31 Aralık 2017 Pazar

DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLUYU, PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 3

DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLUYU,  PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 3


Siyasi Kürtçülük faaliyetinin ilk kez Mısır’da ngiltere’nin tesvikiyle 
olusturuldugunu görmekteyiz. Mısır’da 1898 tarihinde Mithat Bedirhan 
tarafından Kürdistan adlı bir gazetenin çıkarılmaya baslanması Kürtçülük 
faaliyetleri açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu 
gazete daha sonraları Avrupalı devletlerin destegi ile Cenevre, Londra, Folkton 
gibi yerlerde çıkmaya devam etmistir. Gazete tam olarak Avrupalı emperyalist 
devletlerin hâkimiyetine girdikten sonra iki esir halkın yani “Ermenistan ile 
Kürtlerin çıkar birligini savunan” bir yayın politikası izlemeye baslamıstır. 
Mondros Mütarekesinden sonra Osmanlı Devleti’nin zor durumundan 
yararlanmak isteyen ngiltere, stanbul’da birtakım Kürt cemiyetlerinin 
kurulmasına destek vermistir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ngiltere’nin Kürtçülük 
hareketlerinin bas tesvik ve tahrikçisi olmaya devam ettigini görüyoruz. 
Bunlardan 1924 yılındaki Nasturî syanı Musul’un Türkiye’ye geri verilmesi 
ihtimalini ortadan kaldırmak maksadıyla, ngiltere tarafından Nasturilerin tahrik 
edilmesiyle meydana gelmistir. Nasturi isyanından hemen sonra, Seyh Sait 
isyanının da benzer gerekçelerle Türkiye’nin Kerkük ve Musul bölgesini ele 
geçirme ihtimaline karsı ngiltere tarafından organize edildigini görüyoruz. Seyh 
Sait isyanı kısa sürede bastırılmıs ancak Musul ve Kerkük bölgeleri ve dolayısıyla petrol bölgesi Türkiye’den çalınmıstır. 

Bu olaylardan sonra isyan tesebbüsleri tam olarak bitmemistir. Bölge halkının sosyal yapısı ve asiret hayatı geregi, asiret ileri gelenleri, seyhler, seyitler, agalar, beyler cahil kitleyi kendi menfaatleri dogrultusunda çesitli maceralara sürüklemislerdir.43 

1984 yılına gelinceye kadar gerek Osmanlı, gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesinde irili ufaklı toplam 40 adet baskaldırı meydana gelmistir. Bu olaylar irdelendiginde asagıdaki, sonuçlara ulasılmaktadır.44 

İsyanlardan 15 adedi Osmanlı’nın son dönemlerinde, 25 adedi Cumhuriyet döneminde gerçeklestirilmistir. 

Osmanlı döneminde (Millî Mücadale yılları dâhil) 7 adet, Cumhuriyet döneminde 2 adet olmak üzere toplam 9 adet isyan, Osmanlı/Türkiye’nin bir baska ülke ile mücadele hâlinde oldugu dönemlere denk gelmektedir. 
Söz konusu 40 isyanın 11’inde dıs güçlerin açık tahriki ve destegi mevcuttur. 

İsyanların yogun olarak yasandıgı dönem 1919-1937 yılları arasıdır. 
İsyanların tespit edilebilen nedenleri arasında birinci öncelikle otoriteyi 
kabul etmemek, sahsî hırs ve intikam alma istegi, ikinci öncelikle vergi 
vermemek ve sapka giymek istememek gelmektedir. Kürtçülük temeline 
dayanan isyan sayısı sadece iki adettir. 

İsyanların tamamına yakınında elebası olarak asiret liderleri veya 
seyhler rol almıslardır. 

Osmanlı’nın veya Türkiye Cumhuriyetinin çesitli vesilelerle bölgedeki 
güç ve etkinliginin azaldıgı dönemlerde isyan daha sıklıkla görülmüstür. 
syanların tespit edilebilen nedenleri arasında birinci öncelikle devlet 
otoritesini kabul etmeme (%17), ikinci öncelikle sahsî hırs ve intikam alma istegi (%15), üçüncü öncelikle vergi vermeme ve sapka giymek istememe (%12) gelmektedir. Kürtçülük temeline dayanan isyan sayısı sadece iki adettir (%5). Söz konusu 40 isyanın 11’inde (%27) dıs güçlerin açık tahriki ve destegi 
mevcuttur. Buna ilâve olarak 5 adet (%12) isyan, Osmanlı/Türkiye’nin bir baska 
ülke ile mücadele hâlinde oldugu dönemlere denk gelmektedir. 

Bu noktada dikkati çeken bir baska husus, Kürtçülük adına faaliyette 
bulunan kisilerin büyük bir çogunlugunun ya istanbul’da ya da Avrupa’da ikamet ediyor olmalarıdır. Kürtlerin yasadıgı bölgelerde meydana gelen isyanların tamamı ya Osmanlı Devleti/Türkiye Cumhuriyeti ile mücadele içinde bulunan devletlerin, Osmanlı’yı/Türkiye’yi baska bir cephede çatısmaya sokarak kendi yükünü hafifletmek isteginden veya asiret reislerinin kisisel nedenlerinden 
kaynaklanmaktadır. 

Kürt asiret yapısı içerisinde tabanın olaylara müdahil olması söz konusu 
degildir; özellikle isyan olaylarında bazı asiretler olaylara istirak ederken bazı 
asiretler istirak etmemistir. Bu sonuçların da gösterdigi gibi olaylara istirak etme veya etmeme kararları halktan ziyade asiret reislerine aittir. Tabanın katkısı yok denecek ölçüdedir. Bu yaklasım Kürt milliyetçiligi konusu için de aynıdır. Genelde bu olayda rol alanlar, tabandan ziyade sehirlerde veya yurt dısında oturan elit kesim olmustur. 

3. PKK Terörünü Hazırlayan Nedenler 

a. Sosyo-Politik Nedenler 

27 Mayıs 1960 askerî müdahalesi sonrasında kabul edilen 1961 Anayasası ile saglanan genis özgürlük ortamı, dünya genelinde hüküm süren Soguk Savasın ideolojik çatısmaları ile Türkiye’de de kabul görmeye baslayan Marksizm fikri, bir süre sonra özellikle gençler arasında taraftar buldu. 

Marksizm, Dogu Anadolu’dan üniversitelere gelen bir kısım ögrenciler için 
olaylara yeni bir yorum getiriyor, bir ideoloji olarak tüm sorunlara sistematik 
cevaplar veriyordu. Bu ideolojik sekillenme, sonuçta hem bir yöntem, hem de 
politik ittifaklar için vazgeçilmez ve zengin bir zemin olusturuyordu. Ön plândaki 
ortak payda ise Sosyalizm’di.45 

1976 yılına kadar Türkiye genelinde gençlik tamamen politize oldugu ve 
yine o zamanlar çok sayıda grup ve dernek var oldugu için gençligin büyük bir 
bölümü bu grup ve derneklerin etrafında toplanmıstı.46 Türkiye’de otorite 
boslugunun olustugu, her gün onlarca insanın katledildigi ortamda, basta 
ögrenciler olmak üzere birçok kesim Türkiye’nin bu durumdan kurtulusu için 
çareler üretirken, Dogu ve Güneydogu Anadolu’nun gençligi bunlar bahane 
edilerek Kürtçülük propagandası ile egitilmislerdir. 

Baslangıçta Türkler ile Kürtlerin devrimini birlikte gerçeklestirmek üzere 
yola çıkmıslarsa da, bir noktadan sonra ayrısma baslamıs ve “Kürt Marksistler” 
artık bagımsız örgütlenmeye baslamıslardır. 

Bu kapsamda, basında sürekli islenen Dogu Sorunu, 1967 yılından 
itibaren Türkiye sçi Partisi önderliginde bir dizi mitinge konu oldu. “Dogu 
Mitingleri” illegal Türkiye Kürdistan Demokrat Parti (T-KDP), Fikir Kulüpleri 
Federasyonu (FKF) ve Türkiye sçi Partisi (T P) is birligi ile gerçeklestiriliyordu. 
Bu mitinglerde ilk defa Kürtçe pankartlar tasındı ve Kürtçe siirler okundu.47 
Ayrıca büyük sehirlerde “Dogu geceleri” düzenlenerek özellikle genç ögrenciler 
arasında Marksist ideoloji dogrultusunda “Kürtlük” düsünceleri uyandırılmaya çalısıldı.48 

1961 Anayasasını müteakip, 1963 yılında stanbul’da kurulan ve istanbul Üniversitesinin çesitli fakültelerinde faaliyet gösteren Avrupa Kürt Talebe Cemiyeti, 1968 yılında merkezi Diyarbakır’da kurulan Türkiye Kürdistan 
Demokrat Partisi, 1974 yılında kurulan ve özellikle zmir, stanbul ve 
Diyarbakır’da faaliyet gösteren Devrimci Dogu Ocakları Kültür Dernekleri, 
Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi, 1976 yılında Kawacılar, Kürdistan Ulusal 
Kurtulusçuları ve 1978 yılında Kürdistan sçi Partisi (PKK) kurularak özellikle 
Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesinde olmak üzere yurt genelinde Kürtçülük 
faaliyetlerinde bulunmuslardır.49 

İlk temellerinin atıldıgı 1974 yılından itibaren PKK, çalısmalarına yogun 
bir sekilde baslamıs ve bu kapsamda ilk olarak Güneydogu Anadolu 
bölgesindeki diger sol örgütleri kendi eylem alanından atabilmek için mücadele 
etmis, özellikle Halkın Kurtulusu, Devrimci Halkın Birligi, Kürdistan Ulusal 
Kurtulusçuları (KUK) ve Devrimci Dogu Kültür Ocakları (DDKD) gibi örgütleri 
sindirerek bölgedeki etkinliklerini silmistir. Bu arada olusturdugu halk 
mahkemeleri ile kanlı infaz sahneleri düzenleyerek yöre halkı üzerinde baskı 
kurmus, 1980 yılına gelindiginde oldukça genis kesimler örgüte kazandırılmıs, 
düsman olarak görülen kesimler ise etkisiz bırakılmıstı.50 

1980 askerî yönetimiyle birlikte özellikle Türkiye Solunun üzerindeki 
baskıların artması, sol örgütlenmelerde önemli ölçüde dagılmaya yol açarken 
Türkiye’de bulunan birçok sol örgüt liderleri gibi PKK önderi de Suriye’ye ve 
diger Avrupa ülkelerine kaçtı. Bu arada 1980 askerî darbesi sonucu yapılan 
tutuklamalarla dolan Diyarbakır ceza evi, PKK’nın kadro gelistirmesine zemin 
hazırladı ve yeni kadroların egitimi çalısmalarında önemli bir rol oynadı. PKK 
merkez komitesi üyesi Kemal Pir’in “Kürdistan özgürlük mücadelesinin kalbi 
Diyarbakır’da, Diyarbakır’ın kalbi de zindanda atmaktadır.” ifadesi, PKK’lıların 
yogun olarak bulundukları ceza evlerinin birer egitim merkezi hâline getirilmis 
oldugunu göstermektedir. 51 

12 Eylül Askerî harekâtı ile birlikte yurt dısına çıkan 300 civarında PKK 
militanı 1981-1982 yılları boyunca FKÖ kamplarında egitilmislerdir.52 PKK terör 
örgütü, yurt dısı baglamında ASALA terör örgütü ile 1980’li yıllarda is birligine 
gitmis ve Türkiye’ye karsı güç birligi olusturmuslardır.53 

Sonuç olarak 1984 yılına gelindiginde Kürtçülük temelinde PKK’nın 
kadroları olusturulmus, militanları yetistirilmis, yurt dısı baglantıları 
tamamlanmıs ve bilâhare PKK’nın eylem alanı olarak seçecegi Güneydogu 
Anadolu zemini kısmen hazır hâle gelmistir. 

b. Sosyo-Kültürel Nedenler 

Kültürel degisim sosyal yasamda da birtakım degisimler meydana 
getirmekte, daha dogrusu sosyal yapıda kültürel degisim ile paralellik 
göstermektedir. Toplumda geçerli olan deger yargıları ve bunların benimsenisi 
zaman içerisinde degisiklige ugramakta, söz konusu degerler çagın ihtiyaçlarına 
göre degismektedir. Ancak sosyal yapıdaki ve degerlerdeki degisim çok hızlı 
olursa ve toplumun genelini kapsayacak özellik tasımazsa, problemler bas 
göstermekte, sosyal dengenin bozulmasını gündeme getirmektedir. 

Tarih, dil, örf ve adetler, sanat ve edebiyat eserleri gibi kültür unsurları 
ulusal karakterlerin sürekliligini gösterir. 
Bunlar arasındaki gelismeci ve tekâmülcü bagın koparılması toplumda anormal belirtilerin görülmesine yol açar. 
Bu anormal belirtiler genellikle anarsi, siddet ve sosyal çözülme olarak kendini 
gösterir. Esas itibariyle de siddet ve anarsi taraftarları da özellikle kültür, dil, din, ahlâk, aile ile ilgili kavramlarda kargasalık yaratarak toplumu ve onu olusturan fertleri neyin dogru neyin yanlıs oldugunu bilmeyecek bir duruma getirmek ve böylece kendi sundukları reçeteyi itirazsız kabul etmelerini saglamak amacını güderler. 


