1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 17


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 17



AB mi, Aday Ülkeler mi Haklı?

AB Tartışılmalı ve Halk Bilgilendirilmeli midir? 

AB, aday ülkeler için hazırladığı 2000 yılı İlerleme Raporu'nun başlangıcında çok ilginç, bir o kadar da önemli bir değerlendirmeye yer vermiştir. AB'nin özeleştirisi olarak da yorumlanabilecek bu metinde, öncelikle "Genişlemenin Yararları-Daha Güçlü Bir Avrupa" başlığı altında genişleme amacı izah edilmiştir: 

"Bu ülkelerin Birliğe girmeleri, Birlik kurallarını ve politikalarını kabul etmeleriyle birlikte Avrupa'da çevreyi koruma, suçla mücadele etme, toplumsal koşulları iyileştirme ve göç baskılarının üstesinden gelme imkânlarımızı arttıracaktır. Bu ülkelerin üyeliği olmadan bu sorunları çözecek gücümüz daha az olurdu." 
Raporun, "İlerleme stratejisi" başlığı altında bölümü ise, her ne kadar Türkiye de düşünülerek hazırlanmış olmasa bile Türkiye açısından referans niteliğinde bir belgedir: 
"Üyelik için zorlu bir hazırlıkla birlikte yürüyen karmaşık müzakere süreci üye ülkeler açısından genişlemenin ilerlemesi konusunda bir belirsizlik doğurmaktadır. Bu nedenle AB'nin genişleme hedefine yönelik kararlı ve net bir taahhüdü yansıtması hayatî önem taşımaktadır. Aday ülkelerin tepkileri anlaşılabilir niteliktedir ve ciddiye alınması gerekir. Bu, özellikle sürecin sonucu, başka bir deyişle net giriş tarihleri belirleme konusunda belirginleşmektedir. AB haklı olarak katı bir zamanlama belirlemekten kaçınmıştır. Üyelik için, müzakerelerin tamamlanmasından daha fazla hazırlık gerekmektedir; katılma kriterlerine uyulması zorunludur ve bunun anlamı da, çoğu zaman iç siyasal ve ekonomik koşullara bağlı olan ve dolayısıyla önceden belirlenemeyen sürekli bir reform çabasıdır. 
Müzakereler çok daha zor ve çok daha yoğun bir aşamaya girmek üzeredir. Bu aşamaya geçmeden önce siyasal çerçevede daha da iyileştirme sağlamamız, başka bir deyişle müzakereler için elverişli bir ortam oluşturmamız gerekmektedir. Burada en önemli husus verilen taahhütlere uymaktır. Helsinki AB Konseyi (1999) Birliğin 2002 yılı sonundan itibaren yeni üyeleri kabul edebilmek için 2000 yılı sonuna kadar gerekli kurumsal reformlar hakkında kararlar alacağını belirtmiştir. 

Bu zaman programına uymamız ve ÜYELİK İÇİN YENİ KOŞULLAR DAYATMAMAMIZ AB'nin güvenilirliği açısından hayatî önem taşımaktadır. Gündem 2000'deki kararları ve Nice'de yapılacak olan bir sonraki AB Konseyi'nde hükümetler arası konferansın başarısı ile, AB gerekli koşulları yerine getirmiş olacaktır. 

