Ali Necati DOĞAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Necati DOĞAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2018 Pazar

Yakın Tarihimizin Utanç Veren Olayları: Dersim Olayları, 1937-1938

Yakın Tarihimizin Utanç Veren Olayları: Dersim Olayları, 1937-1938


Utanmasını bilmeyen bir millet, hata yapmaya mahkumdur…


Dersim İsyanı ya da Dersim Ayaklanması, şu anki adıyla Tunceli ili'nde 1937 yılında meydana gelen geniş kapsamlı isyandır. Bu isyanı bastırmak için Türkiye Cumhuriyeti tarafından düzenlenen harekât ise Dersim Harekâtı olarak isimlendirilmektedir. 

Olayların Nedenleri ve Olaylar Öncesi Genel Durum 

Osmanlı döneminde yüzyıllarca yurtluk ve ocaklık biçiminde özerk olarak yönetilen Dersim Bölgesi'nde, özellikle Tanzimattan sonra, merkezi yönetimin güçlendirilmesi amacına yönelik düzenlemelere karşı sık sık ayaklanmalar çıkmıştır. Dersim ayaklanmaları adı altında toplanılan bu ayaklanmalar sırası ile 1847, 1877-78, 1885, 1892, 1893-95, 1907, 1911, 1916 yıllarında gerçekleşmiştir. Bölge, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla özerkliğini kaybetmiştir. Aşiretler, yönetimlerinin elinden alınmasına karşı çıkmış; vergi vermek, askere gitmek gibi çeşitli zorunlulukları ise uygun bulmamışlardır. Seyh Sait Isyanı'yla başlayıp (1925) Ağrı İsyanı'yla süregelen (1930) olaylar üzerine hükümet, 1934 yılından itibaren Doğu'da çıkan ayaklanmaları kararlı bir biçimde çözmek üzere İskan Kanu-nu'nu çıkarmıştır. 14 Haziran 1934'te T.B.M.M.'ne sunulan İskan Yasa Tasarısı, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından açıklanmıştır. Tasarıya göre topraksız köylüye verilecek arazi konusu, Türkiye'nin çoğu illerinde mevcuttur. Doğu halkını topraklandırmak esasını düşünürken, Batı halkını da topraklandırmak bir bütün olarak ele alınmalıdır. Kaya'ya göre, eğer köylü toprak sahibi yapılmayacak olursa, sanayi fabrikaları hangi pazarlar için kurulacaktır. İçişleri Bakanlığı'nca yapılıp Bakanlar Kurulu'nca onaylanan haritaya göre Türkiye, iskan bakımından üç çeşit bölgeye ayrılmıştır: 

1. Türk kültürlü nüfusun yoğunluğu istenilen yerler, 

2. Türk kültürünü temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerler, 

3. Diğer sağlık, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve güvenlik nedenleriyle boşaltılması istenilen ve iskan ve yerleşimi yasak edilen yerler.

Türkiye'ye yerleşmek amacıyla dışarıdan gelmek isteyen Türk soyundan yerleşik ya da göçebe bireyler, aşiretler ve Türk kültürüne bağlı yerleşik kimseler, bu yasanın hükümlerine göre İçişleri Bakanlığ'ının emriyle kabul olunurlar (md.3). 

a. Türk kültürüne bağlı olmayanlar 

b. Anarşistler, 

c. Casuslar, 

ç. Göçebe çingeneler, 

d. Memleket dışına çıkarılmış olanlar, Türkiye'ye göçmen olarak alınmazlar (md.4). 

a. Türk soyundan olup, hükümetten iskan yardımı istemeyi yazı ile bildiren göçmen ve sığınmacılar, Türkiye içinde istedikleri yerde yerleşmeye serbest bırakılırlar. Hükümetten yerleşme isteyenler, hükümetin göstereceği yerlere gitmeye zorunludurlar.

b. Türk soyundan olmayanlar, hükümetten yardım istemese-er bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya zorunludurlar. İzinsiz başka yere gidenler ilk defasında yerlerine çevirilirler (md. 7). 

Yasa tasarısının bir başka önemli maddesi ise sekizinci madde olup, Türkiye içinde toprağı dar veya azmaklık, bataklık, ormanlık, dağlık ve taşlık olan yerlerde bulunan ve geçim araçlarından yoksun olan köylüleri gerek yerleşik gerek göçebe bulunsun, üç numaralı bölgeler halkının yaşayış ve sağlık koşulları elverişli olan yerlere nakletmeye, evleri ve dağınık köyleri daha uygun merkezlerde toplamaya, obaları ve komları köyler içine kaldırmaya ve yenilerinin yapılmasını yasak etmeye İçişleri Bakanı yetkilidir, hükmünü getirmiştir. 

a. Yasa aşirette tüzel kişi tanımaz, bu konuda herhangi bir hüküm, belge ve ilama dayanmış da olsa tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunlardan herhangi bir belgeye veya görgü ve göreneğe dayanık her türlü örgüt ve dalları kaldırılmıştır...

b. Bu yasanın yayınından önce herhangi bir hüküm veya belge ile veya örf ve gelenekle aşiretlerin kişiliklerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine özgü olarak tapınmış kayıtlı-kayıtsız bütün taşınmaz mallar devlete geçer... 

c. Bu yasanın yayınından önce aşiretlere reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapmış olanları, yapmak isteyenleri ve sınırlar boyunda güvenlik asayiş bakımından sakınca bulunanları, aileleriyle birlikte uygun yerlere naklettirip yerleştirmeye Bakanlar Kurulu yetkilidir (md. 10). 

a. Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı, kendi soydaşlarının tekeline alması yasaktır. 

b. Türk kültürüne bağlı olmayanlar ya da Türk kültürüne bağlı olup da Türkçe'den başka dil konuşanlar hakkında da, kültürel, askeri, siyasi, toplumsal ye güvenlik nedenleriyle Bakanlar Kurulu kararıyla İçişleri Bakanı gerekli görülen önlemleri almaya zorunludur. (md.11)hükümleri yer almaktadır. Çok uzun tartışmalardan sonra, bu yaşa tasarısı TBMM'de kabul edilerek yasallaşmıştır. 1935 Kasımında Atatürk'ün gündeme getirdiği ve aynı yılın son günlerinde kabul edilen Tunceli Kanunu ile Dersim'de önemli aşamalar kaydedilmeye çalışılmıştır. 25 Aralık 1935 tarihinde 2884 sayılı Tunceli ilinin yönetimi hakkında yasa, T.B.M.M.'nde kabul edilerek, 2 Ocak 1936 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren, Tunceli'de aşiret, ağalık, şeyhlik ve seyitlik yönetiminin yıkılarak, bu geleneksel kurumların egemenliğine son verilmeye çalışılmıştır. Merkezi otoritenin Tunceli'de gittikçe güç kazanması üzerine aşiretler arasında çatışmalar başlamıştır. Bunlardan en kayda değer olanı, Seyit Rıza önderliğinde yapılan hükümet karşıtı propagandadır. Bu propagandaya göre, aşiret kadınlarının namusu tehlikededir. Bunlar gündüzleri kocalarının, geceleri "karakol efradının" malı olacaktır. Hükümetin yaptırdığı karakollar yakında bu bölgeden sürülecek olan aşiretlere posta mevki olmak içindir. Köylerdeki bütün halk bir yere toplanacak, evlerin içine tıkılacak, bu evlerin önünde birer polis bekleyecektir. Ekmek ve odun "vesikayla" verilecektir. Halkın bütün kazandığı elinden alınacaktır. 1930'ların ilk yarısında bölgede meydana gelen ayaklanmalar bastırıldıktan sonra, 25 Aralık 1935 tarihli 2884 sayılı Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Buna göre Tunceli iline bir askerî vali atanacaktır. Bu kanunla birlikte Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilir. Hemen sonra daha önce Birinci Genel Müfettişlik kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valiliği 6 Ocak 1936 tarihinde kurulur. Bu genel valiliğin başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla Abdullah Alpdoğan atanır. Elazığ’da İstiklal Mahkemesi adı verilen bir askeri mahkeme kurulur. Bu mahkeme özel olarak Dersim için teşkil edilir. Tunceli Kanunu’nun geçerlik alanı sadece Dördüncü Genel Valilik kapsamına giren illerle sınırlı kalmaz. Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illeri de bu kanunun geçerlik alanına dahil edilirler. Böylece Tunceli Kanunu merkezi Dersim olmak üzere Alevi yurttaşların yerleşik olduğu tüm sahayı kapsamına alır. Dersim, bu kanunla “Yasak Bölge“ ilan edilir. Ülkeye giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur. Bu dönemde DERSİM in ileri gelen insanları durumu değerlendirmek için toplanır ve o dönemde halkı oradan dağıtmak için yaptırılması düşünülen karakolların yapılmasına karşı çıkarlar. Nihayetinde 1937 yılının 21 Martı’nda, Newroz gecesi, Harçik Çayı üzerindeki köprünün yıkılmasıyla ayaklanma baslamıy olur Aynı zamanda dördüncü genel müfettiş sıfatını alan Vali General Abdullah Alpoğan geniş yönetsel, askeri ve yargısal yetkileri vardı. Ayrıca Alpdoğan'ın çok sert ve otoriter biri olmasının da isyanı tetiklediği belirtilmektedir. Alpoğan düzeni sağlamak ve güvenlik açısından gerekli gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri ve aileleri, il sınırları içinde bir yerden bir başka yere göndermeye ve il sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya da yetkiliydi. Bu yüksek yetkiler Alpoğan’a dilediğini yapabilme gücünü sağlıyordu. Alpdoğan, 1936‘da Dersim’in Amutka, Pulur, Karaoğlan, Sin, Haydaran, Danzig ve Burnak gibi stratejik merkezlerinde askeri kışlalar ve karakollar inşaa ettirmeye başlar. Bu merkezlerden biri de eskiden Mazgirt’e bağlı olan Mamikan (Mameki) köyüdür. Bu köy adı Tunceli olarak değiştirilen Dersim’in yönetim merkezi olarak seçilir. Demenan aşireti ile bazı Nazımiye aşiretleri kendi bölgelerinde yapımı başlatılan karakollara baskınlar düzenlemeye başlarlar. Uzunca bir süre bölgede güvenlik sağlanamamış ve hükûmet otoritesi kurulamamıştır. Bu sırada Suriye sınırına yakın bölge ve illerde de benzer olaylar görülmeye başlanmıştır. Hatay'a bağımsızlık tanıyan Milletler Cemiyeti kararından sonra, TBMM'de yapılan görüşmelerde, bu gelişmelerin başta Fransa ve Fransa'nın mandası altındaki Suriye tarafından kışkırtıldığı ileri sürülmüştür. Başbakan İsmet İnönü ise, Tunceli ilinde iki yıldır izlenen reform programının amacının bölgenin uygar bir hale getirilmesi olduğunu belirterek, programa karşı bölgede direniş olduğunu belirterek olaylara dair yüzeysel duruşunu sergilemiştir. 

Dersim Harekâtı 

Ayaklanma, Ehl-i Beyt soyundan olduğu iddia edilen Ocakzade kökenli ve Şeyh Hasan Kürt aşiretine mensup olan Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza önderliğinde, asker ve vergi vermek istemeyen diğer aşiretlerce de desteklenen bir grup tarafından 20-21 Mart 1937 gecesi Harçik köprüsünün yıkılması, köprüyle Kahnut Bucağı arasındaki telefon hattının kesilmesi ve bölge askeriyesine düzenlenen saldırı ile başlamıştır. Askeriyenin yakıldığı, askeriyedeki bütün askerlerin öldüğü de döneme dair yapılan iddialardan biridir. Bunun üzerine resmen isyan başlamıştır. İsyan bölgenin coğrafi ve etnik durumu nedeni ile hızla büyümüştür. Ayaklanmayı Kureyşan aşireti başlatmış ve özellikle Demenan, Haydaran ve Yusufan Kürt aşiretlerinin katılımı ile iyice genişlemişdir. Ayaklanmaya toplam yaklaşık 6.000 kişilik bir grubun katıldığı iddia edilmektedir. Tüm bu gelişmeler üzerine general Abdullah Alpoğan’ın düzenlediği ilk harekât büyük başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Aşiretler ise bunun verdiği moralle tamamen silahlanmışlardır. Bu yüzden isyanı bastırmak iyice zorlaşmış, Alpoğan yanına aldığı 50.000 asker ile bölgeye gitse de dağları bir türlü aşamamıştır. Bu gelişmeler sonucunda gerekli olanın bir hava saldırısı olmasına karar verilmiş, gerekli onay alınınca Sabiha Gökçen davet edilmiştir. Sabiha Gökçen Hava Kuvvetleri'nden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirmiş ve isyancıların saklandıkları en büyük yer olan Laş mevkiini yerle bir etmiştir. Yapılan harekât başarılı sonuçlanınca, askerlerde bölgeye girmeyi başarmıştır. Bunun üzerine Seyit Rıza, bölge halkına zarar gelmesin diye Haydaran, Kureyşan, Demenan, Yusufan, Kırgan Kürt aşiretleri reisi ile birlikte teslim olmuş ve harekât, 13 Eylülü 1937'de sona ermiştir. Ayaklanmayı bastıran bu askeri harekât tarihe Dersim Harekatı olarak adlandırılır. Askeri harekâttan sonra yapılan yargılama 15 Kasım 1937’de sona ermiştir. Ayaklanmanın lideri Seyit Rıza ile 6 kişinin idamına karar verilmiş ve vakit kaybedilmeden idamlar gerçekleştirilmiştir. Çok sayıda Kürt ayaklanmacı değişik hapis cezalarına çarptırılmış ancak olaylar durulmamış ve 1938'de Kureyşan aşireti intikam için diğer Kürt aşiretlerini silahlanmaya davet etmiş ve ikinci bir isyan başlamıştır. Bunun üzerine başlatılan ikinci askeri harekât ile Eylül 1938'de ayaklanma tamamen bastırılmış ve olaylar sona ermiştir. Direniş amacıyla kırsal alanda kalanların direnişi ise 1948'e kadar sürmüştür. 

