1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 16


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 16



Yöneticileri ve Medyası ile AB Ülkelerindeki Türkiye Karşıtları, Üyeliğimize Nasıl Bakmaktadırlar? 

Bu bölümde, AB'deki Türkiye karşıtlarının görüşlerinden oluşan kısa bir liste sunmak istiyoruz. Bahsedilen kişi veya kuruluş temsilcileri incelendiğinde bazı çevrelerin iddia ettiği gibi bunların hafife alınamayacak kadar ciddiyet ve ağırlık sahibi olduğu görülecektir. AB'nin ve resmî organlarının görüşleri ise çeşitli vesilelerle değerlendirildiği için burada tekrarlamıyoruz. Ortaya çıkan sonuç; "Türkiye'yi istemeyen irade veya zihniyetin" adeta kilitlenmiş olduğudur. Tanzimattan bu yana katıksız Avrupa hayranlığı içinde yer alanlar, bize Batı'dan bir kötülük gelmeyeceğine inandıkları için AB toplumlarının yüzde 72'sinin Türkiye'nin üyeliğini istemediğini de görmekte zorlanmaktadırlar. Batı uğruna gerçeklerden uzaklaşıp, ülkenin yararlarını hafife almak ve onların bile "yapamayacağımızı düşündüğü" talepleri yerine getirmek bu kilitlenmeyi açmaya yetmeyecektir. Çünkü bizden istenen, topyekün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş esasları ve üniter devlet yapısından vazgeçmemizdir. İşte bunun örnekleri: 
-Der Speigel (Almanya'nın etkili gazetelerinden)- 
Türkiye'nin Birliğe girme şansı hiç yoktur. Bütün bütüne İran-Irak çizgisine kaymaması için oyalıyoruz.
-AP Hıristiyan Demokratlar Grubu Başkanı Alman Hans Pottering: 
Türkiye, AB'nin siyasi, kültürel ve ekonomik doğasını değiştirecektir.
-Helmut Schmidt (Almanya eski Başbakanı): (Avrupa'nın Kendini İdamesi-21.YY için Perspektifler Kitabı)- 
Aslında Avrupalı devlet ve hükümet başkanlarının güvendiği Türkiye'nin görülebilir gelecekte diğer aday ülkeler için de zorunlu olan koşulları yerine getirebilecek durumda olmadığını ve daha da önemlisi sınırları içindeki büyük Kürt nüfusuna azınlık hak ve koruması sağlayamayacağı gerçeğidir. Aslında Türkiye'ye karşı açık kartlarla oynamak yerinde olurdu. Bundan 40 yıl öncesine dayanan ikinci genişleme programı bugünkü AB'yi bağlamaz. Çünkü AB, geçen zamanda farklı bir noktaya gelmiştir.
-İtalyan Piskoposlarının gazetesi L'Avvanire (3 Ocak 2000): 
Müslüman Türkiye'nin AB'ye girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu üyelik yan yana büyüyen Hıristiyan gelenekleri ile şekillenen Avrupa medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar. Unutmamalı, Avrupa fikri başlı başına düşman Türklere ve Türkiye'nin başını çektiği İslam dünyasına karşı gelişti. Ankara ile yakın ilişkiler geliştirmeye evet, ama farklı tarihî ve kültürel gerçekler farklı kalmalı.
-AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer: 
Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye bir yandan kökten dincilerin, diğer yandan bizim tutamayacağımız sözlerin arasında sıkışmış durumdadır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu.
-Harvard Üniversitesi SBF Profesörü Albert B.Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermiştir:
 "Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk hükümetinin amaçları asla gerçekleşmeyecektir."
-Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach'ın, 15 Eylül 1998'de Lingen Akademisi'nde verdiği konferans: 
Sorun Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun Kemalizm ve Kemalizm'in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye'de yaşanan Türk-Kürt, Müslüman- laik, Alevi-devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bu güne dek neden yok etmediler bilinmez.
