma yavaşlayabilir. İsrail'in tüm Türk vatandaşlarını salıvermemesi halinde ise kriz canlı kalacaktır. 
İsrail'in bu operasyonu yaparak gerçekleştirmek istedikleri karmaşık, çelişkili ve riskli olabilir. En azından amaçlarının bir kısmı İsrailli karar alıcılar tarafından bile yeterince formüle edilmemiş olabilir. İsrail Hükümeti bu hamlesinin sonuçlarının tamamını yüksek isabetle tahmin etmemiş olabilir. İsrail dünya kamuoyunun kınamaları ile yaşamaya alışık bir devlettir. Bu sefer durumun farklı olduğunu düşünmek için bazı nedenler varsa da, bunların ezici olduğunu düşünmek hala kolay değildir. 

İsrail "ettiğinin yanına kalacağını" hesaplamış olabilir. Ama eğer bir "hesap hatası" yapmış ise Türkiye'yi kaybetmenin yanında istemeden üçüncü intifadanın kapısını aralamış ve Obama'nın zihnine "bu işin böyle gitmeyeceği" mesajını göndermiş de olabilir. Bu operasyon bir ihtimal Gazze ablukasını kaldırması yönünde İsrail üzerindeki baskıları artıracak ve Hamas'ın dış meşruiyet kazanması sürecini hızlandırabilecektir. Obama bu krizi mevcut İsrail hükümetinden kurtulmak için kullanabilir. Türkiye'de ise Hükümet artık milli karakter edinen bu krizi iç siyasette avantaja çevirmekten, muhalefet de ölçülü ve yapıcı olmayan bir tavır almaktan kaçınmalıdır.

Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelik pozisyonunu değiştirmesinin bazı yeni zorluklar, komplikasyonlar ve problemler yaratacağını söylemek bu değişime tamamen karşı olmak anlamına gelmez. Ama Ankara belki de kaçınılmaz olarak Orta Doğu siyasetinin entegral bir unsuru olmaya doğru ilerledikçe bölgenin bu yaşanan son olay türünden acı sürprizlerle dolu olduğunu görecektir. "Burası tehlikeli bir mahalledir." 


***

DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLUYU, PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 4

DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLUYU,  PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 4


d. Psikolojik Nedenler 

Kisisel becerisi, yetisi, yetenegi yetersiz veya çalısarak statü kazanmak 
istemeyen tembellik egilimi olan insanlar, içinde bulundukları toplumsal durumu, konumu, rolü, yeri begenmezler. Toplum tarafından engellendiklerini; ilgi, sevgi, saygı görmediklerini düsünürler. İlgi görmek, saygınlık kazanmak, kendilerini gerçeklestirmek için saldırgan davranıslara ve siddet eylemlerine deger ve yer veren davranıs kalıplarını ve örneklerini kullanırlar. Bununla birlikte doyumsuzluk ve hüsran duyguları da terörizme yatkınlık egilimini artırır.62 
Terör örgütlerinin eleman kaynagının büyük bir çogunlukla 15-25 yas 
arası gençler oldugunu görmekteyiz. Çocukluktan eriskinlige geçis dönemi 
olarak ifade edilen bu dönem 13 ile 25 yasları arasını kapsar. Bu geçis dönemi 
sırasında olması gereken hususlardan biri de benimseme duygusunun 
pekismesidir. Bu kavram, kisinin geçmisinin devamı ve bir gruba ait olma 
duygusunun bir karısımıdır. Kisinin kendi özünü ve cemiyet içindeki yerini 
bulması manasına gelir. Bu yılların esas sorularını, “Ben kimim?, Benim yerim 
neresidir?” gibi sorular teskil eder. 

