Yahya Kemal’in Kaleminden Kürtler'e 100 yıllık bir Hatırlatma,
Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm.
Bu genç Rumeli’yi fetheden ilk Türkler’in torunlarındandı. Humbaracı-zâde’ler adıyle anılan ailesi Fâtih devrinde Üsküp toprağına kök salmış, o toprakda büyük bir meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan dalları vermiş eski bir aile idi. Üsküp şehrinin ortasından akan Serava kenarında köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsâ Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını fethetmiş bir Bey’in evkaafına mütevelliydi. Konağının herhangi penceresinden baksa bu cedlerin cami, medrese ve imaretlerinin kurşunlu kubbelerini görürdü.
Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamâmiyle muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murâd-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvablar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve bıyıkları ağızlarını, örtecek kadar gürdü. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naîmâ Târihi’nin sahîfelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyle bıçak ve tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesden şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.
Bu şehir Fâtih devrinin rûhânî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki yâ Bağdat’da bir evliya fazla imiş yâhud da Üsküp’de; ulemâ henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları hep cengâverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamıyacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı Baba’nın başı ucunda düşman zindanında taşıdığı bukağılar vardı. Kal’a içinde yatan Câfer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne düşürülen gülleleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutar, üstüste yığar, kabrinin etrafına gülleden bir duvar örermiş. Gaazî Baba etrafında binlerce gaazî ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gaazî Baba semti bir mum şehrâyîni hâlinde görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi Kosova Meydan Muhârebesi’nin yolu üzerindeydi. Fakat bu şehrin binbir evliyasını sayamayacağım.
Tanzimat bu şehrin yanına bir hükümet konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine, zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey kanından olmayan biri bey ünvanını takınmakdan utanırdı. Üsküp’lüler bey unvanını fuzûlî takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi.
İstanbul’un fethinde kanını dökdükten sonra Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şâirler, münşîler yetiştirmiş, Selâtîn Câmîleri’ne benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Maamâfih medeniyeti yıkılmaktan ziyâde bir göl gibi durmuşdu. Çarşısı, kazzazları, bezzazları, haffafları, hallaçları, bakırcıları, kuyumcuları, silâhcılarıyle olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi.
Üsküp o kadar eski ve o kadar Türktü ki İstanbul’dan ve Selânik’den gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hattâ yeni şarkıları alafranga telâkki ederdi. Balık suyu idrâk etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sâdece müslüman diyordu. Maamâfih yanında kardeş unsur olan Arnavudlar vardı. Arnavudlar Rumeli’nin son senelerinde yâr ü ağyarca îtibarda idiler. Sultan Abdülhamid Arnavudları seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğulları Üsküp’de gerek hükümetten, gerekse halkdan, Avrupalılar’ın gördüğü imtiyazlı muameleyi görürlerdi; İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi, Üsküplüler de Arnavudluğa özenmeğe başladılar; bu dağlı kavmin siyâsî itibarından başka kisvesi, silahı, lehçesi de cazibeliydi. Câhil İstanbullu da Üsküp’ü bir Arnavud şehri zannediyordu; hâlâ da öyle zannedenler vardır. Bu tuhaf fıkra bu bahsi güzel tenvîr eder: Bundan yirmi sene evvel Üsküp halkı Belediye Reisini, Vâlî Hafız Mehmed Paşa’yı istememek dâiyesiyle bir ihtilâl çıkarmış, Midhat Paşa’nın ihtilâlci hocalarından İdris Hoca’nın peşine takılarak Sultan Murad Câmii’ne kapatmıştı; Yıldız bu ihtilâlden ürkmüş, Üsküp’ü Arnavudluğun merkezî sandığı için, — sonraları sadrâzam olan — Hakkı Bey’i, Mahmud Esad Efendi’yi ve daha bir kaç Babıâli siyâsîsini hey’et hâlinde göndermişti.
Hakkı Bey Üsküp’e gelmiş, pâdişâh nâmına, eşrafı davet etmiş, nasihate koyulmuş; lâkin dikkat etmiş ki, bu eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavudca bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavud olmadıklarının farkına varmış ve derhâl hiddetlenmiş: “Biz de sizi Arnavud zannediyorduk, çıkınız buradan!” diye kovmuş.
Üsküplüler Arnavud olmadıklarına yanıyorlardı; Avusturya gibi bâzı devletler Üsküp’ü Arnavud görmek ve göstermekde menfaatdârdılar; zâten biz de öyle biliyorduk. Her büyük şehrimizde olduğu gibi burada da leylî ve nehâri, bir îdâdî mektebi vardı. Bu mektepte Arnavudlar, Karadağlılar meccâni tahsil görürlerdi. Bir Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu. Arnavudlar, bugünkü felâketlerini hazırlayan o Kanunî devrinde Üsküplülere, kendilerinin tortusu bir unsur nazariyle bakarlardı.
Arnavudluğun ikbâli gitgide Arnavud milliyet nazariyesini doğurdu: yeni Arnavud elifbası, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavud devletinin hududları alttan alta fikirlere yerleşiyordu, Bu heves yalnız Arnavudları değil, Kosova’da beş asırdan beri yerleşmiş fâtih Türklerin çocuklarını da sardı.
Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının çocukları Başkım Kulüpleri’ne yazıldılar; kendi kanlarına sövmenin lezzetini aldılar. Bu hevâ vü hevesin ateşini düşman yakmışdı, İstanbul da bu ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lâkin bu hep bildiğimiz sergüzeşti burada açmayalım.
Rumeli faciasından sonra Türk devletinin çekilişine yâr ağladı, hattâ zaman zaman ağyar da teessüf ediyor; bunu hep biliyoruz. Lâkin ben dün bu bağrı yananlardan bir gençle görüşdüm.
Bu genç samimî ve sıcak sesle dedi ki: “Meğerse Rumeli’nin en asil, en metin, en hâlis unsuru Türkmüş!” Bunu nasıl anladığını sordum. Cevap verdi: “Son onüç senenin tecrübesiyle… Rumeli’de Türk hâkimiyetinin yerine geçen unsurlar hâkimiyet sıfatına liyâkat kazanamadılar, lâkin mahkûm unsurların liyâkatleri bu münâsebetle daha ziyâde ortaya çıktı.
Devlet Rumeli’ye hâkimken Türk’ün esâmesi okunmazdı. Bilhassa Arnavud kardeşlerimizin millî faziletleri dillerde destandı. İslâmda asîl unsur varsa Arnavuddu. Arnavud cesurdu, hürdü, azimkardı, Nûh der peygamber demezdi, cinsi, dîni, millî izzet-i nefsi, hakkı uğrunda pervasızca can verirdi. Türk hâkimiyeti devrinde Arnavud’un bütün bu destan olan meziyetlerine sonraları Avrupalılar da daha ziyâde revnak verdiler, dediler ki: Arnavud Asya’dan değil Avrupadandır, Turanlı değil Arya’dır, Türkü Avrupa’da tutan Arnavud’dur. Avrupalılar böyle bir sıfatla Arnavudları pehpehlediler.
Sarayın gözdesi, milletin gözbebeği olan Arnavudlar medeniyetin bu iltifatlarıyle de mest oldular. Türk idaresi zamanında Başkım cereyânı türedi. Kosova’nın, Manastır’ın an-asıl Türk olup da Türklüğünü unutan unsurlarından nice kimse kendilerini Başkım cereyanına bıraktılar. Sonra Rumeli parçalandı. Müslümanlar mahkûm vaziyete düştüler. Bu geçen onüç sene mahkûmlar için yaman bir imtihan devriymiş. Türkler hâkimiyetleri zamanındaki tevazû’lu vaziyetlerini mahkûmiyetlerinde muhafaza ettiler, yalnız devrin değişişi Arnavudları pek ziyâde söndürdü. Sırp hâkimiyeti altında yaşayabilmek için bir cemâat tesânüdü göstermek lâzım geliyordu. Arnavud kardeşlerimiz yazık ki bu kadarcık bir tesânüdü bile göstermediler. Son intihabat iyi bir mihenkdi. Türkler kırbaç, sopa, dipçik altında kalan en ücra köylerde bile azimlerinden şaşmadılar, reylerini yine müslüman kutusuna attılar.
Arnavudlar bilâkis dağıldılar, hâkimlerinin millî rekaabeti karşısında derlenip toplanamadılar, son çâreleri olan reylerini millî muarızları olan fırkalara verdiler. Bu küçük bir misâl. Lâkin böyle küçük misâller çok. Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturakdan, âlâyişden, böbürlenmekden âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türkdeymiş. Arnavud’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metîn bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netîce isbât etti ki Türk bu devletin müslüman unsurlarını birleşdirmek için Allah tarafından bir mevhibe imiş.
O giderse Arnavudlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş.
Bugün Arnavudlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idare şebekesi vücûda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdî kaabiliyetle o kadar büyük adamlar yetişdiren bu unsur, kendi başına kalınca şaşırdı.
Arnavudluk’da âciz, Sırbistan’da ise irâde-i cüz’iyesine bile sahip değil. On üç senede Türk’ün büyük bir millet olduğunu anladık, zaman geçtikçe daha ziyâde anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkda uyandık ” dedi. (*)
* Dergâh Mecmuası, 20 Teşrîn-i. Sâni, 1337. (20 Kasım 1921)
Etiketler: arnavut, fatihan, kosova, osmanlı, sırp, türk, üsküp, yahya kemal beyatlı, yugoslavya
http://www.turksolu.com.tr/yahya-kemalin-kaleminden-kurtlere-100-yillik-bir-hatirlatma/
..