-Helmut Schmidt (Almanya eski Başbakanı): 
Türkiye, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya... Bunların hepsi büyük milletler ve AB'nin önemli ortaklarıdır; ancak hiçbiri genişleme için uygun birer aday değildirler. Binlerce yıllık bir süreç içinde benimsediğimiz ortak kültürümüz, Yunan, Roma ve Hıristiyanlık unsurlarından oluşuyor. Türkiye'nin Avrupa kültür çevresi dışında kaldığına hiçbir kuşku yok. Avrupa'nın devlet ve hükümet şefleri Türkiye'yi geleceğe dönük olarak aday üye diye niteliyorlarsa da, böylesi bir genişleme bana aldatıcı bir fikir olarak gözüküyor. (...) Gerek büyük kültürel farklılıklar gerekse jeopolitik düşünceler dolayısıyla (...) Türkiye'nin AB'ye alınmasından vazgeçilmesini tavsiye etmek zorundayım. Avrupa kültüründen farkları, Rusya ve Ukrayna'nınkilerden çok daha fazla. Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin Mısır, Fas, Cezayir ya da Libya'nın olası başvurularını hangi gerekçelerle geri çevireceğini bilmesi gerekiyor.
-Günter Verheugen (AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri): 
Türkiye aday üyelik statüsünü kaybedebilir. Türkiye bütün şartları yerine getirse bile, süreç illâ Türkiye'nin AB üyeliğiyle noktalanmayabilir.
-Wolfgang Koydl (Süddeutsche Zeitung Gazetesi yazarı):
Türkiye'nin tam üyeliği zaten bir faraziyeden ibarettir. Türkiye AB üyeliğini ciddiye almıyor, böyle bir derdi yok. Aksi takdirde Türk Genelkurmayı, devlet içinde Kopenhag kriterlerine uymayan egemen konumundan feragat etmek zorunda kalacaktır. (...) Türkiye her şeyden önce, her toplumsal ve politik gelişimi engelleyen taşlaşmış Kemalizmi kırmalıdır. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti, kompleksler altında kıvrandığı sürece bu biricik sözde dayanağından vazgeçemeyecektir. Kürt sorununun çözümü de burada yatmaktadır.
-Helmut Schmidt(Almanya eski Başbakanı):
 Bütünleştirme hiçbir yerde başarılı olmadı, hele Almanya'da asla. Üstelik bir süre önce Müslüman göçmenlerin burada doğan ve büyüyen çocuklarının yurttaşlığa kabul edilmelerine rağmen. Gelecek açısından da artan göçmenlerin bütünleştirilmesi beklenmiyor. 20 yıl önce bir Türk Başbakanı bana 20 milyon Türkü daha Almanya'ya göndermeye mecbur olacağını söylemişti. Ben de reddetmiştim. Gelecekte böyle kitlesel bir göç gerçekleşecek olsa, bunun sonucunda AB içinde en azından serbest dolaşımın kaldırılması gerekecektir. (...) Türkiye 35 yıl içinde 100 milyona çıkacak. Türkiye'nin 21. yüzyılın sonundaki nüfusunun ise, Almanlarla Fransızların toplamı kadar olacağı tahmin ediliyor. Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin, bu sayıyı aklında tutması gerekiyor.
Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin, Türkiye'nin üye olmasıyla birlikte ortak dış politikanın ne olacağını sorması da gerekiyor. Türkiye'nin Suriye, İran, Irak ve Ermenistan ile ortak sınırları var. Yunanistan'la yüzyıllardır süren bir anlaşmazlık içinde ve sadece Kıbrıs yüzünden de değil. Türkiye Ortadoğu'daki her savaşa zorunlu olarak katılmak durumunda, bölgede önemli güvenlik çıkarları var.
AB Konseyi'nin kısa süre önce Türkiye'yi resmen aday ilan etmesinin altında 60'lı yıllarda o zamanki AET'nin niyet bildirisi ile ABD'nin diplomatik baskısı yatıyor.