Teröre Neden Basvurulur? Bu soru belki de sorabileceklerimiz arasında 
en önemlisidir. Eger teröre neden basvuruldugunu bulabilirsek, onu kontrol 
etme sansımız da olabilecektir. “Terörün nedeni sudur” deme gücümüz yoktur. 
Çünkü farklı terör olaylarının arkasında özellikle farklı nedenlerin olması 
muhtemeldir. Bu farklıkları unutmadan bir ortak nokta aramaya çalıstıgımızda 
''terörün bir insan davranısı'' oldugu olgusu, tek bir ortak nokta olarak karsımıza 
çıkmaktadır. 

Terörün nedeni kaynak paylasımı olabilir. Terör örgütleri kendi kaynaklarını (politik ve/veya ekonomik) artırmak amacıyla terör eylemlerine 
basvururlar ancak bu, onların neden barısçıl yollarla degil de, siddete 
basvurduklarını açıklamakta yetersizdir.63 

Terör ve teröristle ilgili çıkarsamaların yapılabilecegi önemli bir alan sosyal psikolojidir. Sadece sosyolojik, siyasi ya da ekonomik nedenler dısındaki 
daha “insanî” nedenlerin arastırılması bize terör hakkında birtakım ipuçları 
verebilir. Yapılan incelemelerin bir bölümü sorunun temelinde birçok psikolojik 
nedenlerin olduguna da isaret etmektedir.64 

Dünya üzerindeki varlıgını bireysel olarak degil de, baska insanlara 
referansla açıklayan bir insanın bu referans grupları dogrultusunda karar 
vermeye çalısacagı, gruba uyum gösterecegi ve tek basına yapamadıgı / yapmaya cesaret edemeyecegi eylemleri grup içerisindeyken rahatlıkla yapacagı bilgisi mantıklı gelmektedir. 

İnsan davranısları üzerinde çalısmalar yapan Tajfel ve Turner, insanların dogustan nesne, olay ve diger insanları sınıflama egilimi içerisinde oldugunu, bu egilimin, insanların, “biz” ve “onlar” olarak gruplasmalarına yol açtıgını ortaya koymustur. Konuyu teyit eder vaziyette, yaptıgı arastırmalarda kisileri gelişi güzel gruplara bölerek onlara gelisigüzel isimler veren Tajfel, bir süre sonra her grubun kendi özdesligini gelistirdigini ve diger grubu yargılamaya basladıgını görür. Ona göre, hangi gruptan isek, o grubu “iyi”, diger grubu “kötü” görme egilimi gelistiririz.65 

Dogru yöne kanalize edilememis olan ve gençlik sorunları yasayan bir kısım gençlerin, olumsuzluk adına kullanılabilmesi her zaman söz konusudur. 

Daha sonraki dönemde PKK terör örgütüne katılan gençlerin ortalama 
yaslarının 15-16 olması, terör örgütleri tarafından gençlerin gençlik 
psikolojilerinin kullanıldıgının teyidi niteligindedir. 

e. Dış Destek 

Gerek Osmanlı gerek Türkiye Cumhuriyeti döneminde cereyan eden toplam 40 adet Kürt isyanından 9 adedinin Osmanlı/Türkiye’nin bir baska ülke ile mücadele hâlinde oldugu dönemlerde gerçeklestigini, bununla birlikte 11’inde dıs güçlerin açık tahriki ve desteginin oldugunu “Kürt isyanları” bölümünde ifade etmistik. Bu destek 1939 yılına, yani 2’nci Dünya Savası’nın baslangıç yıllarına kadar devam etmistir. Savas ve daha sonra Soguk Savasın belirsizlik ortamındaki yıllarında Türkiye’ye duyulan ihtiyaç yüzünden bir dönem bu destege ara verilmis, 1970’li yıllardan sonra yeniden canlandırılmaya baslanmıştır.

1974 yılında Kıbrıs Barıs Harekâtı’nın gerçeklestirilmesinden hemen 
sonra, Ermeni terörü baslamıs, silah kaçakçıları Bulgaristan ve Suriye’de 
üslenerek Türkiye’yi silah deposu hâline getirmis, 1979 yılında terörist bası 
Abdullah Öcalan Suriye’ye geçerek himaye görmeye baslamıs, 12 Eylül 1980 
yılında Türkiye’deki terör olayları doruk noktasına ulasmıstır. 

PKK hareketinin dogusunda, kuruldugu bölgede etkinligini artırmasında 
ve uluslararası boyut kazanmasında Suriye özel bir konuma sahiptir. Suriye, 
Türkiye’nin zararına olacak muhalif çabalara, ortam hazırlama ve himaye 
gösterme politikasına hiç de yabancı degildir. Müstakil bir siyasal güç hâlinde 
ortaya çıktıgı tarihten itibaren bu politikayı terk etmemistir. ngilizler tarafından 
Osmanlı egemenligine karsı gelistirilen bu politikada Arap milliyetçiliginin etkisi 
büyük olmustur. Milliyetçilik duygusu ile körüklenen ve savas sonrası Arapları 
memnun etmeyen Türkiye-Suriye sınırı ile Hatay sorunu, düsmanlıgın canlı 
tutulmasında etkili olmustur. Buna Suriye ekonomisinde belirleyici olan ve 
Türkiye’den tecrit edilen Ermenilerin de eklenmesi bu politikalara zemin 
hazırlamıstır. 

İsrail, Irak’ta yasayan Kürtleri stratejik bir unsur olmanın ötesinde, İsrail’in bazı tarihî baglar ile baglı oldugu bir unsur olarak görmektedir. 1982’de Lübnan’ı yeni isgal etmis olan srail’in Basbakan Yardımcısı ve Dısisleri Bakanı Samir, 1983’de Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ya yönelik harekâtını, “Türkiye’yi Kürdistan’ı isgal altında tutan devletlerden birisi”66 olarak niteleyerek olaya bakıs açısını ortaya koymustur. 

10 Agustos 1920 tarihinde Osmanlı Yönetimince imzalanan Sevr Barıs 
Anlasmasının Ermeni ve Kürtlere iliskin maddelerinde “Dogu Anadolu’da 
bagımsız bir Ermenistan Devleti kurulacak, bu devletin sınırları Amerika 
tarafından saptanacak.”, “Dogu Anadolu’da özerk bir Kürdistan Devleti 
kurulacak ve bir süre sonra bagımsızlıgını tam olarak elde edecek”67 
denmektedir. 

Ermenilerin, Batı devletlerinin Kürt politikasında en önemli unsur 
oldukları birçok olay ve belge ile sabittir. Türk topraklarında hiçbir zaman bir 
devlet kurabilecek çogunlugu saglayamayacakları suurunda olan Ermeni 
liderler, Kürt meselesine destek vermeyi en önemli politikaları olarak 
degerlendirmislerdir. Basta ngiltere olmak üzere birçok devlet de Kürt 
meselesini bir Ermeni meselesi olarak görmüstür. Açık bir ifade ile Kürt adı 
verilen unsurlar bölgede kurulması düsünülen Ermenistan devletinin kurulusunu 
kolaylastırmak için bir araç olarak mütalâa edilmislerdir. Bu politikanın açık bir 
belgesi 17 Agustos 1919 tarihli Sir Arthur Hirtzel’in düsüncelerini, “Kürt meselesi  Ermeni meselesidir... kisi ayrılamazlar.”68 seklinde vurgulanmasıyla ifadesini bulmustur. 

PKK terör örgütü, Avrupa ile baglarını 1980 öncesi dönemde “sempatizan düzeyinde” kurmus, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ardından daha fazla zayiat vermemek ve dagılmayı önlemek için militanlarını yurt dısına çıkarma kararı almıstır. Bu karara istinaden militanların bir kısmı Suriye’ye kaçarken, bir kısmı da Avrupa’ya geçmek için en önemli ara konaklama yeri olarak Yunanistan’ı kullanmıslardır.69 

Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesindeki terörün dogup büyümesinde, bölgenin, Türkiye’den toprak talebi olan Ermenistan ve Suriye’ye, Kürt nüfusun yogunluklu olarak yasadıgı ran, Irak ve Suriye’ye, Arap ülkesi olan Irak ve Suriye’ye komsu olmasının olumsuz etkisi çok büyük olmustur. 1978 yılında, Kürtçülük gibi tarihî derinligi olan ve uygun bir zeminde dogan bebege, önce komsular, bilâhare Batı sahip çıkmaya baslamıstır. Bunun aracılıgıyla kimi  ülkeler Sevr’in öngördügü Ermenistan ve Kürdistan’ı kurmayı; Suriye, Hatay’ı topraklarına katmayı; kimi Arap ülkeleri Türkiye’nin Arap kültürün den  uzaklastırılmıs olmasının hıncını almayı; Yunanistan, Ege ve Kıbrıs üzerinde ki isteklerini kabul ettirmeyi; Rusya, sıcak denizlere çıkmayı; kimi ülkeler ise Türkiye üzerinden politik ve ekonomik çıkarlar elde etmeyi amaçlamıs lardır. Bahse konu ülkeler, amaçlarının gerçeklestirilmesinde kullanılmak üzere, istikbal vadettigini degerlendirdikleri bu örgütün gelismesi için, uygun ortam ve destegi saglamıslardır. 

4. Sonuç 

Sonuç olarak, bölgenin 20’nci yüzyılın icaplarına cevap veremeyecek 
sosyo-kültürel yapısı, bu yapının ortaya koydugu sorunlar ve bu sorunların, 
devletin imkânsızlıklarının veya ihmalinin bir sonucu olarak dıssal bir bakısla 
“bölgenin kasıtlı olarak geri bırakıldıgı” seklinde algılanmasına neden olmustur. 
1961-1980 yılları arasındaki dönemde Türkiye ortamı, 1961 Anayasası’nın özgürlükçü yapısı kötüye kullanılarak, devlet otoritesinin kayboldugu, fikir çatısmalarının silahlı çatısmaya dönüstügü, yasa dısı örgütlerin kurtarılmıs bölgeler ilân ederek kendi otoritelerini kurdukları bir noktaya gelmistir.

Bu arada, 1978 yılında silahlı mücadele anlayısıyla kurulan PKK terör 
örgütü, benimsedigi strateji ile bölgenin sosyo-kültürel degerlerindeki 
zafiyetlerini (agalık sistemi, çok çocukluluk, egitim durumundaki yetersizlik, 
küçükbas hayvancılıkla özdeslesen yasam tarzı, kız evlatlarının mal gibi 
görülmesi vs.), cografi yapıyı (sınır bölgesi olma, arazinin daglık yapısı) ve 
ekonomik kosullardaki yetersizlikleri istismar ederek örgüt stratejisi 
dogrultusunda kullanmıstır. 

Bu baglamda, Türkiye’ye hasım olan devletler, Türkiye’nin dengelerini 
sarsmak maksadıyla baslangıçta terör örgütünü kullanma politikası izlemisler, 
bilâhare bu politikalarını genisleterek, tarihte de defalarca yasandıgı üzere, 
Kürtleri kullanma politikasına dönüstürmüslerdir. 

Bu inceleme neticesinde son söz olarak sunu söylemek mümkündür. 
Dogu ve Güneydogu Anadolu’da 1984 yılında baslayan PKK terörü, öncelikle 
sosyo-kültürel degerlerdeki zafiyetlerin ve yetersiz ekonomik kosulların birikimi 
olarak ortaya çıkmıs, bilâhare bu olumsuz ortamın dıs güçler tarafından kendi 
menfaatleri dogrultusunda kullanılmaya baslanmasıyla birlikte tırmanma 
egilimine girmistir. 

Türkiye topraklarında gözü olanlar, kendi ülke menfaatleri geregi olarak 
Türkiye Cumhuriyeti’ne istemedigi seyleri yaptırmak isteyenler, Türkiye’nin 
güçlü bir devlet olmasından ziyade güçsüz bir devlet olarak varlıgını 
sürdürmesini kendi ülke çıkarları için daha uygun görenler geçmiste oldugu gibi 
gelecekte de Türkiye Cumhuriyeti’nin yumusak karnı gibi görülen Dogu ve 
Güneydogu Anadolu bölgesindeki insanları kullanmaya devam edeceklerdir. 
Günümüzde de bunun net isaretleri mevcuttur. Bu topraklarda sonsuza kadar 
birlik, beraberlik ve huzur içinde yasamak azminde olan Türk halkı ve Türkiye 
Cumhuriyetinin Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesinin ekonomik, sosyo kültürel ve egitim sorunlarını içine alan bilimsel temellere dayalı bir politika  oluşturarak uygulamasının uygun olacagı degerlendirilmek tedir. Böylece  Batılıların, insan hakları, demokratiklesme gibi kavramları bahane ederek ülke  içerisindeki Kürtleri kullanma politikaları da bosa çıkartılmıs olacaktır. 


DİPNOTLAR;

1 Brian M. Jenkins, International Terrorism: A New Mode of Conflict, California, Crescent Pubs., 1975, s. 4,5,6. 
2 Osman Pamukoglu, Unutulanların Dısında Yeni Bir Sey Yok, Harmoni Yayıncılık, İstanbul, 2003, s.32,33. 
3 www.meteor.gov.tr/2003/iklim/turiklimi/turkiyeiklimi.htm. 
4 Orhan Türkdogan, Etnik Sosyoloji, Timas Yayınları, stanbul, 1998, s. 562. 
5 Hasan Cemal, Kürtler, Dogan Yayıncılık AS., stanbul, 2003, s. 327. 
6 Türkdogan, a.g.e., s. 559, 560. 
7 http://www.ntvmsnbc.com/news/180517.asp. 
8 http://www.ntvmsnbc.com/news/235880.asp. 
9 Mustafa Aksoy, Sosyal Bilimler ve Sosyoloji, ALFA Yayınları, stanbul, Ocak 2000, s.144. 
10 Yesim Kustepeli, Dokuz Eylül Üniversitesi sletme Fakültesi, nternet sitesi 
(www.deu.edu.tr/userweb/yesim.kustepeli/dosyalar/gelir-sbe.pdf). 
11 Rahmi Dirican, Saglık Yönetimi, Türkiye’de Saglık Hizmetlerinin Gelistirilmesini Engelleyen 
Faktörler, Türk Tabipleri Birligi Merkez Konseyi, 1997 (http://www.ttb.org.tr). 
12 Türkdogan, a.g.e., s.552. 
13 Martin van Bruinessen, Kürtlük, Türklük, Alevîlik, letisim Yayınları, 2000, s .8, 9. 
14 Milliyet Sanat Dergisi, Aralık 2002 sayısı, s. 66. 
15 Anabritanika, Cilt 14, s.188. 
16 Abdulhaluk Çay, Her Yönü le Kürt Dosyası, Levent Ofset Matbaacılık ve Yayıncılık Tic.Ltd.Sti., İstanbul, 1994, s. 33-39. 
17 Selahattin Çetiner, “Kürtlerin Tanıtılması”, Harp Akademileri Bülteni, Temmuz 2004, Sayı 208, s. 89. 
18 Selahattin Çetiner, a.g.e., s. 89. 
19 D.N.MacKenzie, “The Origins of Kurdish”, Transactions of the Philological Society, 1961, s. 68, 86. 
20 Ahmet Küçüksahin, Sırnak Asiretleri ve Terör, Yayımlanmamıs Doktora Tezi, Ankara, 1999, s. 43. 
21 Çay, a.g.e., s. 37,38. 
22 Messoud Fany, La Nation Kurde et Son Evolution, Paris, 1933, s. 45,55. 
23 Sükrü Kaya Seferoglu, Anadolu’nun lk Türk Sakinleri Kürtler, Türk Kültürünü Arastırma Enstitüsü, Ankara 1982, s.43. 
24 M. Serif Fırat, Dogu lleri ve Varto Tarihi, Millî Egitim Basımevi, Ankara, 1961, s. 7. 
25 M.Sükrü Sekban, Kürt Meselesi, Kon Yayınları, s. 38,39. 
26 Çetiner, a.g.e., s. 93. 
27 Türkdogan, a.g.e., s. 142. 
28 Sener Üsümezsoy, Avrasya’da Devrim Türk Jeostratejisi, leri Yayınları, stanbul, 2004, s. 59. 
29 http://www.sinanoglu.net. 
30 Üsümezsoy, a.g.e., s. 59. 
31 Çetiner, a.g.e., s. 83. 
32 Çetiner, a.g.e., s. 83. 
33 Aksoy, a.g.e., s. 145. 
34 Bruinessen, a.g.e., s. 9,10. 
35 Dr. Sırvan, Zamane Kurd/Kürt Dili, stanbul, 1976, s. 28,29. 
36 Selahattin Çetiner, Sorunlarıyla Dogu ve Güneydogu Anadolu Gerçegi, Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetcik Vakfı Yayınları, Ankara, 2003, s. 70,71. 
37 Muhsin Bozkurt, “Türkçe Dil Bayragmız” (http://muhsinbozkurt.net/turkiyegercegi/Turkcedilbayragi.htm). 
38 Joyce Blau, “The Kurdish Language and Literature” (http://www.institutkurde.org/ikpweba/kurdora/llitt. htm). 
39 Aksoy, a.g.e., s. 145. 
40 Seferoglu, a.g.e., s.33 
41 Cemal, a.g.e., s. 307. 
42 Cemal, a.g.e., s. 319, 320. 
43 Faruk Sükan, hanetler Karsısında Türkiye, Ankara, 1995, s. 113, 115, 117, 121. 
44 Suat Akgül, “Dogu syanları (1806-1938)”, Journal of Army Akademy, 4’ncü cilt, 2’nci sayı, Ankara,1994, s. 100-113. 
45 Nihat Ali Özcan, PKK( Kürdistan sçi Partisi) Tarihi, deolojisi ve Yöntemi, Avrasya Stratejik 
Arastırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s. 21. 
46 Ahmet Aydın, Kürtler, PKK ve A.Öcalan, Ankara, 1992, s.42. 
47 Dogu Devrimci Kültür Ocakları dosyası, Ankara, 1975, s.237. 
48 Dogu Devrimci Kültür Ocakları dosyası, a.g.e., s.242. 
49 M. Sami Denker, Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK, Bogaziçi Yayınları, stanbul, 1997, s. 50-55. 
50 Denker, a.g.e., s. 59. 
51 Emin Gürses, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi, RA-ETA-PKK, Baglam Yayıncılık, stanbul, 1997, s. 85. 
52 Ümit Özdag, Türkiye, Kuzey Irak ve PKK, Avrasya Stratejik Arastırmalar Vakfı Yayınları, Ankara, 1999, s.34. 
53 Ercan Çitlioglu, “Yunanistan, ASALA ve PKK’nın Ortak Düsmanı Türkiye”, Cumhuriyet Gazetesi, 8, 9, 10 Eylül 1998 
54 Basbakanlık Devlet statistik Enstitüsü, Türkiye statistik Yıllıgı 1981, Ankara, 1981, s.32. 
55 Cemal, a.g.e., s.268 (Hasan Cemal, 25 Kasım 2002 günü (E) Korg. Hasan Kundakçı ile yaptıgı söyleside Kundakçı Pasa, “Bu arada Özal’ın “Kanımda Kürt kanı var.” gibi sözleri, Demirel’in “Kürt realitesi” demesi, bunlar da moral bozucuydu. Kararlılıgı olumsuz etkiledi. “O zaman ben ne diye savasıyorum ki?” diye mırıldanmalar basladı. Durum üstünlügünün teröristlere geçtigi bir dönem 
yasandı 1990-1993 arası ...) 
56 Pulat Y.Tacar, Terör ve Demokrasi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s.51.
57 Genelkurmay Baskanlıgı, Anarsi, Terör ve Uluslararası Terörizm, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2001, s.53. 
58 Aksoy, a.g.e., s. 145. 
59 http://www.gap.gov.tr/Turkish/egitim.html. 
60 http://www.diyarbakir.pol.tr/teror/teror_nedenleri.htm. 
61 Diyarbakır Polisi, a.g.y. 
62 Denker, a.g.e., s. 14. 
63 Kevin Lanning, “Reflections on September 11: Lessons From Four Psychological Perspectives”, 
Analyses of Social Issues and Public Policy, pp:27-34. (http://www.asap-spssi.org/pdf/asap021.pdf). 
64 Tacar, a.g.e., s. 50. 
65 Tajfel, H.&Turner, J.C., “An ntegrative Theory of ntergroup Conflict. İn W.G. Ausiton (Ed.)”, The 
Social Pschlogy of ntergroup Relatios, Belmont, CA.:Wadsworth, 1979. 
66 Özdag, a.g.e., s.188,189. 
67 Yılmaz Diktas, Gaflet, Dalalet, Hıyanet, Toplumsal Dönüsüm Yayınları, 2’nci Baskı, stanbul, 2003, s.28. 
68 Çay, a.g.e., s. 510. 
69 Özcan,a.g.e., s. 289. 


KAYNAKLAR:

AKSOY, Mustafa;Sosyal Bilimler ve Sosyoloji, ALFA yayınları, stanbul, Ocak 2000. 
AKGÜL, Suat;“Dogu syanları (1806-1938)”, Journal of Army Academy, 4’üncü cilt, 2’nci sayı, Ankara,1994. 
Anabritanika, Cilt 14, s.188. 
AYDIN, Ahmet; Kürtler, PKK ve A.Öcalan, Ankara, 1992. Basbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye İstatistik Yıllıgı 1981, Ankara, 1981. 
BOZKURT, Muhsin; “Türkçe Dil Bayragmız” (http://muhsinbozkurt.net/turkiyegercegi/Turkcedilbayragi.htm). 
BLAU, Joyce; “The Kurdish Language and Literature” (http://www.institutkurde.org/ kpweba/kurdora/llitt. htm). 
BRUİNESSEN,Martin van; Kürtlük, Türklük, Alevilik, iletisim Yayınları, 2000. 
CEMAL, Hasan; Kürtler, Dogan Yayıncılık AS., İstanbul, 2003. 
ÇAY, Abdulhaluk; Her Yönü İle Kürt Dosyası, Levent Ofset Matbaacılık ve Yayıncılık Tic.Ltd.Sti., stanbul, 1994. 
ÇETİNER, Selahattin; “Kürtlerin Tanıtılması”, Harp Akademileri Bülteni, Temmuz 2004, Sayı 208. 
ÇETİNER, Selahattin; Sorunlarıyla Dogu ve Güneydogu Anadolu Gerçegi, Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetcik Vakfı Yayınları, Ankara, 2003. 
ÇİTLİOGLU, Ercan; “Yunanistan, ASALA ve PKK’nın Ortak Düsmanı Türkiye”, Cumhuriyet Gazetesi, 8, 9, 10 Eylül 1998. 
DENKER, M. Sami; Uluslararası Terör, Türkiye ve PKK, Bogaziçi Yayınları, 
İstanbul, 1997. 
DİRİCAN, Rahmi; Saglık Yönetimi, Türkiye’de Saglık Hizmetlerinin 
Gelistirilmesini Engelleyen Faktörler, Türk Tabipleri Birligi Merkez Konseyi, 1997 
(http://www.ttb.org.tr).
 Dogu Devrimci Kültür Ocakları Dosyası, Ankara, 1975. 
FANY, Messoud; La Nation Kurde et Son Evolution, Paris, 1933. 
FIRAT, M. Serif; Dogu illeri ve Varto Tarihi, Millî Egitim Basımevi, Ankara, 1961. 
Genelkurmay Baskanlıgı, Anarsi, Terör ve Uluslararası Terörizm, 
Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2001. 
GÜRSES, Emin; Ayrılıkçı Terörün Anatomisi, iRA-ETA-PKK, Baglam Yayıncılık, stanbul, 1997. 
http://vizyon2003.tubitak.gov.tr/teknolojiongorusu/paneller/enerjivedogalkaynaklar/raporlar/raporedk.pdf. 
JENKNS, Brian M.; International Terrorism: A New Mode of Conflict, California, Crescent Pubs., 1975. 
KUSTEPEL, Yesim; Dokuz Eylül Üniversitesi sletme Fakültesi, İnternet sitesi.(www.deu.edu.tr/userweb/yesim.kustepeli/dosyalar/gelir-sbe.pdf). 
KÜÇÜKSAHN, Ahmet; Sırnak Asiretleri ve Terör, Yayımlanmamıs Doktora Tezi, Ankara, 1999. 
LANNNG, Kevin; “Reflections on September 11: Lessons From Four Psychological Perspectives”, Analysis of Social Issues and Public Policy. 
(http://www.asap-spssi.org/pdf/asap021.pdf). 
MACKENZE, D.N.; “The Origins of Kurdish”, Transactions of the Philological Society, 1961. 
Milliyet Sanat Dergisi, Aralık 2002 sayısı. 
ÖZCAN, Nihat Ali; PKK (Kürdistan İsçi Partisi) Tarihi, deolojisi ve Yöntemi, Avrasya Stratejik Arastırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 1999. 
ÖZDAG, Ümit; Türkiye, Kuzey Irak ve PKK, Avrasya Stratejik Arastırmalar Vakfı Yayınları, Ankara, 1999. 
PAMUKOGLU, Osman; Unutulanların Dışında Yeni Bir Sey Yok, Harmoni Yayıncılık, İstanbul, 2003. 
SEKBAN, M. Sükrü;Kürt Meselesi, Kon Yayınları. 
SEFEROGLU, Sükrü Kaya;Anadolu’nun ilk Sakinleri Kürtler, Türk Kültürünü Arastırma Enstitüsü. 
SÜKAN, Faruk;ihanetler Karsısında Türkiye, Ankara, 1995. 
SIRVAN, Dr.;Zamane Kurd/Kürt Dili, İstanbul, 1976. 
ÜSÜMEZSOY, Sener;Avrasya’da Devrim Türk Jeostratejisi, İleri Yayınları, İstanbul, 2004. 
TACAR, Pulat Y.; Terör ve Demokrasi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999. 
TAJFEL, H.&Turner, J.C.; “An Integrative Theory of Intergroup Conflict. in W.G. Ausiton (Ed.)”, The Social Psychology of Intergroup Relatios, Belmont, 
CA.:Wadsworth, 1979. 
TÜRKDOGAN, Orhan;Etnik Sosyoloji, Timas Yayınları, İstanbul, 1998. 
www.meteor.gov.tr/2003/iklim/turiklimi/turkiyeiklimi.htm. 
www.ntvmsnbc.com/news/180517.asp. 
www.ntvmsnbc.com/news/235880.asp. 
www.gap.gov.tr/Turkish/egitim.html. 
www.diyarbakir.pol.tr/teror/teror_nedenleri.htm. 
www.sinanoglu.net. 


***