Çocugun sosyallesmesinde ailenin rolü tartısılamaz. Ancak ailelerin bu 
vazifelerini yeterince yerine getirememeleri, terörist veya siddet yanlısı kisilerin 
yetismesinde basamak olmaktadır. Ailelerin yasalara ve yerlesik degerlere baglı 
gençler yetistirememelerinin bir baska nedeni, siyasal kutuplasmanın artık 
ailelerin etkisini asacak ölçüde yabancılasmıs gençler meydana getirmesidir. 
Ailenin bıraktıgı bosluk okullarda, yurtlarda, siyasal dernek ve kuruluslarda çok yogun olarak sürdürülen, ideolojik pompalama ile doldurularak, deyim yerinde ise programlanmıs insanlar meydana getirmektedir. Yoksa hiç tanımadıkları toplulukları, ilgisiz çocukları ve kadınları öldürmek için saldırmak sosyallesmis, saglıklı düsünen ve duyarlı bireyler için kolay olmasa gerektir. Bölgenin sosyo-kültürel yapısını da dikkate alarak bu kapsamda asagıdaki sonuçları çıkarmamız mümkündür. 

Bölgenin kültür yapısı Anadolu’da var olan kültürden farklı degildir. 
Özellikle yörede dokunan halı ve kilimlere yansıtılmakta olan motifler Türk 
kültürünün özelliklerini tasımaktadır. slamiyetten kaynaklanan kültür ögeleri söz konusu bölge için geçerli oldugu kadar bütün Türkiye için de geçerlidir. Bir 
baska ifade ile bölge, kültür yapısı açısından Türkiye’nin diger bölgelerinden 
farklılık arz etmemektedir. Ancak ran’a dogru yaklastıkça Fars, Irak ve 
Suriye’ye dogru yaklastıkça Arap toplumunun kültür özelliklerini de bulmak 
komsu olmaktan kaynaklanan kaçınılmaz bir sonuçtur. 

Devlet kurumlarının yeterince islevsel olmadıgı, egitim seviyesinin 
yetersiz oldugu bir ortamda; tarım ve hayvancılıkla geçinen yöre insanı, kisisel 
ve toplumsal haklarını güvence altında bulundurabilmek, doganın zorlukları 
karsında hayatta kalabilen aile birey sayısını azamîde tutabilmek adına çok 
çocuga ihtiyaç duymaktadır. 

Bölge, Türkiye’de nüfus artıs hızının en yogun oldugu kesimdir. 1975- 
1980 yılları arasında Türkiye genelindeki ortalama nüfus artıs hızı %2.06 iken, 
Siirt’te %3.17, Hakkari’de %4.19, Diyarbakır’da %3.56’dir.54 Yıllık nüfus artıs 
hızından da anlasılacagı üzere özellikle Güneydogu Anadolu bölgesinde yogun 
bir genç nüfus mevcuttur. Bu sonuç, Türkiye’nin yetersiz ekonomik ve sosyal 
imkânları içerisinde faydadan çok zarar getirmistir. Bu durum özellikle gençlere 
yeterli egitimin verilememesine, gelir dagılımında adaletsizlige, sosyal 
imkânlardan yeterince istifade edememeye, gelir dagılımındaki makasın gittikçe 
açılmasına ve nihayet patlamaya hazır bir bombanın olusmasına neden 
olusturmustur. 

Cumhuriyet döneminde alınan sosyal tedbirler sayesinde zayıflatıldıgı 
iddia edilse de, yörenin ortak özelliklerinden birisi asiret yapısına sahip 
olmasıdır. Bu asiret yapısı her kademede elestirilen bir konu olmasına karsın, 
özellikle siyasi partiler tarafından vatandasa ulasmanın en kolay yolu olarak 
görülmüs ve agalık sisteminin ortadan kaldırılması yerine prim verilerek sosyal 
bir kurum gibi kullanılmıstır. Bu baglamda, asiret yapısı sisteminden ötürü 1984 
yılına kadar olan süreçteki isyanları Kürtçülük temeline dayalı isyanlar olarak 
yorumlayamayız. Çünkü, benlik duygusu gelismemis olan ve asiret reisinin 
istekleri dogrultusunda hareket eden kisilerin, milliyetçilik bilinci ile hareket 
etmeleri mümkün görülmemektedir. Kürt milliyetçiligi var olabilir, ancak bu 
seviye asiret reisleri seviyesinin altına düsmemistir. 

Bölgede alevî, safii ve sünni mezhebine mensup insanlar yasamaktadır. 
İslamiyetin çok eslilige müsaade ediyor anlayısından hareketle, çok eslilik, 
erkek açısından gücün, bayan açısından güçlünün himayesinde olmanın 
psikolojisine bürünmüstür. Zaman içerisinde bölgenin gelenekleri arasında bir 
konu olarak yerini almıstır. Bu durum babanın, annenin ve erkek kardeslerin kız 
çocuguna bakıs açısını olumsuz etkilemistir. Oysa toplumun bir yarısı yetersiz 
ve alınıp satılabilen bir esya gibi görünürken diger yarısının mükemmeliyetinden 
söz etmek mümkün degildir. Bu çarpık yapı, kendini yenileme egiliminde olan 
diger bölgeler arasındaki makasın açılmasına neden olan bir baska hususu 
olusturmaktadır. 

1984 tarihinden itibaren Güneydogu Anadolu bölgesinde baslayan PKK 
terör örgütü eylemleri ve faaliyetleri, bölgenin yukarıda ortaya koydugumuz 
zafiyet alanlarını örgüt için faydalanılacak birer nokta olarak ele almıs ve istifade etmistir. PKK terör örgütünün silahlı mücadeleye baslaması ve bilâhare olayın tabana yayılması ilk kez ortaya çıkan bir durumdur. Ancak bu katılımda 
gönüllülük, benimsemislik ve psikolojik mensubiyetten ziyade, terörün ruhuna 
uygun olarak, korku ve dehset yaratarak halkın katılımı saglanmıstır. Bunun 
sonucu olarak hemen hemen bütün asiretlerden terör örgütüne katılımlar 
olmustur. Baslangıçta dar bir kadro ile baslayan eylemler, yukarıda belirttigimiz 
hususlar bir araya getirilerek “Kürt realitesi”55nin tanınması (“Kürt realitesinin 
tanınması”) noktasına ulastırılmıstır. 

c. Ekonomik Nedenler 

Ekonomik sartların zorlugu, insanları maddî yönden etkiledigi gibi  psikolojik ve moral yönden de etkiler. Bu nedenle, toplumdaki dengesiz gelir dagılımı, terör odakları için yararlanılması gereken en önemli unsurlardan biridir. 

Konu propaganda malzemesi yapılarak, mümkün oldugunca istismar edilmeye 
çalısılmaktadır. Dolayısıyla, egitim verilmemis, cahil insanlar ekonomik 
eksikliklerden dolayı istismara çok müsaittirler. Arastırmalara göre eylemlere 
katılan militanların büyük çogunlugunu bu insanlar olusturmaktadır. 
Ekonomik ve sosyal hayattaki hızlı gelismeler birçok olumlu sonuçlar dogurmakla birlikte hassas dönemde bulunan bir gençlik kesiminde uyumsuzluk ve dengesizliklere de yol açabilmektedir. 

Ülkemizdeki temel koruyucu müesseselerin eksikligi veya yetersizligi bu uyumsuzlukları artırıcı roloynamakta  dır. Ekonomik gelir ve büyüme, sosyal bütünlesme ile desteklenmiyor sa sistem aksayabilmektedir. 

Köylerden, varoslardan ve gecekondu semtlerinden gelen yoksul, yarı 
aç, çatısmacı, mutsuz ve ezilmis ailelerin çocukları terör için en elverisli 
malzemeyi olusturmaktadır. Kısaca sefalet ve baskı, terörü doguran 
etkenlerdir.56 Bununla birlikte, ülkede mevcut olan ve bir türlü giderilemeyen 
gelir dagılımı adaletsizligi de terörü körükler mahiyettedir. 

Genelde hayvancılıkla geçinen Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesinin, Tarım ve hayvancılık temeline dayalı bir toplum yapısına sahip olan Osmanlı döneminde, ekonomik açıdan ülkenin diger kesimlerinden bariz bir farklılıgı olmadıgı, Cumhuriyet döneminde ise gelismekte olan Türk ekonomisine gerekli katkıyı saglayamadıgı gibi saglanan imkânlardan da yeterince istifade edemedigi, ancak bu durumun ülke genelinde birçok bölge ve kesim için de söz konusu oldugu degerlendirilmektedir. 

ç. Egitim Sistemi 

Hemen söylemek gerekir ki, egitim, insanların ve yıgınların, düsüncelerini ta köklerinden alıp degistirebilecek olan unsurların basında gelmektedir. Bugün ekilen ve yarın toplanacak olan fikir ve inançları anlayabilmek için, zemini yani tarlayı iyi incelemek gerekir. Bir ülkede gençlige verilen egitim imkânı, bu memleketin yarın ne olacagı hakkında genis fikirler ortaya koyabilecek niteliktedir. 

Toplumların huzuru, egitimin her bakımdan bilimsel olmasına baglıdır. 
Dolayısıyla egitim ne kadar yeterli ve ne kadar yol gösterici olursa, fertler o 
kadar mükemmel ve faydalı, ne kadar yetersiz ve olumsuz ise, o derece ilkel ve 
zararlı olur. Ailenin, okulun, kurumların ve medyanın görevi, insana müspet 
karakter kazandırarak, onu, topluma hizmet için etkileyip yönlendirmek, devletin görevi ise, bu egitimi mümkün kılmak ve denetlemektir. Sunu göz ardı etmemek gerekir ki; yıkıcı unsurların önemle üzerinde durdukları ve öncelikle yararlanmak istedikleri yerler egitim kurumlarıdır.57 

Mustafa Aksoy’un, terör nedeniyle Dogu ve Güneydogu Anadolu’dan 
batıya göç eden insanlar üzerinde yapmıs oldugu anketinde ortaya koydugu 
üzere, bir genelleme yaparak yöre insanının egitim seviyesinin oldukça düsük 
oldugunu söyleyebiliriz. Bu insanlardan üniversite tahsilli olanların sayısı %0.2, 
lise tahsilli olanların sayısı %0.3, ortaokul tahsilli olanların sayısı %2.5’lere 
kadar inerken, ilkokul tahsilli olanların oranı % 35.3’e, okuryazar olmayanların 
oranı ise % 50.8’lere çıkmaktadır.58 

Bölgede yasayan insanlar Türkiye’nin ve dünyanın degisen kosullarına 
ayak uyduramamıslar ve sürekli kapalı bir toplum içerisinde kalmıslardır. 
Egitimin verilememesinden ziyade algılanamaması, bölgenin batıdan gelen 
Türk, dogudan gelen Fars ( ran) ve güneyden gelen Arap (Irak) kültüründen 
etkilenmeye açık olması, arazi ve yılın büyük bir bölümünde etkili olan kötü 
hava kosullarının egitim ve ögretim kosullarını olumsuz etkilemesine neden 
olmustur. Cumhuriyet dönemi verilerine göre 2000 yılına gelindiginde 
Türkiye’nin okuryazar oranı %85.6 iken, Sırnak’ta okuryazar oranı %46.25 
(erkeklerde %65.80, kadınlarda %23.92), Siirt’te okur yazar oranı %59.30 
(erkeklerde %77.17, kadınlarda %40.86)’dır.59 Bu konu bölgenin geçmisten beri süre gelen ortak sıkıntılarından birisini olusturmustur. 

Üniversite yıllarına kadar Tunceli’de Türk örf ve adetlerine göre yetisen 
ve bilâhare Tunceli Lisesini bitirerek 1973-1974 ders yılı döneminde Hacettepe 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Ekonomi bölümüne kaydını yaptıran Sahin 
DÖNMEZ; “Bu üniversitede "Millî sorun: Kürt sorunu" adı altında bazı yeni 
konuların tartısmaya baslandıgını ve bir ulustan söz edildigini anlattılar. Ben 
Kürtlerin bir ulus olarak kabul edilip edilemeyecegi konusuna yabancı idim. Türk 
kültürü ile yetismis ailemden böyle bir terbiye almıs oldugumdan, önce Kürtlerin 
bir ulus olarak varlıgını kabul edemedim. Ancak daha sonra benimsedigim 
Marksist düsüncenin etkisi ile Kürtlerin bir ulus olarak kabul edilmesi gerektigi 
görüsünü kabul ettim. Zaten birçok arkadasım benim gibi önce Komünizmi 
benimsedi ve sonra Kürt meselesini kabul etti. Bu strateji PKK’nın en büyük 
silahıdır. PKK bünyesine alınan insanların beyinlerine Marksizm ısıgında tarihi 
gerçekler saptırılarak Kürtçülük sırınga edilir.”60 demektedir. 

PKK terör örgütünün Tunceli sorumlusu Yıldırım Merkit de sunları ifade 
etmektedir; “12 Eylül öncesi Türkiye genelinde oldugu gibi Tunceli’de de 
okullarda verilen egitim, gençligi gelecege hazırlamaktan çok uzaktı. Derslerin 
çogu ezbercilige dayanmakta idi. En önemlisi derslerden önce ögrencilere 
Marksist felsefe ögretilmekte idi. Liseden mezun olan ögrenci harita üzerinde 
Türkiye’nin bir akarsuyunu bile gösteremiyordu. Kısacası Tunceli lisesi o 
zamanlar bir egitim kurumu degil, Marksist felsefeye hizmet eden, komünist ve 
bölücü örgütlere militan yetistiren bir enstitü hâline gelmisti. Diger orta dereceli 
okullar, hatta ilkokullar bile Tunceli lisesinden farksızdı. Ögretmenlerin büyük bir kısmı çocuklara alfabeden önce, baglı oldugu örgütün sloganlarını ögretmekte idi. Bir toplumun kalkınması için mutlaka kavranılması gereken dersler, "burjuva kültürü burjuvaya hizmet eder" gibi gülünç iddialarla ögrencilere verilmekte idi. 

Bu anlayısa karsı çıkan ve sayısı çok az olan ögretmenler de fasist olarak 
nitelendirilerek ve dövülerek uzaklastırılırdılar.”61 

İnsan yasamında egitimin yeri, tartısılmaz bir öneme sahiptir. Toplumlar 
egitim sayesinde gelecegi yakalayabilmektedirler. Egitime yapılan yatırım uzun 
vadede kendisini olumlu olarak hissettirmektedir. Egitimsizlik ise cahillik 
demektir. Cahil insanlar baskaları tarafından kullanılmaya, basın veya diger 
vasıtalarla yapılan propagandalara karsı daha hassastırlar. Onları kullanmak ve 
yönlendirmek daha basittir. Bölgede faaliyet gösteren PKK terör örgütü bu 
konuyu da çok iyi tespit ederek kendi lehine kullanmıstır. Bu amaçla eylemlerini 
öncelikli olarak ögretmenlere ve okullara yöneltmis, ögretmenleri katletmis ve 
okulları yakmıstır. Bu sayede çocukları daglara çekebilmek daha kolay 
olmustur. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLUYU, PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 2

DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLUYU,  PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 2


Dogu ve Güneydogu bölgelerimiz üzerinde yapılan arastırmalar, 
özellikle Devlet Plânlama Teskilâtının (DPT) kurulmasıyla (1961) agırlık 
kazanmıstır. DPT bünyesinde yabancı uzman olarak incelemeler yürüten 
Frederic W. Frey’in söz konusu bölgelere iliskin hazırladıgı rapora göre, Dogu 
ve Güneydogu Anadolu bölgelerinin kapalı cemaat yapısı asagıdaki bes temel 
unsurla açıklanmaktadır. 

- Yoksulluk, 

- Köylülerin dıs dünyayla kısmen alakasının kesilmesi ve yalnızlık içine itilmis olmaları, 

- Hareketsizlik, 

- Okur-yazarlık oranının düsük olması, 

- Tevekküle dayalı kaderci bir dünya görüsünün hâkim bulunmasıdır.12 
1984 yılına gelinceye kadar ortaya büyük bir degisiklik konamamıstır. 
Her ne kadar tarafların kullandıgı hetorik böyle bir izlenim verse de, Kürt 
sorununu; Kürtler, Araplar veya Türkler arasında ya da Kürtler ve merkezî 
hükümetler arasında bir çatısma olarak görmek dogru degildir. Bölge pek çok iç 
çatısma ve rekabetin bulundugu karmasık bir toplum yapısına sahiptir. Kürtlerin 
arasında birçok Kürt olmayan azınlık yasamaktadır ve sosyal ve ekonomik 
iliskilerin olusturdugu karmasık aglarla birbirine baglanmıslardır.13 Sanatçı 
Yılmaz Erdogan, Kürtlügünü ve Türklügünü söyle anlatıyor: “Ben kendini net 
olarak tarif etmis birisiyim. Kürt kültüründen ne aldıysam, Türk kültüründen de o kadar beslendim. Çünkü ben Ankara’da büyüdüm. O egitim formasyonunu 
aldım. Benim kimligimdeki etnik unsurlara, nereden ne gelmisse basım gözüm 
üstüne demis ve onun üstüne bir hayat kurmus birisiyim. Dolayısıyla içimdeki 
Kürt’le Türk arasında herhangi bir problem yok. Olmamıstır da. Belki de Kürt 
sorununun çözümünü de burada bulmak gerekir. Bu saatten sonra artık 
yapacak baska bir sey yok. Yapmaya da gerek yok. Çünkü iyi bir demokrasi, bu 
iki kimlige de iyi gelir. Ben simdi Kürtçe bir uzun hava duydugum zaman hemen 
direkman Kürt oluyorum. Yani iliklerime kadar hissediyorum onu. O duyguyu da 
benden kimse alamaz. Ama saglam bir bozlak duydugumda da hemen Türk 
oluyorum.”14 diyerek iki kültür arasındaki farkı ve birinden digerine geçisin 
kolaylıgını dile getirmektedir. Bu geçisin bu denli kolay ve basit olması, birbirine 
sözde yabancı iki kültürü yasamak zorunda olan bir insan için bu kadar kolay 
olmayabilirdi. 

c. Tarihî Kosullar 

(1) Kürt Kimligi;

Kürtlerin etnik kökeni konusunda tarihçiler arasında görüs birligi mevcut 
degildir. Kökenleriyle ilgili görüs ayrılıklarının yanı sıra, Kürtlerin tarihlerinin 
baslangıcına iliskin olarak da çok az bilgi mevcuttur.15 Kürtlerin kökeninin (soylarının), Turanî oldugu, Mezopotamya’nın birtakım eski kavimlerine dayandıgı, atalarının ran’ın eski topluluklarından Medler oldugu, Araplara dayandıgı, Ermeniler ile aynı ırktan oldukları savları yer almaktadır.16 

(a) Kürtlerin Karduk kökenli oldugu görüsü: Bu tez, Rus sarkiyatçılarından Nikitin’in Kürtler isimli kitabında yer almıstır. Ünlü sarkiyatçılardan M. Hartman, Th. Nol Deck, Veiss Bach gibi yabancı yazarlar ve bazı Türk tarihçiler bu görüsün bir yakıstırma oldugunu ortaya çıkarmıslar ve Nikitin’in tezini kabul etmemislerdir.17 

(b) Kürtlerin Med ( ran) kökenli oldugu görüsü: Bu görüs, dogu bilimleri 
uzmanı Rus Vladimir Minorsky tarafından ortaya atılmıstır. Minorsky 1933 
yılında üç dilde yayımlanan ansiklopedinin Kürtler maddesini yazan bilim 
adamıdır. Ancak bu zat 1938 yılında Brüksel’de yapılan oryantalistler 
toplantısında sundugu bilimsel tebliginde “Kürtler skit ya da Med asıllıdır” 
diyerek ilk görüsünden kısmen vazgeçmisse de, dil benzerligi bakımından 
ran’la ilgilidir demekten de geri kalmamıstır.18 

D.N.MacKenzie, Kürtçe diyalektlerinin az sayıda olsa da ortak kimi 
özelliklerinin oldugunu kabul eder, ancak diger ranî dillerle de ortak kimi 
özelliklerinin bulundugunu belirterek Minorsky’nin görüsünü elestirir. 

MacKenzie’ye göre, Kürtçe’nin temel özellikleriyle diger ranî diller arasında 
sistematik bir karsılastırma, Kürtçe’nin bir dizi önemli farkından dolayı Med 
dilinden ayrıldıgını göstermektedir. Kürtçe’de güçlü bir güneybatı ranî dil etkisi 
görülmektedir, oysa Med dili özellikle bir kuzeybatı ranî dilidir. Bölgede 
konusulan iki akraba ranî dil olan Zazaca ve Guranî, kesin bir sekilde kuzeybatı 
İranî dil ailesindendir. Kurmanci ve Soranî diyalektleri arasındaki farklılıkların 
çogu Goranî’nin Soranî diyalekti üzerindeki kayda deger etkisine baglıdır.19 

   MacKenzie’nin, Minorsky’i oldugu kadar Kürt milliyetçi ideologlarını da hedef 
alan mesajı, Kürtlerin ortak kökenlere ve temel kültür birligine sahip 
olmadıklarıdır. 

Sırnak bölgesinde PKK'lı bir teröristin not defterinden tespit ettigimiz 
kadarıyla terör örgütünün, Kürtler hakkında üyelerine verdigi bilgiler söyledir: 
“Kürtler, Türklerden ayrı bir ırk olup, Avrupa'dan Orta Asya'ya göç ederek Urartu ve Medleri olusturmuslardır. Hint-Avrupa dilini konusan Kürtler, 
Mezopotamya'ya yerlesmislerdir. Alevi-Sünni diye ayrılarak Türkler tarafından 
birbirine düsürülerek çıkarları dogrultusunda kullanılmaktadırlar. Türkiye'nin 
1950'den sonra bölgede kapitalizmi gelistirmesiyle, 1970'li yıllarda tamamıyla 
ihaneti seçmis bir Kürt halkı olusturulmustur. Uyanıs, 1976'dan sonra büyük 
sehirlere giden Kürt gençleriyle olmustur.”20 Bu ifadelerden de anlasılacagı 
üzere Kürtçülük adına mücadele ettigini iddia eden PKK terör örgütü, Medler’in 
Kürtlerin ataları oldugu fikrini benimsemistir. PKK terör örgütüne liderlik yapmıs 
olan terörist Abdullah Öcalan’ın, 2003 yılında yayımlanan “Özgür nsan 
Savunması” adlı kitabından da Kürtlerin ataları olarak Med’leri kabul ettigi 
anlasılmaktadır. 

(c) Kürtler Arap kökenlidir görüsü: Bazı Arap gezginleri ile Mesudî ve Ebu İshak gibi tarihçileri tarafından öne sürülen bir görüstür. Bitlis Sancak Beyi Serifhan Bitlisî’nin yazdıgı, Kürtlerin geçmisini anlatan ve 1597 yılında Osmanlı 
Padisahı 3’üncü Mehmet’e sundugu kitabında; Kürtlerin Oguz Kagan’dan beri 
büyük Türk Camiasına mensup olduklarını yazmasıyla çürütülmüstür.21 

(ç) Kürtler Ermeni kökenlidir görüsü: Ermenilerin arasındaki yaygın 
kanaate göre Kürtlerin bir kısmı Ermeni soyundandır. Aynı sekilde bazı Kürt 
aydınları da bugünkü Ermenilerin çok eski çaglarda Kürtlerden ayrılmıs 
kardesleri oldugu inancındadır.22 
Bu iddianın tamamen siyasi amaçlı olarak ortaya atıldıgı anlasılmaktadır. 

(d) Kürtler Turan (Türk) soyundandır görüsü: Kürtlerin Türklerle aynı 
soydan oldugunu savunan Türk ve Yabancı Bilim Adamları çoktur. Türklerle 
Kürtlerin aynı kökenden, soydan oldukları görüsü Orta Asya’da Yenisey Irmagı 
kollarından Ulukem Çayı’na karısan Eleges Suyu kıyısında M.S. 7’nci yüzyılda 
(650’lerde) Orhon alfabesiyle Türkçe olarak yazılmıs olan ve Eleges (Yenisey) 
yazıtı diye isimlendirilen anıttaki ifadelere dayandırılmaktadır. Bugün Kürt adı ile 
Türk’ten ayrı bir millet olarak nitelendirilmeye çalısılan “Kürt Türkleri”, tarih 
boyunca diger Türk boyları ile aynı cografi alanda hep yan yana görülmüslerdir. 
İç Asya’dan Macaristan’a, Kafkasya’dan Mezopotamya’ya kadar her yerde bir 
arada bulunmuslardır. Günümüzde de ran’da olsun, Suriye’de olsun, Irak’ta 
olsun, içinde Türkmen veya herhangi bir Türk boyunun bulunmadıgı bir Kürt 
yerlesim yeri bulunmamaktadır.23 

TBMM’nin 23 Ocak 1923 tarih ve “Türkiye’nin Asya’da güney sınırı, 
Musul sorunu” konulu 21 sayılı tutanagında “Kürt halkının ran kökenli oldugu 
öne sürülmüstür. Oysa bu iddiayı, Kürtlerin Turan kökenli oldugunu kabul eden 
Encyclopedia Britanica yalanlamaktadır. Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, 
gelenek ve görenek bakımından, Kürtler, hiçbir yönden Türklerden farklı 
degildirler. Ayrı diller konusmakla birlikte bu iki halk; soy, inanç ve görenek 
bakımında tek bir bütünü meydana getirmektedir...” diye kayıtlara geçirilmistir. 
Konuya iliskin diger görüsler su sekildedir. M. Serif Fırat’ın, Dogu illeri 
ve Varto Tarihi adlı eserinde “Yavuz Sultan Selim döneminde Kürt diye 
vasıflandırılan bu daglı Türk kardeslerimiz, ayrı ayrı subelere mensup uzak ve 
yakın çag Türkleridir”24 diye ifade edilmektedir. 

1881 Diyarbakır Ergani dogumlu ve önceleri siyasi Kürtçülük davasının 
atesli savunucusu, Kürt Terakki ve Teavün (Kalkınma ve Yardımlasma) cemiyeti 
kurucularından Dr. Mehmet Sükrü Sekban, uzun süren ve genis 
arastırmalarının sonunda gerçegi buldugunu belirterek, 1933 yılında Paris’te 
Fransızca olarak yayınladıgı “Le Probleme Kurde (Kürt Meselesi)” isimli 
kitabında; “Medler Kürtlerin Ecdadı (Kökeni) degildir. Kürtler Ari veya Sami 
ırklarından da degildir. Kürtler Turan soyundandırlar. Antropolojik olarak saf 
Türk olan Türkmenle Kürdü birbirinden ayırt etmek güçtür”25 demektedir. 
Muhtar Kutlu’nun Savak, smail Besikçi’nin Alikan asiretlerinde 
yaptıkları alan arastırmaları; her iki asiretin Kürtçe konusmalarına ragmen, 
kültür degerleri, inançları ve töreleriyle tamamen Türk kültürünü yansıttıklarını 
tüm belge ve verileri ile ortaya koymaktadır. 

Hollanda Kürdoloji Enstitüsü arastırmacılarından Marti Van Bruinessen, 
baslangıçta Kürtleri diger bir ırkla birlestirirken, son defa yaptıgı alan 
arastırmasında Kürtleri Irak, ran ve Türkiye Kürtleri diye üçe ayırdıktan sonra, 
Kürtlerin birbirinden farklı kökenleri olsa gerek diyor ve hatta Kürtlerin Turanî bir kavim oldugu seklindeki görüsünü bazı yerlerde belirtmekten çekinmiyor ve 
“Kürdistan’da bütün asiretler mutlaka aynı kökene sahip olma durumunda 
degildir. Çevrede bazı Kürt asiretleri Türklesmisken, bazıları da Kürtlesmislerdir. 
Yörede Alevîlerin büyük çogunlugu Türk soyludur. Kürt degil Türktürler”26 diye 
ifade etmektedir. 

Siyasi Kürtçülerin 1970’lerden beri dillerinden düsürmedikleri Seref 
Han-ı Bitlisî’nin Serefnamesi, 1990’lı yıllarda elestirilmeye baslanmıstır. Çünkü, 
Serefname, büyük ölçüde Kürtlerin kökenlerinin Asyatik oldugunu, Bügdüz 
soyundan geldigini daha 1590’lı yıllarda ileri sürmüstür. Simdi, bu Kürt tarihi, 
Musa Anter tarafından agır sekilde lânetlenmekte ve “Zaten Bitlis hanları, 
Serefname’nin yazarı Emir Seref Han dâhil, asırlardan beri Kürt milletinin yüz 
karasıdır.” denmektedir. Böylece Seyh blisi Bitlisî de bu suçlamalardan 
kendisini kurtaramamıstır.27 

Anadolu’da Kürtlerin yasadıkları bölgelere Kürtler, kısmen Türkmenlerle 
beraber gelmislerdir. Dogu Anadolu’daki, bugün Kürt bölgeleri denilen ve 
tarihten beri var oldugu ileri sürülen bölgeler, aslında Türkmen bölgeleridir. Arap ve Ermenilerden fethedilerek Türkmenlestirilmistir. Daha sonra Sultan Yavuz, bu Türkmenleri Kızılbas diye suçlayarak Safi Kırmançları bölgeye getirerek yerlestirmistir. Bu bölgedeki birçok Türkmen kabilesi Sultan Selim’in hısmına ugramamak için Harezmce (Zazaca) ve Goranice konusmaya baslamıstır ve Zazalasmıslardır.28 

Bu noktadan hareketle, 12’nci yüzyıla gelinceye kadar Türkiye, ran, 
Irak, Suriye dâhil olmak üzere tarihte Kürdistan olarak anılmıs bir bölge mevcut 
degildi. Kürdistan kelimesini ilk kullanan (sadece Cibal civarı için) Selçuklu 
Sultanı Sancar (1086-1157)'dır.29 Selçuklular devrinden evvel Kürdistan tabiri 
bilinmedigi için, Kürtlere müteallik mütalâalar Araplar tarafından ekseriya 
Zavzan, Hilat, Armaniya, Azarbaycan, Cibal, Fars v.b. mevzuları vesile ile 
verilmekte idi. Diger taraftan, resmî olarak Kürdistan isminin siyasi olarak 
Zagroslar da güneybatı İran için kullanılması bu olguyu karsımıza    çıkarmaktadır. 30 

1800’lere gelindiginde, özellikle 3 Kasım 1839’da Gülhane Hattı 
Hümayununun ilânından sonra, Tanzimat Fermanı hükümlerinin yerine 
getirilmesine yardım için davet edilen Avrupalı uzmanların yönlendirmeleri 
neticesinde Sadrazam Mustafa Resit Pasa (1800-1858) tarafından 1842 yılında 
Osmanlı topraklarında yeni bir mülkî idare yasası kabul edilmis ve bu kanunla 

Türk mevzuatına, idare yapısına yeni terimler girmistir. Bunlar arasında 1847 
yılında Kürdistan vilayeti ile 1850 yılında Lazistan sancagının kurulması dikkat 
çekicidir. 1864 yılına gelince böyle bir düzenlemenin uygun olmadıgı görülmüs 
olmalı ki, yasa ve bu tarz vilayet yapılandırılması yürürlükten kaldırılmıstır.31 
Etnik isimle adlandırmaların bazı Osmanlı sultan ve diger yöneticilerinin çok 
hosuna gittigi, bununla hâkimiyet alanlarını genislettiklerini düsünerek 
yabancılara karsı güçlü görünmek gayretkesligi oldugu da düsünülebilir. 
Arastırmaların belge ve kanıtlarla ortaya koydugu somut bir gerçek ise; 
Türk-Kürt birlikteliginin, bütünlesmesinin, dayanısmasının ve kardesliginin, 
beraberliginin çok genis bir cografyada çok uzun bir tarihi süreç için geçerli 
oldugudur. 

Türk kavimlerinin Orta Asya’dan Kars-Van-Bitlis bölgelerine göçlerinden 
önce Ahlat’ı ziyaret eden Nasır-ı Hüsrev ( ranlı Sair 1003-1061) bu yörede 
Arapça, Ermenice ve Farsça konusuldugundan söz ettigi hâlde Kürtçe 
konusuldugundan ve Kürtlerden hiç bahsetmemistir. Hitit, Asur, Roma, Kuman, 
Bizans, Sasani, Urartu, Arap, Ermeni, Pers, Selçuklu, lhanlı gibi devletlerin, 
konumuzla ilgili bölgelerde hüküm sürdükleri dönemlere ait eserlerde; tabletler, 
yazılı taslar, mezarlar, süs esyaları, mühürler, damgalar, madalyonlar, sikkeler 
(madeni para) vs. arkeolojik, etnografik ve mimari buluntularda, kalıntılarda 
Kürtlere ve tarihlerine ait kayıtlara, emarelere rastlanılmamıstır. Bu amaçla 
Kars, Van, Erzurum müzelerinde, Ankara’da Anadolu medeniyetleri, stanbul’da 
arkeoloji müzelerinde yapılan arastırmalarda, Kürtlerle ilgili tarihi bir obje, eser 
bulunamamıstır. Oysa Lidyalılardan itibaren Anadolu’da yasamıs hemen hemen 
bütün beylikler ve devletlere (Roma, Bizans, Pers, Selçuklu, lhanlı, Ermeni, 
Osmanlı vd. gibi) ait arkeolojik eserler müzelerde ve koleksiyoncularda 
bulunmaktadır.32 

1984’ten itibaren Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesinde yasanan 
terör nedeniyle canlarını ve mallarını güvenceye almak için göç eden insanlarla 
yapılan anket neticesinde elde edilen sonuçlar su sekildedir. Etnik köken olarak 
kendilerini “Kürt” niteleyenler %28.9, kendilerine Kurmanc diyenler %29.1, Zaza diyenler %9.7, Arap diyenler %3.5 oranındadır. Kendisini Türk olarak 
hissedenlerin oranı %19.8 olup, Azerî olarak nitelendirenlerle (0.6) birlikte bu oran 20.4’tür.33 

Sonuç olarak Kürtlerin kökeninin hangi ulusa veya nereye dayandıgı 
konusundaki görüslere netlik kazandırılamamıstır. Bununla birlikte Kürt olarak 
ifade edilen toplulukların kimler oldugu da bilinmemektedir. Ancak gelinen 
noktada, yörede Kürtlük bir üst kimlik olarak ortaya çıkmıs veya çıkartılmıs ve 
buna dayanılarak, Kürt halkı vardır o hâlde bir Kürt devleti de olmalıdır. Kürt 
halkı kendi kendini yönetmelidir noktasına tasınmıstır. Söz konusu bölgelerin 
ekonomik bakımdan tarihsel geri kalmıslıgı bu baglamda yorumlanarak, o 
yörede yasayan insanların Kürt oldukları için kasıtlı olarak geri bırakıldıgı 
noktasına tasınmıstır. Bu konu, yöre halkı arasında islenerek terörün 
dayandırıldıgı bir unsur hâline dönüstürülmüstür. Oysa yapılan anketler Dogu ve 
Güneydogu Anadolu bölgelerinde de, Türkiye’nin diger bölgelerinde oldugu gibi 
kökeni farklı olan Türk vatandasları oldugunu ortaya koymaktadır. Bu yaklasım, 
kendilerini Kürt olarak nitelendiren sahısların veya toplulukların çesitli menfaat 
grupları veya bölgede menfaati olan devletler tarafından kullanılmaları 
sonucuna götürmüstür. 

(2) Kürt Dili 

Kürtçe lügat çalısmaları konusunda akla ilk gelen isim, Rusların 
Erzurum Konsoloslugunu yapmıs olan Augüste Jaba’dır. Erzurum’da iken Molla 
Mesut Beyazî’den ögrendigi bilgilere dayanarak Kürtçe lügat hazırlıklarına 
baslamıs; hazırladıgı ve Kürtçe ilk lügat olarak bilinen deneme 1860 yılında 
yayımlanmıstır. Çarlık Rusya’sı Petersburg Bilimler Akademisinin istegi üzerine 
Ferdinand Justi, A.Jaba’nın bu “Kürtçe–Fransızca Sözlük”ü üzerinde çalısmıs 
ve 1879 yılında Petersburg’da yayımlanan bu sözlüge bir ön söz yazmıstır. 
Justi’nin lügatında 8378 kelime bulunmaktadır. Bu kelimelerin kökenini 
arastıran ve bu konuda ciddî çalısmalar yapanların arasında ilk basta gelen 
isimlerden birisi Rus bilim adamı V.Minorsky’dir. Minorsky, Jaba’nın lügatında 
bulunan sözde Kürtçe kelimelerin kökenlerini söyle tespit etmis ve sıralamıstır. 

Bunlardan; 

3080 kelime Türkçe, 
2230 kelime Farsça (bunun 1200’ü eski ran dillerinden Zend dialekti), 
2000 kelime Arapça kökenlidir. 
8378 kelimeden geriye kalan 1068’i ise diger bölgesel lisanlara ait ve de mensei bilinmeyen sözcüklerdir. 

Bunlardan; 

37 kelime Pehlevi dialekti, 
220 kelime Ermenice, 
108 kelime Keldanice, 
20 kelime Gürcüce, 
300 kelime ise kökeni bilinmeyenlerdir. 

Kürtler çok sayıda farklı lehçe kullanırlar; bu lehçeleri konusanların 
çogu öteki lehçeyi anlamazlar.34 Bu durum gayet normaldir. Çünkü yılın hemen 
hemen dokuz ayında geçit vermez sarp arazide sürdürülen kapalı ve tutucu 
hayat, dıs dünya ile teması kısıtlamıs, bu yüzden neredeyse asiret sayısında 
lehçe olusmustur. Dıs dünya ile teması olan kesimlerde de yabancı hâkim 
dillerin etkisinde kalmıslar, karma bir dil konusmaya baslamıslardır. Türkiye 
Kürdistan Demokrat Partisi eski Genel Sekreteri Dr. Sıvan, Kurmanci, Sorani, 
Zazaki, Gorani, Hevremani lehçelerini saydıktan sonra, “Bunların yanı sıra, 
büyük asiretlerin ve vadilerin de kendilerine özgü birtakım siveleri vardı” 
demektedir.35 Dil içerisindeki kelime sayılarına bakıldıgında ran’ın batısında, 
Türkiye’nin dogu ve güneyinde ve Irak’ın kuzeyindeki bölgede yasayan insanlar 
büyük ölçüde Türk, Fars ve Arap kültürleri ile kısmen de Ermeni ve Gürcü 
kültürlerinin etki alanında kalmıslardır. 

Kürtçe’nin Kürtler arasında ortak bir konusma-yazma ve egitim dili 
olmamasına ragmen; çesitli Kürt toplulukları ve asiretleri tarafından anlasılabilir 
tek bir Kürt dili yaratma gayretleri, emperyalist politikaların ve onların 
paralelindeki Kürtçülerin 19’ncu asır ortalarından itibaren, baslıca hedefi 
olmustur. Daha sonraları bir Kürt Edebiyatı yaratma gayretlerine de 
girismislerdir.36 

Dili anlasılmaz hâle getiren bu duruma halk tepki göstermektedir. 
Bunun da ötesinde asıl sorun, Kurmanci’nin diger dil veya lehçeleri (Zazaki, 
Gorani, Luri, Sorani, Bahtiyari, Feyli, Leki, Kelhuri, Mukri, Sexbızıni, vb.) 
konusanlara dayatılmasında yasanmakta, bölgedeki diger dilleri/lehçeleri 
konusanlar, Kurmanci konusup yazmaya zorlanmaktadırlar.37Büyük ölçüde 
birbirini anlamayan 20 adet degisik lehçelerin tamamı Kürtçe dili ortak paydası 
ile ifade ediliyor. Paris Üniversitesinde ortak Kürt dili yaratma gayreti ile 
Kurmanci edebiyatı olusturulmaya çalısılmakta, bunun yanı sıra “Türkiye’de üç 
milyon Kürdün konustugu ‘Zaza/Dimli’ lehçesinin gelistirilmesini ilk tesvik eden 
kurum” olması itibarıyla da ögünmektedir.38 Oysa Kürtler Zazaları Kürt olarak, 
Zazalar da kendilerini Kürt olarak kabul etmemektedir. Aynı sekilde bazı 
çevrelerce Kürdistan olarak ifade edilen bölgede sadece Kürtler yaşamamak tadır. Kendilerini Kürt olarak kabul etmeyen Zazalar ve Türkler de 
yasamaktadır. Bunların birbirlerine oranı küçümsenemeyecek ölçüdedir. 
Kürtlerin daha yogun olarak yasadıgı bölgeleri Kürdistan olarak ifade etmek 
yanlıs anlamalara neden olabilecegi gibi o bölgede yasayan diger grupların 
görmezlikten gelinmesi anlamına da gelmektedir. 

Mustafa Aksoy tarafından yapılan anketin evlerde konusulan diller 
konusundaki tespitleri su sekildedir. Kurmanci % 50.5, Türkçe % 33.2, Zazaca 
% 12.8, Arapça % 2.3 olmak üzere sıralanmaktadır.39 Bununla birlikte gerek 
Kırmanci’de gerekse Zazaca’da cümlenin dizilis sırası Türkçe kurallara göredir 
(özne+tümleç+yüklem). Bütün bu sonuçlar karsısında Prof.Veber, “Kürt lisanı bir lisan halitası (alısım) da degildir. Belki bir kelime halitasıdır” demistir.40 
Olayları kendi çıkarları dogrultusunda yorumlamak isteyen kesimler; 

Kürtçe vardır, dolayısıyla Kürtler millettir, bu millet bir devlet kurarak kendi 
gelecegini kendisi tayin etmelidir yaklasımı içerisine girmislerdir. Oysa yapılan 
arastırmalar bu yaklasımı teyit etmemektedir. Kürtçe adı altında, lehçelerini de 
içerisine alacak bir dil bulunmamaktadır. Yörede yirmiye yakın lehçe ve dil 
konusulmaktadır. Kürtçenin birer lehçesiymis gibi lanse edilen dilleri konusanlar 
birbirleri ile anlasamamaktadırlar. Kürtçe olarak kabul edilen dil ise 
Kurmancadır. Bölgede dil birligi söz konusu degildir. Bu diller ve lehçeler 
bölgenin konumuna uygun olarak Fars, Arap, Ermeni, Rus ve Türk 
kültürlerinden ve dillerinden etkilenerek olusmustur. Ancak Kurmancanın 
türevleri seklinde degillerdir. PKK terör örgütü de bu durumu istismar 
edenlerden olusmustur. Her toplumun kendi dilini konusma hakkı oldugunu 
vurgulayarak bunu bir kültür zenginligi olarak gösteren kesimler dahi, birbirini 
anlamayan kesimlerin kendi dillerini gelistirme yerine Kurmanci ögrenmelerini 
saglamaya çalısmaktadırlar. Buna tesvik edenler ve bu konuda çalısma 
yapanların Kürtlerden ziyade Avrupalılar olmaları da düsündürücüdür. 

(3) Kürt İsyanları 

Kürtler genel olarak ran, Türkiye ve Irak sınırlarının kesistigi bölge ve 
çevresindeki daglık kesimlerde yasamaktadırlar. Buna ilâve olarak Suriye’de ve 
Türk’ün bulundugu diger ülkelerde de mevcuttur. Söz konusu bölge, güneyde 
Musul-Kerkük bölgesindeki ve kuzeyde Bakü bölgesindeki petrol yataklarını ve 
pek yolunu kontrol altında bulundurabilmektedir. Daha ötesi, Irak’ın Musul- 
Kerkük bölgeleri Kürt bölgesi içerisinde kabul ettirilmeye çalısılmaktadır. Ayrıca 
Kürt sorunu adı altında böyle bir sorunun varlıgı ve sürekli canlı tutulması, 
Türkiye, ran, Irak ve Suriye’nin çesitli vesilelerle iç islerine karısma imkânı 
dogurmaktadır. Baska bir ifade ile Kürtleri koz olarak elde bulundurmak, yeri ve 
zamanı geldigi zaman bu kozu kullanmak bir tasla bes kus vurmak anlamına 
gelmektedir. Yani Kürt kozu ile Türkiye, ran, Irak, Suriye ve Kürtlerin kendileri 
baskı altında tutulabilmektedir. Kürtlere bagımsızlık vaatleri ile bünyesinde Kürt 
bulunan ülkelerde ise Kürt devleti kurdurma tedirginligi yaratılarak baskı aracı 
olarak kullanılmaktadır. 

Hasan Cemal, 5 Aralık 1989 tarihinde günlügüne düstügü bir notta, 
Ugur Mumcu’nun bugünkü (5 Aralık 1989) yazısındaki; “ABD ve öteki Batılı 
ülkeler niçin birdenbire bu kadar Kürt yanlısı oldular? Bu soruya yanıt aramak 
zorundayız. ABD için sorun; ran, Irak ve Türkiye’nin birer bölümünü 
kapsayacak bir Kürt devleti üzerinde simdiden egemen olmak ve olası petrol 
yataklarını bu Kürt devleti aracılıgıyla elinde tutmaktır. Kürtler üzerindeki 
Amerikan mandacılıgı hazırlıgına kimse “sosyalizm”, “marksizm” ya da 
“devrimcilik” etiketi yapıstırmamalıdır. ABD emperyalizmi gerçekten 
“emperyalizm” ise Kürt sorununun bu kadar canlı tutulmasında bu emperyalist 
siyasetin güttügü amaç niçin göz ardı ediliyor?” diye ifade ettigi bölümü ile ilgili 
olarak Ankara’daki Amerikan büyükelçisi Morton Abramowitz’in kendisini 
telefonla arayarak sunları söylemistir. “Amerika’nın böyle bir politikası yok. 
Türkiye’yi destabilize etmek, bölmek gibi bir politikası yok. Biz bu konuya insan 

hakları açısından yaklasıyoruz. nsan hakları sorunları yok mu Türkiye’de?”41 
İfadeden de anlasılacagı üzere ABD bu kez Kürtleri insan hakları adı altında 
Türkiye’ye karsı bir baskı aracı olarak kullanmaya baslamıstır. 
1979 yılına ait CIA raporunun bir bölümünde “Irak, ran’daki Kürtleri 
ayaklandırmak için Celal Talabani’yi kullanıyor”, bir baska bölümde ise “1972’de 
Sovyetler Birligi-Irak Dostluk Antlasması imzalanınca, Kürtlere Moskova destegi 
sona erdi. Barzani her geçen gün ran sahına daha çok dayanmaya basladı.” 
ifadeleri yer almaktadır.42 Bölgedeki devletlere hükmetmek isteyen veya kabul 
edilemez isteklerini kabul ettirmek isteyen güçler tarihleri boyunca Kürtleri 
kullanmıslardır. 

Türkiye’deki etnik yapıyı bozmak, huzur içinde yasayan insanlarımızı 
birbirine düsürerek, kendi çıkarları dogrultusunda kıskırtmak, gerektiginde 
ellerine silah ve cephane vererek terörü ve isyanı tesvik etmek Batılıların tarih 
boyunca uyguladıgı bir projedir. Söz konusu projeyi, Osmanlı Devletini yok 
etmek, Türkleri Orta Asya’ya sürmek için hazırladıkları ve stanbul Hükümetine 
kabul ettirdikleri “Sevr Anlasması”yla da hayata geçirmeyi denemislerdir. 
Güneydogu Anadolu’da yasayan halkın kimligini dil, din, tarih asiret, 
milliyet yapılarını dikkate alarak Kürt, Türk, Arap, Ermeni v.s. demek mümkün 
görülmemektedir. Bölge dügümler yumagı seklindedir. Bütün bunlara ragmen 
her ülke ve menfaat grupları kendi çıkarları dogrultusunda olayları çarpıtarak 
bölgedeki insanları su veya bu nedenle kullanmaktadır. 

Osmanlı Devleti’nin eski gücünü kaybetmeye baslamasından itibaren 
genellikle Rusya ve ngiltere’nin güdümünde birtakım iç karısıklıklar 
olusturulmaya baslanmıstır. Bu dönemde ilk isyan 1806-1808 yılları arasında 
meydana gelen Babanzade Abdurahman Pasa isyanıdır. Abdurahman Pasa, 
Osmanlı Devleti’nin Süleymaniye’ye atadıgı bir valiyi tanımayarak isyan 
baslatmıstır. Süleymaniye Valiligi’ne kendisinin atanmasını istemesinden dolayı 
tamamen sahsî hırstan kaynaklanan bu isyanı günümüz Kürtçü yayınları ilk millî 
isyan olarak nitelendirmektedir. 1812 yılında isyan girisimi tekrarlanmıstır. 
Konunun dikkat çeken tarafı söz konusu olayların Osmanlı Devleti’nin Rus 
savası ve Sırp syanıyla ugrastıgı döneme denk gelmesidir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****

DOĞU VE GÜNEYDOGU ANADOLUYU, PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 1

DOĞU VE GÜNEYDOGU ANADOLUYU,  PKK TERÖRÜNE HAZIRLAYAN NEDENLER, BÖLÜM 1




Ahmet KÜÇÜKŞAHİN* 
* Dr.P.Kur.Kd.Alb., Harp Akademileri Komutanlıgı Stratejik Arastırmalar Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Baskanı. 


Özet 


Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesi, Agustos 1984 tarihinde fiili olarak baslayan PKK terörüne sahne olmustur. Bu makalede, yörenin sosyo-kültürel yapısı incelenerek PKK terörü ile olan iliskisi ortaya konmaya çalısılmaktadır. 

Bölgenin 20’nci yüzyılın icaplarına cevap veremeyecek sosyokültürel yapısı, bu yapının ortaya koydugu sorunlar ve bu sorunların, devletin imkansızlıklarının veya ihmalinin bir sonucu olarak dıssal bir bakısla “bölgenin kasıtlı olarak geri bırakıldıgı” seklinde algılanmasına neden olmustur. 

Bu arada, 1978 yılında silahlı mücadele anlayısıyla kurulan PKK terör örgütü, benimsedigi strateji ile bölgenin sosyo-kültürel degerlerindeki zafiyetlerini (agalık sistemi, çok çocukluluk, egitim durumundaki yetersizlik, küçükbas hayvancılıkla özdeslesen yasam tarzı, kız evlatlarının mal gibi görülmesi vs.), cografi yapıyı (sınır bölgesi olma, arazinin daglık yapısı) ve ekonomik kosullardaki yetersizlikleri istismar ederek örgüt stratejisi dogrultusunda kullanmıstır. Bu baglamda, Türkiye’ye hasım olan devletler, Türkiye’nin 
dengelerini sarsmak maksadıyla baslangıçta terör örgütünü kullanma politikası izlemisler, bilahare bu politikalarını genisleterek, tarihte de defalarca yasandıgı üzere, Kürtleri kullanma politikasına dönüstürmüslerdir. 

Anahtar Kelimeler: Terör, Kürt, Sosyo-kültürel, PKK, Güneydogu, 

1. Giriş 

1960’lı yıllardan itibaren tırmanma egilimi gösteren terörizmin uluslararası boyutu, 11 Eylül 2001 tarihinde doruk noktasına ulasmıs, böylece 
20’nci yüzyılın sonları ve 21’inci yüzyılın basları itibarıyla üzerinde en çok durulan kavramlardan biri hâline gelmistir. Konu üzerinde yapılan bilimsel 
çalısmalar, terörizmin olusmasına katkıda bulunan nedenlerin basında sosyoekonomik kosulları göstermekle birlikte, terörün toplumsal ortamda gelismesine ve toplumsal etkilerinin yogunlasmasına katkıda bulunan nedenlerin varlıgına da isaret etmektedir. Bu çalısmanın amacı, Dogu ve Güneydogu Anadolu’yu, Agustos 1984 tarihinde fiilî olarak baslayan PKK terörüne hazırlayan nedenlerin basında, bölgenin sosyo-kültürel yapısının geldigi konusunu, cografi yapısını ve tarihî kosullarını (Kürt kimligi, Kürt dili, Kürt isyanları) da dikkate alarak incelemektir. 

Terör örgütlerinin amaçları, örgütlerin faaliyette bulundukları ülkelere ve kendilerini yönlendiren merkezlere baglı olarak farklılık gösterebilmektedir. 

Bilinen yaklasımlar çerçevesinde terörizmin amaçlarını; 
- Siddet ya da siddet tehdidi yoluyla; fidye almak, mahkum teröristlerin serbest bırakılmasını saglamak ya da teröristlerin bir mesajının kitle iletisim araçlarının birinde yayımlanması gibi belirli tavizler elde etmek, 

- Kamuoyu kazanmak, 

- KarıŞıklık yaratarak toplumu demoralize etmek ve mevcut sosyal düzeni yıkmak, 

- Kasıtlı biçimde, baskı içeren bir karsı terörizm kampanyasını ve zorunlu önlemleri provoke etmek, 

- Mesru otoriteyi yıpratmak ve yıkmak, 

- Örgüt içindeki sadakati ve is birligini saglamak, 

- Bir cezalandırma aracı olarak kullanmak1 olarak belirtebiliriz. 

Terör örgütleri, savundukları ideolojiye baglı olarak, haksızlık ve zulüm 
olarak gördükleri devlet yönetimi ve yöneticilerini bertaraf etmeyi, böylece daha 
mutlu ve adaletli bir hayat tarzını amaç edindiklerini ileri sürmektedirler. Bu 
ugurda kendilerini, haklarını savundukları toplumun kıymeti henüz tam 
bilinmeyen meçhul savasçıları ve fedakar gönüllüleri olarak görmektedirler. 
Halkın bilinçli olmaması nedeniyle, kendisi için yapılan iyi seyleri 
algılayamayacagı ve bu nedenle yürütülen harekete katılmasının mümkün 
olmadıgı, ancak zaman içerisinde bilinç kazanarak harekete katılacagını ileri 
sürerler. Bu zamana kadar, azınlıkta olan bilinçli kitlelerin, halk adına 
mücadeleyi yürütmesi ve mücadeleye önderlik etmesi gerektigini savunurlar. 
Neden birtakım insanlar amaçlarına ulasmada ölümü göze alıp, her 
türlü zorluk ve yokluga katlanarak, silahlı siddet gibi oldukça zor bir maceraya 
atılmaktadırlar? Bunun en büyük nedeni, mücadele verdikleri düsmanları ile 
aralarındaki güç dengesizliginde yatmaktadır. Hedef alınan sistemin normal 
yollardan degistirilmesinin imkansızlıgı, silahlı mücadeleyi tek çare olarak 
göstermekte ve güç dengesizligini ancak terör eylemlerine basvurarak 
gidermeye çalısmaktadırlar. 

Terörü psikolojik açıdan ele alırken, terör eylemlerini yapan ve terörist 
grupları olusturan kisilerin genel mantık yapılarını, yetistikleri ve yasamakta 
oldukları çevreyi, egitim durumlarını, ailelerini, ortak yönlerini, psikolojik 
yapılarında belirli bir bozukluk olup olmadıgını ve onları bu eylemlere iten 
faktörlerin neler oldugunu ele almak gerekir. Çünkü terörist eylem, bir toplumun degerlerine, normlarına, menfaatine, beklentilerine, varlıgına, bütünlügüne ve bu bütünlügün devamına ters düsen, masum insanların öldürülmesine varıncaya kadar topluma zarar veren çesitli faaliyetleri içine alan, ilgili toplumda devlet güç ve otoritesini zaafa ugratarak o toplumu içten çökertme hedefine yönelik bir sosyal sapma davranısıdır. 

Terörist, toplumun içinden çıkmakta ve yine sözde toplum adına, topluma ve onun olusturdugu devlete karsı faaliyette bulunmaktadır. O hâlde teröristi harekete geçiren veya kisileri terörist olmaya iten sebepleri de yine toplumsal yapılanmada aramak gerekecektir. Bu baglamda terör olgusunu yalnızca iç ve dıs düsmanların varlıgına baglamak yeterli olmayabilir. Baska bir deyisle, terörü toplumun ekonomik ve sosyo-kültürel yapısından da ayırmamak gerekmekte dir. 

2. Dogu ve Güney Dogu Anadolu’nun Kosulları 

a. Cografi Yapı;

Teröre sahne olan bölge, Türkiye’nin Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgelerinin bir bölümünü içermektedir. Dogu Anadolu’nun güneyi ile Güneydogu Anadolu’nun dogu kesimlerini kapsamaktadır. Söz konusu bölgelerde arazinin deniz seviyesinden yüksekligi, Türkiye ortalamasının iki katına yakındır. Deniz seviyesinden ortalama yüksekleri itibariyle Hakkari ortalama 2500 metre, Sırnak 1400 metre, Mardin 1083 metre, Van 1725 metredir. Yollar gedik, geçit ve vadilere tabidir. Kısın kar kalınlıgı iki metreye kadar çıkmaktadır. Yagan kardan dolayı yollar aylarca kapanmakta ve bu yörelerde yasayan insanlar kendi mekanlarının dısına çıkamamaktadırlar. 1997 yılı Ocak ayında yagan kar yüzünden Sırnak’ta Beytüssebap lçesini Uludere İlçesine baglayan yolun Uludere–Uzungeçit arasındaki bölümü, 1997 yılı imkânları ile ancak bir haftada açılabilmistir. Aynı zamanda, yolların araç trafigini kolaylastıracak kadar düzgün olmadıgı, kar ve diger tabiat olaylarının verdigi tahribatı giderecek araç ve donanımın yeterli olmadıgı, olaylara müdahale edecek yetismis insan gücünün yok denecek ölçülerde oldugu bir gerçektir. Cumhuriyetin ilk yıllarında yolların açılarak irtibatın saglanabilmesi ya kısıtlı ölçülerde yapılabiliyordu ya da iklimsel sartlar bekleniyordu. 

Arazi yapısının yol sebekesine yansımasını ifade edebilmek için bazı degerlerin verilmesinin uygun olacagı kanaatindeyiz. Örnegin Siirt–Sırnak arasındaki yol mesafesi 97 km. olmasına karsın motorlu araç ile ortalama iki saatte, Sırnak–Hakkari arasındaki 190 km. 5-6 saatte, Van-Hakkari arasındaki 205 km. 3-4 saatte kat edilebilmektedir. Bununla birlikte, dag silsilelerinin olanak vermemesi nedeniyle Van Gölünün dogu ve güneyindeki yol sebekeleri yetersiz ve son derece sınırlıdır. 

Bölgede görev yapan subayların sık sık söyledikleri bir söz vardır: 
“Hakkari’yi bir masaya yatırıp ütüleseler Türkiye kadar bir alan çıkar.”2 
Bölge arazisi kar yagısına baglı olarak insanları kendi mekanlarına hapsetmekte, 
insanları çevreleri ile iletisimsiz bırakmakta, kıt imkânlara sahip devleti zor 
duruma düsürmektedir. Dogu Anadolu yılın 120 günü karla kaplıdır.3 Bunun 
sonucu olarak insanlar kendi mekanlarında yılın yaklasık dört ayı âdeta 
kaderleri ile bas basa kalmaktadırlar. Terör öncesinde hayvancılıkla ugrasan 
sürü sahibi vatandaslar ise havaların soguması ile birlikte yazın ikamet ettikleri 
alanları terk ederek hayvanlarını otlatabilmek için daha sıcak kesimlere göç 
etmekteydiler. Bu yasam tarzı devlet imkânlarının vatandasa sunulamaması, 
sunulanlardan ise etkin olarak istifade edilememesi sonuçlarını dogurmustur. Bu 
durum bölge halkına egitimsizlik, devletin varlıgının hissettirilememesi gibi 
neticeler olarak yansımıs ve bilâhare kötü niyetli kisilerin istismar aracı hâline 
dönüsmüstür. 

Söz konusu bölgenin Orta Dogu cografyasına komsu olması, bu baglamda dikkate alınması gereken bir baska cografi gerçektir. Bölgeye komsu olan ülkelerin istikrarsız yapıları, sınır güvenliklerinin olmaması ve özellikle 1991 
yılında Irak’taki Körfez Harekâtından itibaren baslayan otorite boslugu, cografi 
yapının da katkıda bulundugu olumsuzlukların nedenlerini olusturmustur. 
1984 yılında baslayan PKK terörünü avantajlı kılan en büyük etkenlerden birisi, bölge arazisinin daglık ve leçelik yapısıdır. Arazinin bu yapısı, baslangıçta, bölgeyi teröristlerden temizlemeye çalısan güvenlik güçlerinin zafiyetini olustururken, kendi yasam alanları olması nedeniyle araziyi iyi ögrenmis olan teröristlere avantaj saglamıstır. 

b. Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Yapı 

Sosyolojik açıdan Dogu Anadolu’nun bir bölümü ile Güneydogu Anadolu’nun dikkati çeken en önemli özelliklerinin basında feodal yapının varlıgı gelmektedir. Bu yapı bölgenin daglık kesimlerine dogru gidildikçe kendini daha bariz hissettirmektedir. Örnegin Sanlıurfa’da mevcut olan asiret yapısı ile Hakkari’deki asiret yapısının farklılıkları vardır. Sanlıurfa’daki yapıda fertler asirete daha zayıf baglarla baglı iken, Hakkari’de daha kuvvetli baglarla baglıdır. 

Bu durum, devlet kurumlarının daha az etkin olmasının ve arazi yapısının 
sertlesmesinin bir sonucu olarak ferdî ve ailevi güvenligin ön plana çıkması ile 
izah edilebilir. Can ve mal güvenligi açısından asiretin sagladıgı koruyucu 
semsiyeye karsılık, asiret kurallarına uyma zorunlulugu kendiliginden ortaya 
çıkmaktadır. 

Agalık kurumu esas olarak büyük toprak mülkiyetine dayanmakla birlikte, özellikle asiret iliskileri söz konusu oldugunda bu kurumda farklı ekonomik ve toplumsal iliskiler görülür. Özellikle devlet gücünün yetersiz oldugu, kamusal hizmetlerin halka ulastırılamadıgı bölgelerde agalık bir toplumsal kurum olarak, halkla devlet arasındaki boslugu doldurmaktadır. 

Bölgenin siyasal tarihine bakıldıgında her siyasal partinin aga ve asiret destegini 
kazanabilmek için statükocu tavır sergiledigi ve siyasal iktidarların da mevcut 
yapının korunması konusunda destek oldukları görülmektedir. 

Asiretlerle ilgili olarak dikkati çeken bir baska önemli husus, yörenin 
sosyo-antropolojik ve etnolojik yapısı hakkında sistematik arastırmaların son 
derece az sayıda ve yetersiz olusudur. Asiret yapısı kendi içinde kabilelere 
ayrılmaktadır. Bazen bir asiret on veya daha fazla kabileye bölünmektedir. Her 
asiret bir reis veya aga, bey gibi cemaat liderleriyle temsil edilmektedir. Bu 
topluluk liderleri, görevi babadan ogula intikal ettirilmek suretiyle yürütürler.4 
Eski Basbakanlardan Bülent Ecevit, Güneydogudaki sorunu, Kürt sorunu olarak degil etnik özellikler tasımayan feodal bir sorun olarak görmektedir.5 Olaylara bu çerçevede baktıgımızda bölgenin kendine has bir sosyo-kültürel yapısı oldugu gözlemlenmektedir. 

2’nci Abdulhamit döneminde kurulan Asiret Mektepleri, asirete mensup 
aga, seyh veya beyin yakınlarını egiterek saray terbiyesi vermek suretiyle asiret 
olgusuna yeni bakıs açıları kazandırmayı amaçlamaktaydı. Cumhuriyet 
döneminde baslatılan okullasma, idarî örgütlenme, belirli oranda sanayilesme, 
teknolojik yararlandırma ve yeni kalkınma projeleri yine de asiret-kabile 
yapısında istenilen sosyo-ekonomik ve kültürel bütünlesmeyi saglayamamıstır. 
Asiret bilinci, asiret mensubiyet duygusu –asiretin dokusu zayıflamıs olsa bile– 
asiret olgusunu eritememistir. Yörede, önemli cemaat kurulusları kendilerini 
asiret dısında düsünememektedir. Toplumsal kimligin dinamizm kazandıgı 
günümüzde, asiret-kabile suuru da güçlenmeye baslamıstır.6 

Güneydogu Anadolu bölgesinin çogu kesimlerinde, bir erkegin evlenerek sahip oldugu hanımların sayısı, onun gücünün bir göstergesini yansıtmaktadır. Bu kapsamda Sırnak bölgesinde yaptıgımız arastırmalarda aga, asiret reisi veya varlıklı erkeklerin tamamının birden fazla hanıma sahip olduklarını tespit ettik. Hanım sayısı mevzusu, asiret liderleri arasında konusulan önemli sohbet konularındandır. Erkekler hanım sayısının çoklugu ile birbirlerini kıskandırmaya ve es sayısı bakımından birbirlerini etkilemeye çalısırlar. Evlilik çagına gelmis olan bir genç kızın kiminle evlenecegine, geleneklere uygun olarak aile büyükleri karar vermektedir. Bu baglamda genç kız, geleneklerle beslenen psikoloji ile güçlü bir erkegin himayesinde olma duygusuyla ikinci veya üçüncü es olmayı tercih etmektedir. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Saglıgı Anabilim Dalı Ögretim Üyesi Prof.Dr.Nuran Elmacı, geçtigimiz yıl kadınlarla ilgili yaptıgı 
arastırmalarda7, “kuma” olgusunun Güneydogu Anadolu Bölgesi’nde çok yaygın 
oldugunu belirlediklerini, kırsal alanda hâkim olan asiret yapısının çok esli 
evliliklerde etkili oldugunu ve çok çocuk ile asiretin güçlü olmasının saglandıgı 
düsüncesinin hâkim oldugunu tespit etmistir. 

Diyarbakır Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölüm Baskanı Doç.Dr.Ahmet Cihan tarafından yapılan “Töre ve Namus Cinayetlerine Üniversite Gençliginin Bakısı ve Toplumdaki Yeri” konulu arastırma sonucuna göre 8; töre ve namus cinayetleri zaman tüneli içerisinde azalma egilimi göstermis olsa bile, basta Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgeleri olmak üzere, geleneksel iliskilerin daha belirgin bir sekilde sürdürüldügü ve toplumun diger kesimleriyle henüz tamamıyla bütünlesemeyen yerlesim bölgelerinde varlıgını devam ettirdigidir. 

Bölgede yaptıgımız arastırmalarda baslık parası veremeyecek durumda 
olan erkeklerin, “daha ucuz” oldugu için Kuzey Irak’ta yasayan Irak vatandası 
bayanlarla evli olduklarını tespit ettik. Bununla birlikte, bölgede bulunarak 
arastırma yaptıgımız iki yıllık süre içerisinde evlilik gayesi ile gayri resmî yollarla 
sınırdan Türkiye’ye girme girisiminde bulunan birçok genç kıza sahit olduk. 
Yöre insanı ailedeki çocuk sayısını erkek çocuk sayısı olarak ifade etme 
egilimindedir. Bu nedenle ailenin gerçek çocuk sayısını ögrenebilmek için ayrıca 
kız çocuk sayısını da sormak gerekmektedir. Bu yaklasım biçiminde ana 
düsünce, kız evlatların ailede geçici bireyler oldugu, ailenin asıl varlıgının 
erkeklerden olustugudur. Bir baska deyisle kız evlatları, aile içerisinde bugünü 
var, yarını yok olan emanet fertler olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. 
Baslık parası alma gelenegi de bu düsünceye yansıyınca, ailedeki kız 
çocuklarının çarsıda-pazarda satılan bir maldan öteye bir degeri kalmamaktadır. 
Bu durum, kızlara “savasçı veya militan” gibi unvanlar vererek kisilik kazandıran 
örgütün isini kolaylastırmakta, örgüte katılmaları konusunda gerek kendilerinin 
gerekse ailelerinin güçlük çıkarmamaları sonucunu dogurmakta ve onların 
kendilerini ispatlama gayretleri, erkek örgüt mensuplarına eylemleri konusunda 
ivme kazandırmaktadır. 

1984’ten itibaren Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgesinde yasanan terör nedeniyle canlarını ve mallarını güvenceye almak için göç eden insanlarla 
yapılan anketin, ailelerdeki çocuk oranlarına iliskin sonuçları söyledir. 
Çocuk sayısı 4 (%7), 5 (%13), 6 (%22.3), 7 (%25.8), 8 (%10.2), 9 (%11.5), 10 (%4.8). 

Bu rakamlar bölgede doğurganlık oranının oldukça yüksek olduğunu  göstermekte dir. Çünkü bölgede 4 ve daha fazla çocukları olanların oranı % 97.6 dır.9 

Bölge insanı, sahip oldukları çocuk sayısının çoklugunu, soyunu sürdürebilmek için ölüm ihtimallerini de dikkate alarak, “ya birkaç tanesi telef olursa” veya “Allah verdi” diye baslayan bir cümleyle izah etmeye çalısmaktadır. 

Bilindigi gibi, “telef olmak” ifadesi genelde ölen hayvanlar için kullanılan bir 
tabirdir. Hiçbir anne ve babanın çocugunu böyle bir yaklasım ile görmedigi veya 
göremeyecegi bir gerçektir. Saglık hizmetlerinin yetersizligi ve bilinçsizlik, 
çocukların tedavisinde aileleri hayvanlar için olusan mantıga sürüklemistir. 
Hangi yaklasımla olursa olsun, aile imkânları ile yetistirilemeyecek sayıda sahip 
olunan çocuk, toplumsal bir sorun olmus ve bilâhare terör örgütlerinin eleman 
kaynagı hâline gelmistir. 

Kırsal kesimlerdeki aileler çocuklarını aile ekonomisine katkı saglaması 
gereken bir unsur olarak görme egilimindedirler. Bu nedenle onları egitim 
vererek hayata hazırlamak yerine çalıstırmayı yeglerler. Örnegin baba, sürüyü 
otlatırken çocuk, kuzuları otlatmaya gönderilir. Özellikle hayvancılıkla geçinen 
Dogu ve Güneydogu Anadolu bölgelerinde aileler, bu baglamda çocuga ihtiyaç 
duyarlar. Ancak, arazi ve kaynak yetersizliginin fazla çocugun yükünü 
kaldıramayacak durumda oldugunu dikkate almazlar. Bölgenin nüfusa oranlı 
ekonomik verileri de bunu göstermektedir. 1987 yılı fiyatlarıyla 1990 yılında 
Türkiye’de kisi basına düsen gayrisafi yurt içi hâsıla 1.487.082 TL iken bu 
rakam Dogu Anadolu bölgesinde 615.865 TL, Güneydogu Anadolu bölgesinde 
890.773 TL’dir.10 Bu rakamlar, söz konusu bölgelerde kisi basına düsen 
gayrisafi yurt içi hâsılanın 1990 yılında Türkiye ortalamasının yarısına yakın bir 
degerde oldugunu göstermektedir. Türkiye’nin batısında, ailelerdeki agırlıklı 
çocuk sayısı iki-üç iken bu yörelerde altı-yedidir. Aile mevcudu açısından 
batıdaki iki aile, Dogu ve Güneydogudaki bir aileye karsılık gelmektedir. 
Gayrisafi yurt içi hâsıla açısından da aynı sonuca ulasılmaktadır. Bununla 
birlikte Türkiye’de, hâlen dahi giderilememis olan ve bir faciayı andıran gelir 
dagılımı adaletsizligi mevcuttur. 

Prof.Dr.Nusret Fisek tarafından çocuk ölüm oranları konusunda yapılan 
arastırmalara göre, 1967 yılında Türkiye genelindeki bebek ölüm oranı binde 
153, 1968 yılında Ankara, İstanbul ve İzmir sehirlerindeki bebek ölüm oranı 
binde 106’dır.11 Türkiye’nin saglık imkânlarının en yogun oldugu kesimlerdeki 
bebek ölüm oranları binde 106 ise, mantıksal bir yaklasımla saglık imkânlarının 
gittikçe azaldıgı Dogu ve Güneydogu Anadolu’ya dogru gidildikçe bu oran binde 
200’ler civarına çıkacaktır. Çocuk ölüm oranı İsveç’te binde 14, Çekoslovakya’da binde 21, Kolombiya’da binde 83’dür. Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre Türkiye genelindeki bebek ölüm oranı 1965-1970 yılları arasında binde 158, 1970-1975 yılları arasında binde 140, 1975-1980 yılları arasında ise binde 110’dur. CIA-The World Factbook verilerine göre 2004 yılında bu oran binde 42.62’dir. Ülkenin kalkınması ile birlikte bebek ölüm oranlarında bir iyilesme oldugu gözlenmektedir. Ülkelerin gelismislik düzeylerinin artması ile birlikte ülke insanları bilinçlenmekte ve nicelikten ziyade nitelige önem vermeye başlamakta dırlar. Ancak olumlu ve hızlı bir sekilde degisimi arzu edilen bu süreç, yavas ilerlemekte ve özellikle Türkiye’nin bölgesel kosullarına göre farklılıklar arz etmektedir. 

PKK terör örgütünün lideri Abdullah ÖCALAN, örgüte eleman bulma 
konusunda militanlarına talimat verirken; “Kürdistan’da her ailede basıbos 
dolasan çocuklar var. Kızlı-erkekli her aileden iki üç tanesini alırsanız yüz 
binlerce insan eder. O kadar da zor degil, zaten aile reisleri bunları beslemekten 
acizdir. Çogu oglunu ve kızını gönüllü verir, öyle dövünüp sızlanmazlar. Sonra o 
gençler de sevinerek yanımıza gelirler. Evlerinde çogu huzursuz, aile içinde 
egreti duruyorlar. Gençlik bunalımlarını en yogun biçimde yasıyorlar. Kolundan 
tuttunuz mu kolayca cepheye getirirsiniz. Biraz da ilk geldiklerinde ortamı 
güzellestirdiniz mi evlerinden ayrıldıklarına sevineceklerdir.” diyerek bu 
bölgedeki çok çocuklulugu, bunun getirdigi zorlukları, sosyal yapıdan 
kaynaklanan anlayısı ve bütün bunlara dayanarak “Kürt milliyetçiliginin 
yayılması” anlamına gelen militan edinme yöntemlerini çok iyi bir sekilde 
özetlemektedir. 

Terör öncesinde yörenin en önemli geçim kaynagı büyük ölçüde küçük bas hayvancılık idi. Tarıma elverisli olmayan arazi yapısı, ahır hayvancılıgından ziyade küçükbas hayvan yetistiriciligini âdeta dikte eder özelliktedir. Küçükbas hayvancılık ile ugrasan insanlar tabiatın kurallarına göre hareket ederler. Yemi hayvanın ayagına getirmez, hayvanı yemin yanına götürürler. Bu durum genel anlamda asiretlerin, daha dar anlamda ailelerin ve nihayetinde bireylerin sürekli olarak göçebe bir yasam tarzı sürmelerine neden olur. Küçükbas hayvan yetistiriciliginde, hayvanların saglıklı beslenmesini saglayabilmek için günün serin oldugu aksam, gece ve sabah vakitlerinde daglarda otlatılması, havanın sıcak oldugu gündüz vaktinde dinlendirilmesi gerekir. Hayvanların bu beslenme biçimi, hayvanların basında bulunan kimselerin (çoban ve ailesinin) günlük yasam tarzını olusturur. Baska bir ifade ile bu yasam biçimi, sürekli sürüsünün basında dag-tas dolasan, gecesi gündüze karısmıs, yalnız ve anti-sosyal bir yasam biçimidir. Bu yasam biçimi ile elde edilen gelir, hiçbir zaman refaha yansıtılmaz ve yansıtılamaz. Zenginlik, refahtan alınan pay yerine, elde mevcut hayvan sayısı ile ifade edilir olmustur. 

Yine aynı sekilde devlet zoru ile kazandırılan egitim ve ögretimin de sosyal 
hayata yansıtılamadıgı için egitimin gerekliligi sorgulanır hâle gelmistir. Bunun 
neticesi olarak ailelerde, çocugu okula gönderme egilimi yerine göndermeme 
egilimi olusmustur. 

Bölgede görüstügümüz vatandaslar tarafından, terör öncesi dönemde, 
halkın hayvancılıkta ve kaçakçılıkta uzman oldugu ifade edilmistir. Aslında 
kaçakçılık, hayvancılık yaparken elde edilen birikimlerin kullanılmasından 
ibarettir. Hayvanların daglarda otlatılması esnasında ögrenilen gedik, geçit, 
magara, su kaynagı, bölgeye hâkim olan kesimler, sıgınaklar v.s. kaçakçılık 
esnasında bir bilgi birikimi olarak degerlendirilmektedir. 

Hayvancılık-kaçakçılık iliskisine benzer sekilde, küçük bas hayvan yetistiriciligi ile ortaya çıkan yasam biçimi, tıpkı teröristlerin 1984 yılından sonra Güneydogu Anadolu’da ortaya koydukları yasam biçimini andırmaktadır. Yani geceleri eylem için dag tas dolasmak ve gündüzleri gecenin yorgunlugunu gidermek üzere dinlenmektir. Bu kapsamdan olmak üzere, hayvanların daglarda otlatılması esnasında ögrenilen magara, geçit, su kaynagı, sıgınak gibi araziye iliskin bilgi birikimleri, terörün fiilî olarak basladıgı yıllarda teröristlerin en büyük 
üstünlüklerini olusturmustur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

30 Aralık 2017 Cumartesi

GÜNEYDOĞU GERÇEĞİ ve GELİNEN NOKTA,

GÜNEYDOĞU GERÇEĞİ ve GELİNEN NOKTA,


Turhan ÇÖMEZ ,

Turhan ÇÖMEZ, BÜYÜK TÜRKİYE İÇİN GELECEK ARAYIŞI albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
25 Ocak 2016 · 

GÜNEYDOĞU GERÇEĞİ ve GELİNEN NOKTA

Türkiye son iki aydır üzüntü verici gelişmelere sahne oluyor.
Bir yanda yeniden baş gösteren terör eylemleri, öte yanda özel günler bahane edilerek yapılan izinsiz sokak gösterileri ve bunların neden olduğu kaos ortamı.
Ve hepsinden önemlisi toplumun neredeyse tamamını teslim almak üzere olan bir endişe atmosferi.
Şüphesiz ki ülke; bu girdap görüntüsünden kurtulacak ve bizler bu sıkıntılı günleri birer ibret vesikası olarak hatırlayacağız.
Ancak yaşananlardan ders almak, gerçek nedenleri tüm açıklığı ile tartışmak ve çözüm üretmek mecburiyetindeyiz.

•••

Önce olayın tanımından başlayalım.Ortada bir Kürt sorunu mu var? Yoksa bir terör sorunu ve Güneydoğu gerçeği ile mi karşı karşıyayız?
Daha ortaya atıldığı ilk gün, itiraz ettiğim Kürt sorunu kavramını yine reddedeceğim.Ama bir Güneydoğu gerçeği ile karşı karşıyayız ve bunu çok iyi tanımlamalıyız:
PKK terörizmi ve onun desteklediği ayrılıkçı Kürt siyasal akımı.Geri kalmışlık (gelir dağılımında aldığı payda yetersizlik).
Altyapı ve istihdam sorunları

Aşiret yapısı
Çok Eşlilik
Töre cinayetleri
Yüksek nüfus artışı
Göç
Uyuşturucu-kaçakçılık
Bölgenin gerçek sorunları.
Terörün uzun yıllar tehdit ettiği bölgede, halkın etnik kimliği üzerinden yapılan provokasyonlar ve psikolojik operasyonlar netice vermiş ve son haftalarda yaşadığımız üzüntü ve huzursuzluk verici tablolar ortaya çıkmıştır.

•••

Şimdi bir de AB gerçeğine bakalım. 

Acaba medeniyet projesi olarak takdim ettiğimiz AB’nin, Güneydoğu gerçeği ile ilgili vizyonu ne?
AP’nin 1992 tarihinde aldığı bir kararla; Kürt sorunu kavramı tartışmaya açılmış ve «Türkiye’nin Güneydoğu’sunda sürmekte olan OHAL derhal kaldırılmalı, 
Türkiye’deki Kürt sorunu ile ilgili olarak bir uluslararası konferans düzenlenmeli dir.»  denerek 14 yıl önce niyetler ortaya konmuştur.
Bundan bir yıl sonra alınan kararla, ilk kez idarî özerklikten bahsedilmiş ve «Türk devletinin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla gelenek ve göre¬neklerinin varlığını sürdürmesiyle değil, fakat aynı zamanda; uygun düzeyde idarî özerklikle de uyumlu olabilmelidir.» denerek taleplerin sadece kültürel haklarla sınırlı kalmayacağının mesajları verilmiştir.
1996 yılında alınan kararda ise, «AP, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister.» diyerek net tavrını ortaya koymuştur.
Yine aynı yıl AP bugünlere ışık tutacak bir karar almış ve «AP, çıkmazı aşmak ve sorunun barışçıl biçimde siyasî bir çözüme doğru gidebilmesi için ülkenin 
Güneydoğu’sundaki askerî operasyonları durdurması ve tüm Kürt örgütlerle görüşmelere başlaması için Türk hükûmetine çağrıda bulunur.» demiştir. 
Yani siyasallaşmanın ilk sinyallerini vermiştir.
2000 yılında aldığı kararında ise, AP; «Türk yetkililere, Kürt toplumunun siyasal temsilcileriyle, özellikle de, ülkelerinin Güneydoğu’sundaki kentlerin belediye 
başkanlarıyla diyaloga girmeleri çağrısında bulunur.» diyerek, açık bir ayrımcılık tavrı ortaya koymuştur. Bahse konu belediye başkanları da; yine bir AB ülkesi olan Danimarka üzerinden yayın yapan ve terör örgütü PKK’nın yayın organı olan Roj TV’nin kapatılmaması için toplu bir talepte bulunmuşlardır.
PKK’nın 7. ve 8. kongre kararları ile, AB’nin 2001 Türkiye ilerleme raporunda yer alan eleştiriler büyük bir paralellik arz etmektedir.
AB 2004 ilerleme raporunda Kürt kökenli Türk vatandaşlarını Lozan Antlaşması hükümlerinin aksine azınlık başlığı altında ele almış ve niyetlerini ortaya koymuştur.
AB, kategorik bir ayrışma ve kamplaşmayı açıkça teşvik eden bir yaklaşım ortaya koymuş ve aynı yıl alınan bir kararla Türk ve Kürt siyasî güçlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, dinî örgütlerin; sürece katılması istenmiştir.
Resmî belgelere geçmiş bu açık durum AB’nin gerçek vizyonunu gözler önüne sermektedir.

Bunun dışında;

PKK’nın pek çok faaliyetine ve özellikle bölücü gösterilere izin verilmesi, hatta desteklenmesi, BBC gibi ciddî bir yayın kuruluşunun Diyarbakır’ı bölgesel başkent olarak tanımlaması, AKPM’nin özel oturumlarına DTP’nin davet edilmesi, sözde Kürt sorunu hakkında bilgi istenmesi, Bir gurup AP milletvekilinin, Başbakan Erdoğan’a bir mektup göndererek, Diyarbakır’da yaşanan olaylar için kınaması ve sorumluluğu devlet yetkililerine ve askere yüklemesi,

Bana göre son derece önemli ayrıntılardır.
Eğer bana gelen bilgi doğruysa, bölücübaşının doğum günü için Rusya’da düzenlenen resepsiyona, parlamento alt kanadı Duma temsilcileri, öğretim üyeleri ve generaller katılarak, destek mesajları vermiştir.
Dış cepheyi anlatmak için sanırım daha fazla belge ve örneğe gerek yok.

•••

Gelelim stratejik ortağımız ABD’ye. I. Körfez harekatından sonra 36. paralelin kuzeyinde oluşturulan güvenli bölgede beslenen terör örgütüne hiçbir yaptırım uygulanmamış ve Irak Savaşı sonrasında ise  Kandil Dağı bir kurtarılmış bölge haline gelmiştir.
Stratejik ortağımızdan bugüne kadar PKK konusunda destek alamadığımız gibi, bundan sonra da alacağımıza dair bir işaret yok.
Bir süre önce, ATC toplantısı için gittiğim Washington’da kendisine soru yönelttiğim Amerikalı Amiral William Sullivan, şimdilik PKK’ya bir operasyon yapma imkanlarının  bulunmadığını, terör örgütünün lojistik yollarının kesilmesi, gıda, para ve mühimmat ikmâlinin engellenmesi için yeterince askerlerinin olmadığını söyledi. Kendisine;  «ikmâl yollarının kesilmesi için KDP ve KYB’ye neden talimat vermiyorsunuz?» sorusunu yönelttiğimde ise, bu konuyu üstlerine taşıyacağını söyleyerek, duyarsızlıklarını  ortaya koydu.

•••

Batı dünyasındaki gerçeği iyi görmeli ve doğru değerlendirmeliyiz.
Tarih ileriye doğru yaşanır ama geriye doğru anlaşılır. Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan Ayastefenos Anlaşması ve Berlin Anlaşması’nda Osmanlı devleti  içinde yaşayan ve kendilerine millet-i sâdıka denen Ermeniler için reform talepleri vardı.
Berlin Anlaşması’nın 61. maddesine; Babıâli, Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde, yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı taahhüt eder hükmü  konmuş ve hatta bunların uygulanmasını denetlemek üzere asker konsoloslar görevlendirilmişti. İngilizler, gönderdikleri konsoloslara;
• Anadolu ahalisinin çeşitli sınıfları üzerinde araştırmalar yapmak,
• Yerel Türk yöneticilere öğütler vermek,
• Anadolu’da yapılacak reformların uygulanmasını gözetlemek ve bu uygulamanın hakkıyla yapılmasını sağlamak görevini vermiş, bunun ardından da Ermeni isyanları  başlamıştı.

Bu küçük tarihî notu, bugünlere ışık tutması için sizlerle paylaştım. Görünen o ki, asırlardır niyetler ve yaklaşımlar hiç değişmemiş.

•••

Şunu hiçbir zaman unutmamalı.
Etnik kıvılcım, ayrılıkçı anlayış ve ırk milliyetçiliği bir toplumda filizlendiğinde, onun izlerini silmek asırlar ister ve nesiller boyu çaba gerektirir. 
Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Peki ne yapmalıyız?

1. Dış çevrelerin desteklediği terör faaliyetleri ve etnik provokasyonlar sonucu ortaya çıkan;
Kürt kimliğinin tanınması
Kürt kimliğinin yasal-anayasal güvence altına alınması
Kürtçenin eğitim dili olması
Genel af ilan edilmesi
Kürtlerin Türklerle birlikte kurucu unsur olduklarının
Anayasaya geçirilmesi
Özerklik gibi talepler, şartlar ne olursa olsun, reddedilmeli.
AB ile bu konularda asla pazarlığa girmemeli.

2. Güneydoğu gerçeği iyi okunmalı. Bunun için, sosyologlar, antropologlar ve psikologlar bölgede geniş çaplı bilimsel araştırmalar yapmalı ve doğru algıyı ortaya koymalı. 
Ortaya çıkan veriler çerçevesinde bölgenin kanaat önderleri ile gerçekçi ve uzun vâdeli çalışmalar yapılmalı. Eylemlere destek veren halk bilerek ve isteyerek mi destek veriyor? Bilmeden, toplum psikolojisi ile mi destek veriyor? Zorla mı destek veriyor? Bunlar araştırılmalı.

3. Daima, uzlaşı, birlik-beraberlik ve ulus bütünlüğünü teyit edecek politikalar ortaya konmalı.

4. Bölgenin; işsizlik, geri kalmışlık ve altyapı sorunları özgün, gerçekçi, verimli ve uzun vâdeli politikalarla çözülmeli.

5. Türkiye bir ulus devlettir ve bundan asla taviz verilemez. Etnik-ırk milliyetçiliğine karşı ulus milliyetçiliğinin tavır değişikliğine girmesi ve karşıt milliyetçilik haline dönmesi de bir başka tehlikedir. Bölünme endişesi taşıyan çoğunluk zaman zaman aşırı davranışlar göstermeye meyillidir. (Taksim’de eylemcilere saldıran esnaf örneğinde olduğu gibi.) Ayrılıklar genellikle azınlıklardan değil, çoğunluklardan olur. Ulus milliyetçiliğinin-vatanseverliğin, toplumun tamamını kucaklayıcı bir formasyonda gelişmesini temin etmek için, siyasîler, medya, üniversiteler, aydınlar ve STK’lar özen göstermeli, çaba harcamalı.

6. Her ne kadar TCK’daki hükümler yeterli gibi görünse de, Terörle Mücadele Yasası, Türkiye’nin kendine özgü koşulları dikkate alınarak süratle hayata geçirilmeli.

7. Terörü içeride bitirecek operasyonların yanında, dış desteklerinin de kesilmesi için, diplomatik tüm çaba ve yöntemler ortaya konmalı.
Tüm bunlar rasyonel bir yaklaşımla, uzun vâdeli bir perspektifle ele alınırsa, kimsenin şüphesi olamasın ki, olumlu sonuç alınacaktır.

•••

Evet,

Türkiye çok kritik bir Dönemden geçiyor.

Yolumuza güvenle devam edebilmemizin için tehditlere ve risklere açık olan bu dönemi hasarsız atlatabilmemiz şart.
Bunun yolu da sağduyulu, sabırlı ve dikkatli olmaktan geçiyor.
Bu dönemde siyasîlerin daha olgun, daha uzlaştırıcı, birleştirici mesajlar vermesi çok önemlidir.
Sivil toplum örgütleri ve medyanın daha yapıcı, moral ve motivasyonu yükseltici yaklaşım sergilemesi gereklidir.
Hiç şüphesiz bu kritik dönemin, krize ve huzursuzluğa yol açmaması için de kurumların ve güç merkezlerinin uyumlu çalışması, birbirleriyle sinerji oluşturması ve aynı ufka bakabilmesi vazgeçilmez koşuldur.

•••

Bir olma, birlikte olma ve güçlü olma iradesi için hepimize çok ama çok önemli sorumluluklar düşüyor.
Dr.Turhan ÇÖMEZ
Yankı Dergisi Nisan 2006



***