Reform sürecinin daha sonraki gelişimi bu gerçeği değiştirmeyecektir, zira genişleme bunun sonuçlarına bağlı olmamalıdır. 
İkinci önemli husus ileriye doğru hızlanma, müzakereler sürecinde çözülmemiş bazı zorlu sorunları çözüme kavuşturma, dolayısıyla görüşmelerde daha özlü bir aşamaya geçme konusunda belirgin bir siyasal irade olmasıdır. Sürecin sonuçlanması için henüz bir tarih belirlenmemiş olsa da, zaman baskısı söz konusudur. AB'nin genişleme projesini tamamlamak için sınırsız zamana sahip olduğu gibi bir yanılsamaya kapılmamalıyız. Şu anda bir fırsat penceresi açılmıştır ve bunun yakalanması gerekmektedir. Son on yıl içinde Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde toplum büyük basınç altında olmuştur. Bu toplumların, bir yandan komünist yönetim ve merkezî planlamalı ekonomilerden demokrasi ve piyasaya geçiş yaparken bir yandan da kendilerini Avrupa bütünleşmesinin karmaşık mekanizmasına hazırlamaları gerekmiştir. Bunlardan doğan toplumsal gerilimler gözden uzak tutulamaz. İnsanların artık tünelin ucunda ışığı görmek istemeleri son derece anlaşılır bir şeydir. Bu ülkeler AB üyeliği hedefinin asla ulaşılamaz bir şey olduğu hissine kapılırlarsa yeni çabalar ve reformlar için isteklilik azalacaktır. Olası bir şüphe ve hayal kırıklığı dalgasını önlemek için AB'nin kararlılık ve liderlik göstermesi gereklidir."

Görüldüğü gibi AB; 

- Kararlı ve net davranmadığını,
- Aday ülkelerin tepkilerini ciddiye almadığını,
- Verdiği taahhütlere uymadığını,
- Üyelik için yeni şartlar dayattığını,
- Ülkelerin kendi sorunlarının yanısıra AB'nin karmaşık mekanizmasına hazırlanmasının büyük basınç yarattığını kabul ve itiraf etmektedir. 
Bu tesbitlerin tamamı adeta AB'nin Türkiye'ye yönelik tutumunu özetlemektedir. Tesbitlerin hepsi çok önemlidir, ancak özellikle son madde bizim açımızdan daha da dikkate değerdir. AB, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin siyasi ve sosyal yapısı ile AB'nin bütünleşmeyle ilgili karmaşık mekanizmasının bu ülke insanlarını basınç altına soktuğunu kabul etmekte ve anlayış göstermektedir. Ancak aynı AB, Türkiye'nin, 15 yıl terör baskısı altında yaşadığını hatırlamamakta, 40 yıldır tüm engellemelere rağmen AB'nin karmaşık mekanizmasına uyum sağlamak için gösterdiği çabanın yol açtığı ağır maliyeti görmezden gelmektedir. Anlayış göstermek bir yana, teröre kucak açılmakta, bunun yarattığı sorunlar da Türkiye aleyhindeki kararlara gerekçe yapılmaktadır. 

Aynı raporun, "Bilgilendirme Gereği" başlığı altındaki bölümü ise, bugün ülkemizde AB'nin tartışılmaması gerektiğini savunan bazı siyasilerimiz, aydınlarımız ve bilim adamlarımızın tekrar tekrar okuyup, kendi vicdanlarına karşı cesur ve dürüstçe bir değerlendirme yapmalarını gerektirmektedir. Tartışmaların AB ile ilişkilerimize zarar vereceğini ve onları rahatsız edeceğini söyleyebilen Dışişleri Bakanı İsmail Cem, bunlara son verilmesini istemektedir. Tartışmalardan rahatsız olan sadece Dışişleri Bakanımız değildir. Bu sebeple AB'nin bu konudaki görüşünün önemli olduğunu düşünüyoruz. AB, şöyle demektedir: 

"Başlatmış olduğumuz proje ölçeğinde bir genişleme projesi, AB yurttaşlarını ve aday ülkeleri sürekli bilgilendirmek, sürece katılımlarını sağlamak ve nihayet bu sürece desteklerini kazanmak için yıllara yayılan bir iletişim stratejisi gerektirmektedir. Bu da ilgili insanların genişlemenin kendileri için ne anlama geleceği konusunda doğru bilgilendirilme haklarına saygı göstermekten de öte bir şeydir. Bu, bizzat sürecin demokratik meşrulaştırılmasıdır. 
Genişleme ancak, sadece seçkinlerin değil tüm yurttaşların katıldığı bir toplumsal proje olursa başarıya ulaşabilir. Bunu da ancak gerçek anlamda katılım sağlayabilir. Bilgi vermek yeterli değildir. Riskleri ve yararları insanlara açıklamak ve kaygılarının ciddiye alındığını bilmelerini sağlamak için toplumlarımızda geniş çaplı bir diyalog başlatmak zorundayız. 
Aday ülkelerde kaygılar ve korkular bu sürecin doğuracağı ekonomik ve toplumsal değişikliklerden kaynaklanmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa'da sistemlerin tümden dönüşümü hâlâ sürmektedir. Bu dönüşüm her bireyin yaşamında, yararları kadar bedelleri de olan köklü değişikliklere yol açmaktadır. Geleceğe ilişkin belirsizlik ve korku doğal sonuçlardır. Egemenlik ve ulusal ve kültürel kimlik konusu da önemli rol oynamaktadır. Özgürlüklerini ve kendi kaderlerini belirleme hakkını yeni kazanmış olan halklar için AB üyeliği egemenliğin kaybedilmesi gibi görünebilir, oysa Avrupa bütünleşmesine katılan ülkelerin deneyimi bunun olayları etkileme gücünü arttırdığını göstermektedir. Elbette, aday ülkelerde Avrupa'ya kuşkucu yaklaşanlar ile sistem değişiminin tüm sorunları için Brüksel'i suçlayan ve kimlik kaybı endişelerini kendi popülist amaçları için kullanan Avrupa düşmanları da vardır."
Ülkemizde AB'nin tartışılmaması gerektiğini, egemenlik ve kültürel kimlik gibi konuların önemli olmadığını savunanlar bulunmaktadır. Bu rapor, AB'nin sadece nimetlerini "pembe tablolara" sığdırabilmek için, gerçekleri saklayıp, yanıltıcı bilgiler vermekten çekinmeyen ve külfetleri konusunda halkın bilgilendirilmesine ihtiyaç duymayanlara ders verir niteliktedir. Türkiye aleyhindeki tutumu ile bilinen AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu eski Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit bile, "Türk siyasetçileri de Türk halkına karşı net olmak zorunda." demiştir. Böylesi önemli bir konuda her şeyin halkla paylaşılmasını savunanları "AB karşıtlığı" ile damgalayanların bu rapordan sonra AB'yi de, "AB karşıtı" ilan etmeleri mi gerekmektedir? 

AB Türkiye Eski Temsilcisi, "Hizmet İçi Raporu"nda Neler Söyledi?

AB konusunda bir ilerleme sağlanamamasından bugüne kadar Türkiye'yi sorumlu tutanlar, AB'nin de kendi yükümlülüklerini yerine getirmediğini, Türkiye'ye sürekli olarak güçlük çıkardığını ve çifte standart uyguladığını söyleyenlere kızmış, bu yöndeki eleştirilere adeta kulaklarını kapatmışlardır. Ancak bu doğruları yurtdışındakiler, üstelik AB yetkilileri de dile getirmektedirler.     
Türkiye'de 1991-1998 yılları arasında görev yapan AB'nin Türkiye eski temsilcisi Micheal Lake, görevinin sona ermesi nedeniyle AB Komisyonu'na, "iç hizmet"e yönelik bir rapor sunmuştur. Lake, söz konusu Rapor'da Türkiye'nin ekonomik, sosyal ve politik alanlardaki durumuna ilişkin görüşlerinin yanı sıra AB-Türkiye ilişkileri hakkındaki gözlemlerine de yer vermiştir. 
Lake raporunda, Körfez savaşını müteakip ABD'nin bölgede uyguladığı ambargo sonucu PKK terörünün, oluşan siyasi boşluktan da yararlanarak geliştiğini, bu durumun Türkiye'nin iç ve dış dengelerine zarar verdiğini ifade etmiştir. Türkiye'nin Kürt kökenli nüfusunun büyük bir bölümünün büyük şehirlerde ve özellikle İstanbul'da yaşadığının, hatta İstanbul'un dünyada en çok Kürt nüfusuna sahip şehir olduğunun ve Parlamento'da da Kürt kökenli pek çok milletvekili bulunduğunun altını çizen Lake, "Özellikle AB tarafından dayatılan etnik azınlıklara daha fazla haklar verilmesi hususunun pek çok Kürt kökenli vatandaş tarafından hoş karşılanmadığını, Türkiye - AB ilişkilerinin seyrinin kendi omuzlarına yükleniyor olmasından rahatsızlık duyduklarını ve bir  azınlık statüsüne indirgenmek istemediklerini" belirtmiştir. 