Dersim Olaylarının Kronolojisi 

25 Aralık 1935: Tunceli Kanunu çıkarıldı ve Dersim adı Tunceli olarak değiştirildi. 

6 Ocak 1936: Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu ve başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Dersim’de stratejik merkezlerde kışla ve karakol inşasına başlandı. önlemekti. 

20-22 Mart 1937 Kahmut Olayı: 1936‘da başlatılıp kış nedeniyle ara verilen kışla-karakol inşası 1937 Mart’ında devam ettirilince, direniş de Karakol baskınları tarzında yeniden başlamıştır. 1937 yılının ilk olayı 20-21 veya 21-22 Mart 1937 gecesi saat 11‘de Pah-Kahmut bucaklarını bağlayan Harçik Suyu üzerindeki tahta köprünün Demenanlılar ve Haydaranlılar tarafından yakılması ve civardaki karakola baskındır. Naşit Uluğ’a göre Dersimli büyük eylemleri genellikle 22 Mart sabahı başlatır, çünkü bu tarih güneşe tapılan devirlerden kalma bir inanç gereği kutsaldır, ilkbaharın da başlangıcıdır. 

26-27 Mart ve 26 Nisan 1937: Seyit Rıza’nın oğlu Bıra İbrahim (Bava), babası adına askeri harekatın durdurulmasını talep etmek üzere gittiği Hozat dönüşünde Kırğan köyü Deşt’te misafir olduğu evde uyurken öldürülür. M. Nuri, bu siyasi cinayeti Alpdoğan’ın adamı Binbaşı Şevket’in adamlarının örgütlediğini iddia ederler. Seyit Rıza, misilleme olarak Kırğan aşiretinin merkezi Sin bucağını ve karakolunu basar. Ordu, Kırğan aşireti eşliğinde saldırıya geçer. Böylece Seyit Rıza ve aşireti ile Bahtiyar aşireti de başlamış bulunan çatışmalara katılırlar. Çatışmalar fiilen toplu bir direnişe dönüşür. Aşiretler arasında genel bir birlik kurulamaz. 

1-3 Mayıs 1937: Mazgirt’e ve Mazgirt Köprüsü’ndeki birliklere saldırı. Sabiha Gökçe’nin de katıldığı 15 uçaklık bir filo Zel, Kırmızı Dağ, Yukarı Bor (Keçizeken) çevrelerini bombalar. 

8 Mayıs 1937: Genelkurmay, Dördüncü Genel Valiliğe 8 Mayıs’ta genel tenkili başlatması emrini iletir. 

19 Mayıs 1937: Emir üzerine 25. Alay Kırmızı Dağ zirvesini bir saldırıy geçer, tespit edilen Nazımiye-Kırmızı Dağ-Sin-Karaoğlan hattına ulaşır. Bu saldırı için 19 Mayıs gününün seçilmiş olması dikkat çekmektedir. 

26 Mayıs 1937: Bahtiyar köylerine ordu baskını ve bu bölgede önceden boşaltıldığı görülen Resikan, Gözerek, Varuşlar, Çökerek ve Çat köylerinin yakılması. 

18 Haziran 1937: Başbakan İnönü Elazığ’a gelerek sürmekte olan harekatı görüşür. 

22 Haziran 1937: Ordu birlikleri Zel, Bokir, Sıncık, Aziz Abdal dağlarını kontrol altına alırlar. 

9 Temmuz 1937: Dersim ulusal hareketinin Seyit Rıza’dan sonraki en önemli önderi Alişer, eşi Zarife’yle birlikte Rehber ve çetesi tarafından öldürülür. Alişer ve eşinin kesik başları Elazığ’daki Abdullah Alpdoğan‘a yollanır. 

17-18 Ağustos 1937: Tokmakbaba-Titenik-Sarıoğlan üçgeninde çetin çarpışmalar gerçekleşir. Seyit Rıza’nın ikinci eşi, büyük oğlu Şeyh Hasan, üç torunu ve bin kişilik kuvveti bu çarpışmada hayatlarını kaybederler. 

5-15 Eylül 1937: Seyit Rıza Erzincan’a giderken yakalanır. Bir söylentiye göre yakalandığında komşu illere kaçmaya çalışırken bir diğer söylentiye göreyse kaçma girişimi yoktur ve kendi kararıyla Erzincan jandarmasına teslim olmuştur. Seyit Rıza’nın yakalandığı haberini 13-14-15 Eylül tarihli Tan, Kurun, Ulus gibi gazeteler vermektedir. Yakalanışına ilişkin ilk haber 13 Eylül tarihli gazetelerde çıkar. Seyit Rıza’nın yakalanması üzerine Mustafa Kemal, İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay Abdullah Alpdoğan’a bu başarısı nedeniyle kutlama mesajları gönderirler. 

Ekim 1937: Toplamda 58 kişi olduğu belirtilen kişiler askeri mahkemede Dersim’i isyana teşvikten ve bu isyana katılmaktan dolayı yargılanır. 

15 Kasım 1937: Ekim ayı ortasında başlayan yargılama 15 Kasım’da biter. 14 kişi beraat eder. Seyit Rıza da dahil 7 kişi idama, 37 kişi ağır hapis cezalarına mahkum edilir. 15 Kasım’da Seyit Rıza ve diğer altı kişi Elazığ Buğday Meydanı’nda şafakla birlikte infaz edilirler. Bu altı kişi, S. Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin, Kamer Ağa’nın oğlu Yusufanlı Fındık, Şeyhan reisi Usê Seydi, Demenan reisi Cebrail, Kureşanlı Hasan ve Haydaranlı Kamer Ağa’dırlar. Bu idamlarala birlikte 1937 yılı direnişi sona erer. 

18 Kasım 1937: Zamanın Başbakanı İsmet İnönü (İso Ker), Seyit Rıza ve beraberindekilerin idamı üzerine verdiği demeçte, “Dersim meselesini ortadan kaldırdık...Dersim müşkilesinden kurtulduk“ derken, Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi, “Tarihe Gömülen Dersim’e Dair“ başlıklı 18 Kasım 1937 tarihli yazısında, “Senelerden beri adına Dersim denilen mesele tarihin ummanına katılmış ve ebeddiyen ölmüştür“ demektedir. 

2 Ocak 1938: Dördüncü Genel Valiliğin Munzur-Merho-Mercan dereleri arasındaki bölgeyi ve Kalan Deresi havzasını boşaltma kararı ve bu kararı uygulama girişimi gerçekleşir. Bunun üzerine Ovacık’tan gelen yedi jandarma Kör Abbas, Keçel ve Bal aşiretlerinden isyancılar tarafından tarafından Mansul Uşağı Köyü’nde öldürülürler. Ardından Mercan Karakolu basılır. Bu sırada iki asker daha öldürülür. 

11-12 Haziran 1938: İkinci harekat çevre illerden orduların aktarılması ve diğer hazırlıklar nedeniyle biraz geçte olsa 11-12 Haziran’da başlar. 19-22 Haziran 1938: Ali Boğazı ve çevresindeki Koçan grubu aşiretleri 19-22 haziran günlerinde direnişe geçerler. 19 Haziran’da Amutka Karakolu kuşatılır ve çevredeki birliklere saldırılır. Çarpışmalar 22 Haziran’a dek sürer. 22 Haziran’da Koçan aşiretleri Ali Boğazı’na sığınmak zorunda kalırlar. 

24-30 Haziran 1938: 24 Haziran günü İç Dersim’deki Dolu Babadaki isyanlar kontrol altına alınır. Halk ile ordu arasında şiddetin zirvede yaşandığı çarpışmalar yaşanır. Sansasyon ve tartışmalara son derece açık rakamlara göre 11-12 Haziran’dan 29 Haziran’a kadar tam 60 köy boşaltılır ve yakılır. Dönemin Başbakanı Celal Bayar, 30 Haziran 1938‘de TBMM’de yaptığı konuşmada “ordularımız pek yakın zamanda...Dersim mıntıkasının sakinlerini tamamen kaldıracak ve bu meseleyi esasından kesecektir“ der. 

10-31 Ağustos 1938“Üçüncü Askeri Harekat”: Bu harekat toplama, ve 1931‘de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporunda planlanan Batıya toplu göçün hayata geçiriliş safhasıdır. Bu tarihler arasında Dersim’in her tarafında aynı anda en az 5-7 bin kişinin (aşiret reisleri, kolbaşılar, seyitler ve aileleri) batı illerine nakli ve iskanı başlatılır. 31 Ağustos 1938’de süreç tamamlanır. Dersim Olaylarının Sonuçları ve Değerlendirmeler Harekâta katılan yöre halkının bir kısmı başka illere gönderildi. Askerî harekât, her ne kadar bazı aşiretleri sürgün etse de, harekât 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir. Harekât sonucunda 40.000 arasında sivil ölürken, 12.000 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir. Ayaklanmaya katılan aşiret mensupları, Kayseri'nin Sarız, ilçesi ve Erzurum, Yozgaz, Muş gibi çeşitli illere gönderilmiştir. Bu tenkil harekatından sonra 14 Haziran 1938'de İçişleri Bakanı Kaya, 4 Haziran 1937 tarih ve 15146 sayılı konuyla ilgili bir yazıyı Kültür Bakanlığına göndermiştir. Yazının konusu, Dersim kız ve erkek çocuklarının yatılı okullarda yetiştirilmeleri hakkındadır. Kaya, yazıda Dersim'de yapılan ıslahat çerçevesinde Türklerin yoğun olduğu ve Dersim'den oldukça uzak yerlerde kız ve erkek yatılı okullarının açılması ve bu okullarda Dersim'den getirilecek beş yaşını doldurmuş kız ve erkeklerin okutturulup büyütülmesi ve birbirleriyle evlendirilerek baba ve annelerinden miras kalan mal ve arazileri içinde birer Türk yuvası kurmalarını önermektedir. Böylece, Türk kültürünün Dersim'de esaslı bir biçimde yerleştirilmiş olacağını düşünmektedir. Kaya'ya göre zaten Horasan'dan gelme Türk olan Dersimliler, Kırmanç denilen Farsça'dan bozma bir dille konuşan insanlarla yakın ilişkide bulundukları için hem ana dillerinden uzaklaşmışlar hem de alevilik ve bektaşilik aralarında rağbet görmüştür. Böylece Türklükle Kürtlük arasında kalmış olan Dersimli erkekler çevreyle ilişki kurup Türkçe öğrendikleri halele, kadınlar kendi çevrelerinden ayrılmadıklarından erkeklerinden daha önce Kürtleşmeye başlamıştır. Bundan dolayı çocuklarına Türkçe öğretememektedirler. Oldukça tartışmalı bilgiler içeren ve bir tür "Enderun" yöntemiyle konuya yaklaşan İçişleri Bakanı Kaya'nın yazısında bizce altı çizilmesi gereken nokta, soruna ırkçı olmamakla birlikte dil bazında kültürel etnik vurgu yapılmasıdır. 

Bu arada Başbakan İnönü, 18 Haziran 1937'de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısı yapmış ve Dersim için bir "Islahat Programı" hazırlanmıştır. İçişleri Bakanı Kaya'nın yukarıda değindiğimiz yazısıyla bir koşutluk taşıyan Islahat Programı'na göre, Dersim'e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecek, Dersim'i haydut yatağı durumuna getirenler, batı illerine nakledilecek, orada iskan edilip, namuslu, eğitilmiş vatandaşlar haline geleceklerdir. Dersim tamamiyle boşaltılacak ve burada Bakanlar Kurulu'nun izni olmadan kimse oturmayacak ve yerleşmeyecektir. Ülkenin öbür köşelerine yerleştirilen Dersimliler ev ev dağıtılacaklardır. Böylece Horasan'dan gelme öz Türk olan Dersimliler, asıl çevresine, benliğine kavuşacaktır1 Bir yandan bu program hazırlanırken çok sayıda Dersimli güvenlik güçlerine teslim olmuşlar, dolayısıyla olaylarda bir azalma kaydedilmiştir. Dersim'deki isyanı başlatanların önderlerinden Seyit Rıza ve yandaşları ise, Kutu deresine saklanarak direniş göstermişlerdir. 

18 Eylül 1937'de Başbakan İnönü, T.B.M.M.'nde, gelişen olayları şöyle değerlendirmektedir: "Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten kışkırtıcı ve başı dönmüş ne kadar adam varsa bunlar reisleriyle birlikte etkinlik olanağından tamamen yoksun bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisi imha edilmiş ve diğer reislerin hepsi yakalanmış ve adalete teslim edilmiştir... Kanun götüren ordu ve jandarma neferlerinin ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur. ... Arkadaşlar, Cumhuriyetin kanunlarının ancak refahı, ümranı ve iyi geçinmeyi hedef tutan hükümlerini yürütmek için, çetin şartlar içinde alınan olumlu sonuçlara ermek yolunda Cumhuriyet yönetiminin güçlü olduğu kadar şefkatli ve adaletli olduğunu göstermek itibariyle Tunceli olayları en son ve en inandırıcı bir örnek olmuştur" İnönü anılarında ise, Dersim'de aşiret reislerin kısmen mezhep kışkırtmalarından yararlanarak sürekli bir huzursuzluk yarattıklarını, sorunun aslında kültürel ve ekonomik sorun olduğunu, darlık içinde olan halkın geçimini dışarıda aradığını, Dersim halkının görgülü ve çoğunun İstanbul'da yetiştiğini ama dışarıdan yerlerine döndüklerinde kabile reislerinin, dini başkanların, yani şeyhlerin etkisi ve kışkırtmalarıyla yüzyüze geldiklerini söylüyor. Ve ekliyor; "... Dersim sorununu sonunda demiryolu çözdü. Bölgenin güneyinden, kuzeyinden demiryoluna kavuşturulmasından sonra memleketin herhangi bir yerinde olacak bir asayişsizlik hareketiyle Dersimde olacak asayişsizlik hareketinin hiç bir farkı kalmadı. Ben 1937'de Başbakanlıktan ayrılıncaya kadar Dersim doğal yaşam koşullarına kavuşturulmuştur" İnönü, T.B.M.M.'nde ıslahat raporunu değerlendirmesinden bir hafta sonra bir buçuk aylık izne ayrılmış, Bayar'ın Başbakanlığa atanmasından sonra 12 Kasım 1937'de Atatürk'ün de katıldığı "Şark Seyahati"ne çıkılmıştır. Bu gezi sürerken, Seyit Rıza ve yandaşları yakalanmış ve 15 Kasım 1937'de Elazığ'da idam edilmişlerdir. 26 Kasım 1937'de bu gezinin bir değerlendirmesini yapan Bayar, bölgeye ilişkin izlenimlerini şöyle açıklamıştır: "Dersim'de yaşanabilecek sınırlı vahaları ihya için her şeyi yapacağız. Orada mutsuz bir yaşam sürenlere verimli topraklar bulacağız". 

Bayar, 13 Aralık 1937 günü Sekizinci Arttırma ve Yerli Mallar Haftası'nı açış söylevinde de: "Bugün az çok kabadayılık ananesiyle şekavet merkezi addolunacak çevrelerimizde dahi şekavetin ismi unutulmuştur. Asayiş olağanüstü bir surette gerçekleşmiştir. Bu şekaveti sanat ittihaz edebilen vatandaşlarımız dahi sabanına sarılmıştır ve hayatlarını bizzat kendi gayretleriyle kazanmaktadırlar" 115 demektedir. Bayar'ın bu açıklamalarına bağlı olarak Naşit Uluğ bilimsel olduğundan oldukça kuşku duyduğumuz ve çok sayıda yanlış bilgi içeren çalışmalarından birinde116 Celal Bayar'ın 1938 yılında Dersim denilen işi kesin bir biçimde tasfiye etmek için devletin bir önlemi daha olduğuna ve ordunun Dersim yöresinde görev alacağına ve genel bir tarama harekatıyla bu sorunu kökünden söküp atacağına değiniyor Uluğ, yörede gördüklerini şöyle dile getiriyor: "Azgınlık bu sefer Kalan mıntıkasında başladı.... Kalanlılar, ağaların ve seyitlerin tahriklerine uyarak Diztaş karakoluna saldırdılar. Böylece Uluğ, Dersim yöresinde gelişen olayları ve ona karşı hükümetin aldığı önlemleri doğrulamış oluyor. 

Ne var ki, İnönü'nün belirttiği gibi Başbakanlıktan ayrılışından sonra Dersim'de olaylar durmamış, yeni ayaklanmalar baş göstermiştir. Dördüncü Genel Müfettişliğin 6 Ocak 1938'de hazırladığı bir raporda Dersim'de o güne değin 5050 silah toplanmış ve bunun yararlı yanları da görülmeye başlanmıştır. Bununla birlikte geleneksel bağlılıklar ve çıkarlar zayıf kılındığı zamanlarda birlikte çalışma heveslerini ateşleyebileceği düşüncesiyle, yörede uygun bir mevsimde bir başka harekâtın yapılmasının doğru olacağı belirtilmiştir. 

Ancak, 18 Ocak 1938 tarihli bir başka raporda Dördüncü Genel Müfettişlik yörede devlete ve hükümete karşı propagandanın yapıldığını belirtmektedir. Dersim olaylarını yakından izleyen İçişleri Bakanlığı 19 Şubat 1938'de Dördüncü Genel Müfettişliğe verdiği emirde, muhalefet gösteren aşiretlerin çabaları ve kendilerine yandaş kazanmak için yapmakta oldukları toplantı ve propagandaların nitelik bakımından bölge üzerinde uyanık bulunmanın önemini ortaya koyduğu belirtilmektedir. Özellikle ilkbaharda daha çok uyanık olmanın ve tasarlanan harekâtın plan ve programlarının şimdiden hazırlanması gerektiğine işaret edilmekte ve Müfettişliğin bu konudaki düşünceleri istenmektedir. Aynı konu üzerinde önemle duran Başbakan Bayar, İçişleri Bakanlığının konuya ilişkin tezkeresine verdiği yanıtta Dördüncü Genel Müfettişlik'in raporunda bildirilen durum, Tunceli bölgesinde haydutların kaynaşma hareketlerinin devam ettiğini göstermekte olduğundan, mevsimin uygun zamanında bir sürprizle karşılaşmak olasılık ve olanağını önlemek için, Genel Müfettişliğin haber vermesi üzerine çok uyanık davranılması gereğinin tekrar kendilerine bildirilmesini rica etmektedir. 

24 Nisan 1938'de ise daha önce değindiğimiz İskân Kanunu'na ek kanun çıkarılarak iskân edilecek göçebelerden henüz nüfus kütüklerine yazılmamış olanların gizli nüfus cezasına ve hiçbir harç ve resme bağlı kılınmadan nüfusa kaydedilecekleri (md.1) hükmü getirilmiştir.

Süregelen Dersim olayları hükümetin daha ciddi önlemler almasını gerektirmiş, TBMM'nin 29 Haziran 1938 günkü oturumunda Başbakan Bayar Meclisin tatile girmesi dolayısıyla verdiği söylevde, Dersim'de bir ıslahat programı olduğunu, bu programın yol, köprü ve karakol inşaatı suretiyle yürütüldüğünü, 1937'de askeri harekât yapıldığını, 1938'de de bu programa göre askeri harekatın yürütülmesi gerektiğini ve yöreye daha fazla askeri güç toplandığını belirtmiştir. Dersim için uygulanmakta olan programın gereği olarak bu sorunu kesinlikle çözecek ve Dersim denilen işi kesinlikle tasfiye etmek için alınacak bir başka önlemin de yakında ordunun Dersim yöresinde yapacağı manevralar olduğunu ve bu sorunu kökünden söküp atacağını sözlerine ekleyen Bayar, konuşmasını şöyle sürdürmüştür: " Arkadaşlar, Dersimliler ne istiyorlar. Orada oturup şekavet yapmak istiyor, mal çalacağım ilişmeyeceksiniz diyor, adam öldüreceğim yasal kovuşturma yapmayacaksınız diyor, silahla gezeceğim hoşgörü göstereceksiniz diyor. Vatani görevlerimi yerine getirmeyeceğim diyor.... Bilinmesi gereken bir gerçek vardır ki, Cumhuriyet böyle bir vatandaş tanımıyor... Bu gerçek anlaşılıncaya kadar kuvvetlerimiz orada fiilen bulunacaktır. Eğer ellerinde bulunan silahı teslim ederler ve Cumhuriyetin emirlerine uyarlarsa kendileri için yapacağımız şey, sevgiyle göğsümüzü açıp bağrımıza basmaktır..... Dersimliler sesimizi işitmelidir. Bizim sesimizde şevkat olduğu kadar kudret de vardır... Bu ikisinden birini seçmek kendilerine aittir. Bilmelidirler ki şevkatimiz de kahrımız da boldur". 

Görüldüğü üzere gerek İnönü’nün gerekse Bayar'ın iddia ettikleri gibi Dersim'de olaylar azalmamış, dolayısıyla Başbakanın da üslubu sertleşmiştir. Temmuz 1938 başına kadar Tunceli harekâtının kayıp durumu ise şöyledir: Tenkil kuvvetlerinden 33 şehit 60 yaralı, haydutlardan 163 ölü ve yaralı, dehalet edenler (sığınanlar) 866 kişi, yakılan köylerin adedi ise 60'tır. 

6 Ağustos 1938'de Bakanlar Kurulu'nun aldığı kararda Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 7.000 kişinin batı illerine ve iskânına, yasak bölge dışında bulunan, ancak yerlerinde bırakılması uygun olmayan aşiret başkanları, kolbaşıları, seyit ve şeyhlerle bunların aile ve yakınlarının da batıya nakle bağlı tutulmaları vurgulanmaktadır. Bölge halkının silahtan arındırılması ve harekâttan sonra da bu işin sürdürülmesine, batıya nakil edileceklerden ne kadarının hangi sanayi merkezlerine sevk edileceklerine, ele geçen mahkûmların hükümlerinin infazına, asker kaçaklarının askerlik hizmeti gördükten sonra batıda tertip oldukları yerlere şevkinin yasak bölgenin korunması için kuvvet çıkarılması gibi konulara da değinilmektedir. 

23 Ağustos 1938'de doğu illerinde yapılan askeri harekâtı izlemeye giden Bayar şunları söylüyor: "...Orada iken Dersimin tedip harekâtı aynı zamanda imar ve ıslah programıyla ilgilendim. Askeri ve mülki yetkililerin bilgi ve değerlendirmelerini dinledim. Yapılan tedip harekâtı kesin ve olumlu sonuç vermeye başlamış ve son aşamasına gelmiştir. Kısa bir süre sonra Dersim'in şimdiye değin geçirdiği aşamaları ve bundan sonra yapılması kararlaştırılan ıslahatı ayrıntılarıyla kamuoyuna bildireceğim. Şimdiden ifade edebilirim ki, eski zamanlarda olduğu gibi toplu eşkiyalığın oluşumu giderilmiştir. Ordumuzun ve jandarmalarımızın bu çetin dağlarda gösterdiği kahramanca etkinliği ulusumuzun takdirine arz etmek görevimdir". 

Sabiha Gökçen ise, Birinci Tayyare Alayı İkinci Bölük'ünde Dersim harekâtına katılmış ve verilen emir doğrultusunda yöreyi bombalamıştır126. Gökçen, Dersim harekâtı sırasında gösterdiği başarı ve uçuşlarındaki kahramanlıklardan dolayı dönemin Türk Hava Kurumu Genel Başkanı Fuat Bulca tarafından murahhas madalyası ile onurlandırılmıştır. Atatürk ve Bayar ile birlikte Doğu gezisine katılan Sabiha Gökçenin Dersim'e ilişkin anılarına göre, Atatürk'ü görmeye gelen bir Dersim'li Mustafa Kemal'e "Biz namert insanlar değiliz Paşam. Biz nankör insanlar da değiliz. Ama gaflete geldik. ... Ben ve daha birçok Dersim'li Türkiye'nin esenliği için yabancı boyunduruğundan kurtulmak amacıyla senin emrin üzerine silaha sarıldık... Bu topraklar hepimizin Paşam... Ama kendini bilmez üç beş kişi, cahilleri kandırarak buraların adını lekelemek istediler..." biçiminde bir tür özür dilemiştir. Mustafa Kemal ise silah arkadaşım diye hitap ettiği köylüye: "Hatasız kul olmaz... Birkaç kişinin hata yapmasıyla bu hataya uzaktan yakından ortak olmamışları bir tutmayız. Sizler bizim kanımızdansınız, bizim insanlarımızsınız, bu toprakların insanlarısınız. Geçmişteki ufak tefek hataları unutmaya, kin beslememeye, kardeşliğimizi sürdürmeye zorunluyuz. Ben Dersimlilerin... nasıl temiz, nasıl asil duygulu, nasıl vatanperver olduklarını yakinen bilirim. Sizlerin böyle hareketlere asla katılmamış olduğunuzdan da haberim var... Biz bir milletiz, bundan başka gidecek Türkiye'miz yok. Bunu bilir, bunu anlarsak, bizi ne içerden ne de dışarıdan kimse böler. Dersim olaylarının yoğunluk kazandığı o günlerde 19. Piyade Alayında stajyer olan Muhsin Batur İse, eğitim yapmak üzere Dersim'e gönderildiklerini ve Harput eteklerinde çadırlı ordugâh kurarak bir süre sonra Pertek'e doğru harekete geçtiklerini ve iki ayı aşkın süre burada özel görev yaptıklarını anılarında belirtiyor, ancak okuyucularından özür dileyerek yaşantısının bu bölümünü anlatmaktan kaçınacağını söylüyor. Alaya verilen özel görev bittikten sonra subaylara ve öğrencilere Atatürk'ün birer imzalı madalya dağıttığını belirten Batur, bilindiği üzere Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmiş, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve Tabii Senatörlük yapmış, 12 Mart Muhtırasında imzası bulunmuş bir kişidir. Niçin özür dileyerek anılarını anlatmakta sakınca gördüğünü sorduğumuzda, o tarihte henüz 17 yaşında olduğunu, harekâta katılmadığını ve hiçbir şey yapmadığını açıkladı. Anılarında zaten "birşey yapmaktan" öte "birşeye tanık olma" anlamı çıktığını belirtmesi üzerine Dersim'de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını ancak o dönemde o yörede tanık olduğu "şeylerin" günümüzde de yapılan ve karşısında olduğu "şeyler" olarak niteleyip sözlerini noktaladı. Dersim olaylarından yaklaşık 50 yıl sonra Bayar ise, Dersim isyanını tamamen Kürtlerin siyasal düşünceleri olarak niteleyip, Dersimlilerin ne anarşist ne şu ne bu oldukları, doğrudan doğruya bağımsız Kürt hükümeti kurmak istedikleri kanısındadır, Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman, Atatürk bu ilden beş milletvekili istemesine karşın Dersimliler milletvekillerini seçmişler, ancak Meclis'e göndermemişlerdir. Bayar'a göre isyanın bir başka nedeni, Sevr Anlaşması'nın uygulanmasını sağlamaktır. Bu yüzden Dersim isyanı altında İngiliz parmağı olduğunu, İngilizlerin parasına dayanarak tampon bir prenslik yapmak istendiğini ve günümüzdeki Kürt hareketlerinin de Dersim isyanının bir uzantısı olarak bağımsız Kürdistan tezine dayandığı ve bu hususta dış yönlendirme ile desteğin daima varlığını koruduğunu iddia eder. Dersim olaylarına tümüyle kültürel boyutta yaklaşarak 1930'ların "Kürt direnmesiyle" "şimendifer politikası" arasında yakın bir ilişki kuran, demiryollarının birinci planda doğuya asker ve cephane göndermek için yapıldığı, ayrıca Avrupa'da faşist rejimlerin büyük bir gelişme gösterdiği sırada Türk Tarih Tezi'nin ve Güneş Dil Teorisi'nin Türkiye'de ele alındığı, Ankara'da Türk Ocağı toplantılarında, Türk Tarih Tetkik Heyeti görüşmelerinde ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti konuşmalarında herkesin Türk olduğu, Türklüğünden mutlu olduğu, Kürt olarak anılan bir ulusun, Kürtçe olarak bilinen bir dilin olmadığının vurgulandığı iddialara da rastlanmaktadır. Aynı zamanda doğuda Tunceli, Hakkari, Ağrı ve Zilan'da Kürtlerin Kürt oldukları için katledildikleri ileri sürülmektedir. 

Dersim olayları, İskân Kanunu'na dayalı olarak açıklamaya çalışan yaklaşımlar ise yoğunluk kazanmaktadır. Bu yasa her ne kadar az topraklı ya da topraksız köylüleri toprak sahibi yapma yönünde çıkarılmışsa da, bir başka açıdan da nüfusu ırk esasına göre yeniden yerleştirmeyi amaç edinen bir yasadır. Yasa, Türkiye'de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla nüfus toplanış ve yayılışının Bakanlar Kurulu'nca yapılacak bir programa göre düzenlemesini öngörmektedir. Yasa, ırkçı bir yerleştirme politikasıyla birlikte, feodal şeyhlik ve ağalık kurumlarını da yok etmek istemiştir. Dersim olaylarını İskân Kanunu'na bağlayanlardan bir diğeri, Dersimi de, İnönü'nün 1937'de "Dersim meselesi tasfiye edilmiştir" sözüne gönderme yaparak, yönetsel ıslahata başlandığını, Dersim'in yeniden vaftiz olunarak adının değiştirilip yasanın ona "Tunç Eli" adı
taktığını söylüyor. Hükümetçe tasarlanan ıslahatın uygulanması için bir sessizlik devresinin başlaması beklendiğini, bu sırada öncekilerden daha şiddetli olan dördüncü bir Kürt isyanı patladığını ve Celal Bayar'ın halkı sükunete çağıran şu sözlerini yineliyor: "Ey Dersim halkı, eğer silahlarınızı terk ederseniz sizin için kollarımız hazırdır. Merhametimiz büyüktür, fakat gazabımız daha büyüktür. Dilediğinizi seçmek sizin elinizdedir"138.

Islahat programıyla Dersim olayları arasında dolaylı olarak bağlantı kurulabilir. Bazı doğu illerine Rumeli göçmenlerinin yerleştirilmesi ve çoğu Suriye'ye kaçan bazı beylerin topraklarının kimi göçmenlere ya da yerel halka dağıtılmasına karşın batıya göçürülenlerin ya da Suriye'ye kaçan ağaların, beylerin kendi bölgelerinde etkileri kesilmediği için, doğuda ciddi bir yerleşme ve ıslahata geçilemediği söylenebilir. 

Dersim olaylarını kişiselleştirerek sorumlusunu Fevzi Çakmak olarak gösteren, Cumhuriyet hükümetlerinin zaman zaman şoven ve ırkçı politikalar uyguladıklarını, Çakmak'ın da bu politikalara önderlik yaptığını, orduya Kürt asıllı kimseyi subay yapmamak için bazı ilkel koşullar geliştirdiğini iddia eden yazarlara da rastlanmaktadır. Örneğin 1938'den sonra askeri ortaokullara, liselere ve harp okullarına öğrenci alınmasına ilişkin ilanlarda görülen "yüzünde ve vücudunun göze çarpan yerlerinde herhangi bir yara izi taşıyanlar alınmazlar" biçimindeki ifadelerin şark çıbanıyla bağlantısı kurulmaya çalışılıyor140. Oysa şark çıbanı, Doğu'daki herhangi bir etnik gruba özgü fiziksel bir özellik değil, bu yöredeki tüm etnik gruplarda görülebilecek iklimden kaynaklanan bir tür cilt hastalığıdır. 

Dahası inandırıcılığı oldukça düşük düzeyde olan benzeri görüşler, bu konuda tartışmalara bile olanak tanımıyor. Örneğin, hükümetin yaptığı Dersim için hazırlanan bir senaryodur. Bu senaryonun içinde yakma, yıkma ve katliamlar dahil, her türlü insanlık suçu mevcuttur. Senaryonun özü böyle olduğundan, Dersimlilerin tepkisi de büyük olmuştur. Bir yandan Dersim silahsızlandırırken, öte yandan sorunu silahla çözmeden yana olmadığı biçimindeki resmi açıklamalar sürekli canlı tutulmuştur. 

Kısaca, Dersim olaylarının nedenleri şu noktalarda toplanabilir. 

1. Bölge, sosyo-ekonomik bakımdan gelişmemiştir, 

2. Doğuya gereği kadar yatırım yapmamış, hizmetler götürmemiş olan iktidarlar, aynı zamanda toprak reformunu da yapmamış, yani ağalara, şeyhlik düzenine dokunmamışlardır. 

3. Atatürk'ün getirdiği ve anayasanın koruduğu milliyetçilik anlayışından, siyasal güç odakları, aydınlar ve hükümetler sapmışlardır

4. Türkiye'nin iki komşusunun Kürt yoğunluğa sahip olması gözönünde bulundurulmayarak, kültürel, ekonomik, sosyal ve psikolojik açıdan sorunu çözmek yerine, başka yollardan baskı ve tehdit politikasına yönelmişlerdir. 

5. Bu baskı politikasına koşut olarak devlet, ağa, şeyh gibi yerel nüfuzlularla sıkı ilişkiler içine girmişlerdir".

Sonuçta, bu bir isyanın bastırılmalısı mıdır, bir asimilasyon politikası mıdır, etnik bir yok etme çabası mıdır, bir bağımsızlık veya özerklik mücadelesi midir, vatanın bütünlüğünü koruma çabası mıdır, …. Vb. görüşlerden neler varsa bilemem ama netice sürecin niyetinin üstünde bir tablo oluşturmuştur. Hangi nedenle olursa olsun ölen Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ile Türkiye Cumhuriyeti Askerlerinin geri dönüşü yoktur. Bu olay veya isyan nasıl isimlendirirseniz isimlendirin Yakın Tarihimizin Utanç Veren Olaylarından biri olarak tarih sahnelerindeki yerini almıştır. Bu yazıda tüm görüşleri, tüm bakış açılarını nesnel bir şekilde vermeye çalıştım… Bir haklı taraf yaratmak gibi çabam asla olmamıştır, tüm çabam bu ve benzeri olayların bir daha yaşanmaması adına… Bilgilenmek, ders almak ve bir daha yapmamak için gerekli olan ilk ve önemli adımdır…. 

Ali Necati DOĞAN

http://blog.milliyet.com.tr/yakin-tarihimizin-utanc-veren-olaylari--dersim-olaylari--1937-1938/Blog/?BlogNo=214543


..

Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 27 Mayıs Darbesi, 1960 BÖLÜM 2

Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 27 Mayıs Darbesi, 1960  BÖLÜM 2


Milli Birlik Komitesi üyeleri;

GÜRSEL, Cemal Orgeneral M.B.K. Başkanı. ACUNER, Ekrem, Kurmay Albay İstanbulda doğmuştur. 1935 yılında Harp Okulunu bitirmiş. Genel Kurmay Başkanlığında Şube Müdürü iken, devrim hareketine katılmıştır.

AKSOYOĞLU, Refet, Kurmay Yarbay, Üsküdarda doğmuştur. Genekurmay Lojistik Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine Ankara’dan katılmıştır.

ATAKLI, Mucip, Kurmay Yarbay, Erzurumda doğmuştur. Devrim hareketine Eskişehirde katılmış ve eski Başbakan Menderesin tevkifinde önemli rol oynamıştır.

ÇELEBİ, Emanullah, Kurmay Yüz. başı, Yalova’da doğmuştur.Devrim hareketine 
fiilen katılmıştır.

ERSÜ, Vehbi, Kurmay Binbaşa Erzincan’da doğmuştur. Ankara nümayişleri sırasında Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüçün "vur" emrini dinlememiştir. Devrim hareketine süvari grup komutanı olarak katılmıştır.

GÜRSOYTRAK, Suphi Kurmay Binbaşı Ankara’da doğmuştur. Kore’de bulunmuştur. Harp Akademisi öğretmeni iken devrim hareketine katılmıştır

KARAMAN Suphi, Kurmay Yarbay, Bayburt’ta doğmuştur, Genelkurmay Personel 
Dairesinde iken devrim hareketine katılmıştır.

KAPLAN, Kadri, Kurmay Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine 
Ankara’da katılmıştır

KARAVELİOĞLU, Kâmil, Kurmay Yüzbaşı, Akseki’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.

KOKSAL, Osman, Kurmay Albay, Selanik’te doğmuştur. Kore’de bulunmuş. 
Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı iken devrim hareketine katılmış ve eski Cumhurbaşkanı Bayar’ın yakalanmasında bulun muştur.

KUYTAK Fikret, Kurmay Albay, Ankara’da doğmuştur. Devrim günü Menderes ve 
Polatkan’ı hava alanından alarak Harp Okuluna getirmiştir.

KÜÇÜK Sami, Kurmay Albay, Dramada doğmuştur. 1954’te Tokya Askeri İrtibat 
Bürosunda bulunmuş, Madrit ataşemiliterliği yapmıştır. Devrim hareketinde fiilen bulun, muştur.

OKAN, Sefcai, Kurmay Yarbay, İstanbulda doğmuştur. Devrim hareketine fiilen 
katılmıştır.

ÖZDİLEK, Fahri, Orgeneral, Bursada doğmuştur. Devrim hareketinden önce, İstanbul Sıkıyönetim komutanlığından bulunmuş, devrim hareketine İstanbulda katılmıştır. Devrimden sonra Millî Savunma Bakanlığı ve Başbakan yardımcılığına getirilmiştir.

ÖZGÜNEŞ, Mehmet, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.

ÖZGÜR, Selâhattin, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur, Devrim hareketine 
fiilen katılmıştır.

ÖZKAYA, Şükran, Kurmay Binbaşı, Antalya’da doğmuştur. Devrim hareketi sırasında Davut paşa zırhlı tugayında bulunuyordu. İstanbul sonuçlarının çabuk alınmasında önemli rol oynamıştır.

TUNÇKANAT, Haydar, Kurmay Albay, Bandırmada doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.

ULAY, Sıtkı, Tuğgeneral, İzmir’de doğmuştur. Mısır ihtilâli sırasında Kahire’de 
ateşemiliter olarak bulunmuştur. Harp Okulu Komutanı iken devrim hareketine 
katılmış ve Çankaya Köşkünü kuşatmıştır. Devrimden sonra, Ulaştırma ve Devlet Bakanlıkların, da bulunmuştur.

YILDIZ, Ahmet, Kurmay Binbaşı, Sürmene’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmış, devrimden sonra Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde bulunmuştur.

YURDAKULER, Muzaffer, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.

MADANOĞLU Cemal, Korgeneral, Eşmede doğmuştur. 1924 yılında Harp Okulunu bitirmiş. 1954 yılında general olmuştur. Devrim hareketinin plânlaştırılmasında önemli rol oynamış 27 Mayıs 1960 günü, İzmir’de bulunan Cemal Gürsel’in Ankara’ya gelmesine kadar, Millî Komitenin başkanlığını yapmıştır. Komite üyeliği ile birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığını da üzerine almıştır.

AKKOYUNLU, Fazıl Binbaşı, Yozgat’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

BAYKAL, Rıfat, Yüzbaşı, İzmir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

ER Ahmet, Yüzbaşı, Akhisar’da doğmuştur. Devrim hareketine-fiilen katılmış, 13 
Kasım 1961 de Komiteden affedilmiştir.

ERKANLI, Orhan, Kurmay Binbaşı, Kırşehir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

ESİN, Numan, Kurmay Yüzbaşı, Biga’da doğmuştur. Devrim hareketinde Ankara’da vazife görmüş, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

KABİBAY, Orhan, Kurmay Yarbay, Üsküdar7da doğmuştur. Devrim hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

KAPLAN, Kadri, Kurmay Yarbay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 ta Komiteden affedilmiştir.

KARAN, Muzaffer, Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde 
Komiteden affedilmiştir.

KÖSEOĞLU, Münir, Binbaşı, Sakarya’da doğmuştur. Devrim sabahı İstanbul radyosunu ele geçirmiştir, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

ÖZDAĞ, Muzaffer Kurmay Yüzbaşı, Pınarbaşı’nda doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

SOLMAZER, İrfan, Yüzbaşı, Gönen’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 ta Komiteden 
affedilmiştir.

SOYUYÜCE, Şefik, Binbaşı, Sivas’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

TAŞER, Dündar, Binbaşı, Gaziantep’te doğmuştur. Devrim hareketine Ankara’da 
katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.

TÜRKEŞ, Alpaslan, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Kara kuvvetleri NATO 
Dairesinde şube müdürü iken devrim hareketine Ankara’dan katılmış Ankara 
radyosunda Türk Silâhlı Kuvvetleri adına ilk konuşmaları yapmıştır. Devrimden 
sonra Başbakanlık müsteşarlığında bulunmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiş, Delhiye müsteşar olarak gönderilmiştir.

BAŞTUĞ, İrfan, Tuğgeneral, Van’da doğmuştur. 1929’da Harp Okulunu bitirmiş.1956 da Korede bulunmuştur. Genelkurmay Personel Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine katılmıştır. Devrimden sonra Ankara valiliğine getirilmiş, 2 Eylül 1960 tarihinde bir otomobil kazasında ölmüştür.

Yassıada 

27 Mayıs sonrasında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri ve aralarında Milli Mücadele'nin önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri, parti yöneticileri, asker ve bazı üst düzey kamu görevlileri tutuklanarak Yassıada'ya götürülmüşdür. Burada tutuklulara ağır işkence ve kötü muameleler yapıldığı iddia edilmiş ve tabiî ki bu hususta taraflar arasında büyük tartışmalara sebep olmuştur, neticede hala net bir fikir bulunmamaktadır, her iki tarafta olaylara kendi penceresinden bakmaktadır. Bu kötü muamele ve işkence neticesinde Cemil Keleşoğlu ve Namık Gedik'in intihar ettiği dahi ileri sürülmüştür. Hatta DP 
avukatlarından Hüsamettin Cindoruk, Namık Gedik'in intiharının dahi şüpheli 
olduğunu iddia ederek; Namık Gedik'in intiharında fiziki zorluk olduğunu 
savunmuştur.

Yassıada tutuklularından eski DP milletvekili Gıyasettin Emre, başına gelenleri 
şu şeklide anlatmaktadır; “Askerî havaalanında uçaktan indiriliyoruz. Sille 
tokat, tekme, küfür... Yemekte konuşamıyorduk. Konuştuğu için dayak yiyen çok oldu. Her sabah kumlu pırasa, akşam da taşlı fasulye veriyorlardı.”

Tutukluluk süresinde; Yusuf Salman, Lütfi Kırdar, Gazi Yiyitbaşı, Yümnü Üresin, 
Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz hayatlarını kaybettiler. Fakat, 18 Haziran 2009 
tarihli Ceviz Kabuğu programına internetten e-posta ile katılan O dönemin Harp 
Okulu öğrencilerinden Koray adındaki bir öğrenci şunları yazdı; “Namık Gedik 
kaçmaya çalıştı. Pencereden atladı. Fakat, pencere camlıydı. Camlar vücuduna 
sıçrayınca kanamaya neden oldu ve yaşamını yitirdi.”

14 Ekim 1960'ta başlayan Yassıada davaları, 11 ay 1 gün sürerken, 203 gün 
davalara bakıldı ve 872 oturum yapıldı. 19 davaya bakılırken, 1068 tanık 
dinlendi ve yargılamalar hükmün açıklandığı 15 Eylül 1961 tarihinde son buldu. 
Sivil ve askerlerden oluşan Yassıada mahkemelerinde yargılanan siyasîler; vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye kullanımı, Kırşehir'in ilçe yapılması, meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklik, Meclis oturumlarının yayına engel olunması, CHP'nin mallarına el konulması, Tahkikat komisyonu oluşturmak, hakim teminatı ve mahkeme bağımsızlığının ihlali gibi konularla toplam 19 dava açıldı, davalar anayasayı ihlal davasıyla birleştirildi.

Yassıada spor salonunda gerçekleştirilen davalardan birinin konusu ise 6-7 Eylül 
Olayları'nın DP hükümetince çıkartıldığına dair suçlamadır. Celal Bayar, Adnan 
Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuad Köprülü, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim 
Gökay, Emniyet müdürü Alaaddin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik 
başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve diğerleri Selanik'te Atatürk'ün evinin 
bombalanması ve Rum azınlığın evlerinin yağmalanmasının organizasyonunu yapmakla suçlanıp, 5 ile 10 yıl ağır hapis, kamu hizmetlerinden sürekli men cezası istenildi. Savunma Türk hükümetinin tertip etmesi asla doğru değildir denilerek yapıldı. Bayar beraat ederken, Menderes ve Zorlu 6 yıl hapis, diğerleri 4 ay hapis cezası aldı.

Bir diğer dava "Bebek Davası"sı olup sanıklar Adnan Menderes ve Fahri 
Atabey'dir. Cemal Gürsel tarafından gizli celse olarak yapılması istense de açık 
olarak yapılmıştır. Ayhan Aydan'dan olan bebeğini Fahri Atabıyık'ı azmettirerek 
öldürtmek suçundan her ikisine 5 ile 10 yıl ağır hapis istenir. Ayhan Aydan ve 
Menderes dava sırasında ilişkilerinin ve bebeklerinin olduğunu fakat doğum 
sırasında öldüğünü belirtirler. Dava sırasında savcı bir kadın külotunu 
gösterip, kimin giydiğini ve başbakanlıkta unuttuğunu sorar. Adnan Menderes'in 
avukatı Burhan Apaydın'ın müdahalesi ile olay kapanır. Adnan Menderes’in kadın düşkünlüğü ve devlet kasalarında yer alan cinsel objeler Yassıada davalarında karşısına çıkacak ve halk nebzinde önemli bir imaj düşüklüğüne neden olacaktır.

Bir sonraki dava “Vinilex Davası”dır. Maliye bakanı Hasan Polatkan'ın şirkete 
usülsüz kredi sağladığı ve bunun üzerine 110 bin lira rüşvet aldığı iddia 
edilmiştir. Adnan Menderes ve Hasan Polatkan'ın nüfuzlarını kullanarak 
"Vinileks" firmasına Türkiye Vakıflar Bankası’ndan kredi verdirmekle 
suçlanmışlardır. Adnan Menderes tarafından kurulan bu Bankanın 27 Mayıs 
darbesine kadar Umum Müdürlüğü'nü yapan ve 1961 seçimlerinden sonra tekrar aynı Bankanın Genel Müdürlüğüne getirilecek olan Sabahattin Tulga yaptığı savunmada krediyi, suni deri imal ederek ithal ikamesi yapacak bu firmanın karlı olacağına inandıkları için verdiklerini; nitekim darbe sonrası işbaşına gelen yeni Banka yönetiminin de aynı firmaya ilave kredi vererek bu firmanın kredi limitini iki misli arttırdığını belirtmiştir. Mahkeme Menderes ve Hasan Polatkan'ı bu dava da suçlu bulmuştur. Polatkan 7 yıl ağır hapis ve memuriyetten men cezası alırken, şirket yetkilileri de ceza almışlardır.

Bu duruşmalarda açılan bir diğer dava radyo davasıydı. Adnan Menderes, bazı 
bakanlar ve Basın Yayın ve Turizm genel müdürü olan Altemur Kılıç hakkında 
radyoyu parti organı haline getirdikleri yolunda açılmıştır.

Mahkeme sonucunda Yüksek Adalet Divanı 15 sanığı idam cezasına çarptırdı. Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan oybirliğiyle, eski T.B.M.M. Başkanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun, Agah Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişoğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırıldı.

Sanıklardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de sabaha karşı, 
Adnan Menderes 17 Eylül 1961'de saat 13.30'da İmralı Adası'nda idam edildi. 
Dünyanın bütün ülkelerinde ceza muhakemesi kanunlarına göre idam cezaları sabaha karşı infaz edilirken Adnan Menderes'in cezasının infazında bu kuralın dışına çıkılarak öğle vaktinde idam gerçekleştirilmiştir. Bu durumun nedeni olarak, Zorlu ve Polatkan'ın idamlarından sonra, İngiltere Karaliçesi II. Elizabeth 
başta olmak üzere tüm Avrupa devletlerinin var güçleriyle Türkiye'ye baskı 
yapmaları gösterilir.

Zorlu, Polatkan ve Menderes'in dışındakilerin cezaları infaz edilmeyip, hapis 
cezasına çevrildi. İdamları durdurmak için ABD başkanı Kenedy'nin Ankara 
büyükelçisi Raymond A. Hare aracılığı ile Dışişleri Bakanı Selim Sarper'e bir 
mesaj ilettiği iddia edilir.

27 Mayıs sonrası 

Ekim 1960'da Milli Birlik Komitesi 147 öğretim üyesini üniversitelerden 
uzaklaştırmıştır. Görevine son verilenler arasında Ali Fuat Başgil, Sabahattin 
Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Nusret Hızır, Tarık Zafer Tunaya, Mina Urgan, Haldun 
Taner de vardı. Genelde bu tasfiyeler üniversite içinden gelen ihbarlara 
dayanıyordu. Kararı protesto etmek için Turhan Feyzioğlu, Sıdık Sami Onar, 
Fikret Narter ve Suut Kemal Yetkin gibi bir çok rektör ve öğretim üyesi 
görevinden istifa etmiştir. 1962 yılında çıkarılan yasayla öğretim üyelerine 
üniversiteye geri dönüş hakkı tanınmıştır.

27 Mayıs Darbesi'nde DP'liler Kürdistan Hükümeti tesis etmek üzere çalışmalar 
yapmakla suçlandılar. 31 Mayıs 1960'da Cumhuriyet gazetesinde MBK'nin bu konuyla ilgili çeşitli belgeler bulduğu ve Şeyh Said'in oğlunun DP iktidarı döneminde doğuda propaganda gezileri yaptığı iddia edilmiştir. Darbeden 4 gün sonra Doğu ve Güneydoğu'dan seçilen 485 ağa ve şeyhler Sivas Garnizonu (Kabakyazı)'nda bir kampa yollanmıştır. Bu konu hakkında Cemal Gürsel'in "ileri gelen 2500 Kürdü öldürelim" dediği iddia edilmektedir. Sivas'taki kamp 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskan Kanunu ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından "55 ağa" DP'yi destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürülmüşdür.

Bu gelişmeler üzerine kanun 1962 yılında kaldırılmışdır. 1961 Anayasası'nda bir 
takım değişiklikler yapılarak, 1924 Anayasası'nın 3. maddesi olan "Egemenlik 
kayıtsız şartsız milletindir" sözü "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk 
milletinindir" şeklinde değiştirilmişdir. 

Ağustos 1960 – Şubat 1961 arasında Milli Birlik Komitesi tarafından emekliye 
sevkedilen 235 general ve yaklaşık 5.000 subay tarafından Emekli İnkılap 
Subayları Derneği kurulmuş ve orduya geri dönmeye çalışmışlardır. Bu derneğe 
bağlı emekli subaylar "Eminsular" olarak anılmıştır. En yüksek rütbeli üyesi 
olan Orgeneral Ragıp Gümüşpala daha sonra Adalet Partisi'nin genel başkanlığına 
getirilmiştir.

Milli Birlik Komitesi kuruluşundan itibaren karma ve heterojen bir gruptu ve 
kendi içerisinde bazı çekişmelere sahne oluyordu. Madanoğlu - Küçük grubu ile 
Türkeş - Kabibay grubu sık sık karşı karşıya gelmiş lakin herhangi bir vukuata 
sebep verilmemişti. Madanoğlu - Küçük grubu iktidarı bir an önce sivillere 
devretmeyi planlamıştır. Fakat Türkeş, Kabibay ve Erkanlı grubu reformların 
yapılmadan önce iktidarını sivillere devretmesine karşı çıkmış ve hemen 
sivillere devretmenin iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’ne teslim etmek anlamına 
geleceğini savunmuştur.Eylül ayının başlarında Türkeş, Kabibay, Erkanlı ve 
Dündar Seyhan, ihtilalin gayesine aykırı çalışan dört beş kişinin ülke dışına 
çıkarılmasını kararlaştırmışlardır. Türkeş, kararı uygulamak için hazır olduğu 
halde Kabibay zamana bırakmayı tercih etmiştir.İstanbul'da Muzaffer Özdağ'ın 
"Bab-ı Ali'den de geçeceğiz" demesi büyük yankılar uyandırmış ve Cemal Gürsel'in tasfiye kararı almasını hızlandırmıştır.MBK üyelerinden Muzaffer Yurdakuler, Seyhan tasfiye kararını arkadaşlarına anlatırken kulak misafiri olmuş ve diğer MBK üyelerine haber vermiştir.Karşı taraf erken davranmış ve Gürsel 13 Kasım 1960'da Alparslan Türkeş'e bir mektup göndererek Kurmay Albay Alparslan Türkeş, Kurmay Yarbay Orhan Kabibay, Kurmay Yarbay Mustafa Kaplan, Kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı, Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce, Kurmay Binbaşı Dündar Taşer, Piyade Binbaşı Fazil Akkoyunlu, Tank Binbaşı Muzaffer Karan, Deniz Kurmay Binbaşı Münir Köseoğlu, Deniz Kıdemli Yüzbaşı Rıfat Baykal, Kurmay Yüzbaşı İrfan Solmazer, Kurmay Yüzbaşı Numan Esin, Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve Jandarma Yüzbaşı Ahmet Er olmak üzere çoğunluğu Türkçü subaydan oluşan 14 MBK üyesini emekliliğe sevkedip yurtdışındaki temsilciliklere danışman olarak tayin etmiştir.

Darbe sonrası gerçekleşen bir diğer önemli gelişme ise 27 Mayıs darbesinden 8 ay sonra 1961 yılında Osmanlı Devleti'nin subayların ihtiyaçlarını karşılamak için 
yarattığı fondan devredilerek 50 bin altınla kurulan OYAK olmuştur. Kurumun 
kuruluşu 3 Ocak 1961 kabul edilen Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu'na 
dayanmaktadır. Üye olması zorunlu subay ve astsubayların maaşlarının %10'u ve yedek subayların maaşlarının %5'i her ay bu fona aktarıldı.

Bir başka gelişme ise darbeyi meşru kılmak adına gerçekleştirilmiştir. Mustafa 
Kemal Atatürk tarafından konulan ve askerin siyasete müdahale etmesini 
kesinlikle yasaklayan mevcut 22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza 
Kanunu dışında, 27 Mayıs'tan sonra 4 Ocak 1961 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu çıkarıldı ve Türk Silahlı Kuvvetleri daha sonraki darbe ve teşebbüslerini bu kanunun 35. ve 85. maddesine dayandırdı. 27 Mayıs İhtilali'nin Türkiye'de askeri darbelerin meşru olduğu intibasını yarattığı ve diğer askeri darbelerin yolunu açtığı yönünde iddialar bulunmaktadır.

Ayrıca 6 Haziran 1961'de ordu içinde Milli Birlik Komitesine muhalif olan 
general ve subaylar Silahlı Kuvvetler (SKB)'ni kurmuş ve sembolik başkanlığına 
Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı getirmişlerdir. SKB ordunun yönetimde 
kalmasından yanaydı ve parlamentonun açılmasına taraftar değildi. SKB, MBK 
tarafından Washington'a atanan İrfan Tansel'in bindiği uçağı yanlı jetler ile 
havada geri çevirerek Hava Kuvvetleri Komutanlığına tekrar getirilmesini 
sağlayacak kadar güçlenmiştir. Bu olay üzerine Cemal Madanoğlu görevinden istifa etti.

Tabiki Darbe sonrasının en önemli gelişmesi Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası'nın Hazırlanması olarak karşımıza çıkmaktadır. 6 Ocak 1961'de MBK ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan Kurucu Meclis kuruldu. Daha sonra Enver Ziya Karal ve Turhan Fevzioğlu başkanlığında Kurucu Meclis'e bağlı 20 kişilik bir anayasa komitesi kurularak yeni anayasa için çalışmalara başlandı.Yeni hazırlanan anayasada 1924'ndan farklı olarak halkçılık, devletçilik ve inkılâpçılığa yer verilmemiş, milliyetçilik ise Milli Devlet olarak değiştirilmiştir. İlk kez Sosyal Devlet ilkesi bu anayasa ile ortaya çıkmıştır. Adalet Partisi de resmi olarak yeni 
anayasanın 1924 Anayasası'na kıyasla "ileri bir adım" olacağını belirtmiştir. 
Ancak Adalet Partisi'nin desteğiyle "hayırda hayır vardır", "hayır deyin hayırlı 
olsun", "demli çay" ("hayır" oyunun renginin kırmızı olmasından) gibi 
sloganlarıyla "hayır" kampanyası yürütülmüştür. Hatta "Mr Referandum" adlı bir 
Amerikalının olduğu ve "evet" oyu vermesinin o Amerikalıya evet demek anlamına geleceği anlatılmıştır. 9 Temmuz 1961'de yapılan halk oylaması sonucu 1961 Anayasası %61.7 gibi bir evet oranıyla kabul edilse de, bazı akademisyenler ve uzmanlar %40'a yakın hayır oyunun oldukça anlamlı olduğunu ileri sürdüler ve yeni Anayasanın toplumun ciddi bir kesimi tarafından onaylanmadığını savundular. 

Lakin oluşturulan yeni Anayasa son derece özgürlükçü ve tüm temel ilke ile 
hakları koruma altına alan bir yapıda özellik arzetmekte idi. Baskıcı bir 
rejimin sebep olduğu darbe kendisine bu zemini hazırlayan gelişmelerin bir daha yaşanmaması için elinden geleni yapıyordu. Oluşturulan Anayasa bu açıdan takdire şayan bir özellik arzetmektedir.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken Adnan Menderes'in idamından üç hafta sonra yapılan seçimlerde yani 15 Ekim 1961'de Demokrat Parti'nin oy tabanının "mirasçıları" Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi oyların % 62'sini alarak 277 milletvekili çıkarmışlardır. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi 173 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçim "Menderes'in zaferi" olarak nitelendirilmiş ve ordu durumdan rahatsız olmuştur. 25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve askeri rejim sona ermiştir. Burda ki tepki Demokrat Parti yönetiminin 1955 sonrası uyguladığı dikta yönetime destek niteliğinde değil gerçeklerin yanı sıra abartılarıda içerisinde barındıran Demokrat Parti Yönetimine yapılan karalama kampanyalarına karşı olmuştur. Yassı ada yargı süreci başta büyük bir destek alan askeri darbeye olan sempatiyi yok etmiştir.

Ayrıca ordu içinde MBK kadar etkili olmaya başlayan SKB, seçimlerin millî 
iradeyi tam olarak yansıtmadığı ve yeni bir darbenin gerektiğini savunmuştur. 21 Ekim'de MBK'nın İstanbul kanadına bağlı 10 general ve 18 albay toplanmış ve en geç 25 Ekim'e kadar yönetime el koyacağını kararlaştıran "21 Ekim protokolü" imzalamışlardır. 22 Ekim'de MBK'nın Ankara kanadı aynı içerikteki "Mürted Protokolü" imzalamış, fakat SKB onursal başkanı durumunda bulunan Cevdet Sunay'ın müdahalesiyle protokoller askıya alınmış ve siyasi parti liderleriyle uzlaşma yolu tercih edilmiştir. Bunun için 24 Ekim'de Çankaya'da Ragıp Gümüşpala (Adalet Partisi), Ekrem Alican (Yeni Türkiye Partisi), İsmet İnönü (Cumhuriyet Halk Partisi), Osman Bölükbaşı (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin önünde Yassıada mahkûmlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar Derneğine bağlı subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzalamışlardır.Ali Fuat Başgil'in MBK üyeleri tarafından ölümle tehdit edilerek adaylıktan çekilmesiyle 26 Ekim 1961'de yapılan seçimle tek aday Cemal Gürsel cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.

Darbe süreci ve sonrası oluşan yönetim askerin darbeye ihtiyaç duymadan ülke 
yönetiminde etkili olabilmesini sağlamak için yeni oluşumlara imza atmışlardır. 
Ülkenin milli güvenlik politikalarının belirlenmesi amacıyla daha önce çeşitli 
kararname ve kanunlarla kurulan Yüksek Müdafaa Meclisi Umumi Katipliği ve Milli Savunma Yüksek Kurulu, 1961 Anayasası'nda Milli Güvenlik Kurulu ismiyle 
düzenlenmiş ve halen görevini yerine getirmektedir.

Darbenin meşrulaştırılması içinse Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru 
bozan fiiller hakkında kanun hazırlanıp, 5 Mart 1962'de kabul edilen 38 Sayılı 
Kanun'da darbeyi eleştirmenin suç olduğu vurgulanmışdır. Bu kanunun birinci 
maddesinin B bendinde şöyle denilmektedir; “27 Mayıs 1960 devrimini 
zedeleyebilecek şekilde: Bu devrimin neticesi olarak Yüksek Adalet Divanınca 
veya sair kaza mercilerince verilmiş ve kesinleşmiş olan karar ve hükümleri, söz 
yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya sair vasıta ve suretlerle 
kötüleyenler veya üstü kapalı da olsa matufiyeti belli olacak şekilde kötülemeye 
çalışanlar veya mahkûm edilenlerin mahkûmiyetlerine esas teşkil eden fiillerini 
yahut şahıslarını övenler veya neticelenmiş hazırlık, ilk, son tahkikat veya 
infaz safhalarıyla ilgili resim, hatırat, röportaj yapanlar veya beyanat 
verenler hakkında bu kanunda belirtilen 5 madde gereğince Anayasa Mahkemesi'nde dava açılır” Bu davalardan birene örnek olarak Yeni Demokrat Parti genel başkanı Fuad Köprülü'nün, "af ancak bir haksızlığın tamiri olacaktır" sözleri üzerine açılan kamu davası gösterilebilir.

Dönemde oluşturulan bazı yapılanmalar ise Anayasa Mahkemesi, ( 22 Nisan 1962'de Anayasa Mahkemesi Kanunu kabul edilmiş ve 20 Aralık'ta çalışmalarına 
başlamıştır. Kurucu meclis; yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere bir Anayasa Mahkemesi kurulmasına karar verdi.), Yüksek Hakimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo Televizyon Kumru, Cumhuriyet Senatosu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı Geliştirme Etüt Merkezi, Milli Prodüktivite Merkezi, Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Darbe ile ilgili dönemin taraflarınca yapılan bazı açıklamalar ise şöyledir;

Celal Bayar (Cumhurbaşkanı):Ve yine hiç şüphe etmiyorum 27 Mayıs başarıya 
ulaşmamış ya da hiç yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi dejenere edilebilecekti.

Cemal Gürsel (MBK lideri): Demokrat Parti'nin memlekete yaptığı en büyük 
kötülüklerden biri orduyu ihtilale zorlaması olmuştur.

Süleyman Demirel (Devlet Su İşleri Genel Müdürü):(1950) Devlete karşı, onların yönettiği devlete karşı kazanılmış bir zaferdi... Onların elinden devleti alma hareketidir. 1960, halkın elinden devleti alma hareketidir.

Bülent Ecevit (Cumhuriyet Halk Partisi Ankara milletvekili):60 İhtilali... Ve 
kaptılar, işte kendileri güya demokrasisinin bayraktarlığını yapıyorlar... 
Müdahaleci ekip. Fakat ne yaptılar; üniversiteden geçmeler, 147’ler olayı, 
arkasından Bab-ı Ali önünden geçeceğiz lafları derken birden, bir ülke ve kültür 
birliği projesi ortaya çıktı. Bunu biz orataya çıkardık. Dünyada görülmemiş bir 
totaliter rejim projesi, yani Nazi Almanyası'nda bile eşi görülmemiş bir proje.

ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Dairesi'nin 1961 tarihli 
değerlendirme raporu:Türk Silahlı Kuvvetleri'nce yapılan kansız darbe, Türkiye 
dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin apolitik olduğu 
ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inanışı yıkmıştır.

Son söz olarak 1950’lerde demokrasiyi ve refahı vaad ederek iktidara gelen 
Demokrat Parti Yönetimi, 10 yıllıklık iktidarının özellikle ikinci döneminde 
verilen vaadleri tamamen unutarak baskı ve totaliter bir rejim uygulamıştır. 
Ülke hem ekonomik hemde sosyal olarak bir kaosa sürüklenmiş, taraflar kesin 
çizgilerle ayrılarak, bir taraf için sınırsız teşvikler uygulanırken muhalif 
kanat ise illegal bir şekilde engellenmiş ve açıklaması yapılamayacak 
yasaklamalarla karşılaşmıştır. Süreç içerisinde oluşan ekonomik olarak dışa 
bağımlılık, Atatürk ilke, inkılap ve devrimlerine karşı yapılan sekteler, 
muhalefete uygulanan baskı ve oluşturulan kumpaslar.... vb. neticesinde hem 
halkın önemli bir kesiminde hemde askeriyede büyük rahatsızlıklar oluşmuştur. 
Süreç olarak ele alanıcak olursa yönetimin yaptığı hatalar bu darbeye zemin 
hazırlamıştır. Lakin şunu unutmamak gerekir ki askeri darbe hiçbir zaman bir 
tercih değildir. Ülke kendi sorunlarını demokrasi aracılığı ile çözmek 
mecburiyetindedir. Zaten ülkemizde gerçekleşen iki darbede başlangıcı itibari 
ile halk ve aydın kesim tarafından desteklenirken sonraki süreçte bu destek 
tamamen yok olmuştur. Çünkü özgürlüğü, barışı ve refahı getireceğini vaad eden darbeler neticede önceki süreçten daha olumsuz bir hava yaratmışlardır. Kendi yaptıkları tercihleri meşru kılabilmek için dikta bir yönetim ile baskı rejimini ülke geneline yaymışlardır.

Unutmamak gerekirki en kötü durumlarda bile Askeri darbe çözüm değildir, en kötü suçlarda bile idam kimseye hak veya ceza değildir ve kabullenilemez...

ALİ NECATİ DOĞAN

http://blog.milliyet.com.tr/yakin-tarihimizin-utanc-veren-olaylari--27-mayis-darbesi--1960/Blog/?BlogNo=212490

..


Yakın Tarihimizin Utanç veren Olayları, 27 Mayıs Darbesi, 1960 BÖLÜM 1

Yakın Tarihimizin Utanç veren Olayları: 27 Mayıs Darbesi, 1960 BÖLÜM 1


Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 27 Mayıs Darbesi, 1960
Utanmasını Bilmeyen bir millet, Hata yapmaya mahkumdur...

27 Mayıs Darbesi, 27 Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 
gerçekleşmiş ilk askeri darbe olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca 27 Mayıs Askerî 
Müdahalesi, 27 Mayıs İhtilâli ya da 27 Mayıs Devrimi olarak da anılır. 1950 
yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve 
kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri 
içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el 
koymuş ve yönetimi kısa bir süreliğine sürdürerek önemli revizyonlara imza 
atmışlardır. Darbeye doğru ilerleyen süreçte ülkenin içine sokulduğu karanlık 
duruma rağmen hiçbir darbe çözüm olarak düşünülemez. Dönemin tarihsel seyri dikkate alındığında bu olumsuz akışı kabullenebilmek tabiî ki mümkün değildir lakin yapılması gerekenin darbe olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu darbe neticesinde 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasa ve TBMM'yi 
feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan 
Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Paşa ve Kore gazisi Tahsin Yazıcı da tutuklananlar arasındaydı.


Milli Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp 
Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla 
Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını söylemesi üzerine darbeden haberi 
olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi'nin başına 
getirildi. Bu darbenin daha sonraki yıllarda meydana gelen askeri darbelerden 
farkı, Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yapılmamış olmasıydı; 
nitekim dönemin Genelkurmay başkanı da yönetime el koyan askeri güçler 
tarafından tutuklanmıştı. Bu özelliğine rağmen kalıcı olabilmesi ve önemli 
değişikliklere imza atabilmesi son derece ilginç bir durum oluşturmuştur.

27 Mayıs Askeri Darbesinin nedenlerine gelecek olursak; 1950'li yılların 
sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını duyan Adnan 
Menderes'in çevresine "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim" dediği 
iddia edilerek ordu mensupları tahrik ediliyor olması gibi birçok neden 
sayılabilir. Lakin bu neden zaten ülkede yaşanılan baskı ve dikta yönetime dair 
oluşan tepkinin birikmesinin yanında zaten tüm anlamı ile rahatsız olan ordunun 
hareket almasında ki küçük bir etkidir. Yassıada Yargılamaları sırasında Refik 
Koraltan'ın avukatlığını yapan Hüsamettin Cindoruk, Mahkeme başsavcısının 
Menderes'e bu konuyu sorması üzerine Menderes'in “Efendim ben devleti idare 
ettim, yedek subaylık yaptım, kendi gücümü biliyorum. Bu ordu yedek subaylarla nasıl idare edilir. Bunu kim uydurmuş?” dediğini belirtmiştir. Kendisinin bu lafı söyleyip söylemediği kesin olarak bilinmemekle birlikte darbeyi hazırlayanların bu sözleri propaganda amacıyla kullandığı yönünde söylentilerde mevcuttur. Bu sözler 27 Mayıs'tan sonra da darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmış mıdır bilinmez ama gerçekleşen bu darbeye dair ülkemizde hala net bir görüş yoktur. Bir kesim tarafından kahraman olarak anılan Demokrat Parti yönetimi, diğer bir kesim tarafından vatan haini olarak atfedilmektedir. Bu durumda darbeye dair birçok tartışmayı beraberinde getirmektedir.

Darbenin nedeninin Menderes hükümetinin uygulamaları ve çıkardığı yasalar 
olduğu, cunta yönetimi tarafından ileri sürülmüş, MBK; darbeyi, kardeş kavgasına son vermek ve bütün askeri darbelerde ileri sürüldüğü gibi laiklik ilkesine aykırı uygulamaları durdurmak için yaptığını belirtmiştir. Ayrıca kimi subaylar ve ülkenin önemli bir kesimi DP iktidarının Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiğini düşünmekteydi. Bunların dışında, darbenin iktidarı geleneksel elit 
iktidar gruplarına (ordu ile siyasî bürokrasiye) vermek amacıyla yapıldığını öne 
süren kaynaklar da mevcuttur. Ayrıca başlangıç aşamasında sayılabilecek bir 
ekonomik kriz havasının da darbenin etkenlerinden olduğu belirtilmektedir.

Darbe öncesi döneme bakacak olursak DP anayasa ihlalleriyle suçlamaktadır. Adnan Menderes'in üniversite çevrelerine "kara cübbeliler" olarak hitap ettiği ve bunun yayınlanmaması için basına yasak koyduğu iddia edilir. Ayrıca diğer tüm olgularda olduğu gibi basın üzerinde yapılan yasaklama ve baskılarda zirveye ulaşmış, yandaş basın desteklenirken muhalif basın her türlü gayrı meşru yöntemle sindirilmiştir. Üniversite çevreleri ve bazı aydınlar ise ne yazık ki bukalemun misali iktidara yakın durmak maksadı ile tüm bu baskı ve dikta yönetim anlayışına destek verirler. İhtilalden bir ay önce İstanbul Üniversitesi'nde DP karşıtı bir eylem zorlukla bastırılır. Eylemi bastırmakla görevli askerlerin tutumu ordunun da DP'ye cephe aldığını göstermektedir. Bu olaya şahit olan Ali Fuat Başgil o an, gördüklerini şu şekilde değerlendirir; “Tamam dedim. Bu hareket orduya da sirayet ettiğine göre, artık Menderes Hükümeti gitmiştir.”

Tırmanan olaylardan ve huzursuz ortamdan muhalefet partisi CHP'yi sorumlu tutan Demokrat Parti'nin, 2 Ağustos 1958 tarihli bir Meclis grubu bildirisi şu 
şekildeydi:"CHP idarecileri, Meclis ve hükümetin meşruiyet ve istikrarını, 
şiddet yolu ile tahrip etmenin mümkün, hatta lazım olduğu kanaatini uyandırmaya müncer olacak, çok tehlikeli bir yola girmişlerdir"

Ayrıca dış politikada Menderes, iktidarının son yıllarında artık Marshall Planı 
kapsamında Amerika'dan daha fazla kredi alamadığını görülmüş ve Seydişehir 
Aluminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu amaçla Sovyetler Birliği'ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin gelişmesi için 
Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı yapılmaktaydı. Nitekim, 
Demokrat Parti'nin devamı olan ve "Demokrat Partisinin C Takımı", "Hışımlılar" 
ve "Müfritler" adıyla anılan Adalet Partisi, darbeden yıllar sonra yapılan 
seçimlerde 1965 yılında tek başına iktidara geldiğinde, Adnan Menderes döneminde projesi yapılıp da kredi yokluğundan gerçekleştirilemeyen bu projeleri Sovyetler Birliği'nden alınan proje kredileriyle bitirmiştir. Bu duruma göre ihtilalin arkasında başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve CIA’nin varlığı iddialarını ortaya atmıştır. Lakin Demokrat Parti döneminin tamamına bakılınca Türkiye’nin son derece şiddetli olarak ABD’ye yaklaştığı, ekonomik olarak tüm bağlantılarını ABD’ye bağladığı görülmektedir. Bugün ki ekonomik esaretin ilk halkaları O günlerde atılmış ve bu durum ülkenin aydın ve ilerici kesimleri tarafından son derece sert bir şekilde eleştirilmiştir.

Ülkeyi darbeye sürükleyen süreçte 27 Ekim 1957 seçimlerinin oldukça sert bir 
hava içerisinde yapılması da son derece etkili olmuştur. DP seçimler öncesinde 
yasal düzenlemeler yaparak, muhalefetin bütünleşerek seçimlere bir cephe halinde girmesini engellemiş seçimlerin sonucuna daha seçim olmadan müdahale etmiştir. 

Demokrasinin baskılarla sekteye uğratılması iddialara göre CHP'li seçmenlerin 
kütüklere yazılmaması ve bazı yerlerde sandıklarda seçim sonuçlarının bile 
değiştirilmesi ile devam ediyor. Seçim sonrasında Kayseri, Giresun, Çanakkale ve Samsun'da gösteriler yapılmış ve kavgalar yaşanmıştır. Gaziantep'te ise radyo ve gazeteler önce CHP'nin zaferini ilan etmiş fakat daha sonra "köyden gelen oylar" ile seçim sonucunu DP'nin zaferi olarak değiştirilmiştir. CHP'nin itirazı üzerine oy pusulaları Gaziantep Adliyesi binasına getirilmiş ancak Gaziantep Adliyesi oy pusulalarıyla birlikte yanmıştır. İsmet İnönü, bu usulsüzlükleri "Kütük Marifetleri" ve İçişleri Bakanı Namık Gedik'i de "Kütük Bakanı" olarak adlandırmıştır. DP hükûmeti bu "Antep hadisesi" haberlerinin yayınlanması daha öncesinde yasaklanan birçok yayın gibi yasaklamıştır. DP iktidar gücünü her daim iktidarın ve baskının devamını sağlamak için illegal bir şekilde kullanmıştır.

Seçim sonucunda ise DP oyların %47, 88'ini alarak yürürlükteki çoğunluk esasına dayalı seçim sistemi sayesinde 424 milletvekili çıkarmıştır. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu CHP ise her türlü hile iddiasına rağmen %41, 09 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştır. Seçim öncesi değiştirilen seçim sistemi ve seçim sürecinde yapılan illegal hareketler neticesinde temsili demokrasi işlevsiz 
bırakılmıştır. Seçimin diğer katılanları olan Cumhuriyetçi Millet Partisi ve 
Hürriyet Partisi ise dörder milletvekilliği kazanmışlardır. Muhalefetin toplam 
oy miktarı DP'yi geride bırakıyordu. Demokrat Parti, matematiksel olarak 
muhalefet partilerinin oyları karşısında azınlığın iktidarı konumundaydı. 
Seçimlerden sonra, siyasal ortamdaki gerginlik artarak devam etti. CHP yurt 
çapında destek görmeye başlamıştı. Bir önceki seçimde %35 olan oy oranını % 41'e yükseltmesi bunun göstergesiydi. Oysa DP 1954'te % 57 olan oy oranını % 47'ye düşürmüştü.

Darbeye götüren süreçte yaşanılan bir diğer olay ise Gizli komiteler ve Dokuz 
subay olayıdır. 1954'te İstanbul'da Dündür Seyhan ve Orhan Kabibay'ın kurduğu komiteye Faruk Güventürk, Ahmet Yıldız, Suphi Görsoytrak, Orhan Erkanlı ve Necati Ünsalan gibi genç subaylar katılmışlardır. Ankara'da ise Talat Aydemir, Millî Müdafaa Vekili Ethem Menders'in yaveri Adnan Çelikoğlu, Sezai Okan, Osman Köksal ve yandaşları ayrı bir komite kurmuşlardır. 1957'de de İstanbul ve Ankara'daki iki komite birleşmiştir.

Birleşik komite 27 Ekim 1957'de öngörülen seçimlerinde DP'nin kaybedeceğini 
varsayarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde zırhlı birlikler ile şeref 
tribünündeki DP'lileri tutuklayarak yönetime el koymayı planladı. Fakat seçimde 
DP kazandığı için darbe Şubat 1958'e ertelenmişti.

Bu arada 16 Ocak 1958'de komite üyesi Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu'nun ihbarı üzerine emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu ve Kuşçu'nun kendisi başta olmak üzere 9 subay tutuklanmıştır. 
Yargılamalar sonucunda 8 subay beraat etmiş ve Kuşçu "iftira" suçundan mahkûm olmuş ve yapılan planlar rafa kaldırılmak zorunda kalınmıştır.

Tüm bu gelişmeleri takiben CHP'nin 1959 yılındaki XIV. kurultayında, ülkenin 
acilen ihtiyaç duyduğu bazı değişiklikler için çaba gösterilmesi kararlaştırıldı. "İlk Hedefler Beyannamesi" adıyla hazırlanan bildirinin, 1961 Anayasası'nın temelini oluşturduğu ileri sürülür. Bildiri metnindeki başlıklar şu şekildeydi:

1. Eşit Muamele, 
2. II. Meclis, 
3. Anayasa Mahkemesi, 
4. Nisbi Temsil Usulü, 
5. Yüksek Hakimler Şurası'nın kurulması, 
6. Memurlar Kanunu'nun düzenlenmesi, 
7. Baskıdan uzak tutulan bir basın rejiminin kurulması, 
8. Üniversite muhtariyeti, 
9. Sosyal Güven ve Sosyal Adalet esaslarının teminat altına alınması, 
10. Yüksek İktisat Şurası'nın kurulması

Ülkede tüm bu gelişmeler ve sancılar yaşanırken 17 Şubat 1959'da Menderes'in 
başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düşer. Bu uçak kazasından Menderes'in yara almadan kurtulması iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açsa da bu durum fazla sürmez. 1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıkar ve CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takarlar.

29 Nisan'da İnönü Trikupis'i esir aldığı Uşak'ı "Büyük Taarruz"un ilk durağı 
olarak seçmiş ancak oraya ulaştığında taşlı saldırıya uğrayıp, başından 
yaralanmıştır. İçişleri Bakanının emriyle İnönü'nün gezisini engelleyen Uşak 
valisi İlhan Engin'e muhalif basın 'İktidarın "Uşak" Valisi' demeye başlamıştır. 
Tabiî ki bu söylem basına birçok yasaklama ve engelleme olarak geri dönecektir.

Ayrıca İnönü, Manisa ve İzmir'den sonra 4 Mayıs'ta İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy Havalimanı'ndan şehir merkezine giderken Topkapı'da önce trafik müdürü tarafından durdurulmuş ve sonra halkın saldırısına uğramıştır. Polisler ve askerler müdahale etmemişlerdir. Ancak o sırada Binbaşı Kenan Bayraktar'ın 
emriyle askerler müdahale etmiş ve İnönü kurtarılmıştır. Tüm olayların spontane bir gelişmemi yoksa iktidar tarafından yapılan bir planın bir parçası mı olduğu taraflar tarafından hala tartışılmaktadır.

O yıllarda birçok ilde CHP-DP arasında olaylar patlak vermiştir. 1960 başlarında 
basında sansür artmıştı, gazeteler sansür nedeni ile beyaz sayfalarla çıkıyordu. 
Cezaevleri tutuklu gazetecilerle doluydu. 2 Nisan 1960'ta Kayseri'ye gelen İsmet İnönü'nün treni, vali Ahmet Kınık'ın emriyle durduruldu. Kendisine İnönü'nün Himmet Dede Demiryolu İstasyonu'nda trenin durdurulması ve yolunun kesilmesi için emir verilmiş Binbaşı Selahattin Çetiner, "Sizin yolunuzu kesmek ve sizin Kayseri'ye gitmenize engel olmaktansa intiharı tercih ederim" sözlerini söylemiştir. Olaydan sonra emekli edilmiş; ancak Danıştay Kararı ile göreve iade edilmiş, daha sonra orduda Generalliğe kadar yükselmiş, 12 Eylül Darbesi sonrası kurulan hükümette İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Zorlukla yoluna devam eden İsmet İnönü'yü Kayseri'de 50 bin kişi karşılamıştır. Seçim öncesi meydana gelen bu olaydan dönemin Ulaştırma Bakanı sorumlu tutulmuş ve 27 Mayıs Darbesi'nden sonra hazırlanan 1961 Anayasası'na Millet Meclisi genel seçimlerinden önce Ulaştırma, İçişleri ve Adalet Bakanları çekilir(m. 109) maddesinin eklenmesinin sebebi olarak da bu olay gösterilmiştir.

Nisan 1960'ta TBMM'de gazete ve dergilerin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" 
faaliyetlerini inceleyerek meclise bildirmek için Ahmet Hamdi Sancar 
başkanlığında kurulan Tahkikat Komisyonu meclis ile ilgili bütün neşriyatı 
yasaklayınca DP-CHP ilişkisi daha gerginleşmiştir. CHP'lilerin konuşmaları 
basına yansımadan elden ele dolaşmıştır. DP yönetimi bu konuşmalarını "İhtilal 
beyannameleri" olarak adlandırmıştır.

18 Nisan 1960 günü Mazlum Kayalar ve Baha Akşit'in CHP'nin "yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı" faaliyetleri olduğu gerekçesiyle meclis araştırmasına açılması yolundaki önerge karşısında İnönü şöyle konuştu; “Biz demokratik rejim dedik, bu rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır. Bu tedbire teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore 
Milleti kadar haysiyeti yoktur.”

CHP Genel Başkanı uyarılarını sürdürdü. 27 Nisan 1960 günkü TBMM toplantısında İnönü tekrar Tahkikat Komisyonu'nu hedef alınca Meclis, İnönü'ye oniki oturum toplantılara katılmama cezası verildi. Kararı protesto eden CHP milletvekilleri Meclisten polis zoru ile uzaklaştırıldı.

27 Nisan 1960'ta Tahkikat Encümenlerinin görev ve yetkileri hakkında kanun 
teklifi konuşmasını yapan İnönü'ye Afyon milletvekili Murat Ali Ülgen: "Kürsüden ihtilal beyannamesi okudun paşam" demiştir.

Bu ara iktidara karşı tepkiler artarken 28 Nisan'da İstanbul'da 29 Nisan'da 
Ankara'da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırılmış, bu şiddet insanların 
tepkilerine neden olmuştur. İstanbul'da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci 
yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz 
polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Bundan dolayı "Kanlı Perşembe" olarak 
anılmıştır. DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan etti. Öğrenciler hep bir 
ağızdan Gazi Osman Paşa'nın kahramanlığı için yazılan Plevne Marşı'nın 
değiştirilmiş hâli olan Olur mu böyle olur mu şarkısını söylüyordu: Olur mu, 
böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya 
size kalır mı?

Bu olaylarda polisler "Kahrolsun diktatörler", "Hürriyet isteriz" sloganları 
atan öğrencileri dağıtmaya çalışmışlardır. Ancak "Türk ordusu çok yaşa" sloganı 
atan öğrenciler ile askerler arasında dayanışma yaşanmış ve askerler polislerin 
teslim ettikleri öğrencileri serbest bırakmışlardır.

Harp okulu öğrencileri bir yandan Atatürk Bulvarı'nda sessiz yürüyüş yapmış ve 
öte yandan 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan Başbakanı Nehru'yu 
karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için aynı arabaya binecek 
olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planlamıştır. Ancak yabancı misafir varken bu tür hareketlere girişmenin dış dünyaya karşı olumsuz etki yaratacağı kanaatine varılarak plan reddedilmiştir.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken 3 Mayıs 1960'ta Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel Milli Müdafaa Vekili Ethem Menderes'e bir mektup iletmiş ve Kara Kuvvetleri Kumandanlığı Karargâhına da veda mesajı göndermiştir. Gürsel'in veda mektubundan sonra liderini yitiren gizli örgüt, önce Genelkurmay İkinci başkanı Cevdet Sunay'a başvurmuş fakat olumlu yanıt alamayınca 1. Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e başvurmuş fakat ne olumlu ne de olumsuz yanıt alabilmiştir. Orhan Kabibay Kore'den tanıdığı "argo bir adam" olan Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı Tümgeneral Cemal Madanoğlu'nu önermiş fakat Madanoğlu şu şekilde tereddütünü dile getirmiştir: ‘Ulan biliyorsun bende t……. var, kafa yok.’ Orhan Kabibay, düşünmek için 24 saat izin vermiş ve süre dolduğunda Madanoğlu şu yanıtı vermiştir: ‘Ulan, erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum!’

Dönemin diğer büyük kitle olayı ise 555K diye anılan ve 5 Mayıs 1960 tarihinde, 
Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto 
eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan 
eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır. 28 
ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda 
öğrencilerin hayatını kaybetmesi ve Turan Emeksiz isimli öğrencinin ölmesi 
ülkedeki ortamı kutuplaşmaya sürükledi. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreyya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz?” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz!” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?” aktarılan bu anekdot farklı isimlerle özdeşik olarakta anlatılmaktadır. Bu olayın gerçekleşip 
gerçekleşmediği veya kimler arasında olduğu hala tartışılmaktadır.

Adnan Menderes, 28-29 Nisan ve 5 Mayıs olaylarından sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan "Kara Cübbeliler" olarak söz etmeye başlamıştır. Bu olay birçok kesimle sorun yaşayan Menderes’in akademik çevreye karşı olarakta artık sert bir tavır aldığının göstergesidir.

Millî Birlik Komitesi iktidarı 

Alınan kararlar neticesinde Başkent Ankara'yı ele geçirmek için Tümgeneral 
Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ 
komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi (Etimesgut), Süvari Yarbay Reşit Çölok 
komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozkaya komutasındaki Tank Taburu (Harp Okulu arkası) gibi birliklerin ikna edilmesi ya da etkisizleştirilmesi 
gerekirdi.

23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak kararlaştırılmış ve 
parolalar belirlenmiştir. Zamanında gerçekleşirse "Dündar Seyhan'ın oğlu 
sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde "Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye 
kaldı." 27 Mayıs 1960 sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 
3.30'da tanklar hareket etti. Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından 
radyoda okunan ilk bildiri ile harekât bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi.

İlk olarak Tuğgeneral Yusuf Demirdağ evinden alınıp Harp Okulu'na getirilmiş ve 
nezarethaneye kapatılmıştır. Bundan sonra Refik Koraltan getirilmiştir. 2. Ordu 
komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da enterne edilmiştir. Celal Bayar Çankaya 
Köşkunde Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Topçu Yarbay Abdullah Tardu, 
Kurmay Albay Sami Küçük tarafından gözaltına alınmıştır. Bu arada komite 
üyelerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı Kurmay Albay Osman Köksal da yanlışlıkla içeriye kapatılmıştır.

Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur tarafından gözaltına alınmış ve Ankara'ya getirilmiştir. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda, tutulmuşlardır.

Cemal Gürsel, İstanbul Yeşilköy Askerî Havaalanı'ndan kalkan C-47 ile İzmir 
Karşıyaka Bostanlı'daki evinden alınıp saat 11.30'da Ankara'ya Harp Tarih 
binasına gelmiş ve saat 16'da radyoda konuşma yapmıştır.

27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama geçildiği 15 Ekim 1961 
yılına kadar geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi (MBK) eliyle cunta olarak 
iktidarda olduğu dönemdir. Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal bütün hak ve yetkileri 38 subaydan kurulu MBK’nin eline geçmiştir. MBK ülkeyi yayımladığı tebliğlerle askeri cunta olarak idare etmiştir.

3 numaralı Tebliğ ile her türlü siyasi parti neşriyat ve faaliyetleri, gösteri 
yürüyüşleri ve her türlü toplantı yasaklanmıştır. MBK faaliyetlerinin aksamaması 
için telsiz ve telefon görüşmelerini kısıtlayan 4 ve 5 numaralı Tebliğlerden 
sonra, ordunun görevini açıklayan 6 numaralı Tebliğ yayımlanmıştır. 6 numaralı 
Tebliğin ilk fıkrasında, “Türk Ordusu bir kere daha tarihi bir vazife karşısında 
bulunuyor. Bu vazife; dâhilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen 
hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır” demektedir.

Aynı şekilde 13 ve 32 numaralı Tebliğlerde bu darbenin yapılış gerekçeleri şöyle 
yer bulmuştur; “Biz vatandaşları birbirine düşürecek bir kardeş kavgasını 
önlemek için bu işe giriştik”. “Milli İnkılâp, hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin 
lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem halkımızın, köylü ve 
işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetinin teminatı, iktisadi 
kalkınması, ana prensibimizdir. Vatandaşların hususi işlerinde ve her türlü 
çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde bulunmaları esastır.”

27 Mayıs sabahı, Askerler; İstanbul Üniversitesi'nden Sıdık Sami Onar, Hıfzı 
Veldet Velidedeoğlu, Naci Şenşoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı ve İşmet Giritli'yi askeri bir uçakla Ankara'ya getirmişlerdir. 28 Mayıs günü komisyona Ankara'da iştirak eden Muammer Aksoy, İlhan Arsel ve Bahri Savcı ile birlikte yeni bir anayasa taslağını hazırlamak için çalışmalara 
başlamışlardır. Başkanlığına getirilen Sıddık Sami Onar'ın adıyla "Onar 
Komisyonu" olarak anılmıştır.

Millî Birlik Komitesi, DP'liler hakkında daha sonradan büyük tartışmalara 
sebebiyet veren bazı haberler yaymaya başlamıştı. MBK, Demokrat Partililerin 
yurtdışına kaçarken yakalandığını ve beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, 
mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandığını iddia etti. Komite ayrıca 28 
Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce gencin öldürüldükten sonra kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömüldüğünü ve bir kısmının hayvan yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini öne sürmüş ve bu gençler "Hürriyet Şehitleri" olarak adlandırılmıştır. 2 Haziran 1960’ta İstanbul 
Üniversitesi rektörü Sıdık Sami Onar, Üniversitesi Yönetim Kurulu'nun memleketi hürriyete kavuşturmak için şehit düşenler adına anıt inşa etmeye karar verdiğini açıklamıştır. 3 Haziran'da “MBK Hürriyet Şehitlerimizin tesbiti işine Silahlı Kuvvetlerimizin idareyi aldığı andan itibaren ehemmiyetle devam edilmektedir” diyen bir tebliğ yayınlamıştır. Fakat gençlerin cesetleri hiç ortaya çıkmayınca, 9 Haziran'da Sıddık Sami Onar “Naaşları belki bulamayacağız ama ölülerimiz vardır.” diye konuşmuştur. 10 Haziran'da 28 Nisan olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Küçükpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu öğrencisi Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin'in naaşları Anıtkabir'deki "Hürriyet Şehitliği"ne nakledilmiştir.

MBK üyelerinin kimlikleri 18 Haziran 1960'ta açıklanmıştır. Yurt dışında bulunan 
gizli komite mensupları Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi Koçaş komiteye 
girmemişlerdir.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***