-Lord Weidenfeld (Die Welt Gazetesi Yazarı):
Türkiye bugün Avrupa için önemli ise, 21. yüzyılın başlarında çok daha önemli olacak. Rusya'daki karışıklık, Ortadoğu ve Güney Asya'nın durumu ile güçlü ve gururlu Çin göz önünde bulundurulursa, kendinden emin, laik ve demokratik bir Türkiye'nin krizler esnasında taşıyıcı bir direk, barış esnasında da güçlü bir köprübaşı olması mümkündür. Bu kabulleniş elbette birçok önkoşulu içeriyor ve cesaret istiyor. Ancak Batı, Türkiye'yi ciddiye alırsa, bu sınavı başarabilir. (...) NATO'nun çok sadık bir müttefiki olan Türkiye, evlatlarının canını Atlantik'teki müttefiğe feda etmeye hazırsa, maddî ve toplumsal alanda gelişen bir Avrupa'ya alınmak istenmesi doğaldır. Aydınlardan, yöneticilerden ve subaylardan oluşacak yeni bir kuşak, ülkede gerekli olan reformları yapacak ve bunları sivil halka aktaracak, böylece ülkeyi radikal mikroplardan arındıracak.
-Helmut Schmidt(Almanya eski Başbakanı):
Türkiye ile Rusya arasındaki yüzyıllardan gelen husumet, Orta Asya'daki bir dizi halkın bağımsızlıklarına kavuşmalarından sonra yeniden canlanabilir. Sünni-İslam cumhuriyetlerinde Türkçeye çok yakın diller konuşuluyor ve çevirmenleri gereksiz kılan bu dil akrabalığı Çin'in batısındaki Sincan eyaletine kadar uzanıyor. Orta Asya'nın petrol ve boru hatları yüzünden Rusya ile çıkar çatışmaları olabilir. NATO üyesi Türkiye'nin gelecekte kendisini Batı ile Doğu arasındaki Soğuk Savaş dönemine oranla daha karmaşık bir durumda bulması olası. Türkiye bugünkü Amerikan politikacılarının gözünde, Rusya ve AB'ye karşı, Ortadoğu'ya hâkimiyet stratejilerinin önemli bir direği olarak kalmaya devam ediyor. Washington'un Türkiye'nin AB'ye alınmasını ısrarla istemesi bu yüzden.
-Daniel Cohn-Bendit (Avrupa Parlamentosu Üyesi-Türkiye-AB Karma Parlamento Grubu eski Eş Başkanı):
Türkiye'nin önünde en sonunda, `Bağdat mı, Barselona mı' sorusu duruyor. Her iki yol da mümkündür. Her iki yolun da kendine has şans ve imkânları var. Barselona'nın Türkiye için anlamı, geleneksel Kemalist köktenciliğin havaya uçurulmasıdır. Bu durumda Türkiye, Türk devleti içinde Kürtlerin özyönetimini güçlendirmek dahil olmak üzere, bölgesel merkezkaççılıkta karar kılmak zorunda kalacaktır. Bağdat ise, Kemalist merkeziyetçilik ve otoriterciliğin güçlendirilmesi,dolayısıyla Avrupa'ya hayır anlamına gelecektir.
-Helmut Schmidt(Almanya eski Başbakanı):
 Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletleri, Osmanlı devletini paylaşırken, toplam sayıları muhtemelen 20 milyon çevresinde olan Kürtlere, ne yazık ki kendi devletlerini vermemişlerdi. Kürt sorunu sadece Türkiye'nin değil, Irak'ın da sırtında bir yük.
-Joschka Fischer(Almanya Dışişleri Bakanı):
 Helsinki kararıyla Türkiye'yi aday üye yaparak, ülkedeki demokratik ve sivil güçlere cesaret verdik.
-Wolfgang Koydl (Süddeutsche Zeitung Gazetesi Yazarı): 
Tam üyelik seçeneğinin tanınması, Türklerin yaralı gururuna merhem gibi gelecek, üye olup olmama kararı onlara bırakılmış olacaktır. İkincisi, bu sayede Türkiye'de İstanbul Boğazı ile Ağrı Dağı arasında şimdiye kadar yapılmamış bir Avrupa tartışması başlatılacaktır. Odak noktası, insan hakları, ekonominin bütünleşmesi ya da Kürt sorunu değil, AB'nin üyelerinden beklediği egemenlikten feragat olacaktır. Avrupalılardan talimat almayı, asker tasavvur dahi edemez. Açık bir Avrupa tartışması yapıldığı takdirde, Türkiye'de çoğunluk AB üyeliğine hızla karşı çıkacaktır.
-Helmut Schmidt (Almanya eski Başbakanı):
 Avrupa devlet ve hükümet şeflerinin şüphesiz başka art niyetleri var. Onlar Türkiye'nin görünebilir bir gelecekte, üyelik için gerekli koşulları üye olmak isteyen ülkelerle aynı ölçüde yerine getiremeyeceğinden ve özellikle de Kürtlere azınlık koruması veremeyeceğinden eminler. Bunların açık kartlarla oynanması daha iyi olurdu.

AB'nin Türkiye Karşıtı Tutumu Sözde mi Kalmıştır?

Ne yazık ki hayır. Çeşitli kanallarla dillendirilen talepler, bir süre sonra Avrupa Parlamentosu'na ya da komisyonlarına, oradan ilerleme raporlarına girmiş ve nihayetinde resmî ön şartlara dönüştürülmüştür. Bunu Türkiye aleyhine eyleme dönüştürenler de olmuştur. Bu sebeple, "ortaklık mı, rekabet mi, hatta düşmanlık mı" bu ilişkinin adının, öncelikle AB tarafından konması gerekmektedir. 

Yukarıdaki bölümlerde de görüldüğü gibi;

- Avrupa Parlamentosu, Türkiye'yi Kıbrıs'ta işgalci olarak görmüştür.
- AP, "Türkiye'nin AB'nin bir üye devleti olan Yunanistan'ın egemenlik haklarını tehlikeli bir biçimde ihlal etmesinden ve Ege'deki askerî gerginliğin artmasından ciddi biçimde" kaygı duymuş, "Yunanistan'ın sınırlarının aynı zamanda AB'nin dış sınırlarının parçası olduğunu" vurgulamıştır.
- AP, 1980'li yıllardan itibaren "Ermeni soykırımı" demiş ve bunun Türkiye tarafından kabul edilmesini istemiştir.
- AP, Türkiye'deki sözde baskı ve zulüm rejiminden kaçan teröristlerin iade edilmeyerek, kendilerine siyasi mülteci statüsü tanınmasını tavsiye eden kararlar almıştır.
- Teröristlerin Türkiye'deki uzantılarını da himaye kapsamına alan AP, Türk hükümetine Kürt halkının otonomi hakkının tanınması çağrısında bulunmuştur. Talepler, Kürt kökenli vatandaşlara bir Anayasa değişikliğiyle azınlık statüsü tanınmasına kadar vardırılmıştır.
- Avrupa Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Genel Müdürlüğü Türkiye Masası Şefi Alain Servantie, 20 Kasım 2000'de Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi adına PKK Başkanlık Konseyi'ne bir mektup göndererek, Avrupa Komisyonu'nun azınlıklar politikasını anlatmış ve mektubunu, PKK'ya, "derin saygılarını sunarak" bitirmiştir.  
- PKK'nın siyasallaşma çabalarına destek verilmiş, Türkiye'nin de "meşru talepleri kabul etmesi" ve "genel af" ilan etmesi istenmiştir.
- AP, "Kuzey Irak'ın işgalini lanetlemiş ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının uluslararası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını" bildirmiştir.
- AP, teröristbaşına verilen idam cezasını "lanetlemiş ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini" tekrarlamıştır.
- AP, "Bay Öcalan'ın idam edilmesinin Avrupa'da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağını ve Türkiye'nin AB'ye bütünleşme sürecine zarar vereceğini" duyurmuştur.
- AP, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini yerine getirecekse," Kürt sorununun çözüme kavuşturulmasının hayatî önemde olduğunu" vurgulamıştır. 
- AP, Sakarov ödülü ile ödüllendirdiği "Leyla Zana'nın ve düşünceleri nedeniyle hapse atılmış olan Kürt kökenli eski milletvekillerinin serbest bırakılmalarını" talep etmiştir.
- AP kararında, İstanbul yerine "Constantinople" sözcüğü kullanılmış, Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden faaliyete geçirilmesi istenmiştir. 
- AP, son olarak da Hadep'in kapatılmaması ve Kürtçe eğitim için dilekçe veren öğrenciler hakkında takibat yapılmaması talebinde bulunmuştur.  


AB'nin terör listesine PKK ve DHKP/C'yi almamasının dışındaki bazı faaliyetleri de şöyledir:

- Teröristbaşı Suriye'den çıktıktan sonra hem İtalya, hem Yunanistan tarafından himaye edilmiş, ağırlanmış, üzerinde ise Kıbrıs Rum kesimi pasaportu bulunmuştur. 
- İsveç Büyükelçiliği, Türkiye'de Türkiye'ye hakaret dolu bir kitapçık dağıtmıştır.
- Belçika Fehriye Erdal'ı iade etmemiştir. Üstelik Belçika İçişleri Bakanı, ev hapsi uygulaması için güvence veremeyeceğini söyleyip, "Erdal'ın niyeti kaçmak ise bunu önlemek imkânsız. Çok yakın takip ve kontrol olanağı yok" demiştir.
- PKK yan kuruluşlarının sözde Ulusal Kongresi Aralık 2001'de Brüksel'de yapılmış, girişimlerimize rağmen engellenmemiştir.
- PKK, Köln'de Ermeni ve Yunanlılarla Ermeni Soykırımı adlı bir toplantı düzenlemiştir. 
- Belçikalı parlamenterler Kuzey Irak'a gidip, Osman Öcalan ile PKK'nın siyasallaşma sürecini görüşmüşlerdir. 

Ufukta Köktendincilik ve Kültürel Entegrasyon Dahil Yeni Engeller Var mı?
AB'nin bugüne kadar hem kendi içinde, özel olarak da Türkiye'ye karşı yeni  kriterler belirleme politikasının örneklerini geride kalan bölümlerde detayları ile ele aldık. Ancak AB'nin bu misyonunu sürdürme kararında olduğunu gösteren ciddi gelişmeler söz konusudur.
AB'nin duruma, zamana ve kendi menfaatine göre ölçüler belirlediğini kabul edenlerden birisi de, "AB'nin hiç hata yapmadığını" öne süren  ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın, daha önceki bölümlerde yer verilen Katılım Ortaklığı Belgesi ile ilgili değerlendirmesinde işaret ettiği şu hususa bir kez daha dikkati çekmek istiyoruz: 

"Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün AB'ye tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin AB'nin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda AB'nin ciddî rezervleri vardır; çünkü, AB'nin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır. Şu anda AB, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla AB yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir ."    
1997 yılındaki Lüksemburg Zirvesi'nde alınan ancak gündeme hemen hiç gelmeyen kararlar dizisi de, Türkiye'yi beklemektedir. Buna göre, büyük ümit bağladığımız "müzakere pozisyonları" kararının, üye devletlerin oy birliği ile alınması gerekmektedir. Yunanistan'ın bu güne kadar "veto" kartıyla yaptığı engellemeler dikkate alınırsa, AB bize takvim vermeyi kararlaştırsa bile, bunun da Yunan vetosuna takılması ihtimali yüksektir. Müzakere noktasına gelindiğinde o zamana kadar Türkiye'den alınması hedeflenenler biterse, bu oylamanın sonucunun kesinlikle olumsuz olacağını söyleyebiliriz. Görünen "daha yapılacak çok iş var", bu sebeple Türkiye ile müzakereye başlanmasına onay verileceğini düşünelim. Ancak iş burada bitmemektedir. Yine Lüksemburg Zirvesi'nde alınan bir başka karara göre, müzakere sonuçları Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu'na sunulacaktır. Avrupa Konseyi onaylasa bile, bugüne kadar Türkiye aleyhine sayısız kararlar alan AP'den böyle bir onay beklenmesi iyimserlik olur. Bütün bu engelleri aşıp, katılım anlaşmasını imzalasak dahi AB'ye alınmamız garanti değildir. Çünkü bu anlaşma istenildiği takdirde üye devletler tarafından referanduma sunulabilecektir. AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının yüzde 72'sinin Türkiye'yi istemediği gözönünde tutulduğunda, referandum sonuçları ve AB'nin, "Biz elimizden geleni yaptık ama halkımız sizi istemedi" demesi sürpriz olmamalıdır. Neredeyse yarım asırdır peşinden koştuğumuz hedefin sonunda böyle bir noktanın konması elbette arzu edilecek bir durum değildir. Ancak bu ihtimali göz önünde tutmak zorundayız. Aksi halde, o güne geldiğimizde içi boşaltılmış olan bir Türkiye tablosu ile karşı karşıya kalabiliriz. 
AB'nin, Ekim 1999'da genişleme süreci ile ilgili aldığı bir diğer karar da, aday ülke tüm şartları yerine getirse bile, topluluğun dengesini bozma ihtimali var ise üyeliğe alınmamasıdır. Zaten Türkiye'nin tam üyelik müracaatının reddedildiği 1989 yılında, "Topluluğun, Türkiye'nin getireceği sorunları ve malî yükü karşılamaya hazır olmadığı" özellikle belirtilmiştir. Başka bir ifadeyle, AB'nin Türkiye'yi "hazmı" en azından şimdilik mümkün görünmemektedir.
Türkiye'nin önüne konması beklenen bir diğer şartın ise, MGK üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri olacağının işaretleri sık sık verilmektedir. Son olarak "Türkiye'de tacizci dikta rejimi olduğunu" iddia eden İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindth, açıkça, "MGK'nın varlığı tabii ki Türkiye-AB arasındaki adaylık görüşmelerini engellemez ama Türkiye'nin tam üyelik sürecini bloke eder." demiştir.(19 Şubat 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi). İlerleme raporlarında MGK ile ilgili tüm değerlendirmelerin olumsuz olduğu hatırlandığında, bu "bloke" de sürpriz olmayacaktır. 
AB'nin yeni engeller aradığının bir diğer işareti, 8 Kasım 2000 tarihli rapordur. Avrupa Komisyonu'nun, genişlemenin hızlandırılmasına yönelik tekliflerinin yer aldığı bu raporda dikkat çekici bir madde de "Fundamantalizm"dir. Yükümlülüklerini yerine getiremeyen aday ülkelerle müzakerelerde dikkate alınabilecek veya alınamayacak mazeretlerin sınıflandırıldığı bu bölümde, "kabul edilebilir, müzakere edilebilir ve kesinlikle kabul edilemez" şeklinde üç kriter konulmuştur. Ülkelerin ağır ekonomik sorunları ya da özel durumlarının kabul edilebilir veya müzakere edilebilir mazeretler olacağı belirtilirken, kesinlikle kabul edilemezler maddesinde sadece "fundamantalizme" yer verilmiştir. Ancak AB'nin tüm kararlarında dikkati çeken muğlak ifadeler burada da söz konusudur ve fundamantalizmin hangi anlamda kullanıldığı açıkça belirtilmemiştir. Bu kavram eğer genel kabul gören kökten dincilik anlamında ele alındı ise, AB üyesi ülkeler veya diğer aday ülkelerde böyle bir sorundan bahsedilemeyeceğine göre, batı gözünde bu problemin yaşandığı yegâne ülke Türkiye olacaktır. Buna, ülkemizde bu konuda zaman zaman yapılan tartışmaları da ilave edersek, kastedilen hedef ülke ortaya çıkmaktadır. Nitekim, AB'nin Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer,
"Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek, hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin, Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye bir yandan kökten dincilerin diğer yandan bizim tutamayacağımız sözlerin arasında sıkışmış durumdadır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu." 
görüşündedir. 

Fundamantalizm "tehlikesine" en açık biçimde işaret eden ise Avrupa Parlamentosu Başkanı Bayan Nicole Fontaine olmuştur. Üstelik de Başkan Fontaine, bu konudaki uyarı için, Türkiye'nin aday ülke ilan edildiği 10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesi'nin açış konuşmasını tercih etmiştir. Fundamantalizmin zihinleri meşgul ettiğini, AB'nin coğrafik ve kültürel yayılmasında bu hususu da gözönünde tutması gerektiğini belirten Fontaine, genişlemenin bu şartlar altında nasıl yapılacağının, yeni ülkelerin entegrasyonunun AB'ye ve bu ülkelere getireceği avantajların neler olacağı sorularının düşünülmesini istemiştir.
Türkiye'nin, bir yandan adaylık ve "Aile Fotoğrafı"nda yer almanın heyecanının yaşarken, öte yandan Kopenhang kriterleri, Kıbrıs ve Ege konularının ön şart olup olmadığını tartıştığı o günlerde AP Başkanı Fontaine, Helsinki'de yaptığı açış konuşmasında çok önemli bir noktayı daha zirveye taşımıştır. Konuşmasının fundamantalizm ile ilgili bölümünü, "30 veya daha fazla ülkeli bir birlik yalnız farklı ölçüler demek değildir. Bu aynı zamanda sınırların, en azından bir bölümünün değişmesi olacaktır." sözleriyle tamamlayan Fontaine, daha sonra açıkça, "Yükselen çıkmaz bir örnek; Türkiye'nin başvurusu" başlığı altında ülkemizi yakından ilgilendiren ve önümüze çıkartılacak yeni kriterlerin sinyalini veren açıklamalarda bulunmuştur. Birçok AB ülkesinin ve Avrupa Parlamentosu'nun da 2 Aralık'ta not ettiği gibi Türkiye'nin başvurusunun, en basit tanımla "çıkmaz" olduğu görüşünde birleştiğini, bunun için örnek seçtiğini belirten Başkan Fontaine, özetle şunları söylemiştir:
"Uzun bir süredir bekleyen ve sabrı tükenmiş Türkiye'ye eğer olumsuz cevap verseydik, başka arayışlara girebilecekti ki, bu da coğrafik çok önemli riskler demektir. Öte yandan eğer bir gün Birliğe katılırsa, zorlamamız ile ekonomik ve demokratik gelişimini yapsa bile kültürel entegrasyon problemlerinden sakınması mümkün değildir. Ayrıca Avrupa'nın bu son sınırı, doğu veya güneyden yeni başvuruların gelmesini cesaretlendirecek, kaçınılmaz kılacaktır. Gerçeği anlatmak gerekirse, Parlamento, bugünün bu ateşi ile bölünmüştür. Ne olursa olsun parlamento, telaşsız bir biçimde, başvuran ülkelerin ekonomik ve demokratik şartları karşılamasını ve birliğin kendi kontrolünü yaparak, genişlemenin sulandırılmadan başarılı olması fikir ve isteğindedir. Ve bu şartlar içinde görüşümüz, hesaplamaların kültürel entegrasyonsuz yapılamayacaığıdır."
Kısacası, Türkiye dönüp dolaşıp aynı noktaya getirilmektedir. Avrupa Parlamentosu Başkanı'nın "çıkmaz örnek" dediği Türkiye'ye bir türlü "red" cevabı verilememektedir. Sebebi de, tıpkı 1987 yılındaki başvurumuzla ilgili yapılan değerlendirmedeki gibi "stratejik önem"dir. 40 yıl önce aday ülke olan Türkiye, bu konuşmaların yapıldığı 1999 Helsinki Zirvesi'nde yeniden aday ülke ilan edilmesini adeta davul zurna ile kutlarken, bu kez Avrupa Parlamentosu Başkanı'nın ağzından ve kaçıncı defadır sadece AB'nin stratejik hesapları için bekleme odasında tutulduğumuzu, bu durumun devamı için de önümüze yeni bariyerler konulacağını duymamıştır.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Fontaine bu önemli konuşmasında coğrafik ve kültürel ölçülerden ima yoluyla da olsa bahsetmiştir. Ancak AB bu ölçülerin hukukî açıklamasını detaylı bir biçimde, Fontaine'nin açıklamalarından 1 yıl önce, 19 Mayıs 1998'de yapmıştır. AB'nin bazı kavramlarına ilişkin hukukî mütalaada, "Başvuru şartları" başlığı altında "Avrupa Devleti"nden neyin kastedildiği açıklanmıştır. AB'nin temeli olan 1993 tarihli Maastricht Antlaşması'nda, "Her Avrupa devletinin AB üyeliği için başvuruda bulunabileceği" ifadesi yer almaktadır. Sözkonusu hukukî mütaalada, açık olmayan bu kriter veya terimin, "eşit coğrafya, kültür ve politika" olarak okunabileceği kaydedilmiştir. Hemen ardından da Fas'ın, 1987 yılında üyelik için yaptığı başvurunun, Avrupa devleti olmadığı için reddedildiği hatırlatılmış ve Türkiye ile bağlantı kurulmuştur. Türkiye ile 1963 yılında anlaşma imzalandığı, 1987 yılında tam üyelik için başvuruda bulunduğu kaydedilerek, toprak alanı coğrafik olarak Asya ile birleşik olmasına rağmen, tarihsel olarak Avrupa'nın parçası sayılması sebebiyle bu başvurusunun uygun görüldüğü anlatılmıştır. Mütalaada, "Bu örnek, Avrupa Devleti kavramının açıklamaya ihtiyaç duyulmayacak kadar kesin bir şekilde coğrafik durum olduğunu göstermektedir." denilmiş ve "Bunun dışındaki tüm unsurlar politik takdirdir" değerlendirmesi yapılmıştır. Görüldüğü gibi, AB'nin kavramlara ilişkin hukukî mütalaası ile Avrupa Parlamentosu Başkanı Fontain'in açıklamaları örtüşmekte, "coğrafik, kültürel ve siyasî" ortaklıktan bahsedilmektedir. Örneklerle de anlatıldığı gibi Türkiye, temel niteliğindeki yeni kriterlerden coğrafik açıdan AB nezdinde sınıfı geçmiştir. Siyasî açıdan ise büyük tartışmalar, derinleşerek ve gerginlik yaratarak sürmektedir. Ancak kültürel entegrasyon henüz gündemimize gelmemiştir. Türk kültürü ile Avrupa kültürünün aynı olmadığı, genel ifadesiyle birisinin Doğu, diğerinin Batı hayat tarzları anlamına geldiği dikkate alınırsa, bu kültürlerin birbirine entegrasyonunun güçlüğü kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kültürler iradî olgular olmadığına ve buradaki uyuşmazlığı birtakım siyasî ve hukukî kararlarla ortadan kaldırma imkânı bulunmadığına göre, yeni, daha büyük ve komplike bir engelin bizi beklediğini söylememiz gerekmektedir.
Türkiye'nin önüne konulacak engellerden birisinin de sözde Ermeni soykırımı iddiaları olacağı ise artık neredeyse genel kabul görmüştür. Avrupa Parlamentosu gündemine sık sık taşınan bu konunu ileride, zamanı geldiğinde şart halini alacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Nitekim, Fransa'da tartışılmaya başlanmıştır. Cumhurbaşkanı adayları, mevcut Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile diğer aday Başbakan Lionel Jospin, sözde soykırım iddiasına sahip çıkmışlardır. Başbakan Jospin, Cumhurbaşkanı olduğu takdirde, Türkiye'nin AB üyeliğini soykırımı kabul etmesine bağlayacağını ilan etmiştir. AB kapısına asılacağı ilan edilen bu yeni kilit, başından beri anlatmaya çalıştığımız zihniyetin bir kez daha dışa vurulmasından başka bir şey değildir.


17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder