Dr. Fazıl Küçük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr. Fazıl Küçük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2018 Salı

KANLI NOEL 1963 KIBRIS BİRLEŞİK KIBRIS İSTEYENLERE KANLI NOEL HATIRLATMASI

BİRLEŞİK KIBRIS İSTEYENLERE KANLI NOEL HATIRLATMASI 

Prof. Dr. Selçuk DUMAN 






 Kıbrıs; 4 Haziran 1878 ve 1 Temmuz 1878 Antlaşmaları gereğince, son derece yanlış bir dış politikanın sonucu olarak, Britanya İmparatorluğu’na sözüm ona geçici olarak bırakılmıştır. 

 Ancak şu iyi bilinmelidir ki geçici hükümler; iç politikayı rahatlatmaya yönelik maddeler olup, işgaline izin verilen hiçbir vatan toprağının geri dönmeyeceği tarihteki birçok örnekle sabittir. 


 Örneğin; Bosna-Hersek, Mısır ve 12 Adalar benzer şekildeki anlaşmalarla işgal edilmesine izin verilmiş ancak bir daha geri dönmemiştir. 


 Kıbrıs’ı bu şekilde işgal eden İngilizler; burada Rum nüfusun yerleşmesini teşvik ettikleri gibi Rumları idari görevlere de getirerek, Türkler üzerinde baskı kurmuşlar ve Türkler büyük oranda Kıbrıs Adası’nı terk etmek zorunda kalmıştır. 


 Böylece Kıbrıs’ta Türkler azınlığa düşmüş ve gerek İngilizlerin ve gerekse Rumların sürekli öteki olarak gördükleri Türkler, adeta yok sayılmış, birçok haktan mahrum bırakılmıştır. 


 5 Kasım 1914 tarihinde Britanya İmparatorluğu’nun Kıbrıs Adası’nı ilhak etmesinden sonra Kıbrıslı Türklere karşı öyle bir baskı dönemi başlamış ki 1919 yılına kadar Kıbrıslı Türklerin bir gazete yâda dergi yayımlanmasına dahi izin verilmemiştir. 


 Ancak bu Kıbrıslı Türkleri yıldırmadığı gibi Milli Mücadeleyi başlatmalarına neden olmuştur. 


 10 Aralık 1918 tarihinde Lefkoşa’da Meclis-i Milli toplanarak Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir parçası olduğuna dikkat çekilmiş ve Kıbrıs Türk’ünün silkinip 

kendisine gelmesi istenmiştir. 

 1 Mayıs 1931 tarihli Milli Kongre ile de Kıbrıs Türklerinin eşitlik istekleri ile eğitim ve dini hakları talep edilmiştir. 


 1940 lar dan sonra Kıbrıs Türkü Ada da siyasi kurumlarını oluşturmaya başlamış ve Dr. Fazıl KÜÇÜK gibi önderleri etrafında birleşerek milli mücadelelerine 

devam etmişlerdir. 

 1952 yılında Makarios’un Atina’da katıldığı bir toplantı ile kurulma işlemi başlatılan EOKA terör örgütü; 1955 yılından itibaren kanlı eylemlerini İngilizlere ve Türklere karşı başlatmıştır. 


 İngiltere’nin daveti ile olaya dahil olan Türkiye, yapılan görüşmeler neticesinde bugün istenildiği gibi 1960 yılında birleşik Kıbrıs Devleti kurulmuştur. 


 %70, %30 ekseninde bir paylaşım üzerinde anlaşılmış ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantörlüğü kabul edilmiştir. 


 Ancak Rumlar, ilk günden itibaren bu durumdan tatmin olmadıkları için ne katliamlarını nede baskılarını durdurmadan devam ettirmişlerdir. 


 Bunlardan en vahimi Kanlı Noel olaylarıdır. 


 20 Aralık 1963 tarihinde başlayan olaylar, 1 hafta boyunca hız kesmeden devam etmiştir. 


 Türk köyleri ve şehirlerdeki Türk evleri basılarak Türkler acımasız bir şekilde katliama tabi tutulmuşlardır. 


 400 civarında Kıbrıs Türk’ünün katledildiği olaylarda, 9 bin civarından Kıbrıs Türk’ü evlerini bırakıp kaçmak zorunda bırakılmışlardır. 


 100 den fazla Türk köyü boşaltılmıştır. 


 Bu gün Lefkoşa’da bulunan Barbarlık Müzesi bu katliamların ibretlik vesikasıdır. 


 Günümüze geldiğimizde; gerek Kıbrıs’ta gerekse Türkiye’de büyük bir gayretle Kıbrıs’ta Rumlar ile Türklerin bir arada yaşadığı birleşik Kıbrıs Devleti kurulmaya 

çalışılmaktadır. 

 Bütün tavizler göze alınarak Annan Planı döneminde olduğu gibi Rumlarla anlaşılmaya çalışılmaktadır. 


 Neyse ki Rumlar verilen her şeye rağmen anlaşmaya yanaşmamaktadır. 


 Aynen geçmişte olduğu gibi Kıbrıs’ta Türk varlığını yok saymaktadır. 


 Tekrar bütün yetkililere hatırlatıyorum. 


 1960-1974 yılları arasında kurulan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde binlerce Kıbrıs Türk’ü katledilmiştir. 


 Her gün Türkiye’nin müdahalesi beklenmiştir. 


 Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Rahmetli Dr. Fazıl KÜÇÜK; Rumlarla anlaşmanın güneşin batıdan doğup, doğan batması kadar imkansız olduğunu söylemiştir. 


 Allah gani gani rahmet eylesin. 


 Büyük insandı. 


 Yine Büyük bir insan Rahmetli Rauf Raif DENKTAŞ, her şeyi denemiştir. 


 Kıbrıslı Türklerin eşit statüde yaşayacağı bir anlaşmayı yapmak için. 


Ancak nafile. 


Mümkün olmamıştır. 


Oysa Baylar; bu Kıbrıs Adası Rumlardan alınmadı. 


Bu Kıbrıs Adası alındığı zaman uygulanan iskan politikası neticesinde 50 binden fazla Türk tarafından vatan haline getirildi. 


Baylar; 1878 yılına kadar çoğunluğu Türklerden oluşan bu Ada, emperyalist oyunlar neticesinde Türkiye’den koparıldı. 


Rumların etkin olmasına zemin hazırlandı. 


Yani Kıbrıs Adası bir Türk vatanı iken emperyalist oyunlarla bizden koparıldı. 


Bu nedenle Kıbrıs Yunanistan için bir emperyal politika iken, Türkiye için vatan davasıdır. 


Bu davaya sahip çıkmak her Türkün vazifesi olmalıdır. 


En azından elimizde kalan %30 da kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yaşatılmalıdır. 


Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin güvenliği buna bağlıdır. 



***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 18



AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 18


Tom Spencer (AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı):

 "Türklere ileride bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu."
R. Balfe (Kızıl Danny lakaplı, Türkiye-AB Karma Parlamentosu eski Eşbaşkanı Bendit'in, Leyla Zana'yı ziyaret etmek istemesi ve buna izin verilmemesi üzerine, Türkiye'nin en geç 4 ay içinde buna izin vereceği konusunda yemeğine iddiaya girdiği İngiliz Parlamenter):

"Türkiye AB'nin hiçbir sözüne inanmamalıdır..." 

Sonuç

1959 yılındaki müracaatımızı dikkate alırsak tam 43 yıl, 1964 tarihli ortaklık anlaşmasına göre de 38 yıldır AB yolundayız. Ancak yaklaşık yarım asırlık bu ilişkiye dönüp baktığımızda, fasit bir daire içinde sıkıştığımızı ve  başlangıç noktasında durduğumuzu söyleyebiliriz. Oysa geçen bu süre zarfında, tüm enerjimizi, kaynağımızı ve zamanımızı bu uğurda harcadık. Uluslararası ilişkilerde bu kadar çaba gösterilip de olumlu veya olumsuz herhangi bir sonuca bağlanamayan gerçekten ender bir örnekle karşı  karşıyayız.
Ağırlıklı olarak AB belgeleri üzerinde yaptığımız bu incelemeden sonra  vardığımız sonuç  şu olmuştur;

Türkiye ısrarlı bir şekilde ve ne pahasına olursa olsun AB'ye girmek istemektedir. Maalesef bu istek, akılcı bir değerlendirme ve hesaba dayanmamış, "Acaba AB bizi alır mı?" diye hiç düşünülmemiş, sadece tutkularla AB'ye kilitlenilmiştir. Öyle ki, farklı görüşler kınanmış, AB'yi tenkit büyük bir ayıp sayılmıştır. Gerçekte onlardan yapamayacakları bir şey istediğimiz hâlâ da tam olarak anlaşılabilmiş değildir. 

AB ise, NATO üyeliği, Balkanlar, Kafkaslar ve Türk Dünyasının ana kapısı olması ve Ortadoğu enerji bölgesinin kilidi konumunda jeostratejik öneme sahip bulunmasının yanısıra İslam Dünyasındaki yeriyle, 65 milyonluk büyük bir pazar olarak da gördüğü Türkiye'yi gözden çıkaramamakta, "Tam üyelik" hariç ne şekilde olursa olsun kendine bağımlı bir statüde ve kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. AB'nin, 1989 yılında su yüzüne çıkan ve adım adım uyguladığı bu politika, "Tam üyeliğimiz üzerinde şüphe uyandırmaksızın" bugüne kadar sürmüştür. Türkiye'nin "kayıtsız-şartsız" ısrarına da tam bir fırsatçı anlayışı ile yaklaşan AB küçük-büyük ayrımı yapmaksızın çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapmış, ülkemizin yapısını sarsacak istek ve davranışlarının sayısını, hızını ve dozunu arttırmıştır. "Matruşka" misali, istek içinden istek çıkmış, liste uzadıkça uzamıştır. AB'nin Türkiye temsilcisinin yazışmaları ve diğer yetkililerin beyanları ülkemizin şeref ve haysiyetini ciddi şekilde rencide etmiştir. 
Kolumuzu, kanadımızı önce bağlamaya, sonra da kırmaya yönelik bu istek ve davranışlar zaman içinde Türk halkında AB'ye karşı öfke birikimine yol açmış, sorgulamalar başlamıştır. Pandora'nın kutusundan çıkan, - Türkiye lehine tek bir kararı olmayan, ülkeyi bölmek isteyen terör örgütlerine "yardım ve yataklık ederken" suçüstü yakalanan, ölçüsüz isteklerinde "efendi-köle" üslubunu benimseyen, ne yazılı ve ne de sözlü hiçbir taahhüdünü yerine getirmeyen ama devamlı bir şeyler isteyen- bir muhataptır. Sorgulamalar sürdükçe, AB'nin hiç de anlatıldığı gibi "Yüksek insanî, ahlakî ve hukukî değerler" üzerine kurulmadığı, bu değerlerin sadece kendileri için var olduğu, sıra Türkiye'ye gelince hatırlanmadığı anlaşılmıştır. Belli ama süratle genişleyen bir kesimde görülen ve etkili olan bu yeni AB görüntüsü toplumda ciddi bir sarsıntıya yol açmıştır. Bu sarsıntı AB cephesinde de yaşanmış, "Yüksek değerlerin" altındaki gerçekler bir bir çıktıkça ölçüyü zaten kaçırmış olan AB, iyice hırçınlaşmış, Türkiye'ye karşı kullanılan dil, tehdit, şantaj ve sömürge valisi üslubuna dönüşmüştür. 

Sonuçta da bugün AB-Türkiye ilişkileri oldukça kritik bir kavşağa gelmiştir. Bu noktaya gelinmesine ne yazık ki, karşılıklı yanlışlar sebep olmuştur. AB tek yanlı bağımlılık (sömürgecilikten gelen alışkanlıkla) sağlamak için ölçüsüz hareket ederken, Türkiye, tarihî, stratejik ve coğrafik büyüklüğüne ve önemine yakışacak bir vakar sergileyememiş, hak ve menfaatlerine sahip çıkamamıştır. 
Bu yeni dönemde, karşılıklı öfke ve hırçınlığı besleyen gelişmelerin kontrol altına alınıp, yeni bir mecraya konulması şarttır. Aksi durum, yakın gelecekte düşman kampların oluşumunu kaçınılmaz hale getirecektir. Böylesi bir kamplaşmanın ortaya çıkması da hiç şüphe yok ki AB'nin, Türkiye ve Orta Doğu'daki menfaatlerini telafî edilemeyecek ölçüde zayıflatacaktır. Türkiye de, ABD başta olmak üzere bölgemizde ve dünyanın diğer alanlarında daha yoğun bir işbirliği arayışına girecektir. Tarih ve coğrafya olarak iç içe yaşadığımız AB ile ilişkilerimiz ise çok geri planlara itilmiş olacaktır. Bu tablo, aynı ekonomik, sosyal ve siyasal coğrafyayı paylaşan taraflar için arzu edilen bir görüntü olamaz.
Elbette istenen bu değildir. Ancak tarafların, hızla sürüklendiğimiz bu sonu görerek, daha sorumlu hareket etmeleri, karşılıklı saygı ve menfaatlere uygun bir çözüm bulmaları gerekmektedir. Bunun için de yapılacak ilk iş gerçekçi bir anlayışla Türkiye'nin 40 yıldır AB'ye üye olamayışının izahında uzlaşılmasıdır. Bu uzlaşma sağlandıktan sonra Türkiye'nin üyelik ısrarından, AB'nin de, Türkiye'nin yapısını her yönüyle tahrip edecek politikalarından vazgeçmesi gerektiği görülecektir. Bundan sonra coğrafyanın ve tarihin emri çerçevesinde Türkiye-AB ilişkilerini yeni bir zemine oturtmanın yolu aranmalıdır. İlişkilerin daha sağlıklı ve daha büyük boyutlu gerçekleştirilmesi arzusunun ortaya çıkması halinde, 40 yılın da tecrübesiyle taraflar, hiç şüphe yok ki gerekli mekanizmayı oluşturacaklardır. Karşılıklı kabullerden sonra ilişkileri geliştirecek bir çok yol bulunabilir. Mesela, AB'nin başta ABD olmak üzere diğer ülkelerle gerçekleştirdiği ve karar mekanizmalarında iki tarafın da eşit şekilde bulunduğu, karşılıklı yararı gözeten, çok yönlü tercihli ticarî anlaşmalar gibi, daha kapsamlı ve sürdürülebilir ilişkiler zinciri kurulabilir. Bu ve benzeri çabalar ile Türkiye-AB ilişkilerinde her şey aslına dönerken, tarihin emri de yerine getirilmiş olur. 
Bu teklifimizin, ufukta gözükmediği ve güzergâhında Türkiye bulunmadığı için gelmesi de imkânsız olan "AB trenini kaçırmak istemeyen" ancak bu uğurda varını, yoğunu yakıp yıkmayı göze alanları kızdıracağını biliyoruz. Ayrıca, bugüne kadar tüm politikalarını AB'ye endeksleyen idarecilerin de, en azından başka alternatif geliştirilmediği için bunu düşünmeye dahi cesaret edemeyeceklerini tahmin ediyoruz.
Onun için de, bu düşüncede olanlara, özellikle de karar mekanizmalarında bulunanlara şu teklifi yapmak istiyoruz: Artık Türkiye eli kolu bağlı bir şekilde beklerken, gelen-gidenin bir şeyler götürdüğü bir ülke konumundan çıkarılmalıdır. Bu bir şeylerin içinde, yakın tarihi unutan bazı çevrelerce hafife alınsa ve modası geçtiği söylense de, "egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü, dil ve din" gibi çok önemli, bir milleti millet yapan değerler bulunmaktadır. Bu sebeple, bu ülkenin maddî ve manevî büyüklüğüne yakışır bir kararlılıkla haklarımıza sahip çıkılmalı, "istekleri yerine gelmediğinde" bizi bir çocuk gibi azarlayanlara önce kendi sorumlulukları hatırlatılmalıdır. Yazılı belgelere rağmen, Türkiye'nin lehine olan hiçbir kararı bugüne kadar uygulamaya koymayan, Kıbrıs örneğinde olduğu gibi hukuku ayaklar altına alan ve verdikleri sözleri tutmayanlara gösterdiğimiz sözlü tepkilerin bugüne kadar ciddiye alınmadığı ortadadır. AB'ye de uygulanacak yaptırımlar olmalıdır. Bu yaptırımlar kendi anlaşmalarında vardır, ancak bunları kullanmamıza izin ve imkân vermeyeceklerini de biliyoruz. Gücümüz yok diye bütün olup bitenlere razı olmamalı, kendi yaptırımımızı bulmalıyız. Bu da, AB'nin bugüne kadar hukuku nasıl çiğnediğinin, anlaşmalara nasıl uymadığının ve hangi sözlerini tutmadığının listesinin AB'nin önüne konması ve "Anlaşmalar iki taraf için de geçerli ise artık sen de görevini yap" denilmesidir. Bu söylendikten sonra Türkiye de, AB için bir ilerleme raporu hazırlamalı ve öncelikle bugüne kadar görmezden gelinen yükümlülüklerin üstlenilmesini beklemelidir. Yılların bu birikimleri eritildikten sonra ancak diğer yükümlülükler, o da sömürge mantığı ile değil, medenî ilişkiler çerçevesinde değerlendirilerek, yine tek yanlı değil, karşılıklı olarak yerine getirilmelidir. 
Son söz, son tahmin ve son uyarı: Kısa veya orta vadeli istekler yerine gelsin gelmesin, yakın zamanda AB'nin Türkiye'ye takvim vermek niyeti yoktur. O tren bir ihtimal iplerin iyice gerilip kopma noktasında Türkiye peronuna yanaştırılır. Bir ihtimal diyoruz, çünkü maalesef bugün "kararlı duruşu" gösterecek iradeye sahip değiliz. İkinci, ancak en tehlikeli ihtimal, Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliğine tepkimizi kesme amaçlı "takvim havucu"dur. Gelişmeler ne yazık ki, Rum Kesimi'nin üyelik anlaşması Akropolis eteklerinde imzalanırken, Türkiye'ye verilebilecek takvimi kabul edebilecek olanlar bulunduğunu göstermektedir. Bunu yapabilecek olanların elbette tarih önünde hesap vermeyi de göze almaları gerekecektir. Ancak Türkiye ne pahasına olursa olsun, işin bu noktaya gelmesini, Kıbrıs'ın AB eliyle üçüncü kez ve bu defa tamamen Yunanistan'a teslimine engel olmalıdır. Aksi durum, Türkiye için sonun başlangıcı olacaktır. 


EKLER

EK-l

Kıbrıs ile İlgili Antlaşmalar

1959 LONDRA-ZÜRİH ANTLAŞMALARI:

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Temel Yapısı

Madde 8: Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısının, Türkiye ve Yunanistan'nın birlikte katıldığı uluslararası ittifaklara ve kurumlara Kıbrıs Cumhuriyeti'nin de katılması dışında, I.Ekte belirtilen savunma ve güvenlik konuları ve dış işleriyle ilgili herhangi bir yasa ve karara karşı ayrı ayrı veya birlikte kullanılmak üzere nihaî veto hakları olacaktır.
Bu maddenin gerekçesi de Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları arasında 12 Şubat 1959 tarihinde yapılan toplantının tutanağında şöyle ifade edilmiştir;
"Amaç, Kıbrıs'la üç ülke dışındaki ülkeler arasında daha avantajlı ikili anlaşmalar akdedilmesinin ve aynı zamanda Yunanistan ve Türkiye'nin Kıbrıs'ta, diğer taraftan daha elverişli bir ekonomik konuma geçmesi, örneğin Yunanistan'ın bir tür ekonomik ENOSİS'i gerçekleştirmesi ihtimalinin önlenmesi idi."

GARANTİ ANTLAŞMASI

Madde l: Kıbrıs Cumhuriyet, kendi bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini devam ettirmeyi ve Anayasaya saygıyı güven altına almayı üstlenir.
Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasî veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder. 
Kıbrıs Cumhuriyeti, bu maksatla, adanın gerek birleşmesini, gerekse taksimini doğuracak doğrudan doğruya (direkt olarak) veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardımcı ve teşvik edici tüm hareketleri yasaklar.
Madde 2: Yunanistan, İngiltere ve Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti'nin l'inci maddede belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve Anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu tanırlar ve garanti ederler.
Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini, gerekse Ada'nın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler.

1960 KIBRIS CUMHURİYETİ ANAYASASI

Madde 50.1 (a): Kıbrıs Cumhuriyeti'nin, Yunanistan ve Türkiye'nin birlikte üye oldukları uluslararası kuruluşlar ve ittifaklara katılması veya savunma ve güvenlik meseleleri hariç, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı, gerek ayrı ayrı gerek birlikte, dışişlerine taalluk eden herhangi bir yasa ve karar üzerinde nihai veto hakkına sahip olacaklardır.

ANTLAŞMA VE ANAYASA'NIN UYGULANMASI ÖRNEKLERİ

Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Avrupa Konseyi üyeliğinin tartışıldığı günlerde İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın Atina'daki Büyükelçisi'ne 14 Eylül 1960 tarihinde gönderdiği şifreli, gizli telgraf, Rum Yönetiminin AB üyeliğine yaptığı başvurunun hukuken geçersiz olduğunu ispatlayan bir belgedir. Telgrafta şöyle denilmektedir:
Yunan Hükümeti'nin bu konuda ne düşündüğünü anlamaya çalışırken Majeste Kraliçe Hükümeti'nin şimdiki görüşünün, Türkiye ve Yunanistan'ın her ikisinin de halihazırda üyesi oldukları bir kuruluşa Kıbrıs'ın katılmasının teşvik edilmesi şeklinde olduğu kendilerine bildirilmelidir.

Kıbrıs'ın BM Üyeliği

Kıbrıs'ın BM'ye üyelik başvurusunnn Güvenlik Konseyi'nde 24 Ağustos 1960'ta yapılan görüşmelerinde Konsey üyesi olmamakla birlikte Türkiye ve Yunanistan da görüş belirtmek için toplantılara davet edilmeleridir. Bu toplantılarda
Türkiye delegesi Seyfullah Esin ve Yunanistan temsilcisi Paul Ekonomu Guras, Kıbrıs'ın BM üyeliğine destek belirtmişlerdir. Böylece Kıbrıs'ın üyeliği 21 Eylül 1960 tarihinde onaylanmıştır.

Kıbrıs'ın Commanwealth Üyeliği

BM üyeliğinden 4 ay sonra Kıbrıs'ın Commanwealth üyeliği gündeme geldiğinde, Antlaşmalara ve Anayasa'ya uygun olarak Türkiye'nin ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı merhum Dr. Fazıl Küçük'ün de onayı alınmıştır.

Kıbrıs'ın Avrupa Konseyi Üyeliği

Kıbrıs, 24 Mayıs 1961 tarihinde Avrupa Konseyi'ne 16. üye olarak kabul edilmiştir. Bu üyelik sonucu, Kıbrıs'ın Avrupa Konseyi'nin Danışma Meclisi'nde biri Kıbrıslı Türk, ikisi ise Rum olmak üzere 3 üye ile temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. Ne yazık ki, 1963 sonlarında Kıbrıs Türk toplumuna karşı başlatılan etnik temizlik saldırıları sonucu iki toplumun ortaklığına dayalı yasal Kıbrıs Cumhuriyeti ortadan kalktığı halde, Kıbrıs Rum kesimi hem BM'de, hem Commonwealth, hem de Avrupa Konseyi'nde tek başına temsiliyet hakkından yararlanmayı sürdürmüş, Kıbrıs Türkleri ise bu tür uluslararası kurumlardan uluslararası hukuka aykırı olarak dışlanmışlar, ilgili kurumlar da buna destek vermişlerdir.

AB DIŞİŞLERİ BAKANLARI KONSEYİ'NİN KARARI

AB, Yunanistan'ın 12 Haziran 1975 tarihli başvurusunu topluluk Dışişleri Bakanları Konseyi 24 Haziran 1975'de değerlendirerek, kabul etmiş, Türkiye ile olan ortaklığına ilişkin bir beyanı da bu metne dahil etmiştir. Konseyin 347'inci toplantısı tutanaklarında yer alan bu metinde;

a- Topluluğun Türkiye ile çok yakın ortaklık ilişkilerini idame ettirmek ve geliştirmek hususundaki ilgisi ve

b- Yunanistan tarafından yapılan tam üyelik başvurusunun incelenmesinin, Toplulukla Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve AET ile Türkiye arasındaki Antlaşmada yer alan hakların etkilenmeden kalacağı kaydedilmiştir.

Komisyonunun Yunanistan'ın tam üyelik başvurusu hakkında hazırladığı 29 Ocak 1976 tarihli görüşte, konseyin yukarıdaki beyanı tekrarlanarak, buna işlerlik kazandırılması gerektiği ifade edilmiştir. Aynı görüşte, Avrupa Topluluğu'nun Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığı ve olmaması gerektiği de vurgulanmıştır.

Görüldüğü gibi AB 1975-80 arasında Türk-Yunan ihtilaflarına ve Kıbrıs meselesine taraf olmama yönünde bir tutum izlemiştir. AB'nin tutumu, Türkiye'nin tam üyelik başvurusu ile değişmiştir.

19 MAYIS 1979 DENKTAŞ-KİPRİYANU ZİRVESİ ANLAŞMASI

Madde 8: Cumhuriyetin bağımsızlığı, egemenliği, toprak bütünlüğü ve bağlantısızlığı, başka herhangi bir devletle tamamen veya kısmen birleşmeye karşı herhangi bir biçimde taksime ya da ilhaka karşı yeterli güvenceye kavuşturulmalıdır.
BM GÜVENLİK KONSEYİ'NİN 649, 716, 750, 774, 939 SAYILI KARARLARI
"....bir çözüm, bir başka ülke ile kısmen ya da bütün olarak birleşme veya taksim ve ayrılmanın herhangi bir şeklini içermez."

BM GENEL SEKRETERİ PEREZ DE CUELLAR'IN RUM KESİMİNİN AB'YE MÜRACAATI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMESİ

Dönemin BM Genel Sekreteri Perez De Cuellar, 11 Eylül 1990 tarihinde Rumların başvurusuyla ilgili yaptığı değerlendirmede, AB üyeliğinin çözüm çerçevesinde iki tarafça müzakere edilmesi gereken bir konu olduğunu belirtmiştir. BM Güvenlik Konseyi de müzakerelere zemin olarak onayladığı Fikirler Dizisi'nde, "Federal Cumhuriyetin AET'ye üyeliği ile ilgili konuları müzakere edilecek, üzerinde anlaşmaya varılacak ve iki toplumun onayı için ayrı ayrı referanduma sunulacaktır." denilmiştir.

19 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

27 Kasım 2017 Pazartesi

Anastasiadis Hala Hayal peşinde

Anastasiadis Hala Hayal peşinde

Prof. Dr. Ata ATUN
17 11 2017 CUMA
KKTC


Şubat ayında Kıbrıs Rum tarafında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Anastasiadis’in aklını başından almış anlaşılan. Alkolik olması nedeniyle kafası alkolsüz çalışmadığı için Kıbrıs müzakerelerinin nasıl sonuçlanması gerektiği ve Kıbrıs’ın geleceği konusunda ütopik düşünceleri, fikirleri var. 

Avrupa Birliği’nde (AB) “Üniter Savunma Birliği” kurulması hedefine yönelik ilk adım, Daimi Yapısal İşbirliği’ne (PESCO) katılıma dair “Ortak Beyan”ın imzalanmasıyla hafta başında Brüksel’de atıldı. Bu Ortak Beyan’a AB üyesi 23 ülke imzasını attı. Öncelik Kıbrıs Rum Yönetiminde ve Yunanistan’da oldu. Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, nefes bile almadan anında bu işbirliğine katılımı imzaladılar. 

Gerekçeleri de, güya Üniter Savunma Birliği yürürlüğe girdiği vakit, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayılı kararı ile Kıbrıs’ta meşru yapı olarak 
kabul devletin, yani Kıbrıs Rum Yönetiminin, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre (EK I) Garantörlerin müdahale hakları ile (Madde 4) ve aynı Anayasadaki Garantiler ve İttifak Anlaşmasına gerek kalmayacağı. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın iddialarına göre adadaki meşru devletin bundan böyle garantörü Avrupa Birliği olacak(mış) ve adanın güvenliği de Avrupa Birleşik Kuvvetleri tarafından sağlanacak(mış.) Bu nedenle de artık Türkiye’nin garantörlüğüne ve adadaki Türk Askerine gerek kalmayacak(mış.) 

Rumların ve Yunanlıların hayal güçleri o denli zengin ve pembe ki,  daha şimdiden “ PESCO’ya katılımımız, Güvenlik ve Garantiler konusunda Ankara’ya karşı elimize büyük bir koz verdi ” demeğe başladılar. Devamla da “Kıbrıs’ın güvenliğinin Türk askeri tarafından garanti edilmesi talebi yok edildi. Adanın güvenliği, içinde bizimde yer aldığımız AB Ordusu tarafından olacak” iddiasında bulunup, zil takıp oynuyorlar.  

Sanırım kafaları biraz bulanık olduğundan, belki de biraz da alkolün etkisiyle, Avrupa Birliği’nin savunma planlamasında birincil rolün, Türkiye’nin de içinde en büyük 2. Ordu olarak yer aldığı NATO’da olduğunu unutmuşlar veya hiç akıllarına gelmemiş. Belki de böylesi bir gerçeğin akıllarına gelmemesi daha iyi olur düşüncesi ile yok farz etmişler NATO’da Türkiye’nin varlığını ve rolünü.

Hiçbir zaman ve hiçbir koşulda Türkiye’nin, bir asır önce Girit’te, “Avrupa Büyük Devletlerinin” Girit’te yaşayan Türk halkının hayatının, malının, mülkünün ve 
geleceğinin garantisini sağlayacakları taahhüttü ile Girit’ten Türk askerinin çekilmesi ve müşterek Avrupa Birliği Ordusunun Girit’e ayak basması sonrasında on binlerce Giritli Türk’ün katliamı ile sonuçlanan tuzağa bir kez daha düşmeyeceğini unutmuşa benziyorlar.        

Rumların ve Yunanlılar bu pespembe hayaline,  KKTC’nin 34’üncü kuruluş kutlamaları çerçevesinde Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’nda düzenlenen törende konuşma yapan Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ, gereken yanıtı verdi.

Akdağ’ın törende “ Crans Montana’daki görüşmelerin, Rum Yunan ikilisinin uzlaşmaz ve gerçeklerden uzak tutumu sebebiyle sonuçsuz kalmasının ardından, 2008 yılında başlayan müzakere süreci sona ermiştir. Bu durum Rum tarafının adadaki yönetimi, Kıbrıs Türkleri ile paylaşmaya niyetinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Rum tarafı arkasına aldığı Avrupa Birliği’nin yandaş tutumlarıyla şımarık bir çocuk gibi davranmayı artık bırakmalıdır” sözleri, artık müzakereler sayfasının önemini kaybettiğini, sürdürülse bile kerhen olacağını ve Kıbrıs konusunun başka bir kulvara girmek üzere olduğunu ortaya koymakta.

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı


***