SADİ SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SADİ SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2020 Pazartesi

İyi niyet Belgesinin anlamı

İyi niyet Belgesinin anlamı




Sadi SOMUNCUOĞLU


15 Ağustos 2007

Başbakan El-Maliki’nin Türkiye ziyareti Irak’ta değişik tartışmalara yol açtı. İlk tepki Irak Meclis başkanından geldi ve Maliki’nin imzaladığı anlaşmayı  kabul etmiyoruz dedi.. Arkasından Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Hükümet sözcüsü Cemal Abdullah, “ABD ve Türkiye’nin Irak parlamentosunun onayı ile Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyon düzenlemesi halinde biz de kendi sınırlarımızda örgüte karşı mücadele veririz” açıklamasını yaptı. Sonra, “PKK’yı terörist ilan etme hakkını kendimizde bulmuyoruz. Biz hakim ve savcı değiliz. PKK, Irak’ın değil, Türkiye’nin kendi siyasetinin bir parçasıdır.. Türkiye örgüt ile yaşadığı sorunu diyalogla çözmek istiyorsa her türlü desteği sunmaya hazırız” . şeklinde konuştu.. Bu arada, terör örgütü sözcülerinden Abdurrahman Çardaçi, Kandil Dağı’ndan beyanat vererek,  “Eğer PKK’yı siyasi ve askeri olarak vurmayı planlarlarsa, Irak ve Türkiye bunun bedelini öder.”  tehdidini savurdu.

Maliki’nin pek de önemli sayılmayacak mutabakat belgesine gösterilen bu tepkilere Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari açıklık getirdi. Kürt asıllı bakan, Celal Talabani ve Mesud Barzani ile Bağdat’ta görüştüğünü, Maliki’nin Ankara ziyaretinin sonuçlarını tartıştıklarını varılan sonuçtan memnun olduklarını söyledi. Zebari,  “Sayın Başbakan Maliki’nin yaptığı ’Iraklılar kendi topraklarında PKK dahil tüm terör örgütlerinin faaliyetlerine karşıdır’ açıklamasına Talabani ve Barzani’nin itirazı yoktur” dedi


Ayrıca, “Maliki’nin Ankara ziyaretinde yaptığı açıklamaların ve Türkiye ile imzalanan mutabakat muhtırasının Iraklı Kürtler tarafından tanınmadığına” dair açıklamaların bağlayıcı olmadığına dikkat çekti.


Irak tarafından gelen bu haberler nasıl okunmalı. Bunun için meseleye biraz derinliğine ve gündemde bekleyen konulara göre bakılmalıdır. Ankara’da Erdoğan-Maliki görüşmesi saatlerce sürmüş, hiçbir sonuç alınamamıştı. Devreye hemen Gül-Zebari ikilisi girdi ve böylece  “Mutabakat muhtırası” imzalanabildi.. İki Dışişleri Bakanının devreye nasıl girdiğini, öncesinde aralarında neleri görüştüğünü bilmiyoruz. Ancak neticede böyle bir belgenin imzalatılması, sadece Maliki’nin eli boş dönmesini önlemekten ibaret olamaz. Çünkü gündemde bekleyen Türkiye Irak ve Kuzeydeki yönetim arasında kilitlenmiş meseleler var. İki taraf için de hayati derecede önemli olan bu meselelerin görüşülebilmesi ve bir sonuca varılabilmesi için ortamın yumuşatılması, özellikle kamuoyunun hazırlanması gerekiyordu. Bu durumu çok iyi bilen Zebari, liderlerle görüşerek Irak tarafındaki şiddetli tepkiyi önlemeyi başardı ve hatta Türkiye kamuoyuna dönük sıcak mesajlar verilmesini sağladı.Tabii bu sonucun alınmasında, Ankara görüşmesinden son derece memnun olduğunu açıklayan ABD’nin birinci derecede rolünün olduğu bilinmektedir.


Önümüzde hangi meseleler var?

Seçimler sonrasında ABD’nin Türkiye’den beklentilerini Yasemin Çongar’ın yazısından bir defa daha tekrarlayalım, “Kürt meselesinde yeni açılımlar, ikinci Erdoğan hükümetinin Kürt meselesinde siyasi muhatap olması, DTP kadar AKP’ye giden Kürt oylarının da sınır ötesi operasyona hayır ve bu oyların K. Irak’taki Kürt liderlerle ilişkileri normalleştirme. Evet çok açık olan bu beklentileri maddeleştirelim.


- Bölücü terör konusunda yeni açılımlar. Genel af, 2 dilli ve 2 kimlikle devlet yapısına ilave hususlar.
- İkinci Erdoğan hükümetinin ” Kürt meselesinde “ muhatap olması.
- Sınır ötesi operasyonun yapılmaması. Maliki’nin gelişiyle  erteleme sağlandı.
- Kuzeydeki yönetimin liderleriyle ilişkilerin normalleştirilmesi, yani tanınması.
22 Temmuz seçimlerinin AKP’ye yüklediği bu 4 maddelik göreve eklenecek çok önemli bir diğer madde daha var. O da; IKDP sitesinden öğrendiğimize göre, Kerkük ile ilgili 140. maddeyi uygulama yüksek komisyonunun referandumun zamanında yapılması için çalışmalarının hızlandırılması. Yani referanduma razı olunması.
Evet biz içeride Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmakla uğraşırken, seçim sonrasına ertelenen meseleler çözüm bekliyor. Irak’ın kuzeyinden sıcak (!) mesajlar geliyor, TBMM’ye giren bölücü unsurlar da aynı yolda yürüyor.



Kaynak Yeniçağ:

 İyi niyet belgesinin anlamı - Sadi SOMUNCUOĞLU



***


Renksiz ve ideolojik

Renksiz ve ideolojik




08 Eylül 2007


AKP’li Zafer Üskül, “Anayasaların renksiz olması gerektiğini” söyleyerek,  “1961 Anayasası’nın başlangıç kısmı milli devlete vurgu yapar. Milliyetçiliğe değil. (Hemen düzeltelim, 1961 Anayasasının girişinde, Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak deniyor) 1982 Anayasası ise, milliyetçiliğe, Atatürk milliyetçiliğine vurgu yapıyor. Oysa milliyetçilik farklı anlamlara, yorumlara neden olabilecek ideolojik niteliklidir. Bu nedenle anayasada yer almaması gerekir”  görüşünde.
AKP için anayasa paketi hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun da, gerekçeleri farklı olsa bile Üskül’ü şöyle onaylıyor.  “Anayasa siyasi bir yarışmayı belirleyen bir belgedir. Belirli bir ideolojiyi yansıttığı takdirde o ideolojiyi yansıtmayanları gayrimeşru durumda bırakır. Bu nedenle renksiz bir anayasa yapılması görüşleri isabetlidir.”

Bunlar ne demek, gerçekten  “renksiz”  anayasa olabilir mi? Eğer bir anayasa o devletin hiçbir özelliğinden bahsetmiyor, okunduğunda hangi devlete ait olduğu adeta anlaşılmıyor, şablon gibi her devlete uygulanabiliyorsa, buna “renksiz” diyebiliriz. Yok böyle değil de, ait olduğu milletin ve devletin temel özelliklerine yer vererek, bir anlamda kimliğini ortaya koyuyorsa, bu anayasa renklidir. Nitekim, AKP’li Üskül’ün  “Anayasada kurucu ilkeler yer alır”  demesi, Özbudun’un  “Atatürk ve onun çağdaşlaşma idealine, dünya görüşüne, kurucu felsefesine anayasada atıfta bulunulması normaldir ve gereklidir” sözleri, bir anlamda “renk” i işaret ediyor.

İyi de, hem renksiz anayasadan bahsedip, hem bunları söylemek çelişki olmuyor mu?

Bir de “İdeolojisiz”  anayasa talebi var.  Üskül’ün gerekçesi, milliyetçiliğin farklı anlamlara gelmesi ve ideolojik nitelikli olması. Özbudun ise, “Atatürk İlke ve İnkılapları denilince 6 ok anlaşılıyor. Bu ise ideolojik bir kavramdır. Farklı düşünceleri gayrimeşru duruma sokar. Bu da sıkıntı yaratacağından anayasada yer almamalı” görüşünde.

Özbudun’un görüşlerini biraz açalım. Atatürk İlke ve İnkılapları, 6 ok değil, bağımsız Türk Devleti’nin kuruluş esasları ve ağır yıkıma uğramış Türk Milleti’nin yeniden inşası demektir.  Çünkü, özellikle o dönem için çok önemli olan 6 ok, bir parti programı olup, her alanda  katı bir sistem bütünlüğünü ifade eden ideoloji anlamına gelmez. Yine, parti programları hedefine ulaştıkça değişir, gelişir veya dönüşür, ama devletin temelleri hiç değişmez.  Kaldı ki 6 ok, bir ideoloji değil, bir parti programıdır.
Üskül’ün,  “milliyetçilik farklı anlaşıldığı için anayasaya girmemeli”  iddiasına gelince; Sosyal kavramların anlamı genellikle esnektir.  Nitekim Türk Milleti, milli kültür, milli-üniter devlet, Atatürk’ün dünya görüşü, Türk Milliyetçiliği, kurucu felsefe, devletin kuruluş esasları gibi kelime ve terkipler de farklı yorumlanabilir. Böyledir diye bu temel esaslar anayasada yer almasın denebilir mi?  Hasılı Üskül’ün iddialarının tutar tarafı yoktur.

AB Anayasası ne diyor?

Bir de yaranmaya çalıştıkları AB’nin Anayasası ne diyor, bakalım;  “Avrupa’nın kültürel, dini ve insani mirasından.. ilham alarak... Manevi ve ahlaki mirasın bilincinde olarak... Avrupa halklarının kültürlerindeki ve geleneklerindeki çeşitliliğe ve üye devletlerin kimliklerine...kiliseyle sürekli irtibatta olarak..”
Bizatihi, “köklü ve tarihi temel değerlerden” bahis, AB Anayasasını “renkli ve ideolojik”  yapmıyor mu? 2. Cumhuriyetçiler ve kafasını Türk Milletiyle bozanlar, acaba buna ne derler? Ne desinler ki? Zira gerçek niyetleri farklı ve bunları 22 Temmuz’da,“22 Temmuz Kader Günü!.. Niçin”  başlıklı yazıda, Zafer Üskül’ün TÜSİAD için hazırladığı 2. Demokrasi Paketi’nden örneklerle anlatmıştım. Bu anayasa modeliyle, üniter-milli devlet yapımız hedef alınıp, etnik/ırkçı yeni bir siyasi düzen istendiği açıkça görülüyordu. AB ve PKK talepleriyle de birebir örtüşen bu model, A’dan, Z’ye renklidir, ideolojiktir, üstelik saldırgandır. 
Herkes rolünü ne iyi oynuyor değil mi?

Kaynak Yeniçağ:

 Renksiz ve ideolojik - Sadi SOMUNCUOĞLU



***

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi _ 2

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi  _ 2



Sadi SOMUNCUOĞLU


15 Eylül 2007

Sipariş üzerine hazırlanan ‘sivil’ Anayasa taslağı, nihayet yer üstüne çıkarıldı ve  “sırlar kapısı” biraz aralandı.Taslağın en önemli iki maddesinden biri olan eğitim ve öğrenim dili meselesini geçen yazıda ele almıştık.

İkinci önemli düzenleme olan din eğitim ve öğretimiyle devam edelim. Mevcut Anayasamızın 24’üncü maddesinde din eğitim ve öğretimi şöyle düzenleniyor:
“Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak,  kişilerin isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.  Görüldüğü gibi, din eğitim ve öğretimi, “zorunlu olan din kültürü ve ahlak öğretimi” ile “isteğe bağlı doğrudan din eğitim-öğretimi” olarak ikiye ayrılmış. Bu konuda “Sivil” Anayasa taslağında iki teklif var. İlki aynen mevcut Anayasa’daki gibi. İkincisi ise,  “Devlet, eğitim ve öğretim alanındaki görevlerini yerine getirirken, eğitim ve öğretimin ana ve babanın dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını isteme hakkına riayet eder. Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür” şeklinde. Komisyonun tercihi ikinciden yana. Gerekçesi de şöyle; “...zorunluluğu ortadan kaldırması, diğer yandan da sadece bu eğitimden yararlanmak isteyenlerin talepte bulunmalarını gerektirmesi sebebiyle hem lâik düşünceyle, hem de hürriyetçi bir zihniyetle bağdaşmaktadır.” Komisyon Başkan Özbudun daha açık konuşuyor ve “Zorunlu din dersleri, laik devletle bağdaşmaz” diyor. 

Batı cephesi

Acaba “yararlandık” dedikleri AB ülkelerinde de din eğitim ve öğretimine böyle mi bakılıyor? Bu konuda kapsamlı bir araştırma yapan Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın’ın şu tespitlerine ne dersiniz?

Avusturya: İlk ve orta dereceli okullarda din dersleri zorunlu dersler arasında. Ancak, veli isterse çocuğunu bu dersten alabiliyor.
Belçika: Resmi okullarda, ilk ve ortaöğretim boyunca haftada en az 2 saat Din veya Ahlâk derslerinden birisinin seçilip, okunması zorunlu. Ana okulu, ilk ve ortaöğretimde ayrıca din dersi gibi animasyon dersleri var.
Danimarka: 1953 tarihli Anayasa’ya göre, Evangelik Luteryen dini, resmî din ve devlet tarafından destekleniyor. Din dersi, ilköğretim okullarının 1-9. sınıflarında Hıristiyanlık, 10. sınıfta ve liselerde Din Bilgisi adı altında okutuluyor. Dersin programını da Eğitim Bakanlığı yapıyor.
Fransa: Özel okullarda din eğitimi veriliyor. İlkokul öğrencilerinin yaklaşık yüzde 40-45’i Katolik din eğitimi alıyor. Kilise okullarına devlet yardım ediyor.
Hollanda: Özel okullarda din dersleri haftada 2 saat ve zorunlu. Devlet okullarında ise din dersleri seçmeli.
İngiltere: Anglikan Kilisesi resmi özelliğe sahip. Devlet başkanı, yani Kral aynı zamanda bu kilisesinin başkanı. Din dersleri, ilk ve orta dereceli devlet okullarında zorunlu dersler arasında. Okullarda güne toplu dua ile başlamak yasa emir. Ancak, veliler çocuklarının muaf tutulmasını isteyebiliyor.
Yunanistan: Ortodoks mezhebi ağırlıklı din eğitimi, anaokullarından başlıyor. Din bilgisi dersleri, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu dersler arasında. İlkokul 1-2. sınıflarda haftada 1 saat ve lise sona kadar haftada 2 saat olan din dersleri Ortodoks mezhebi ağırlıklı.
Almanya: Anayasa’ya göre, din dersi, kamu okullarında okutulan düzenli derslerden ve sınıf geçmeyi etkiliyor. Devlet, ilgili personel vb. giderleri karşılıyor. Öğrenci velileri ve öğrenciler, din dersine katılıp katılmama konusunda serbest.  Görüldüğü gibi Batı’da laik devletle, din eğitim ve öğretimi çatışmıyor, ama uygulamalar farklı.   Unutulmaması gereken en önemli husus da şu; Kilise; banka, şirket, sendika, okul gibi kuruluşları olan bir kurum. Yani bir tür devlet. Camii ise kurum değil, sadece ibadet yeri. Onun için bizde, devlet yapmazsa, din eğitim ve öğretimi boşlukta kalacaktır ki, bunun tehlikeleri sayılmayacak kadar çoktur.
Anlaşılan “Sivil Anayasacı” hocalar ya derslerine yine iyi çalışmamışlar ya da niyetler başka!..


Kaynak Yeniçağ:

 Sivil Anayasada il ve din eğitimi-II - Sadi SOMUNCUOĞLU


***

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi _ 1


Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi  _ 1

Sadi SOMUNCUOĞLU


12 Eylül 2007

Taslağı gizli “sivil anayasa” üzerindeki tartışmalar sürüyor. Haberlere göre, egemenlik, Atatürk ilkeleri, vatandaşlık, laiklik, dil ve din eğitimi, cumhurbaşkanının yetkileri, YÖK, MGK gibi devletin kimliğiyle ilgili temel konularda düzenlemeler yapılmış.

Elbette tamamı açıklandığında, enine boyuna değerlendirilmesi gerekecek, ama şimdilik değiştirileceği söylenen, “Dil” ve “Din” eğitimi üzerinde duralım.
Anayasamızın 42/9. maddesi, “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dil eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır” şeklinde.

Taslakta şöyle deniliyormuş: “Eğitim ve öğretim dili Türkçedir. Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması ile ilgili esaslar, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak kanunla düzenlenir.”
Bunun anlamı, devletin “çok dilli” olmasıdır. Zaten AB ve PKK’nın ilk şartı da buydu. Dil, kimliğin ayrılmaz parçası sayıldığına göre, ardından sıradaki etnik kimliklerin kabulü gelecek demektir. Neticede tek millete dayalı üniter/milli T.C. Devleti, Irak’taki gibi çok kimlikli/ortaklı devlete dönüştürülmüş olacak.
Söz konusu düzenleme ile aslında Anayasa’nın 3. maddesinin, “değiştirilmez, değiştirilmesi teklif edilemez” dediği, “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir...” temel esası da değiştirilmiş oluyor. Zira hem millet, hem dil parçalanıyor.

Bazı uzmanlar, Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerine dokunmanın, “direnme hakkı” doğuracağını söylüyor. Bu da, yapılmak istenen işin ne kadar vahim olduğunu gösteriyor.
Milletin birliğini temsil eden Devlet dili, 1876, 1921, 1924, 1961 anayasalarında da Türkçe’dir. Osmanlı’nın çöküş dönemindeki 1876 anayasasının 18. maddesinde dahi,”... hidematı Devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır” deniliyordu.
Dil birliği hayati önemde olduğu içindir ki, tüm anayasalarda yer almış ve devletin temellerinden sayılmıştır.

Batı hukuku ne diyor?

Tasarının mimarı Özbudun, değişikliklerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kurallarını dikkate aldıklarını söylüyor. Gerçekten böyle mi, bakalım:

AİHS’nin hiçbir maddesinde dil hürriyetinden bahsedilmediği gibi, dil hürriyeti teminat altına alınmamaktadır. 10. madde, azınlık dillerini himaye etmediği için bu dillerde yayın, eğitim ve öğretim yapılma mecburiyeti de öngörülmemektedir. Bu husus, Belçika’ya ait (15.7.1965 tarih-233/64 sayılı) ve (17.5.1985 tarih ve 10650/83 DR42 sayılı) karar ile Hollanda’ya ait (12.1.1985 tarih ve 111000/84 DR45 sayılı) kararda, “dil hürriyetinin sözleşmenin kapsamı dışında kaldığı, ayrıca sözleşmenin 10. maddesindeki düşünceyi açıklama hürriyetinin, dil hürriyetini içerir şekilde yorumlanamayacağı” şeklinde açıkça belirtilmiştir.
Yine Hollanda’da, Frisian dilinin idari ve siyasi amaçlarla kullanımının yasaklanması sebebiyle açılan davada, “AİHS’nin 9. ve 10. maddeleri, özel olarak ’dil hürriyetini’garanti etmez. Özellikle de idari konularda isteyenin istediği dili kullanma hürriyetini garanti altına almaz” denilerek, bir dilin “siyasi-kamusal-resmi” kullanımıyla, “özel-kültürel-günlük” kullanımları arasında açık bir ayırım yapılmıştır.
Kaldı ki Batı hukukundan verilen bu örnekler “resmi azınlıklar” içindir. Çoğunluk hukukuna mensup kişiler için, zaten böylesine sorunlar düşünülemez. Nitekim batıda, Fransa ve İsviçre başta, eğitim ve öğretim sadece devletin diliyle yapılmaktadır.
Görüldüğü gibi, “AB hukuku” nun dikkate alındığı iddiaları da doğru değil, aksine AB’ye aykırı düzenlemeler söz konusu.
Yapılmak istenen, sadece ve sadece, emperyalistlerle, PKK şartlarının anayasamıza sokulup, üniter/milli devletimizin “dönüştürülmesi” dir.
Okuyucularımın Ramazan ayını kutlar, Allah’tan hayırlı olmasını dilerim.


Kaynak Yeniçağ:
 Sivil Anayasada dil-din eğitimi - Sadi SOMUNCUOĞLU


***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 19


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 19


İNGİLİZ HUKUKÇU MENDELSON'UN GÖRÜŞÜ

İngiliz Hukukçu Prof. Maurice H. Mendelson da, Rum kesiminin AB'ye tek yanlı üyelik başvurusunun hukukî yönlerini inceleyen kapsamlı bir mütalaa hazırlamış, bu, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi belgesi olarak da yayımlanmıştır. Prof. Mendelson, "Kıbrıs'ta iki tarafı temsil eden meşru bir otorite yoktur, KKTC'nin onay vermediği ve tüm ada adına yapılan bu müracaat hukuken geçersizdir" diyerek, hem garantör devletlere, hem de AB fiyesi diğer ülkelere bu hukuk dışı müracaatı engellemeleri çağrısında bulunmuştur.

KLERİDES'E GÖRE KIBRIS VE AB ÜYELİĞİNİN ÖNEMİ

Kıbrıs meselesinin ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığını Güney Kıbrıs Rum Lideri Glafkos Klerides, "My Deposition (EMANETİM)'' adlı kitabında şöyle ifade etmiştir:
"Kıbrıs Rumlarının amacı, Ada'yı Türklerin koruma altına alınacakları bir Rum Cumhuriyeti'ne dönüştürmekti. Türklerin tüm çabaları ise Antlaşmalarla kendilerine tanınan hakları müdafaa etmekti... Durum bugün de aynıdır ve değişen bir şey yoktur."

Klerides, AB üyeliğine başvuru gerekçelerini de,
"Avrupa Birliği'ne girildiğinde, 1960 Garanti Antlaşmasının bir Avrupa ülkesine karşı pratikte işlemeyeceğini iki kesimlilik ve global mal mülk değişimi dahil Kıbrıs Türklerinin olası bir antlaşma ile elde edecekleri hak ve gerekçelerin AB normlarına göre geçersiz addedileceğini, tüm Rum göçmenlerin Kuzey'e geri döneceklerini ve bu sayede Yunanlılığın Kıbrıs'ta son hedefine ulaşmış olacağı" şeklinde açıklamaktadır.

EK- 2

Anayasa Değişiklikleri ile İlgili Mektup.

24 Eylül 2001
Sayın Milletvekilim,

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa Komisyonu'nda kabul edilen ve Genel Kurul gündemine gelen Anayasa değişikliği ile -kapsamı her ne kadar ülkemizin âcil ve gerçek ihtiyaçlarına cevap verir genişlikte ve nitelikte olmasa da- önemli bir adım atılmıştır. Ancak bu değişikliklerin gerçekleştirilmesinde, dünyadaki son gelişmelerin ardından konumu daha da büyük önem kazanan, özellikle de terörle mücadelesinde haklılığı nihayet teslim edilen ülkemizin hassasiyetlerinin bir kez daha hatırlanmasında fayda görülmektedir.

Bu amaçla aşağıda takdim edilen görüşlerimi sizlerle de paylaşmak istedim.

1- Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının başlangıç bölümünde "Hiçbir düşünce ve mülahazanın, millî menfaatler, devlet ve ülkenin bölünmezliği, Atatürk milliyetçiliği v.s."ye aykırı olamayacağı belirtilmektedir.

Teklif paketinin l. maddesi ile yapılan düzenlemede ise madde aynen muhafaza edilmekle birlikte "düşünce ve mülahazanın" yerini "faaliyet" kavramı almıştır. Dikkatle incelendiğinde görüleceği gibi, kamu düzeni ve ülkenin güvenliği açısından "faaliyet" kavramı zayıf ve yetersiz kalmaktadır. Bu sebeple hiçbir değişikliğe gidilmeyerek, mevcut halin muhafazasında fayda görülmektedir.

2- Anayasanın 13. maddesinde "Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması", 14. maddede ise "Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılamaması" hususları düzenlenmiştir. Sözkonusu maddelerde temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde sınırlanacağı ve hangi durumlarda kötüye kullanılamayacağı maddeler halinde sıralanmıştır.

Teklif paketinin 2 ve 3. maddeleri ile yapılan düzenlemede ise genel ifadeler kullanılmıştır. Yürürlükteki maddeler defalarca okunduğunda, bunların gelişmiş bir demokrasi açısından nasıl bir sakınca ifade ettiğini anlamak mümkün olmamaktadır. Avrupa Birliği üyesi birçok ülkede de kamu düzenini ve kişilerin güvenliğini korumak üzere, buna eş olabilecek veya daha ileri ölçülerde hükümlerin yer aldığı görülmektedir. Yeni düzenleme ile hak ve özgürlüklere ilişkin sınırlamalar basitleştirilmiş gibi görülmekle beraber muğlak bir nitelik taşıdığından farklı yorumlara meydan verecek ve etkisiz olacaktır. Bu sebeplerle mevcut metinlerin aynen muhafazasında ülkemizin yararı vardır.

3- Anayasanın "Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti"ni düzenleyen 26. maddesinde, "Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilin kullanılamayacağı" hükmü yer almaktadır.

Teklif Paketinin 9. maddesi ile bu cümle kaldırılmaktadır.

Yine Anayasa'nın 28. maddesi ile "basın hürriyeti" düzenlenmektedir. Bu maddede de "Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamayacağı" öngörülmektedir.

Teklif paketinin 10. maddesi ile de bu cümle kaldırılmak istenmektedir.
İlk bakışta kanunla yasaklanmış bir dil olmadığı için Anayasa'da böyle bir ibarenin yer alması gereksiz görülebilir. Ancak RTÜK Kanunu'nun 4. maddesinin t bendinde, radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe yapılması hükmü bulunmaktadır. Yukarıda öngörülen değişiklikler yapıldığı takdirde RTÜK Kanunu'nda da değişikliğe gidilmesi gerekecektir ki; bu durum ülkemizin gerçeklerine uymamaktadır. Konuyla ilgili olarak gösterilen çabalara baktığımızda adım adım bir yerlere gidilmek istendiğini görüyoruz. Her iki maddede öngörülen değişiklikleri birlikte ele aldığımızda önümüze çıkacak safhalar, "önce günlük ve mahalli ihtiyacın dışında bazı lehçe ve dillerin ülke genelinde tanınması ve kullanılması; hemen ardından bu lehçe ve dillerde yayın serbestisi" şeklinde olacaktır. Üçüncü safhada ise bu dillerde eğitime geçilmesinin amaçlandığı herkesin malumudur.
Öngörülen bu değişiklikler yapıldığında millî bütünlüğümüzün temelini teşkil eden dil birliğimizin bozulmasına yol açılmakla kalınmayacak, çok yönlü bir karmaşanın doğmasına da ortam hazırlanacaktır.
Esasen bu değişiklik, hızlı gelişen teknoloji ve çağın gereklerine de uygun düşmemektedir. Dolayısıyla her iki maddede değişikliğe ihtiyaç bulunmamaktadır.

4- Anayasa'nın 31. maddesi ile kamu tüzelkişilerinin elindeki basın dışı kitle haberleşme araçlarından yararlanma hakkı düzenlenmiştir. Bu hakkın kullanılması konusundaki düzenlemeler Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan sınırlamalar ile paralel tutulmuştur. Bu sınırlamalar, "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, millî egemenlik, Cumhuriyet, millî güvenlik, kamu düzeni, genel asayiş, kamu yararı, genel ahlak ve genel sağlığın korunması" şeklindedir.

Teklif paketinin 11. maddesi ile bu sınırlamalar, "Kanun, millî güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak ve sağlığın korunması" olarak belirlenmiştir. Görüldüğü gibi, "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, millî egemenlik, Cumhuriyet, genel asayiş ve kamu yararı" hususları yeni metinden çıkartılmıştır. Böyle bir değişikliğe neden ihtiyaç duyulduğu ve bunların bulunmasının ne tür sakıncalar yaratacağı anlaşılamamıştır. Kaldı ki, ABD'de meydana gelen terör olayından sonra gerek bu ülkede, gerekse de Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde internet başta olmak üzere kitle iletişim araçlarının denetime alınması yönünde çalışmalar başlatılmıştır. Bu sebeple sözkonusu maddenin mevcut halinin muhafazasında fayda görülmektedir.

5- Anayasa'nın 38. maddesinde suç ve cezalara ilişkin esaslar düzenlenmiş olup. "genel müsadere cezası verilemeyeceği" hükmü yer almaktadır.

Teklif paketinin 15. maddesi ile "Genel müsadere cezası ile savaş, yakın savaş ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez" şeklinde düzenlemeye gidilmiştir. Böylece sayılan suçlar dışında ölüm cezası kaldırılmıştır. Oysa yasalar yapılırken ülkenin ihtiyacı ve kamu vicdanının dikkate alınması esastır. Nitekim bu mülahazalarla bakıldığında mevcut metnin ülkemizin bugünkü şartlarında muhafaza edilmesi daha yararlı olacaktır.
Ayrıca değişiklik teklifi gerekçesinde, bu düzenlemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 No'lu Protokolüne göre yapıldığı belirtilmiştir. Sözkonusu protokol ölüm cezalarının kaldırılmasına ilişkindir. Halbuki Türkiye 1985 yılında bu protokole itiraz ederek, imza atmamıştır. Bu sebeple Türkiye'nin bu konuda herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Gerçek durum böyleyken, bazı yöneticilerin sanki 6 no'lu protokol imzalanmış gibi beyanlarda bulunmaları yadırgatıcı olmuş ve yanılgıya yol açmıştır. Bu bakımdan ölüm cezalarına dair değişikliğe bugün için ihtiyaç görülmemektedir.

6- Anayasa'nın 87. Maddesi'nde TBMM'nin görev ve yetkileri düzenlenmiştir. Bu görev ve yetkiler arasında. "Anayasa'nın 14. maddesindeki fiillerden dolayı hüküm giyenler hariç olmak üzere genel ve özel af ilanı" da bulunmaktadır.
Değişiklik teklif paketinin 30. Maddesi ile Anayasa'nın 14. maddesindeki fiillerden hüküm giyenler de af kapsamına alınmıştır. Böylece affedileceklerin kapsamı genişletilmiştir. Halbuki ülkemizde sık sık çıkartılan aflar, bir yandan kamu vicdanını ciddi şekilde yaralarken, diğer yandan suç oranlarında ciddi bir artışa yol açmıştır. Hal böyleyken, ileride çıkarılacak herhangi bir affın kapsamının genişletilmesini şimdiden sağlamak sakıncalıdır.
Değişiklik paketinde yer alan bir geçici madde ile bu değişikliğin kanunun çıkmasından önceki suçları kapsamayacağı belirtilse de hukukun genelliği ve eşitliği ilkeleri dikkate alındığında uygulamada ciddi güçlüklerle karşılaşılacağı muhakkaktır. Bu sebeplerle maddenin mevcut halinin muhafazası uygun olacaktır.

7- Anayasa'nın 90. maddesi Milletlerarası anlaşmaların onaylanmasını düzenlemektedir. Değişiklik paketinin 32. maddesi ile mevcut maddeye, "kanunlar ile milletlerarası andlaşmaların çatışması halinde milletlerarası andlaşmalar esas alınır" hükmü eklenmiştir. TBMM'nin onayından geçmiş bir milletlerarası andlaşma ile herhangi bir kanunumuzun çatışması halinde, bu kendi prosedürü içinde ve milletlerarası hukuk normlarına göre çözülebilecek bir konudur. Anayasamıza böyle bir hükmün konması, uluslararası anlaşmaların doğrudan kanunlarımızın üstünde görülmesi anlamına gelecektir ki, burada TBMM'nin devre dışı bırakıldığı izlenimi doğmaktadır. Anayasa'nın mevcut 90. maddesi milletlerarası anlaşmalara ilişkin olarak gerçekçi bir çözümü öngördüğünden değişikliği gerek görülmemektedir.

Sayın Milletvekilim,

Anayasa değişikliği gibi çok ciddi ve önemli bir konuda, milletin vekillerinin düşünce ve taleplerini hiçbir baskı altında kalmadan belirtmeleri gerekmektedir. Farklı görüşlerin "demokratikleşme karşıtlığı" olarak değerlendirilmesi yapılmak istenen çalışmanın özüne de aykırı olacaktır. Bahsedilen Anayasa maddelerinin hiç değiştirilmeden, aynen korunmasının Ulusal Programa aykırı bir tarafı da bulunmamaktadır. Bu tespitlerin ışığında yukarıda belirtemeye çalıştığımız Anayasa değişikliklerinin oylanması sırasında gereken titizliği göstereceğiniz inancıyla saygılar sunarım.

Sadi Somuncuoğlu- Aksaray Milletvekili


EK- 3 Geleceğin Avrupa'sında Türkiye'nin Yerinin Olmadığını Gösteren Avrupa Parlamentosu'ndaki Sandalye Dağılımı (NİCE Zirvesi)




EK - 4

AB Türkiye Temsilciliği'nin  Aday Ülkeleri Tanıtımı

• ADAYLAR

Bulgaristan 8.2 111 681 yılında Asparuh Han'ın kurduğu Bulgaristan, Avrupa'daki ilk devletlerden biriydi. Ülkenin başkenti olan Sofya'nın tarihi, 5.000 yıl önceye dayanır. Geçen 100 yıl içinde, ülkenin nüfusu ikiye katlanmıştır. Son zamanlardaki dikkate değer Bulgarlar arasında, 1981 Nobel edebiyat ödülünü kazanan Elias Canetti, 1939'da dünyanın ilk elektronik dijital bilgisayarını yapan Profesör John Atanasoff, artistik patinajcı İvan Dinev, futbolcu Hristo Stoichkov, kemancı Mileno Djekova ve tiyatro yönetmeni Mladen Kisselov sayılabilir.

Çek Cumhuriyeti 10.3 79 Avrupa tarihinde Bohemya Krallığı olarak oynadığı etkili rolden ve Habsburg monarşisi içinde geçirdiği üçyüz yıldan sonra, modern Çekoslovakya, II. Dünya Savaşı öncesinde dünyanın en gelişmiş on sanayi ülkesi arasında yer aldı. Oyun yazarı olan Cumhurbaşkanı Vaclav Havel yanında, diğer ünlü Çekler arasında Aziz Wenceslas, 15. yüzyıl din reformcusu Jan Hus, rönesans eğitimcisi Comenius, 19. yüzyıl "art nouveau" ressamı Alfons Mucha, besteciler Dvorak ve Smetana, Emil Zatopek ve Martina Navratilova gibi atletler, "Guguk Kuşu" ve "Amadeus" filmleri için Oscar ödülleri alan film yönetmeni Milos Forman vardır.

Estonya 1.4 45 Fin-Ugor milletler ailesinden olan Estonlar, yaşadıkları ülkeye Bronz Çağında yerleştiler ve o zamandan bu yana dillerini ve kimliklerini korudular. Ancak, bağımsız bir Eston milleti ilk defa olarak 1918'de doğdu. Ülke, 1991 yılında bağımsızlığını yeniden kazanmasından bu yana, kimliğini daha da pekiştirdi, dünyanın her yerine kendi kültürünün temsilcilerini gönderdi: Estonyalı besteci Arvo Part, Almanya'da yaşıyor ve çalışıyor; birinci sınıf manken Carmen Kass dünyanın her yerinde çalışıyor; 2001 yılında Eurovision şarkı yarışmasını Estonya kazandı.

Kıbrıs 0.7 9 Öteden beri, Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir kavşak noktası olmuştur. Aslan Yürekli Richard, İngiltere Kraliçesi olarak taç giydiği Limasol'da Navarralı Berengaria ile evlendi. Kıbrıs'ta gelişip serpilen Roma, Bizans, Got ve Venedik uygarlıklarının pek çok kalıntısı vardır. Kıbrıs, bugün bayraklı gemi sayısı bakımından dünyanın beşinci en önemli denizci ülkesidir.

Letonya 2.4 65 Letonya'nın başkenti Riga, 1201 yılında Töton şövalyeleri tarafından kuruldu. O dönemden bugüne, Letonyalılar dış dünya ile temas içinde olmaya devam ettiler. Ventspils, eski Hansa limanlarından biridir. Bağımsızlığını yeniden kazandığı 1991'den beri, Letonya bu bağları enerjik biçimde yeniden kurmaktadır - ticaret yoluyla, politik bağlar yoluyla ve, bisikletçi Romans Vainsteins, Olimpik altın madalyalı jimnastikçi Igors Vihrovs, pop şarkıcısı Linda Leen ve müzisyen Raymond Pauls gibi, farklı alanlardaki kişilerin temasları yoluyla.

Litvanya 3.7 65 Başkent Vilnius'taki üniversite, Avrupa'nın en eski üniversitelerinden biridir. Kıtanın coğrafî merkezi, Litvanya'nın Bernotai köyündedir. Bir zamanlar neredeyse Karadeniz'e kadar uzanan bir imparatorluğun odağı olan Litvanya, şimdi, kıta çapında bir Avrupa'nın tekrar bir parçası olmaya çalışıyor. Büyük satranç ustası Aloyas Kveinys ve bisikletçi Raimondas Rumsas bu ülkenin yurttaşlarıdır.

Macaristan 10.1 93 Frans Liszt, Béla Bartok ve Zoltan Kodaly, bu 1.000 yıllık ülkenin en ünlü müzisyenleri arasındadır. Avusturya ile sınırdaş olan Macaristan, stalinizme karşı silahlı bir devrime ve Demir Perde'nin parçalanmasına da sahne olmuştur. Tükenmez kalemi icat eden Ladislao José Biro, 19. yüzyıl matematikçisi ve filozofu Janos Bolyai ve 1879 yılında Paris'e ilk Avrupa telefon santralini kuran Tivadar Puskas'ın memleketi de Macaristan'dır.

Malta 0.4 0.3 Stratejik bir konuma sahip olan bu ada, 7.000 yıldan bu yana bir insan yerleşimi olmuş ve, arka arkaya, Fenikeliler, Romalılar, Araplar, Normanlar, İspanyollar, Fransızlar ve İngilizler'in etkisi altında kalmıştır. Malta dili, esas olarak bir Sami dilidir - Latin harfleriyle yazılan tek Sami dili. 1964 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra, Malta, başta turizm, malî hizmetler ve ulaştırma olmak üzere, hizmet sektörünü başarıyla geliştirmiştir. Yüksek teknoloji elektronik üretimi dahil, bir imalat sektörü de kurmuştur.

Polonya 38.7 313 Halen müzakere aşamasında bulunan adayların açık farkla en büyüğü olan Polonya, orta çağların öncesinden beri, Avrupa'daki kültürel gelişmenin ana mecrası içinde yer almıştır. Geçmişte bir liberal demokrasi ve insan haklarına saygı modeli yaratan Polonya, 1543 yılında dünyanın evrenin merkezinde olmadığını kanıtlayan gökbilimci Copernicus'tan besteci Chopin'e ve Adrzej Wajda gibi büyük film yönetmenlerine kadar önemli kültürel şahsiyetleri Avrupa'ya kazandırmıştır.

Romanya 22.5 238 Romanya'nın başkenti Bükreş, zarifliği ve çağdaşlığı nedeniyle "küçük Paris" olarak bilinirdi. 1989 yılından bu yana, ülke, kökenlerini (ülkenin adı ve dili, en belirgin bağların yalnızca ikisidir) ve evrimini çok etkilemiş olan Avrupa ile bağlarını yeniden ileri sürmüştür. Daha yakın dönemlere ait bağlar arasında, heykeltıraş Brancusi, oyun yazarı Lonesco, besteci Enescu, Türkiye'nin Galatasaray takımında oynayan futbol yıldızı Gheorghe Hagi, Olimpik koşucu Gabriela Szabo ve jimnastikçi Simona Amanar sayılabilir. Bununla birlikte, Romanya, Transilvanyalı karakterini de büyük ölçüde korumaktadır. Karpat dağlarında, vaşak, ayı, dağkeçisi, Alp dağkeçisi gibi hayvanlar yaşamaya devam etmektedir.

Slovenya 2.0 20 Demir Perde çökerken Yugoslavya'dan ayrılan ve Avrupa'nın ortasında yeni bir kader aramaya koyulan ilk cumhuriyetlerden biri Slovenya oldu. Ülkenin güzel başkenti Ljubljana'da, İtalya ve Avusturya bağlantılarının izleri pek çoktur. Slovenya'nın iyi örgütlenmiş ekonomisi ve modern endüstrisi çok sayıda yeni bağlantılar sağlamıştır. Olimpik atıcı Rajmond Debevec ve romancı Brina Svit, ülkenin dünyaca tanınan şahsiyetleri arasındadır. Solvenya, güzel şaraplar da yapar ve Postajna'da Avrupa'nın en görkemli mağaraları bulunur.

Slovakya 5.4 49 1993 yılında, Çekoslovakya'dan ayrıldığı zaman kurulmuş olan Slovakya, dünyadaki en yeni ülkelerden biridir. Fakat, orta Avrupa'daki en yaygın ortaçağ kale sistemini, UNESCO'nun kültürel sit olarak ilan ettiği Spissky Hrad kalesini ve Habsburg imparatorluğuna merkez olduğu bir dönemi içeren zengin bir tarihe sahiptir. Çağdaş dünya üzerinde etki yapmış Slovaklar arasında, opera tenoru Peter Dvorsky ve yüzücü Martina Moravcova vardır.

Türkiye 63.7 775 Yüzölçümü ve nüfus bakımından bütün adayların en büyüğü. Avrupa'nın en büyük şehri olan İstanbul, önce, bin yıl süren Bizans imparatorluğunun, sonra, orta çağların sonunda 20. yüzyıl başlarına kadar, Osmanlı imparatorluğunun başkenti oldu. Pek çok uygarlığın beşiği olan, doğudan ve batıdan göçmen dalgalarına ev sahipliği yapan Türkiye, binlerce yıl boyunca Avrupa tarihi üzerinde güçlü bir etki yapmıştır. Kemal Atatürk'ün modern Türk devletini kurduğu 1920'lerden bu yana, NATO'nun kilit önemde bir üyesi olarak, Avrupa ve dünya işlerinde gittikçe daha etkili bir rol oynamıştır. Fazıl Say gibi klasik ve caz piyanistleri veya Tarkan gibi pop şarkıcıları ile, Türkler'in genç kuşağı, artık dünya vatandaşlarıdır.

ARKA KAPAK YAZISI

Türkiye ısrarlı bir şekilde ve ne pahasına olursa olsun AB'ye girmek istemektedir. Maalesef bu istek, akılcı bir değerlendirme ve hesaba dayanmamış, "Acaba AB bizi alır mı?" diye hiç düşünülmemiş, sadece tutkularla AB'ye kilitlenilmiştir. Öyle ki, farklı görüşler kınanmış, AB'yi tenkit büyük bir ayıp sayılmıştır. Gerçekte onlardan yapamayacakları bir şey istediğimiz hâlâ da tam olarak anlaşılabilmiş değildir.

İşte kendi sözleriyle bunun ispatı:

Tom Spencer (AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı): "Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu."

R. Balfe (İngiliz Parlamenter): 

"Türkiye AB'nin hiçbir sözüne inanmamalıdır..." 


ÖZEL NOT' UMDUR;

ÇOK DEĞERLİ BAKANIM.., 
MİLLET VEKİLİM.. 
HOCAM PROF DR. SADİ SONUMCUOĞLU BEYEFENDİ'YE BU GÜZEL ÇALIŞMASI BİLĞİ VE BELGELERİ DERLEYİP YAYINLADIĞI İÇİN SONSUZ TEŞEKKÜRLER EDER SAYGILARIMI SUNARIM..
TANER ÇELİK 
( RUMUZ ; DUAATEPE POLATLI)


***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 18



AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 18


Tom Spencer (AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı):

 "Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu."
R. Balfe (Kızıl Danny lakaplı, Türkiye-AB Karma Parlamentosu eski Eşbaşkanı Bendit'in, Leyla Zana'yı ziyaret etmek istemesi ve buna izin verilmemesi üzerine, Türkiye'nin en geç 4 ay içinde buna izin vereceği konusunda yemeğine iddiaya girdiği İngiliz Parlamenter):

"Türkiye AB'nin hiçbir sözüne inanmamalıdır..." 

Sonuç

1959 yılındaki müracaatımızı dikkate alırsak tam 43 yıl, 1964 tarihli ortaklık anlaşmasına göre de 38 yıldır AB yolundayız. Ancak yaklaşık yarım asırlık bu ilişkiye dönüp baktığımızda, fasit bir daire içinde sıkıştığımızı ve  başlangıç noktasında durduğumuzu söyleyebiliriz. Oysa geçen bu süre zarfında, tüm enerjimizi, kaynağımızı ve zamanımızı bu uğurda harcadık. Uluslararası ilişkilerde bu kadar çaba gösterilip de olumlu veya olumsuz herhangi bir sonuca bağlanamayan gerçekten ender bir örnekle karşı  karşıyayız.
Ağırlıklı olarak AB belgeleri üzerinde yaptığımız bu incelemeden sonra  vardığımız sonuç  şu olmuştur;

Türkiye ısrarlı bir şekilde ve ne pahasına olursa olsun AB'ye girmek istemektedir. Maalesef bu istek, akılcı bir değerlendirme ve hesaba dayanmamış, "Acaba AB bizi alır mı?" diye hiç düşünülmemiş, sadece tutkularla AB'ye kilitlenilmiştir. Öyle ki, farklı görüşler kınanmış, AB'yi tenkit büyük bir ayıp sayılmıştır. Gerçekte onlardan yapamayacakları bir şey istediğimiz hâlâ da tam olarak anlaşılabilmiş değildir. 

AB ise, NATO üyeliği, Balkanlar, Kafkaslar ve Türk Dünyasının ana kapısı olması ve Ortadoğu enerji bölgesinin kilidi konumunda jeostratejik öneme sahip bulunmasının yanısıra İslam Dünyasındaki yeriyle, 65 milyonluk büyük bir pazar olarak da gördüğü Türkiye'yi gözden çıkaramamakta, "Tam üyelik" hariç ne şekilde olursa olsun kendine bağımlı bir statüde ve kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. AB'nin, 1989 yılında su yüzüne çıkan ve adım adım uyguladığı bu politika, "Tam üyeliğimiz üzerinde şüphe uyandırmaksızın" bugüne kadar sürmüştür. Türkiye'nin "kayıtsız-şartsız" ısrarına da tam bir fırsatçı anlayışı ile yaklaşan AB küçük-büyük ayrımı yapmaksızın çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapmış, ülkemizin yapısını sarsacak istek ve davranışlarının sayısını, hızını ve dozunu arttırmıştır. "Matruşka" misali, istek içinden istek çıkmış, liste uzadıkça uzamıştır. AB'nin Türkiye temsilcisinin yazışmaları ve diğer yetkililerin beyanları ülkemizin şeref ve haysiyetini ciddi şekilde rencide etmiştir. 
Kolumuzu, kanadımızı önce bağlamaya, sonra da kırmaya yönelik bu istek ve davranışlar zaman içinde Türk halkında AB'ye karşı öfke birikimine yol açmış, sorgulamalar başlamıştır. Pandora'nın kutusundan çıkan, - Türkiye lehine tek bir kararı olmayan, ülkeyi bölmek isteyen terör örgütlerine "yardım ve yataklık ederken" suçüstü yakalanan, ölçüsüz isteklerinde "efendi-köle" üslubunu benimseyen, ne yazılı ve ne de sözlü hiçbir taahhüdünü yerine getirmeyen ama devamlı bir şeyler isteyen- bir muhataptır. Sorgulamalar sürdükçe, AB'nin hiç de anlatıldığı gibi "Yüksek insanî, ahlakî ve hukukî değerler" üzerine kurulmadığı, bu değerlerin sadece kendileri için var olduğu, sıra Türkiye'ye gelince hatırlanmadığı anlaşılmıştır. Belli ama süratle genişleyen bir kesimde görülen ve etkili olan bu yeni AB görüntüsü toplumda ciddi bir sarsıntıya yol açmıştır. Bu sarsıntı AB cephesinde de yaşanmış, "Yüksek değerlerin" altındaki gerçekler bir bir çıktıkça ölçüyü zaten kaçırmış olan AB, iyice hırçınlaşmış, Türkiye'ye karşı kullanılan dil, tehdit, şantaj ve sömürge valisi üslubuna dönüşmüştür. 

Sonuçta da bugün AB-Türkiye ilişkileri oldukça kritik bir kavşağa gelmiştir. Bu noktaya gelinmesine ne yazık ki, karşılıklı yanlışlar sebep olmuştur. AB tek yanlı bağımlılık (sömürgecilikten gelen alışkanlıkla) sağlamak için ölçüsüz hareket ederken, Türkiye, tarihî, stratejik ve coğrafik büyüklüğüne ve önemine yakışacak bir vakar sergileyememiş, hak ve menfaatlerine sahip çıkamamıştır. 
Bu yeni dönemde, karşılıklı öfke ve hırçınlığı besleyen gelişmelerin kontrol altına alınıp, yeni bir mecraya konulması şarttır. Aksi durum, yakın gelecekte düşman kampların oluşumunu kaçınılmaz hale getirecektir. Böylesi bir kamplaşmanın ortaya çıkması da hiç şüphe yok ki AB'nin, Türkiye ve Orta Doğu'daki menfaatlerini telafî edilemeyecek ölçüde zayıflatacaktır. Türkiye de, ABD başta olmak üzere bölgemizde ve dünyanın diğer alanlarında daha yoğun bir işbirliği arayışına girecektir. Tarih ve coğrafya olarak iç içe yaşadığımız AB ile ilişkilerimiz ise çok geri planlara itilmiş olacaktır. Bu tablo, aynı ekonomik, sosyal ve siyasal coğrafyayı paylaşan taraflar için arzu edilen bir görüntü olamaz.
Elbette istenen bu değildir. Ancak tarafların, hızla sürüklendiğimiz bu sonu görerek, daha sorumlu hareket etmeleri, karşılıklı saygı ve menfaatlere uygun bir çözüm bulmaları gerekmektedir. Bunun için de yapılacak ilk iş gerçekçi bir anlayışla Türkiye'nin 40 yıldır AB'ye üye olamayışının izahında uzlaşılmasıdır. Bu uzlaşma sağlandıktan sonra Türkiye'nin üyelik ısrarından, AB'nin de, Türkiye'nin yapısını her yönüyle tahrip edecek politikalarından vazgeçmesi gerektiği görülecektir. Bundan sonra coğrafyanın ve tarihin emri çerçevesinde Türkiye-AB ilişkilerini yeni bir zemine oturtmanın yolu aranmalıdır. İlişkilerin daha sağlıklı ve daha büyük boyutlu gerçekleştirilmesi arzusunun ortaya çıkması halinde, 40 yılın da tecrübesiyle taraflar, hiç şüphe yok ki gerekli mekanizmayı oluşturacaklardır. Karşılıklı kabullerden sonra ilişkileri geliştirecek bir çok yol bulunabilir. Mesela, AB'nin başta ABD olmak üzere diğer ülkelerle gerçekleştirdiği ve karar mekanizmalarında iki tarafın da eşit şekilde bulunduğu, karşılıklı yararı gözeten, çok yönlü tercihli ticarî anlaşmalar gibi, daha kapsamlı ve sürdürülebilir ilişkiler zinciri kurulabilir. Bu ve benzeri çabalar ile Türkiye-AB ilişkilerinde her şey aslına dönerken, tarihin emri de yerine getirilmiş olur. 
Bu teklifimizin, ufukta gözükmediği ve güzergâhında Türkiye bulunmadığı için gelmesi de imkânsız olan "AB trenini kaçırmak istemeyen" ancak bu uğurda varını, yoğunu yakıp yıkmayı göze alanları kızdıracağını biliyoruz. Ayrıca, bugüne kadar tüm politikalarını AB'ye endeksleyen idarecilerin de, en azından başka alternatif geliştirilmediği için bunu düşünmeye dahi cesaret edemeyeceklerini tahmin ediyoruz.
Onun için de, bu düşüncede olanlara, özellikle de karar mekanizmalarında bulunanlara şu teklifi yapmak istiyoruz: Artık Türkiye eli kolu bağlı bir şekilde beklerken, gelen-gidenin bir şeyler götürdüğü bir ülke konumundan çıkarılmalıdır. Bu bir şeylerin içinde, yakın tarihi unutan bazı çevrelerce hafife alınsa ve modası geçtiği söylense de, "egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü, dil ve din" gibi çok önemli, bir milleti millet yapan değerler bulunmaktadır. Bu sebeple, bu ülkenin maddî ve manevî büyüklüğüne yakışır bir kararlılıkla haklarımıza sahip çıkılmalı, "istekleri yerine gelmediğinde" bizi bir çocuk gibi azarlayanlara önce kendi sorumlulukları hatırlatılmalıdır. Yazılı belgelere rağmen, Türkiye'nin lehine olan hiçbir kararı bugüne kadar uygulamaya koymayan, Kıbrıs örneğinde olduğu gibi hukuku ayaklar altına alan ve verdikleri sözleri tutmayanlara gösterdiğimiz sözlü tepkilerin bugüne kadar ciddiye alınmadığı ortadadır. AB'ye de uygulanacak yaptırımlar olmalıdır. Bu yaptırımlar kendi anlaşmalarında vardır, ancak bunları kullanmamıza izin ve imkân vermeyeceklerini de biliyoruz. Gücümüz yok diye bütün olup bitenlere razı olmamalı, kendi yaptırımımızı bulmalıyız. Bu da, AB'nin bugüne kadar hukuku nasıl çiğnediğinin, anlaşmalara nasıl uymadığının ve hangi sözlerini tutmadığının listesinin AB'nin önüne konması ve "Anlaşmalar iki taraf için de geçerli ise artık sen de görevini yap" denilmesidir. Bu söylendikten sonra Türkiye de, AB için bir ilerleme raporu hazırlamalı ve öncelikle bugüne kadar görmezden gelinen yükümlülüklerin üstlenilmesini beklemelidir. Yılların bu birikimleri eritildikten sonra ancak diğer yükümlülükler, o da sömürge mantığı ile değil, medenî ilişkiler çerçevesinde değerlendirilerek, yine tek yanlı değil, karşılıklı olarak yerine getirilmelidir. 
Son söz, son tahmin ve son uyarı: Kısa veya orta vadeli istekler yerine gelsin gelmesin, yakın zamanda AB'nin Türkiye'ye takvim vermek niyeti yoktur. O tren bir ihtimal iplerin iyice gerilip kopma noktasında Türkiye peronuna yanaştırılır. Bir ihtimal diyoruz, çünkü maalesef bugün "kararlı duruşu" gösterecek iradeye sahip değiliz. İkinci, ancak en tehlikeli ihtimal, Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliğine tepkimizi kesme amaçlı "takvim havucu"dur. Gelişmeler ne yazık ki, Rum Kesimi'nin üyelik anlaşması Akropolis eteklerinde imzalanırken, Türkiye'ye verilebilecek takvimi kabul edebilecek olanlar bulunduğunu göstermektedir. Bunu yapabilecek olanların elbette tarih önünde hesap vermeyi de göze almaları gerekecektir. Ancak Türkiye ne pahasına olursa olsun, işin bu noktaya gelmesini, Kıbrıs'ın AB eliyle üçüncü kez ve bu defa tamamen Yunanistan'a teslimine engel olmalıdır. Aksi durum, Türkiye için sonun başlangıcı olacaktır. 


EKLER

EK-l

Kıbrıs ile İlgili Antlaşmalar

1959 LONDRA-ZÜRİH ANTLAŞMALARI:

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Temel Yapısı

Madde 8: Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısının, Türkiye ve Yunanistan'nın birlikte katıldığı uluslararası ittifaklara ve kurumlara Kıbrıs Cumhuriyeti'nin de katılması dışında, I.Ekte belirtilen savunma ve güvenlik konuları ve dış işleriyle ilgili herhangi bir yasa ve karara karşı ayrı ayrı veya birlikte kullanılmak üzere nihaî veto hakları olacaktır.
Bu maddenin gerekçesi de Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları arasında 12 Şubat 1959 tarihinde yapılan toplantının tutanağında şöyle ifade edilmiştir;
"Amaç, Kıbrıs'la üç ülke dışındaki ülkeler arasında daha avantajlı ikili anlaşmalar akdedilmesinin ve aynı zamanda Yunanistan ve Türkiye'nin Kıbrıs'ta, diğer taraftan daha elverişli bir ekonomik konuma geçmesi, örneğin Yunanistan'ın bir tür ekonomik ENOSİS'i gerçekleştirmesi ihtimalinin önlenmesi idi."

GARANTİ ANTLAŞMASI

Madde l: Kıbrıs Cumhuriyet, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini devam ettirmeyi ve Anayasaya saygıyı güven altına almayı üstlenir.
Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasî veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. 
Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla, adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.
Madde 2: Yunanistan, İngiltere ve Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti'nin l'inci maddede belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve Anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu tanırlar ve garanti ederler.
Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini, gerekse Ada'nın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler.

1960 KIBRIS CUMHURİYETİ ANAYASASI

Madde 50.1 (a): Kıbrıs Cumhuriyeti'nin, Yunanistan ve Türkiye'nin birlikte üye oldukları uluslararası kuruluşlar ve ittifaklara katılması veya savunma ve güvenlik meseleleri hariç, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı, gerek ayrı ayrı gerek birlikte, dışişlerine taalluk eden herhangi bir yasa ve karar üzerinde nihai veto hakkına sahip olacaklardır.

ANTLAŞMA VE ANAYASA'NIN UYGULANMASI ÖRNEKLERİ

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Avrupa Konseyi üyeliğinin tartışıldığı günlerde İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın Atina'daki Büyükelçisi'ne 14 Eylül 1960 tarihinde gönderdiği şifreli, gizli telgraf, Rum Yönetiminin AB üyeliğine yaptığı başvurunun hukuken geçersiz olduğunu ispatlayan bir belgedir. Telgrafta şöyle denilmektedir:
Yunan Hükümeti'nin bu konuda ne düşündüğünü anlamaya çalışırken Majeste Kraliçe Hükümeti'nin şimdiki görüşünün, Türkiye ve Yunanistan'ın her ikisinin de halihazırda üyesi oldukları bir kuruluşa Kıbrıs'ın katılmasının teşvik edilmesi şeklinde olduğu kendilerine bildirilmelidir.

Kıbrıs'ın BM Üyeliği

Kıbrıs'ın BM'ye üyelik başvurusunnn Güvenlik Konseyi'nde 24 Ağustos 1960'ta yapılan görüşmelerinde Konsey üyesi olmamakla birlikte Türkiye ve Yunanistan da görüş belirtmek için toplantılara davet edilmeleridir. Bu toplantılarda
Türkiye delegesi Seyfullah Esin ve Yunanistan temsilcisi Paul Ekonomu Guras, Kıbrıs'ın BM üyeliğine destek belirtmişlerdir. Böylece Kıbrıs'ın üyeliği 21 Eylül 1960 tarihinde onaylanmıştır.

Kıbrıs'ın Commanwealth Üyeliği

BM üyeliğinden 4 ay sonra Kıbrıs'ın Commanwealth üyeliği gündeme geldiğinde, Antlaşmalara ve Anayasa'ya uygun olarak Türkiye'nin ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı merhum Dr. Fazıl Küçük'ün de onayı alınmıştır.

Kıbrıs'ın Avrupa Konseyi Üyeliği

Kıbrıs, 24 Mayıs 1961 tarihinde Avrupa Konseyi'ne 16. üye olarak kabul edilmiştir. Bu üyelik sonucu, Kıbrıs'ın Avrupa Konseyi'nin Danışma Meclisi'nde biri Kıbrıslı Türk, ikisi ise Rum olmak üzere 3 üye ile temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. Ne yazık ki, 1963 sonlarında Kıbrıs Türk toplumuna karşı başlatılan etnik temizlik saldırıları sonucu iki toplumun ortaklığına dayalı yasal Kıbrıs Cumhuriyeti ortadan kalktığı halde, Kıbrıs Rum kesimi hem BM'de, hem Commonwealth, hem de Avrupa Konseyi'nde tek başına temsiliyet hakkından yararlanmayı sürdürmüş, Kıbrıs Türkleri ise bu tür uluslararası kurumlardan uluslararası hukuka aykırı olarak dışlanmışlar, ilgili kurumlar da buna destek vermişlerdir.

AB DIŞİŞLERİ BAKANLARI KONSEYİ'NİN KARARI

AB, Yunanistan'ın 12 Haziran 1975 tarihli başvurusunu topluluk Dışişleri Bakanları Konseyi 24 Haziran 1975'de değerlendirerek, kabul etmiş, Türkiye ile olan ortaklığına ilişkin bir beyanı da bu metne dahil etmiştir. Konseyin 347'inci toplantısı tutanaklarında yer alan bu metinde;

a- Topluluğun Türkiye ile çok yakın ortaklık ilişkilerini idame ettirmek ve geliştirmek hususundaki ilgisi ve

b- Yunanistan tarafından yapılan tam üyelik başvurusunun incelenmesinin, Toplulukla Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve AET ile Türkiye arasındaki Antlaşmada yer alan hakların etkilenmeden kalacağı kaydedilmiştir.

Komisyonunun Yunanistan'ın tam üyelik başvurusu hakkında hazırladığı 29 Ocak 1976 tarihli görüşte, konseyin yukarıdaki beyanı tekrarlanarak, buna işlerlik kazandırılması gerektiği ifade edilmiştir. Aynı görüşte, Avrupa Topluluğu'nun Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığı ve olmaması gerektiği de vurgulanmıştır.

Görüldüğü gibi AB 1975-80 arasında Türk-Yunan ihtilaflarına ve Kıbrıs meselesine taraf olmama yönünde bir tutum izlemiştir. AB'nin tutumu, Türkiye'nin tam üyelik başvurusu ile değişmiştir.

19 MAYIS 1979 DENKTAŞ-KİPRİYANU ZİRVESİ ANLAŞMASI

Madde 8: Cumhuriyetin bağımsızlığı, egemenliği, toprak bütünlüğü ve bağlantısızlığı, başka herhangi bir devletle tamamen veya kısmen birleşmeye karşı herhangi bir biçimde taksime ya da ilhaka karşı yeterli güvenceye kavuşturulmalıdır.
BM GÜVENLİK KONSEYİ'NİN 649, 716, 750, 774, 939 SAYILI KARARLARI
"....bir çözüm, bir başka ülke ile kısmen ya da bütün olarak birleşme veya taksim ve ayrılmanın herhangi bir şeklini içermez."

BM GENEL SEKRETERİ PEREZ DE CUELLAR'IN RUM KESİMİNİN AB'YE MÜRACAATI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMESİ

Dönemin BM Genel Sekreteri Perez De Cuellar, 11 Eylül 1990 tarihinde Rumların başvurusuyla ilgili yaptığı değerlendirmede, AB üyeliğinin çözüm çerçevesinde iki tarafça müzakere edilmesi gereken bir konu olduğunu belirtmiştir. BM Güvenlik Konseyi de müzakerelere zemin olarak onayladığı Fikirler Dizisi'nde, "Federal Cumhuriyetin AET'ye üyeliği ile ilgili konuları müzakere edilecek, üzerinde anlaşmaya varılacak ve iki toplumun onayı için ayrı ayrı referanduma sunulacaktır." denilmiştir.

19 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 17


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 17



AB mi, Aday Ülkeler mi Haklı?

AB Tartışılmalı ve Halk Bilgilendirilmeli midir? 

AB, aday ülkeler için hazırladığı 2000 yılı İlerleme Raporu'nun başlangıcında çok ilginç, bir o kadar da önemli bir değerlendirmeye yer vermiştir. AB'nin özeleştirisi olarak da yorumlanabilecek bu metinde, öncelikle "Genişlemenin Yararları-Daha Güçlü Bir Avrupa" başlığı altında genişleme amacı izah edilmiştir: 

"Bu ülkelerin Birliğe girmeleri, Birlik kurallarını ve politikalarını kabul etmeleriyle birlikte Avrupa'da çevreyi koruma, suçla mücadele etme, toplumsal koşulları iyileştirme ve göç baskılarının üstesinden gelme imkânlarımızı arttıracaktır. Bu ülkelerin üyeliği olmadan bu sorunları çözecek gücümüz daha az olurdu." 
Raporun, "İlerleme stratejisi" başlığı altında bölümü ise, her ne kadar Türkiye de düşünülerek hazırlanmış olmasa bile Türkiye açısından referans niteliğinde bir belgedir: 
"Üyelik için zorlu bir hazırlıkla birlikte yürüyen karmaşık müzakere süreci üye ülkeler açısından genişlemenin ilerlemesi konusunda bir belirsizlik doğurmaktadır. Bu nedenle AB'nin genişleme hedefine yönelik kararlı ve net bir taahhüdü yansıtması hayatî önem taşımaktadır. Aday ülkelerin tepkileri anlaşılabilir niteliktedir ve ciddiye alınması gerekir. Bu, özellikle sürecin sonucu, başka bir deyişle net giriş tarihleri belirleme konusunda belirginleşmektedir. AB haklı olarak katı bir zamanlama belirlemekten kaçınmıştır. Üyelik için, müzakerelerin tamamlanmasından daha fazla hazırlık gerekmektedir; katılma kriterlerine uyulması zorunludur ve bunun anlamı da, çoğu zaman iç siyasal ve ekonomik koşullara bağlı olan ve dolayısıyla önceden belirlenemeyen sürekli bir reform çabasıdır. 
Müzakereler çok daha zor ve çok daha yoğun bir aşamaya girmek üzeredir. Bu aşamaya geçmeden önce siyasal çerçevede daha da iyileştirme sağlamamız, başka bir deyişle müzakereler için elverişli bir ortam oluşturmamız gerekmektedir. Burada en önemli husus verilen taahhütlere uymaktır. Helsinki AB Konseyi (1999) Birliğin 2002 yılı sonundan itibaren yeni üyeleri kabul edebilmek için 2000 yılı sonuna kadar gerekli kurumsal reformlar hakkında kararlar alacağını belirtmiştir. 

Bu zaman programına uymamız ve ÜYELİK İÇİN YENİ KOŞULLAR DAYATMAMAMIZ AB'nin güvenilirliği açısından hayatî önem taşımaktadır. Gündem 2000'deki kararları ve Nice'de yapılacak olan bir sonraki AB Konseyi'nde hükümetler arası konferansın başarısı ile, AB gerekli koşulları yerine getirmiş olacaktır. 

Reform sürecinin daha sonraki gelişimi bu gerçeği değiştirmeyecektir, zira genişleme bunun sonuçlarına bağlı olmamalıdır. 
İkinci önemli husus ileriye doğru hızlanma, müzakereler sürecinde çözülmemiş bazı zorlu sorunları çözüme kavuşturma, dolayısıyla görüşmelerde daha özlü bir aşamaya geçme konusunda belirgin bir siyasal irade olmasıdır. Sürecin sonuçlanması için henüz bir tarih belirlenmemiş olsa da, zaman baskısı söz konusudur. AB'nin genişleme projesini tamamlamak için sınırsız zamana sahip olduğu gibi bir yanılsamaya kapılmamalıyız. Şu anda bir fırsat penceresi açılmıştır ve bunun yakalanması gerekmektedir. Son on yıl içinde Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde toplum büyük basınç altında olmuştur. Bu toplumların, bir yandan komünist yönetim ve merkezî planlamalı ekonomilerden demokrasi ve piyasaya geçiş yaparken bir yandan da kendilerini Avrupa bütünleşmesinin karmaşık mekanizmasına hazırlamaları gerekmiştir. Bunlardan doğan toplumsal gerilimler gözden uzak tutulamaz. İnsanların artık tünelin ucunda ışığı görmek istemeleri son derece anlaşılır bir şeydir. Bu ülkeler AB üyeliği hedefinin asla ulaşılamaz bir şey olduğu hissine kapılırlarsa yeni çabalar ve reformlar için isteklilik azalacaktır. Olası bir şüphe ve hayal kırıklığı dalgasını önlemek için AB'nin kararlılık ve liderlik göstermesi gereklidir."

Görüldüğü gibi AB; 

- Kararlı ve net davranmadığını,
- Aday ülkelerin tepkilerini ciddiye almadığını,
- Verdiği taahhütlere uymadığını,
- Üyelik için yeni şartlar dayattığını,
- Ülkelerin kendi sorunlarının yanısıra AB'nin karmaşık mekanizmasına hazırlanmasının büyük basınç yarattığını kabul ve itiraf etmektedir. 
Bu tesbitlerin tamamı adeta AB'nin Türkiye'ye yönelik tutumunu özetlemektedir. Tesbitlerin hepsi çok önemlidir, ancak özellikle son madde bizim açımızdan daha da dikkate değerdir. AB, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin siyasi ve sosyal yapısı ile AB'nin bütünleşmeyle ilgili karmaşık mekanizmasının bu ülke insanlarını basınç altına soktuğunu kabul etmekte ve anlayış göstermektedir. Ancak aynı AB, Türkiye'nin, 15 yıl terör baskısı altında yaşadığını hatırlamamakta, 40 yıldır tüm engellemelere rağmen AB'nin karmaşık mekanizmasına uyum sağlamak için gösterdiği çabanın yol açtığı ağır maliyeti görmezden gelmektedir. Anlayış göstermek bir yana, teröre kucak açılmakta, bunun yarattığı sorunlar da Türkiye aleyhindeki kararlara gerekçe yapılmaktadır. 

Aynı raporun, "Bilgilendirme Gereği" başlığı altındaki bölümü ise, bugün ülkemizde AB'nin tartışılmaması gerektiğini savunan bazı siyasilerimiz, aydınlarımız ve bilim adamlarımızın tekrar tekrar okuyup, kendi vicdanlarına karşı cesur ve dürüstçe bir değerlendirme yapmalarını gerektirmektedir. Tartışmaların AB ile ilişkilerimize zarar vereceğini ve onları rahatsız edeceğini söyleyebilen Dışişleri Bakanı İsmail Cem, bunlara son verilmesini istemektedir. Tartışmalardan rahatsız olan sadece Dışişleri Bakanımız değildir. Bu sebeple AB'nin bu konudaki görüşünün önemli olduğunu düşünüyoruz. AB, şöyle demektedir: 

"Başlatmış olduğumuz proje ölçeğinde bir genişleme projesi, AB yurttaşlarını ve aday ülkeleri sürekli bilgilendirmek, sürece katılımlarını sağlamak ve nihayet bu sürece desteklerini kazanmak için yıllara yayılan bir iletişim stratejisi gerektirmektedir. Bu da ilgili insanların genişlemenin kendileri için ne anlama geleceği konusunda doğru bilgilendirilme haklarına saygı göstermekten de öte bir şeydir. Bu, bizzat sürecin demokratik meşrulaştırılmasıdır. 
Genişleme ancak, sadece seçkinlerin değil tüm yurttaşların katıldığı bir toplumsal proje olursa başarıya ulaşabilir. Bunu da ancak gerçek anlamda katılım sağlayabilir. Bilgi vermek yeterli değildir. Riskleri ve yararları insanlara açıklamak ve kaygılarının ciddiye alındığını bilmelerini sağlamak için toplumlarımızda geniş çaplı bir diyalog başlatmak zorundayız. 
Aday ülkelerde kaygılar ve korkular bu sürecin doğuracağı ekonomik ve toplumsal değişikliklerden kaynaklanmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa'da sistemlerin tümden dönüşümü hâlâ sürmektedir. Bu dönüşüm her bireyin yaşamında, yararları kadar bedelleri de olan köklü değişikliklere yol açmaktadır. Geleceğe ilişkin belirsizlik ve korku doğal sonuçlardır. Egemenlik ve ulusal ve kültürel kimlik konusu da önemli rol oynamaktadır. Özgürlüklerini ve kendi kaderlerini belirleme hakkını yeni kazanmış olan halklar için AB üyeliği egemenliğin kaybedilmesi gibi görünebilir, oysa Avrupa bütünleşmesine katılan ülkelerin deneyimi bunun olayları etkileme gücünü arttırdığını göstermektedir. Elbette, aday ülkelerde Avrupa'ya kuşkucu yaklaşanlar ile sistem değişiminin tüm sorunları için Brüksel'i suçlayan ve kimlik kaybı endişelerini kendi popülist amaçları için kullanan Avrupa düşmanları da vardır."
Ülkemizde AB'nin tartışılmaması gerektiğini, egemenlik ve kültürel kimlik gibi konuların önemli olmadığını savunanlar bulunmaktadır. Bu rapor, AB'nin sadece nimetlerini "pembe tablolara" sığdırabilmek için, gerçekleri saklayıp, yanıltıcı bilgiler vermekten çekinmeyen ve külfetleri konusunda halkın bilgilendirilmesine ihtiyaç duymayanlara ders verir niteliktedir. Türkiye aleyhindeki tutumu ile bilinen AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eski Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit bile, "Türk siyasetçileri de Türk halkına karşı net olmak zorunda." demiştir. Böylesi önemli bir konuda her şeyin halkla paylaşılmasını savunanları "AB karşıtlığı" ile damgalayanların bu rapordan sonra AB'yi de, "AB karşıtı" ilan etmeleri mi gerekmektedir? 

AB Türkiye Eski Temsilcisi, "Hizmet İçi Raporu"nda Neler Söyledi?

AB konusunda bir ilerleme sağlanamamasından bugüne kadar Türkiye'yi sorumlu tutanlar, AB'nin de kendi yükümlülüklerini yerine getirmediğini, Türkiye'ye sürekli olarak güçlük çıkardığını ve çifte standart uyguladığını söyleyenlere kızmış, bu yöndeki eleştirilere adeta kulaklarını kapatmışlardır. Ancak bu doğruları yurtdışındakiler, üstelik AB yetkilileri de dile getirmektedirler.     
Türkiye'de 1991-1998 yılları arasında görev yapan AB'nin Türkiye eski temsilcisi Micheal Lake, görevinin sona ermesi nedeniyle AB Komisyonu'na, "iç hizmet"e yönelik bir rapor sunmuştur. Lake, söz konusu Rapor'da Türkiye'nin ekonomik, sosyal ve politik alanlardaki durumuna ilişkin görüşlerinin yanı sıra AB-Türkiye ilişkileri hakkındaki gözlemlerine de yer vermiştir. 
Lake raporunda, Körfez savaşını müteakip ABD'nin bölgede uyguladığı ambargo sonucu PKK terörünün, oluşan siyasi boşluktan da yararlanarak geliştiğini, bu durumun Türkiye'nin iç ve dış dengelerine zarar verdiğini ifade etmiştir. Türkiye'nin Kürt kökenli nüfusunun büyük bir bölümünün büyük şehirlerde ve özellikle İstanbul'da yaşadığının, hatta İstanbul'un dünyada en çok Kürt nüfusuna sahip şehir olduğunun ve Parlamento'da da Kürt kökenli pek çok milletvekili bulunduğunun altını çizen Lake, "Özellikle AB tarafından dayatılan etnik azınlıklara daha fazla haklar verilmesi hususunun pek çok Kürt kökenli vatandaş tarafından hoş karşılanmadığını, Türkiye - AB ilişkilerinin seyrinin kendi omuzlarına yükleniyor olmasından rahatsızlık duyduklarını ve bir  azınlık statüsüne indirgenmek istemediklerini" belirtmiştir. 

Lake'in, Kemalizm ideolojisine bakış açısı da bugünkü tartışmalar hakkında önemli ip uçları vermektedir. Türk ordusunun son derece iyi eğitilmiş, laik ve Türkiye'nin AB ile bütünleşmesine taraftar bir kurum olduğunu düşünen Lake, " Türkiye'de Kemalizm ideolojisinin AB ile bütünleşme ideolojisi ile yer değiştirebilmesi halinde, demokrasi ve laisizimin güvencesinin Silahlı Kuvvetler olmaktan çıkıp AB haline gelebileceğini"  iddia etmiştir. 

Lake, AB'nin, Türkiye'de son yıllarda yaşanmakta olan büyük değişikliklere ve gelişmelere genellikle tepkisiz kaldığını düşünmektedir. Lake'e göre, gelişme ve sanayileşme Türkiye'nin batısından doğusuna doğru genişlemekte ve son yıllarda özellikle sivil toplum anlayışı hızla güçlenmektedir. Yazılı ve görsel basının etkisini gittikçe artırdığı, gelişmelere, globalleşmeye ve Batı değerlerine yakın ve dünyadaki tek ve gerçek, Müslüman ve laik demokrasi olmayı başarmış bir Türkiye'de, Cezayir benzeri oluşumların gerçekleşmesinin söz konusu olmadığı tesbitini yapan Lake, Türkiye'nin, dünyada yaşanabilecek en güvenli ülkelerden birisi olduğunu da belirtmiştir. Lake, insan hakları ihlallerinin gerçekten bulunduğunu ve bunun Hükümet yetkilileri tarafından da ifade edildiğini kaydetmiş ve Türkiye'nin en önemli önceliğinin insan hakları standartlarının yükseltilmesi olduğunu savunmuştur. 

Türkiye'nin, AB'nin yedinci büyük ticarî ortağı olduğunu hatırlatan Lake, Gümrük Birliği'nin etkin bir şekilde işlediğinin altını çizmiş ve öngörülen malî yardıma bir türlü işlerlik kazandırılamamasına karşın, Türk ekonomisinin Gümrük Birliği nedeniyle şoka girmediğini savunmuştur. Türkiye'nin komşu ülkelerinin "en az güvenilir" ülkeler olduğunu, Türkiye'nin NATO bünyesindeki varlığı ve AB ile olan ticarî ilişkilerinin yoğunluğu göz önüne alındığı takdirde Türkiye'nin AB perspektifinin Lüksemburg kararlarının yarattığı olumsuz havayı dağıtacağını umduğunu belirten Lake, "Yunanistan'ın AB üyeliği bölgedeki dengeleri Yunanistan lehine bozmuş ve bu dengesizlik Avrupa'nın ekonomik ve stratejik çıkarlarını olumsuz yönde etkilemiş, ayrıca malî işbirliğine Yunan vetosu nedeniyle işlerlik kazandırılamaması AB'nin güvenilirliğini zedelemiştir." görüşünü savunmuştur. 

Lake, raporunun bir bölümünde Kıbrıs konusuna değinmiş ve Türkiye'nin adadaki Türklerin can ve mal güvenliğinin ve 1963 ile 1974'deki olayların bir daha asla tekrarlanmayacağının garanti edilmesine ihtiyaç duyduğuna inandığını ifade etmiştir. AB'nin tutumunun "Kıbrıs konusunda Türkiye'yi rasyonel olmayan tepkiler vermeye zorladığını ve köşeye sıkıştırdığını" ifade eden Lake, "Rus füzeleri konuşlandırmakta olan bir ülke ile AB'nin tam üyelik müzakereleri başlatmasının kabul edilemez olduğunu" vurgulamıştır. Lake'e göre, "AB'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'ni, uzun süreli ve stratejik çıkarları olan Türkiye'den önde tutup tutmayacağının net kararını vermesi" gerekmektedir. 
Lake'in bu raporuna Yunanistan'dan yoğun tepkiler gelmiştir. Yunan Hükümet Sözcüsü "Birliğin çıkarlarını savunması gereken Komisyon memurlarının bir Üye devletin çıkarlarına aykırı tutum benimsemelerinin kabul edilemez" olduğunu savunmuş, Yunanlı bir Parlamenter ise Komisyon'a bu konuyla ilgili olarak sözlü soru önergesi vermiştir. Tepkiler üzerine Komisyon sözcüsü, diplomatik görev sahiplerinin görev süreleri sonunda bu tip kişisel raporlar hazırlamalarının teamül olduğunu belirtmiş ve Lake'in hazırladığı raporun da bu kategoride değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Dış İlişkilerden Sorumlu Komiser Hans van den Broek da, Yunan Dışişleri Bakanı'na raporun mahiyeti konusunda herhangi bir yanlış anlama olmaması gerektiği konusunda (telefonda) garanti vermiştir. Komisyon Sözcüsü ise, Rapor'un henüz detaylı olarak incelenmediğini, Komisyon'u veya AB'yi bağlayıcı bir niteliği olmadığını ve tamamen Lake'in kişisel görüşlerini yansıttığını söylemiştir.

Görüldüğü gibi, Türkiye aleyhine asılsız iddialara dayanarak, neredeyse her gün karar alan AB, Yunanistan'a teslim olmuş durumdadır. AB, kendi adına Türkiye'de 7 yıl bulunan görevlisinin hazırladığı raporu savunamamış, Yunanistan'dan özür dilemiştir. Aynı AB, e-mail skandallarından sonra Türkiye'den özür dileyeceği yerde, bir de nota vermiştir. Lake'in tutumu ile sonraki Temsilci Karen Fogg'un faaliyetleri değerlendirildiğinde, "Acaba AB, Yunanistan'ın rahatsızlığını gidermek için bu kişiyi özel olarak mı arayıp, buldu?" sorusu akıllara gelmektedir. Türkiye aleyhindeki en ufak iddiaya sarılanların, objektif tek bir değerlendirmeye bile tahammül edemediği görülmektedir. Her konuda Türkiye'ye karşı dostane değil, hasmane tutum takınanlara, eğer gerçekleşirse, bu ortaklığın nasıl yürüyeceğini sormak gerekmektedir.   
Öte yandan Lake'in Kemalizm İdeolojisi hakkındaki görüşü ile son dönemde büyük tartışmalara yol açan kendisinden sonraki Büyükelçi Karen Fogg'un e-mailleri arasındaki ifade benzerliği gerçekten dikkat çekicidir. Buna İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindth'in, MGK ile ilgili görüşlerini de eklememiz gerekmektedir. Lindth, 19 Şubat 2000 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan mülakatında, bu konunun "Türkiye'nin tam üyelik sürecini bloke edeceğini" söylemiştir. İsveç Dışişleri Bakanı'nın görüşleri şöyledir:
"MGK'nın bugünkü durumu, bir Danışma Kurulu olsa bile Kopenhag kriterlerine uygun değil. Komisyonun görüşü açık. Asker sadece askerî meselelerle ilgilenir, siyasete karışamaz. MGK'nın varlığı tabii ki Türkiye AB arasındaki adaylık görüşmelerini engellemez ama Türkiye'nin tam üyelik sürecini bloke eder. Eğer, TSK'nın Türk siyasi yaşamında bugün oynadığı rolü artık oynamadığı gösterilirse, AB belki yasal olarak bu kurumun varlığını kabul eder." 

Kemalizm konusunda, gerek AB resmî belgelerinin, gerekse de yöneticilerinin anlayışı ile Türkiye'deki anlayış arasında ciddi farklar bulunmaktadır. AB yetkililerinin, Kemalizm'in yıkılması veya bunun yerini AB'nin almasından kastettikleri, "Türk milleti, bağımsızlık, üniter devlet yapısı, vatan bütünlüğü gibi temel kavramların tamamen değişmesi, çok sayıda azınlık veya etnik gruptan meydana gelen federatif bir yapıya" geçiştir. Maalesef bu görüş, ciddiye alınabilecek çok sayıda batı kurumunca savunulmakta, yayınlarında geniş bir şekilde yer almakta ve ortak kabul görmektedir. Bunu, Sevr'in daha da ileri götürülmesi arzusu olarak değerlendirmek mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yukarıda sayılan kuruluş esaslarına sahip çıkan tüm kişi ve kuruluşlar AB için muhataptır, taraftır, hatta hedeftir. Bu hedeflerin başında da Türk Ordusu gelmektedir. Demokratikleşme gerekçesiyle istenen MGK'da sivillerin sayısının arttırılması talebi yerine getirildiği halde AB'nin şikâyetleri devam etmektedir. Daha önceki bölümlerde de görüldüğü gibi hedefin yönü, MGK'dan Genelkurmay Başkanlığı'na çevrilmiştir. Buradaki amaç, MGK ve demokratikleşme görüntüsü altında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş esaslarını savunan kurumların zayıflatılmasıdır. 

AB'nin 2002 Gündeminde Türkiye'nin Adı Yok... Peki, Bu "Saçma"lıkları Kim Çıkartıyor?

Son aylarda hızlanan AB tartışmalarında kelimenin tam anlamıyla sapla-saman birbirine karıştırılmış durumdadır. Toplum neredeyse "AB Yanlıları-AB Karşıtları" diye kamplara ayrılmak üzeredir. Sanki yarın "AB'ye girecekmişiz" gibi ve yine sanki AB'nin, "Bu, ilgili insanların genişlemenin kendileri için ne anlama geleceği konusunda doğru bilgilendirilme haklarına saygı göstermekten de öte bir şeydir. Bu, bizzat sürecin demokratik meşrulaştırılmasıdır. Genişleme, sadece seçkinlerin değil tüm yurttaşların katıldığı bir toplumsal proje olursa başarıya ulaşabilir. Bunu da ancak gerçek anlamda katılım sağlayabilir. Bilgi vermek yeterli değildir. Riskleri ve yararları insanlara açıklamak ve kaygılarının ciddiye alındığını bilmelerini sağlamak" düşüncesini benimseyerek, toplumda geniş çaplı bir diyalog sağlanmış gibi referandum teklif edenler oldu.
Gerçeklerin anlatılması bir yana, gerçekler çarpıtılıyor, Ulusal Program'da olmayan "sanal taahhütler" üzerinde tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmalar sırasında, sanal taahhütleri yerine getirdiğimiz takdirde, AB'nin bize bu yıl içinde takvim vereceği, ondan sonra da Türkiye'nin önünün açılacağı anlatıldı. Aksi durumun Türkiye'yi Orta Doğu ülkesi yapacağı iddia edildi. Felaket senaryoları, "Kızlarımızın, Bulgaristan veya Romanya'ya çalışmaya gideceği, o zaman millî onur'un ne olduğunun görüleceğine" kadar seviyesiz noktalara vardırıldı. Ülkenin temel değerlerine karşı saldırgan tutumunu gizleme gereği dahi duymayan AB Temsilcisi'ne, ne yaparsa yapsın katlanıldı. Adeta Türkiye karşıtı bir örgütün lideri olduğunu gösteren yazılı belgeler ortaya çıktığı halde, yöneticilerimiz temsilciden yana tavır aldılar, o'na sahip çıktılar.
Bütün bu zillete AB uğruna katlanıldı değil mi? Ülkenin temeline dinamit koyacak AB taleplerini, herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, yerine getirmek için adeta seferberlik ilan edildi. 40 yıldır verilmeyen müzakere takvimini alma uğruna değil mi? Bir an için taahhüdümüz olmadığı halde AB'nin istediği talepleri yerine getirdiğimizi varsayalım. Getirelim de, yetkililerimizin söylediği gibi AB'nin gündeminde var mıyız? Bunun cevabını yine AB belgelerinde buluyoruz.              
Avrupa Parlamentosu Komisyonu, Avrupa Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Komite ile Bölgeler Komitesi'nin 2002 yılı içinde yapacakları ortak çalışmaları gösteren 5 Aralık 2001 tarihli bir rapor hazırladı. Raporda, genişlemenin yanısıra komşular ile ilişkiler, yeni bir Avrupa özgürlük alanı yaratma, güvenlik ve adalet ile stratejik amaçlarıyla, Birliği dünyanın en dinamik kuruluşu haline getirmek amacıyla 2002-2005 için belirlenen hedefler yer aldı. Ekonomik birlik alanında yapılacak çalışmalar, balıkçılık politikasından yeni ekonomik ve sosyal ajandaya kadar madde madde sıralandı. "Avrupa'nın sesini dünyada yükseltmek" amacıyla öncelikle genişleme görüşmelerinin 2001 yol haritasına göre yürütüldüğü ve 2002 sonuna 10 aday ülke ile bunun tamamlanmasının hedeflendiği belirtildi. Batı Balkanlarda, Akdeniz bölgesinde (Mısır, Ürdün, Tunus ve Fas) ile ilişkilerin geliştirilmesi, Ortadoğu'da Filistin'e malî destek, Asya ülkeleri ile yapılacak işbirliği çalışmaların anlatıldı. Birliğin Arap ve İslam dünyası ile diyalogu geliştirmeye ihtiyacı olduğu dahi vurgulandı. Rapora göre, "2002 yılı genişleme için kritik" bir yıl. Komisyon, 10 aday ülke ile müzakerelerin tamamlamasına yardımcı olacak, üyelik müzakerelerine hazır ülkeler için genişleme temposu ile ilgili çalışmaları hızlandıracak, aktif olarak 2004 üyeliğine hazır olmayacak ülkeleri ise takip edecek. Bütün bunların sonunda da gerekirse yol haritasında değişikliklere gidecek.

Biz bu programda, Türkiye'yi ilgilendirecek bir iz veya ipucu bulamadık. AB Komisyonlarının ortaklaşa hazırladığı bu rapor, "alt tarafı bir çalışma raporu" diye değerlendirilebilir. Ancak rapor, AB'nin tüm organlarının ortak çalışma raporudur ve AB'nin görüşünü yansıtmaktadır. Bu arada AB Parlamentosu'nun Türkiye Raportörü Hannes Swoboda'dan bu raporu doğrulayan açıklamalar gelmiştir. Swoboda, Avusturya Wiener Zeitung Gazetesi'ne 5 Mart 2002 günü verdiği demeçte, Türkiye ile üyelik müzakerelerine en erken 2005 veya 2006 yılında başlanacağını söylemekle yetinmemiş, Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in bu yıl sonuna kadar üyelik müzakerelerine başlayabileceği ihtimalini "saçma" bulduğunu ifade etmekten çekinmemiştir. İstanbul'da yapılan 5. Akdeniz İşadamları Forumu'ndan Viyana'ya henüz döndüğü kaydedilen Swoboda, "Ülkenin önce egemenliği devretmeye hazır olması gerekiyor. Ancak şimdiye kadar bu konuda hiçbir belirti görülmemiştir." demiştir. Türkiye Raportörü, "Büyük Kürt sorununun hâlâ çözüme kavuşmadığını" da vurgulamıştır. Raportörün, 2002 yılında, "Büyük Kürt sorunu"ndan bahsetmesi ile Kürdistan Demokratik Partisi'nin 1999 yılında Helsinki Zirvesi öncesi AB'ye gönderdiği mektupta yer alan, "Türkiye, yerküremizin en ağır ulusal problemlerinden biri olan Kürt sorununu sırtında taşımaktadır." iddiasındaki benzerlik ne kadar da dikkat çekicidir!.. 

Bu söylenenleri, yaşananları bir kenara bırakalım, hatta yok farz edelim ve son sözü iki AB Parlamenterine bırakalım. Parlamenterlerin konuya, Türkiye aşkı ile değil, elbette ki ahlakî yaklaştıkları ve ikiyüzlülüğe artık onların dahi tahammüllerinin kalmadığı görülecektir... 

18 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 16


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 16



Yöneticileri ve Medyası ile AB Ülkelerindeki Türkiye Karşıtları, Üyeliğimize Nasıl Bakmaktadırlar? 

Bu bölümde, AB'deki Türkiye karşıtlarının görüşlerinden oluşan kısa bir liste sunmak istiyoruz. Bahsedilen kişi veya kuruluş temsilcileri incelendiğinde bazı çevrelerin iddia ettiği gibi bunların hafife alınamayacak kadar ciddiyet ve ağırlık sahibi olduğu görülecektir. AB'nin ve resmî organlarının görüşleri ise çeşitli vesilelerle değerlendirildiği için burada tekrarlamıyoruz. Ortaya çıkan sonuç; "Türkiye'yi istemeyen irade veya zihniyetin" adeta kilitlenmiş olduğudur. Tanzimattan bu yana katıksız Avrupa hayranlığı içinde yer alanlar, bize Batı'dan bir kötülük gelmeyeceğine inandıkları için AB toplumlarının yüzde 72'sinin Türkiye'nin üyeliğini istemediğini de görmekte zorlanmaktadırlar. Batı uğruna gerçeklerden uzaklaşıp, ülkenin yararlarını hafife almak ve onların bile "yapamayacağımızı düşündüğü" talepleri yerine getirmek bu kilitlenmeyi açmaya yetmeyecektir. Çünkü bizden istenen, topyekün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş esasları ve üniter devlet yapısından vazgeçmemizdir. İşte bunun örnekleri: 
-Der Speigel (Almanya'nın etkili gazetelerinden)- 
Türkiye'nin Birliğe girme şansı hiç yoktur. Bütün bütüne İran-Irak çizgisine kaymaması için oyalıyoruz.
-AP Hıristiyan Demokratlar Grubu Başkanı Alman Hans Pottering: 
Türkiye, AB'nin siyasi, kültürel ve ekonomik doğasını değiştirecektir.
-Helmut Schmidt (Almanya eski Başbakanı): (Avrupa'nın Kendini İdamesi-21.YY için Perspektifler Kitabı)- 
Aslında Avrupalı devlet ve hükümet başkanlarının güvendiği Türkiye'nin görülebilir gelecekte diğer aday ülkeler için de zorunlu olan koşulları yerine getirebilecek durumda olmadığını ve daha da önemlisi sınırları içindeki büyük Kürt nüfusuna azınlık hak ve koruması sağlayamayacağı gerçeğidir. Aslında Türkiye'ye karşı açık kartlarla oynamak yerinde olurdu. Bundan 40 yıl öncesine dayanan ikinci genişleme programı bugünkü AB'yi bağlamaz. Çünkü AB, geçen zamanda farklı bir noktaya gelmiştir.
-İtalyan Piskoposlarının gazetesi L'Avvanire (3 Ocak 2000): 
Müslüman Türkiye'nin AB'ye girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu üyelik yan yana büyüyen Hıristiyan gelenekleri ile şekillenen Avrupa medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar. Unutmamalı, Avrupa fikri başlı başına düşman Türklere ve Türkiye'nin başını çektiği İslam dünyasına karşı gelişti. Ankara ile yakın ilişkiler geliştirmeye evet, ama farklı tarihî ve kültürel gerçekler farklı kalmalı.
-AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer: 
Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye bir yandan kökten dincilerin, diğer yandan bizim tutamayacağımız sözlerin arasında sıkışmış durumdadır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu.
-Harvard Üniversitesi SBF Profesörü Albert B.Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermiştir:
 "Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk hükümetinin amaçları asla gerçekleşmeyecektir."
-Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach'ın, 15 Eylül 1998'de Lingen Akademisi'nde verdiği konferans: 
Sorun Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun Kemalizm ve Kemalizm'in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye'de yaşanan Türk-Kürt, Müslüman- laik, Alevi-devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bu güne dek neden yok etmediler bilinmez.
-Helmut Schmidt (Almanya eski Başbakanı): 
Türkiye, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya... Bunların hepsi büyük milletler ve AB'nin önemli ortaklarıdır; ancak hiçbiri genişleme için uygun birer aday değildirler. Binlerce yıllık bir süreç içinde benimsediğimiz ortak kültürümüz, Yunan, Roma ve Hıristiyanlık unsurlarından oluşuyor. Türkiye'nin Avrupa kültür çevresi dışında kaldığına hiçbir kuşku yok. Avrupa'nın devlet ve hükümet şefleri Türkiye'yi geleceğe dönük olarak aday üye diye niteliyorlarsa da, böylesi bir genişleme bana aldatıcı bir fikir olarak gözüküyor. (...) Gerek büyük kültürel farklılıklar gerekse jeopolitik düşünceler dolayısıyla (...) Türkiye'nin AB'ye alınmasından vazgeçilmesini tavsiye etmek zorundayım. Avrupa kültüründen farkları, Rusya ve Ukrayna'nınkilerden çok daha fazla. Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin Mısır, Fas, Cezayir ya da Libya'nın olası başvurularını hangi gerekçelerle geri çevireceğini bilmesi gerekiyor.
-Günter Verheugen (AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri): 
Türkiye aday üyelik statüsünü kaybedebilir. Türkiye bütün şartları yerine getirse bile, süreç illâ Türkiye'nin AB üyeliğiyle noktalanmayabilir.
-Wolfgang Koydl (Süddeutsche Zeitung Gazetesi yazarı):
Türkiye'nin tam üyeliği zaten bir faraziyeden ibarettir. Türkiye AB üyeliğini ciddiye almıyor, böyle bir derdi yok. Aksi takdirde Türk Genelkurmayı, devlet içinde Kopenhag kriterlerine uymayan egemen konumundan feragat etmek zorunda kalacaktır. (...) Türkiye her şeyden önce, her toplumsal ve politik gelişimi engelleyen taşlaşmış Kemalizmi kırmalıdır. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti, kompleksler altında kıvrandığı sürece bu biricik sözde dayanağından vazgeçemeyecektir. Kürt sorununun çözümü de burada yatmaktadır.
-Helmut Schmidt(Almanya eski Başbakanı):
 Bütünleştirme hiçbir yerde başarılı olmadı, hele Almanya'da asla. Üstelik bir süre önce Müslüman göçmenlerin burada doğan ve büyüyen çocuklarının yurttaşlığa kabul edilmelerine rağmen. Gelecek açısından da artan göçmenlerin bütünleştirilmesi beklenmiyor. 20 yıl önce bir Türk Başbakanı bana 20 milyon Türkü daha Almanya'ya göndermeye mecbur olacağını söylemişti. Ben de reddetmiştim. Gelecekte böyle kitlesel bir göç gerçekleşecek olsa, bunun sonucunda AB içinde en azından serbest dolaşımın kaldırılması gerekecektir. (...) Türkiye 35 yıl içinde 100 milyona çıkacak. Türkiye'nin 21. yüzyılın sonundaki nüfusunun ise, Almanlarla Fransızların toplamı kadar olacağı tahmin ediliyor. Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin, bu sayıyı aklında tutması gerekiyor.
Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin, Türkiye'nin üye olmasıyla birlikte ortak dış politikanın ne olacağını sorması da gerekiyor. Türkiye'nin Suriye, İran, Irak ve Ermenistan ile ortak sınırları var. Yunanistan'la yüzyıllardır süren bir anlaşmazlık içinde ve sadece Kıbrıs yüzünden de değil. Türkiye Ortadoğu'daki her savaşa zorunlu olarak katılmak durumunda, bölgede önemli güvenlik çıkarları var.
AB Konseyi'nin kısa süre önce Türkiye'yi resmen aday ilan etmesinin altında 60'lı yıllarda o zamanki AET'nin niyet bildirisi ile ABD'nin diplomatik baskısı yatıyor.
-Lord Weidenfeld (Die Welt Gazetesi Yazarı):
Türkiye bugün Avrupa için önemli ise, 21. yüzyılın başlarında çok daha önemli olacak. Rusya'daki karışıklık, Ortadoğu ve Güney Asya'nın durumu ile güçlü ve gururlu Çin göz önünde bulundurulursa, kendinden emin, laik ve demokratik bir Türkiye'nin krizler esnasında taşıyıcı bir direk, barış esnasında da güçlü bir köprübaşı olması mümkündür. Bu kabulleniş elbette birçok önkoşulu içeriyor ve cesaret istiyor. Ancak Batı, Türkiye'yi ciddiye alırsa, bu sınavı başarabilir. (...) NATO'nun çok sadık bir müttefiki olan Türkiye, evlatlarının canını Atlantik'teki müttefiğe feda etmeye hazırsa, maddî ve toplumsal alanda gelişen bir Avrupa'ya alınmak istenmesi doğaldır. Aydınlardan, yöneticilerden ve subaylardan oluşacak yeni bir kuşak, ülkede gerekli olan reformları yapacak ve bunları sivil halka aktaracak, böylece ülkeyi radikal mikroplardan arındıracak.
-Helmut Schmidt(Almanya eski Başbakanı):
Türkiye ile Rusya arasındaki yüzyıllardan gelen husumet, Orta Asya'daki bir dizi halkın bağımsızlıklarına kavuşmalarından sonra yeniden canlanabilir. Sünni-İslam cumhuriyetlerinde Türkçeye çok yakın diller konuşuluyor ve çevirmenleri gereksiz kılan bu dil akrabalığı Çin'in batısındaki Sincan eyaletine kadar uzanıyor. Orta Asya'nın petrol ve boru hatları yüzünden Rusya ile çıkar çatışmaları olabilir. NATO üyesi Türkiye'nin gelecekte kendisini Batı ile Doğu arasındaki Soğuk Savaş dönemine oranla daha karmaşık bir durumda bulması olası. Türkiye bugünkü Amerikan politikacılarının gözünde, Rusya ve AB'ye karşı, Ortadoğu'ya hâkimiyet stratejilerinin önemli bir direği olarak kalmaya devam ediyor. Washington'un Türkiye'nin AB'ye alınmasını ısrarla istemesi bu yüzden.
-Daniel Cohn-Bendit (Avrupa Parlamentosu Üyesi-Türkiye-AB Karma Parlamento Grubu eski Eş Başkanı):
Türkiye'nin önünde en sonunda, `Bağdat mı, Barselona mı' sorusu duruyor. Her iki yol da mümkündür. Her iki yolun da kendine has şans ve imkânları var. Barselona'nın Türkiye için anlamı, geleneksel Kemalist köktenciliğin havaya uçurulmasıdır. Bu durumda Türkiye, Türk devleti içinde Kürtlerin özyönetimini güçlendirmek dahil olmak üzere, bölgesel merkezkaççılıkta karar kılmak zorunda kalacaktır. Bağdat ise, Kemalist merkeziyetçilik ve otoriterciliğin güçlendirilmesi,dolayısıyla Avrupa'ya hayır anlamına gelecektir.
-Helmut Schmidt(Almanya eski Başbakanı):
 Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletleri, Osmanlı devletini paylaşırken, toplam sayıları muhtemelen 20 milyon çevresinde olan Kürtlere, ne yazık ki kendi devletlerini vermemişlerdi. Kürt sorunu sadece Türkiye'nin değil, Irak'ın da sırtında bir yük.
-Joschka Fischer(Almanya Dışişleri Bakanı):
 Helsinki kararıyla Türkiye'yi aday üye yaparak, ülkedeki demokratik ve sivil güçlere cesaret verdik.
-Wolfgang Koydl (Süddeutsche Zeitung Gazetesi Yazarı): 
Tam üyelik seçeneğinin tanınması, Türklerin yaralı gururuna merhem gibi gelecek, üye olup olmama kararı onlara bırakılmış olacaktır. İkincisi, bu sayede Türkiye'de İstanbul Boğazı ile Ağrı Dağı arasında şimdiye kadar yapılmamış bir Avrupa tartışması başlatılacaktır. Odak noktası, insan hakları, ekonominin bütünleşmesi ya da Kürt sorunu değil, AB'nin üyelerinden beklediği egemenlikten feragat olacaktır. Avrupalılardan talimat almayı, asker tasavvur dahi edemez. Açık bir Avrupa tartışması yapıldığı takdirde, Türkiye'de çoğunluk AB üyeliğine hızla karşı çıkacaktır.
-Helmut Schmidt (Almanya eski Başbakanı):
 Avrupa devlet ve hükümet şeflerinin şüphesiz başka art niyetleri var. Onlar Türkiye'nin görünebilir bir gelecekte, üyelik için gerekli koşulları üye olmak isteyen ülkelerle aynı ölçüde yerine getiremeyeceğinden ve özellikle de Kürtlere azınlık koruması veremeyeceğinden eminler. Bunların açık kartlarla oynanması daha iyi olurdu.

AB'nin Türkiye Karşıtı Tutumu Sözde mi Kalmıştır?

Ne yazık ki hayır. Çeşitli kanallarla dillendirilen talepler, bir süre sonra Avrupa Parlamentosu'na ya da komisyonlarına, oradan ilerleme raporlarına girmiş ve nihayetinde resmî ön şartlara dönüştürülmüştür. Bunu Türkiye aleyhine eyleme dönüştürenler de olmuştur. Bu sebeple, "ortaklık mı, rekabet mi, hatta düşmanlık mı" bu ilişkinin adının, öncelikle AB tarafından konması gerekmektedir. 

Yukarıdaki bölümlerde de görüldüğü gibi;

- Avrupa Parlamentosu, Türkiye'yi Kıbrıs'ta işgalci olarak görmüştür.
- AP, "Türkiye'nin AB'nin bir üye devleti olan Yunanistan'ın egemenlik haklarını tehlikeli bir biçimde ihlal etmesinden ve Ege'deki askerî gerginliğin artmasından ciddi biçimde" kaygı duymuş, "Yunanistan'ın sınırlarının aynı zamanda AB'nin dış sınırlarının parçası olduğunu" vurgulamıştır.
- AP, 1980'li yıllardan itibaren "Ermeni soykırımı" demiş ve bunun Türkiye tarafından kabul edilmesini istemiştir.
- AP, Türkiye'deki sözde baskı ve zulüm rejiminden kaçan teröristlerin iade edilmeyerek, kendilerine siyasi mülteci statüsü tanınmasını tavsiye eden kararlar almıştır.
- Teröristlerin Türkiye'deki uzantılarını da himaye kapsamına alan AP, Türk hükümetine Kürt halkının otonomi hakkının tanınması çağrısında bulunmuştur. Talepler, Kürt kökenli vatandaşlara bir Anayasa değişikliğiyle azınlık statüsü tanınmasına kadar vardırılmıştır.
- Avrupa Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Genel Müdürlüğü Türkiye Masası Şefi Alain Servantie, 20 Kasım 2000'de Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi adına PKK Başkanlık Konseyi'ne bir mektup göndererek, Avrupa Komisyonu'nun azınlıklar politikasını anlatmış ve mektubunu, PKK'ya, "derin saygılarını sunarak" bitirmiştir.  
- PKK'nın siyasallaşma çabalarına destek verilmiş, Türkiye'nin de "meşru talepleri kabul etmesi" ve "genel af" ilan etmesi istenmiştir.
- AP, "Kuzey Irak'ın işgalini lanetlemiş ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının uluslararası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını" bildirmiştir.
- AP, teröristbaşına verilen idam cezasını "lanetlemiş ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini" tekrarlamıştır.
- AP, "Bay Öcalan'ın idam edilmesinin Avrupa'da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağını ve Türkiye'nin AB'ye bütünleşme sürecine zarar vereceğini" duyurmuştur.
- AP, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini yerine getirecekse," Kürt sorununun çözüme kavuşturulmasının hayatî önemde olduğunu" vurgulamıştır. 
- AP, Sakarov ödülü ile ödüllendirdiği "Leyla Zana'nın ve düşünceleri nedeniyle hapse atılmış olan Kürt kökenli eski milletvekillerinin serbest bırakılmalarını" talep etmiştir.
- AP kararında, İstanbul yerine "Constantinople" sözcüğü kullanılmış, Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden faaliyete geçirilmesi istenmiştir. 
- AP, son olarak da Hadep'in kapatılmaması ve Kürtçe eğitim için dilekçe veren öğrenciler hakkında takibat yapılmaması talebinde bulunmuştur.  


AB'nin terör listesine PKK ve DHKP/C'yi almamasının dışındaki bazı faaliyetleri de şöyledir:

- Teröristbaşı Suriye'den çıktıktan sonra hem İtalya, hem Yunanistan tarafından himaye edilmiş, ağırlanmış, üzerinde ise Kıbrıs Rum kesimi pasaportu bulunmuştur. 
- İsveç Büyükelçiliği, Türkiye'de Türkiye'ye hakaret dolu bir kitapçık dağıtmıştır.
- Belçika Fehriye Erdal'ı iade etmemiştir. Üstelik Belçika İçişleri Bakanı, ev hapsi uygulaması için güvence veremeyeceğini söyleyip, "Erdal'ın niyeti kaçmak ise bunu önlemek imkânsız. Çok yakın takip ve kontrol olanağı yok" demiştir.
- PKK yan kuruluşlarının sözde Ulusal Kongresi Aralık 2001'de Brüksel'de yapılmış, girişimlerimize rağmen engellenmemiştir.
- PKK, Köln'de Ermeni ve Yunanlılarla Ermeni Soykırımı adlı bir toplantı düzenlemiştir. 
- Belçikalı parlamenterler Kuzey Irak'a gidip, Osman Öcalan ile PKK'nın siyasallaşma sürecini görüşmüşlerdir. 

Ufukta Köktendincilik ve Kültürel Entegrasyon Dahil Yeni Engeller Var mı?
AB'nin bugüne kadar hem kendi içinde, özel olarak da Türkiye'ye karşı yeni  kriterler belirleme politikasının örneklerini geride kalan bölümlerde detayları ile ele aldık. Ancak AB'nin bu misyonunu sürdürme kararında olduğunu gösteren ciddi gelişmeler söz konusudur.
AB'nin duruma, zamana ve kendi menfaatine göre ölçüler belirlediğini kabul edenlerden birisi de, "AB'nin hiç hata yapmadığını" öne süren  ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın, daha önceki bölümlerde yer verilen Katılım Ortaklığı Belgesi ile ilgili değerlendirmesinde işaret ettiği şu hususa bir kez daha dikkati çekmek istiyoruz: 

"Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün AB'ye tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin AB'nin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda AB'nin ciddî rezervleri vardır; çünkü, AB'nin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır. Şu anda AB, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla AB yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir ."    
1997 yılındaki Lüksemburg Zirvesi'nde alınan ancak gündeme hemen hiç gelmeyen kararlar dizisi de, Türkiye'yi beklemektedir. Buna göre, büyük ümit bağladığımız "müzakere pozisyonları" kararının, üye devletlerin oy birliği ile alınması gerekmektedir. Yunanistan'ın bu güne kadar "veto" kartıyla yaptığı engellemeler dikkate alınırsa, AB bize takvim vermeyi kararlaştırsa bile, bunun da Yunan vetosuna takılması ihtimali yüksektir. Müzakere noktasına gelindiğinde o zamana kadar Türkiye'den alınması hedeflenenler biterse, bu oylamanın sonucunun kesinlikle olumsuz olacağını söyleyebiliriz. Görünen "daha yapılacak çok iş var", bu sebeple Türkiye ile müzakereye başlanmasına onay verileceğini düşünelim. Ancak iş burada bitmemektedir. Yine Lüksemburg Zirvesi'nde alınan bir başka karara göre, müzakere sonuçları Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu'na sunulacaktır. Avrupa Konseyi onaylasa bile, bugüne kadar Türkiye aleyhine sayısız kararlar alan AP'den böyle bir onay beklenmesi iyimserlik olur. Bütün bu engelleri aşıp, katılım anlaşmasını imzalasak dahi AB'ye alınmamız garanti değildir. Çünkü bu anlaşma istenildiği takdirde üye devletler tarafından referanduma sunulabilecektir. AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının yüzde 72'sinin Türkiye'yi istemediği gözönünde tutulduğunda, referandum sonuçları ve AB'nin, "Biz elimizden geleni yaptık ama halkımız sizi istemedi" demesi sürpriz olmamalıdır. Neredeyse yarım asırdır peşinden koştuğumuz hedefin sonunda böyle bir noktanın konması elbette arzu edilecek bir durum değildir. Ancak bu ihtimali göz önünde tutmak zorundayız. Aksi halde, o güne geldiğimizde içi boşaltılmış olan bir Türkiye tablosu ile karşı karşıya kalabiliriz. 
AB'nin, Ekim 1999'da genişleme süreci ile ilgili aldığı bir diğer karar da, aday ülke tüm şartları yerine getirse bile, topluluğun dengesini bozma ihtimali var ise üyeliğe alınmamasıdır. Zaten Türkiye'nin tam üyelik müracaatının reddedildiği 1989 yılında, "Topluluğun, Türkiye'nin getireceği sorunları ve malî yükü karşılamaya hazır olmadığı" özellikle belirtilmiştir. Başka bir ifadeyle, AB'nin Türkiye'yi "hazmı" en azından şimdilik mümkün görünmemektedir.
Türkiye'nin önüne konması beklenen bir diğer şartın ise, MGK üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri olacağının işaretleri sık sık verilmektedir. Son olarak "Türkiye'de tacizci dikta rejimi olduğunu" iddia eden İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindth, açıkça, "MGK'nın varlığı tabii ki Türkiye-AB arasındaki adaylık görüşmelerini engellemez ama Türkiye'nin tam üyelik sürecini bloke eder." demiştir.(19 Şubat 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi). İlerleme raporlarında MGK ile ilgili tüm değerlendirmelerin olumsuz olduğu hatırlandığında, bu "bloke" de sürpriz olmayacaktır. 
AB'nin yeni engeller aradığının bir diğer işareti, 8 Kasım 2000 tarihli rapordur. Avrupa Komisyonu'nun, genişlemenin hızlandırılmasına yönelik tekliflerinin yer aldığı bu raporda dikkat çekici bir madde de "Fundamantalizm"dir. Yükümlülüklerini yerine getiremeyen aday ülkelerle müzakerelerde dikkate alınabilecek veya alınamayacak mazeretlerin sınıflandırıldığı bu bölümde, "kabul edilebilir, müzakere edilebilir ve kesinlikle kabul edilemez" şeklinde üç kriter konulmuştur. Ülkelerin ağır ekonomik sorunları ya da özel durumlarının kabul edilebilir veya müzakere edilebilir mazeretler olacağı belirtilirken, kesinlikle kabul edilemezler maddesinde sadece "fundamantalizme" yer verilmiştir. Ancak AB'nin tüm kararlarında dikkati çeken muğlak ifadeler burada da söz konusudur ve fundamantalizmin hangi anlamda kullanıldığı açıkça belirtilmemiştir. Bu kavram eğer genel kabul gören kökten dincilik anlamında ele alındı ise, AB üyesi ülkeler veya diğer aday ülkelerde böyle bir sorundan bahsedilemeyeceğine göre, batı gözünde bu problemin yaşandığı yegâne ülke Türkiye olacaktır. Buna, ülkemizde bu konuda zaman zaman yapılan tartışmaları da ilave edersek, kastedilen hedef ülke ortaya çıkmaktadır. Nitekim, AB'nin Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer,
"Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek, hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin, Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye bir yandan kökten dincilerin diğer yandan bizim tutamayacağımız sözlerin arasında sıkışmış durumdadır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu." 
görüşündedir. 

Fundamantalizm "tehlikesine" en açık biçimde işaret eden ise Avrupa Parlamentosu Başkanı Bayan Nicole Fontaine olmuştur. Üstelik de Başkan Fontaine, bu konudaki uyarı için, Türkiye'nin aday ülke ilan edildiği 10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi'nin açış konuşmasını tercih etmiştir. Fundamantalizmin zihinleri meşgul ettiğini, AB'nin coğrafik ve kültürel yayılmasında bu hususu da gözönünde tutması gerektiğini belirten Fontaine, genişlemenin bu şartlar altında nasıl yapılacağının, yeni ülkelerin entegrasyonunun AB'ye ve bu ülkelere getireceği avantajların neler olacağı sorularının düşünülmesini istemiştir.
Türkiye'nin, bir yandan adaylık ve "Aile Fotoğrafı"nda yer almanın heyecanının yaşarken, öte yandan Kopenhang kriterleri, Kıbrıs ve Ege konularının ön şart olup olmadığını tartıştığı o günlerde AP Başkanı Fontaine, Helsinki'de yaptığı açış konuşmasında çok önemli bir noktayı daha zirveye taşımıştır. Konuşmasının fundamantalizm ile ilgili bölümünü, "30 veya daha fazla ülkeli bir birlik yalnız farklı ölçüler demek değildir. Bu aynı zamanda sınırların, en azından bir bölümünün değişmesi olacaktır." sözleriyle tamamlayan Fontaine, daha sonra açıkça, "Yükselen çıkmaz bir örnek; Türkiye'nin başvurusu" başlığı altında ülkemizi yakından ilgilendiren ve önümüze çıkartılacak yeni kriterlerin sinyalini veren açıklamalarda bulunmuştur. Birçok AB ülkesinin ve Avrupa Parlamentosu'nun da 2 Aralık'ta not ettiği gibi Türkiye'nin başvurusunun, en basit tanımla "çıkmaz" olduğu görüşünde birleştiğini, bunun için örnek seçtiğini belirten Başkan Fontaine, özetle şunları söylemiştir:
"Uzun bir süredir bekleyen ve sabrı tükenmiş Türkiye'ye eğer olumsuz cevap verseydik, başka arayışlara girebilecekti ki, bu da coğrafik çok önemli riskler demektir. Öte yandan eğer bir gün Birliğe katılırsa, zorlamamız ile ekonomik ve demokratik gelişimini yapsa bile kültürel entegrasyon problemlerinden sakınması mümkün değildir. Ayrıca Avrupa'nın bu son sınırı, doğu veya güneyden yeni başvuruların gelmesini cesaretlendirecek, kaçınılmaz kılacaktır. Gerçeği anlatmak gerekirse, Parlamento, bugünün bu ateşi ile bölünmüştür. Ne olursa olsun parlamento, telaşsız bir biçimde, başvuran ülkelerin ekonomik ve demokratik şartları karşılamasını ve birliğin kendi kontrolünü yaparak, genişlemenin sulandırılmadan başarılı olması fikir ve isteğindedir. Ve bu şartlar içinde görüşümüz, hesaplamaların kültürel entegrasyonsuz yapılamayacaığıdır."
Kısacası, Türkiye dönüp dolaşıp aynı noktaya getirilmektedir. Avrupa Parlamentosu Başkanı'nın "çıkmaz örnek" dediği Türkiye'ye bir türlü "red" cevabı verilememektedir. Sebebi de, tıpkı 1987 yılındaki başvurumuzla ilgili yapılan değerlendirmedeki gibi "stratejik önem"dir. 40 yıl önce aday ülke olan Türkiye, bu konuşmaların yapıldığı 1999 Helsinki Zirvesi'nde yeniden aday ülke ilan edilmesini adeta davul zurna ile kutlarken, bu kez Avrupa Parlamentosu Başkanı'nın ağzından ve kaçıncı defadır sadece AB'nin stratejik hesapları için bekleme odasında tutulduğumuzu, bu durumun devamı için de önümüze yeni bariyerler konulacağını duymamıştır.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Fontaine bu önemli konuşmasında coğrafik ve kültürel ölçülerden ima yoluyla da olsa bahsetmiştir. Ancak AB bu ölçülerin hukukî açıklamasını detaylı bir biçimde, Fontaine'nin açıklamalarından 1 yıl önce, 19 Mayıs 1998'de yapmıştır. AB'nin bazı kavramlarına ilişkin hukukî mütalaada, "Başvuru şartları" başlığı altında "Avrupa Devleti"nden neyin kastedildiği açıklanmıştır. AB'nin temeli olan 1993 tarihli Maastricht Antlaşması'nda, "Her Avrupa devletinin AB üyeliği için başvuruda bulunabileceği" ifadesi yer almaktadır. Sözkonusu hukukî mütaalada, açık olmayan bu kriter veya terimin, "eşit coğrafya, kültür ve politika" olarak okunabileceği kaydedilmiştir. Hemen ardından da Fas'ın, 1987 yılında üyelik için yaptığı başvurunun, Avrupa devleti olmadığı için reddedildiği hatırlatılmış ve Türkiye ile bağlantı kurulmuştur. Türkiye ile 1963 yılında anlaşma imzalandığı, 1987 yılında tam üyelik için başvuruda bulunduğu kaydedilerek, toprak alanı coğrafik olarak Asya ile birleşik olmasına rağmen, tarihsel olarak Avrupa'nın parçası sayılması sebebiyle bu başvurusunun uygun görüldüğü anlatılmıştır. Mütalaada, "Bu örnek, Avrupa Devleti kavramının açıklamaya ihtiyaç duyulmayacak kadar kesin bir şekilde coğrafik durum olduğunu göstermektedir." denilmiş ve "Bunun dışındaki tüm unsurlar politik takdirdir" değerlendirmesi yapılmıştır. Görüldüğü gibi, AB'nin kavramlara ilişkin hukukî mütalaası ile Avrupa Parlamentosu Başkanı Fontain'in açıklamaları örtüşmekte, "coğrafik, kültürel ve siyasî" ortaklıktan bahsedilmektedir. Örneklerle de anlatıldığı gibi Türkiye, temel niteliğindeki yeni kriterlerden coğrafik açıdan AB nezdinde sınıfı geçmiştir. Siyasî açıdan ise büyük tartışmalar, derinleşerek ve gerginlik yaratarak sürmektedir. Ancak kültürel entegrasyon henüz gündemimize gelmemiştir. Türk kültürü ile Avrupa kültürünün aynı olmadığı, genel ifadesiyle birisinin Doğu, diğerinin Batı hayat tarzları anlamına geldiği dikkate alınırsa, bu kültürlerin birbirine entegrasyonunun güçlüğü kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kültürler iradî olgular olmadığına ve buradaki uyuşmazlığı birtakım siyasî ve hukukî kararlarla ortadan kaldırma imkânı bulunmadığına göre, yeni, daha büyük ve komplike bir engelin bizi beklediğini söylememiz gerekmektedir.
Türkiye'nin önüne konulacak engellerden birisinin de sözde Ermeni soykırımı iddiaları olacağı ise artık neredeyse genel kabul görmüştür. Avrupa Parlamentosu gündemine sık sık taşınan bu konunu ileride, zamanı geldiğinde şart halini alacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Nitekim, Fransa'da tartışılmaya başlanmıştır. Cumhurbaşkanı adayları, mevcut Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile diğer aday Başbakan Lionel Jospin, sözde soykırım iddiasına sahip çıkmışlardır. Başbakan Jospin, Cumhurbaşkanı olduğu takdirde, Türkiye'nin AB üyeliğini soykırımı kabul etmesine bağlayacağını ilan etmiştir. AB kapısına asılacağı ilan edilen bu yeni kilit, başından beri anlatmaya çalıştığımız zihniyetin bir kez daha dışa vurulmasından başka bir şey değildir.


17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***