Lake'in, Kemalizm ideolojisine bakış açısı da bugünkü tartışmalar hakkında önemli ip uçları vermektedir. Türk ordusunun son derece iyi eğitilmiş, laik ve Türkiye'nin AB ile bütünleşmesine taraftar bir kurum olduğunu düşünen Lake, " Türkiye'de Kemalizm ideolojisinin AB ile bütünleşme ideolojisi ile yer değiştirebilmesi halinde, demokrasi ve laisizimin güvencesinin Silahlı Kuvvetler olmaktan çıkıp AB haline gelebileceğini"  iddia etmiştir. 

Lake, AB'nin, Türkiye'de son yıllarda yaşanmakta olan büyük değişikliklere ve gelişmelere genellikle tepkisiz kaldığını düşünmektedir. Lake'e göre, gelişme ve sanayileşme Türkiye'nin batısından doğusuna doğru genişlemekte ve son yıllarda özellikle sivil toplum anlayışı hızla güçlenmektedir. Yazılı ve görsel basının etkisini gittikçe artırdığı, gelişmelere, globalleşmeye ve Batı değerlerine yakın ve dünyadaki tek ve gerçek, Müslüman ve laik demokrasi olmayı başarmış bir Türkiye'de, Cezayir benzeri oluşumların gerçekleşmesinin söz konusu olmadığı tesbitini yapan Lake, Türkiye'nin, dünyada yaşanabilecek en güvenli ülkelerden birisi olduğunu da belirtmiştir. Lake, insan hakları ihlallerinin gerçekten bulunduğunu ve bunun Hükümet yetkilileri tarafından da ifade edildiğini kaydetmiş ve Türkiye'nin en önemli önceliğinin insan hakları standartlarının yükseltilmesi olduğunu savunmuştur. 

Türkiye'nin, AB'nin yedinci büyük ticarî ortağı olduğunu hatırlatan Lake, Gümrük Birliği'nin etkin bir şekilde işlediğinin altını çizmiş ve öngörülen malî yardıma bir türlü işlerlik kazandırılamamasına karşın, Türk ekonomisinin Gümrük Birliği nedeniyle şoka girmediğini savunmuştur. Türkiye'nin komşu ülkelerinin "en az güvenilir" ülkeler olduğunu, Türkiye'nin NATO bünyesindeki varlığı ve AB ile olan ticarî ilişkilerinin yoğunluğu göz önüne alındığı takdirde Türkiye'nin AB perspektifinin Lüksemburg kararlarının yarattığı olumsuz havayı dağıtacağını umduğunu belirten Lake, "Yunanistan'ın AB üyeliği bölgedeki dengeleri Yunanistan lehine bozmuş ve bu dengesizlik Avrupa'nın ekonomik ve stratejik çıkarlarını olumsuz yönde etkilemiş, ayrıca malî işbirliğine Yunan vetosu nedeniyle işlerlik kazandırılamaması AB'nin güvenilirliğini zedelemiştir." görüşünü savunmuştur. 

Lake, raporunun bir bölümünde Kıbrıs konusuna değinmiş ve Türkiye'nin adadaki Türklerin can ve mal güvenliğinin ve 1963 ile 1974'deki olayların bir daha asla tekrarlanmayacağının garanti edilmesine ihtiyaç duyduğuna inandığını ifade etmiştir. AB'nin tutumunun "Kıbrıs konusunda Türkiye'yi rasyonel olmayan tepkiler vermeye zorladığını ve köşeye sıkıştırdığını" ifade eden Lake, "Rus füzeleri konuşlandırmakta olan bir ülke ile AB'nin tam üyelik müzakereleri başlatmasının kabul edilemez olduğunu" vurgulamıştır. Lake'e göre, "AB'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'ni, uzun süreli ve stratejik çıkarları olan Türkiye'den önde tutup tutmayacağının net kararını vermesi" gerekmektedir. 
Lake'in bu raporuna Yunanistan'dan yoğun tepkiler gelmiştir. Yunan Hükümet Sözcüsü "Birliğin çıkarlarını savunması gereken Komisyon memurlarının bir Üye devletin çıkarlarına aykırı tutum benimsemelerinin kabul edilemez" olduğunu savunmuş, Yunanlı bir Parlamenter ise Komisyon'a bu konuyla ilgili olarak sözlü soru önergesi vermiştir. Tepkiler üzerine Komisyon sözcüsü, diplomatik görev sahiplerinin görev süreleri sonunda bu tip kişisel raporlar hazırlamalarının teamül olduğunu belirtmiş ve Lake'in hazırladığı raporun da bu kategoride değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Dış İlişkilerden Sorumlu Komiser Hans van den Broek da, Yunan Dışişleri Bakanı'na raporun mahiyeti konusunda herhangi bir yanlış anlama olmaması gerektiği konusunda (telefonda) garanti vermiştir. Komisyon Sözcüsü ise, Rapor'un henüz detaylı olarak incelenmediğini, Komisyon'u veya AB'yi bağlayıcı bir niteliği olmadığını ve tamamen Lake'in kişisel görüşlerini yansıttığını söylemiştir.

Görüldüğü gibi, Türkiye aleyhine asılsız iddialara dayanarak, neredeyse her gün karar alan AB, Yunanistan'a teslim olmuş durumdadır. AB, kendi adına Türkiye'de 7 yıl bulunan görevlisinin hazırladığı raporu savunamamış, Yunanistan'dan özür dilemiştir. Aynı AB, e-mail skandallarından sonra Türkiye'den özür dileyeceği yerde, bir de nota vermiştir. Lake'in tutumu ile sonraki Temsilci Karen Fogg'un faaliyetleri değerlendirildiğinde, "Acaba AB, Yunanistan'ın rahatsızlığını gidermek için bu kişiyi özel olarak mı arayıp, buldu?" sorusu akıllara gelmektedir. Türkiye aleyhindeki en ufak iddiaya sarılanların, objektif tek bir değerlendirmeye bile tahammül edemediği görülmektedir. Her konuda Türkiye'ye karşı dostane değil, hasmane tutum takınanlara, eğer gerçekleşirse, bu ortaklığın nasıl yürüyeceğini sormak gerekmektedir.   
Öte yandan Lake'in Kemalizm İdeolojisi hakkındaki görüşü ile son dönemde büyük tartışmalara yol açan kendisinden sonraki Büyükelçi Karen Fogg'un e-mailleri arasındaki ifade benzerliği gerçekten dikkat çekicidir. Buna İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindth'in, MGK ile ilgili görüşlerini de eklememiz gerekmektedir. Lindth, 19 Şubat 2000 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan mülakatında, bu konunun "Türkiye'nin tam üyelik sürecini bloke edeceğini" söylemiştir. İsveç Dışişleri Bakanı'nın görüşleri şöyledir:
"MGK'nın bugünkü durumu, bir Danışma Kurulu olsa bile Kopenhag kriterlerine uygun değil. Komisyonun görüşü açık. Asker sadece askerî meselelerle ilgilenir, siyasete karışamaz. MGK'nın varlığı tabii ki Türkiye AB arasındaki adaylık görüşmelerini engellemez ama Türkiye'nin tam üyelik sürecini bloke eder. Eğer, TSK'nın Türk siyasi yaşamında bugün oynadığı rolü artık oynamadığı gösterilirse, AB belki yasal olarak bu kurumun varlığını kabul eder." 

Kemalizm konusunda, gerek AB resmî belgelerinin, gerekse de yöneticilerinin anlayışı ile Türkiye'deki anlayış arasında ciddi farklar bulunmaktadır. AB yetkililerinin, Kemalizm'in yıkılması veya bunun yerini AB'nin almasından kastettikleri, "Türk milleti, bağımsızlık, üniter devlet yapısı, vatan bütünlüğü gibi temel kavramların tamamen değişmesi, çok sayıda azınlık veya etnik gruptan meydana gelen federatif bir yapıya" geçiştir. Maalesef bu görüş, ciddiye alınabilecek çok sayıda batı kurumunca savunulmakta, yayınlarında geniş bir şekilde yer almakta ve ortak kabul görmektedir. Bunu, Sevr'in daha da ileri götürülmesi arzusu olarak değerlendirmek mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yukarıda sayılan kuruluş esaslarına sahip çıkan tüm kişi ve kuruluşlar AB için muhataptır, taraftır, hatta hedeftir. Bu hedeflerin başında da Türk Ordusu gelmektedir. Demokratikleşme gerekçesiyle istenen MGK'da sivillerin sayısının arttırılması talebi yerine getirildiği halde AB'nin şikâyetleri devam etmektedir. Daha önceki bölümlerde de görüldüğü gibi hedefin yönü, MGK'dan Genelkurmay Başkanlığı'na çevrilmiştir. Buradaki amaç, MGK ve demokratikleşme görüntüsü altında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş esaslarını savunan kurumların zayıflatılmasıdır. 

AB'nin 2002 Gündeminde Türkiye'nin Adı Yok... Peki, Bu "Saçma"lıkları Kim Çıkartıyor?

Son aylarda hızlanan AB tartışmalarında kelimenin tam anlamıyla sapla-saman birbirine karıştırılmış durumdadır. Toplum neredeyse "AB Yanlıları-AB Karşıtları" diye kamplara ayrılmak üzeredir. Sanki yarın "AB'ye girecekmişiz" gibi ve yine sanki AB'nin, "Bu, ilgili insanların genişlemenin kendileri için ne anlama geleceği konusunda doğru bilgilendirilme haklarına saygı göstermekten de öte bir şeydir. Bu, bizzat sürecin demokratik meşrulaştırılmasıdır. Genişleme, sadece seçkinlerin değil tüm yurttaşların katıldığı bir toplumsal proje olursa başarıya ulaşabilir. Bunu da ancak gerçek anlamda katılım sağlayabilir. Bilgi vermek yeterli değildir. Riskleri ve yararları insanlara açıklamak ve kaygılarının ciddiye alındığını bilmelerini sağlamak" düşüncesini benimseyerek, toplumda geniş çaplı bir diyalog sağlanmış gibi referandum teklif edenler oldu.
Gerçeklerin anlatılması bir yana, gerçekler çarpıtılıyor, Ulusal Program'da olmayan "sanal taahhütler" üzerinde tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmalar sırasında, sanal taahhütleri yerine getirdiğimiz takdirde, AB'nin bize bu yıl içinde takvim vereceği, ondan sonra da Türkiye'nin önünün açılacağı anlatıldı. Aksi durumun Türkiye'yi Orta Doğu ülkesi yapacağı iddia edildi. Felaket senaryoları, "Kızlarımızın, Bulgaristan veya Romanya'ya çalışmaya gideceği, o zaman millî onur'un ne olduğunun görüleceğine" kadar seviyesiz noktalara vardırıldı. Ülkenin temel değerlerine karşı saldırgan tutumunu gizleme gereği dahi duymayan AB Temsilcisi'ne, ne yaparsa yapsın katlanıldı. Adeta Türkiye karşıtı bir örgütün lideri olduğunu gösteren yazılı belgeler ortaya çıktığı halde, yöneticilerimiz temsilciden yana tavır aldılar, o'na sahip çıktılar.
Bütün bu zillete AB uğruna katlanıldı değil mi? Ülkenin temeline dinamit koyacak AB taleplerini, herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, yerine getirmek için adeta seferberlik ilan edildi. 40 yıldır verilmeyen müzakere takvimini alma uğruna değil mi? Bir an için taahhüdümüz olmadığı halde AB'nin istediği talepleri yerine getirdiğimizi varsayalım. Getirelim de, yetkililerimizin söylediği gibi AB'nin gündeminde var mıyız? Bunun cevabını yine AB belgelerinde buluyoruz.              
Avrupa Parlamentosu Komisyonu, Avrupa Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Komite ile Bölgeler Komitesi'nin 2002 yılı içinde yapacakları ortak çalışmaları gösteren 5 Aralık 2001 tarihli bir rapor hazırladı. Raporda, genişlemenin yanısıra komşular ile ilişkiler, yeni bir Avrupa özgürlük alanı yaratma, güvenlik ve adalet ile stratejik amaçlarıyla, Birliği dünyanın en dinamik kuruluşu haline getirmek amacıyla 2002-2005 için belirlenen hedefler yer aldı. Ekonomik birlik alanında yapılacak çalışmalar, balıkçılık politikasından yeni ekonomik ve sosyal ajandaya kadar madde madde sıralandı. "Avrupa'nın sesini dünyada yükseltmek" amacıyla öncelikle genişleme görüşmelerinin 2001 yol haritasına göre yürütüldüğü ve 2002 sonuna 10 aday ülke ile bunun tamamlanmasının hedeflendiği belirtildi. Batı Balkanlarda, Akdeniz bölgesinde (Mısır, Ürdün, Tunus ve Fas) ile ilişkilerin geliştirilmesi, Ortadoğu'da Filistin'e malî destek, Asya ülkeleri ile yapılacak işbirliği çalışmaların anlatıldı. Birliğin Arap ve İslam dünyası ile diyalogu geliştirmeye ihtiyacı olduğu dahi vurgulandı. Rapora göre, "2002 yılı genişleme için kritik" bir yıl. Komisyon, 10 aday ülke ile müzakerelerin tamamlamasına yardımcı olacak, üyelik müzakerelerine hazır ülkeler için genişleme temposu ile ilgili çalışmaları hızlandıracak, aktif olarak 2004 üyeliğine hazır olmayacak ülkeleri ise takip edecek. Bütün bunların sonunda da gerekirse yol haritasında değişikliklere gidecek.

Biz bu programda, Türkiye'yi ilgilendirecek bir iz veya ipucu bulamadık. AB Komisyonlarının ortaklaşa hazırladığı bu rapor, "alt tarafı bir çalışma raporu" diye değerlendirilebilir. Ancak rapor, AB'nin tüm organlarının ortak çalışma raporudur ve AB'nin görüşünü yansıtmaktadır. Bu arada AB Parlamentosu'nun Türkiye Raportörü Hannes Swoboda'dan bu raporu doğrulayan açıklamalar gelmiştir. Swoboda, Avusturya Wiener Zeitung Gazetesi'ne 5 Mart 2002 günü verdiği demeçte, Türkiye ile üyelik müzakerelerine en erken 2005 veya 2006 yılında başlanacağını söylemekle yetinmemiş, Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in bu yıl sonuna kadar üyelik müzakerelerine başlayabileceği ihtimalini "saçma" bulduğunu ifade etmekten çekinmemiştir. İstanbul'da yapılan 5. Akdeniz İşadamları Forumu'ndan Viyana'ya henüz döndüğü kaydedilen Swoboda, "Ülkenin önce egemenliği devretmeye hazır olması gerekiyor. Ancak şimdiye kadar bu konuda hiçbir belirti görülmemiştir." demiştir. Türkiye Raportörü, "Büyük Kürt sorununun hâlâ çözüme kavuşmadığını" da vurgulamıştır. Raportörün, 2002 yılında, "Büyük Kürt sorunu"ndan bahsetmesi ile Kürdistan Demokratik Partisi'nin 1999 yılında Helsinki Zirvesi öncesi AB'ye gönderdiği mektupta yer alan, "Türkiye, yerküremizin en ağır ulusal problemlerinden biri olan Kürt sorununu sırtında taşımaktadır." iddiasındaki benzerlik ne kadar da dikkat çekicidir!.. 

Bu söylenenleri, yaşananları bir kenara bırakalım, hatta yok farz edelim ve son sözü iki AB Parlamenterine bırakalım. Parlamenterlerin konuya, Türkiye aşkı ile değil, elbette ki ahlakî yaklaştıkları ve ikiyüzlülüğe artık onların dahi tahammüllerinin kalmadığı görülecektir... 

18 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder