Prof. Dr. Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2016 Pazar

Ortadoğu’nun Yarınını Kürt Meselesi Belirleyecek Gibi




Ortadoğu’nun Yarınını Kürt Meselesi Belirleyecek Gibi

EROL MANİSALI, 
Cumhuriyet, 
18 Haziran 2012


Batı, kademe kademe Kürdistan’ın kurulmasına karar vermiş görünüyor. Arabi, Farsi ve Türkinin yanına Kürdi de siyasal olarak ilave edilmek isteniyor.

Kürdistan’ın, siyasal olarak kurulması ve Batı’nın denetimi altında bulunması, küresel çıkarları ve İsrail’in güvenliği açısından çok önemli.

Kürdistan’ın kurulması Irak, Suriye, Türkiye, İran ve Azerbaycan’ın fedakârlığını gerektiriyor.

İlk özveriyi Irak yapmış bulunuyor; ülke fiilen bölünmüş durumda. Türkiye içinde de özerklik ve federasyon konusunda önemli ilerleme var. Silahların bırakılması ile önemli bir zemin hazırlanmış olacak gibi görünüyor.

Suriye ve İran ayaklarının da halledilmesi ile sürecin 5-10 yıl içinde tamamlanması söz konusu.

Bu sayede ABD, AB ve İsrail’in Ortadoğu’daki konumu güvence altına alınmış olacak; Çin ve Rusya’nın Batı ile rekabetinde önemli bir üstünlük elde edilecek.

AKP-CHP işbirliği

AKP ve CHP’nin Kürt meselesinde diyalog (ve yakınlaşma) içine girmeleri sürecin yürütülmesi bakımından önem taşıyor. Çünkü bu yükü AKP’nin tek başına üstlenmesi imkânsızdır. Küresel güçler bunun da farkındalar.

6 Haziran 2011’de Bıçak Sırtı köşemde yayımladığım makalemin başlığı, “Amerika, AKP-CHP Koalisyonu İster mi?” idi. Bu meselenin çözümünde büyük koalisyonun gerekli olduğuna değinmiştim.

Bir yıl öncesinde yadırganan makalemin, bugün kamuoyunda, çoğunlukla destek gören fikirleri içerdiğini görüyorum.

Bir bilim insanı olarak trendlerin (ve eğilimlerin) uzantılarını nesnel (ve sayısal) bir biçimde ortaya koymak doğal bir akademik alışkanlığımdır. Süreçlerin varacağı noktalar üç aşağı beş yukarı bellidir.

Olasılıklar belliydi

Son 10 yıl içinde bu köşede konu ile ilgili olarak yazdığım yazılarda şunu söylemiştim;

- Ya Araplar, İran ve Türkiye olarak bölge ülkeleri Kürt meselesi konusunda kendileri ortak bir zemin ve çözüm oluşturacaklar,

- Ya da ABD, AB ve İsrail’in taleplerine şu veya bu şekilde evet diyerek onların politikalarına uyum sağlayacaklardır.

Bugün gelinen noktada ikinci olasılığın egemen olduğunu ve sürecin bu yönde ilerlediğini görüyoruz.

Irak’ta bu süreç askeri müdahalelerle yürütüldü. Türkiye’de ise sınırlı silahlı çatışmalara rağmen daha yumuşak, hatta parlamenter sisteme entegre edilerek ilerleme sağlanıyor; siyasal diyalog öne çıkarılıyor.

Suriye’de ise iç çatışma ve iki cephe oluşturularak hallediliyor. En büyük baş ağrısı İran; sırtını Asya’ya dayayan İran direnmektedir.

İran’a karşı kapsamlı bir askeri müdahalenin ise Batı için bedeli çok yüksek. İşler tersine dönebilir, hesaplar bozulabilir.

Bu konuda “Türkiye’nin, ABD ve AB açısından önemi çok artmıştır”. Onlara İsrail’i de ekleyebiliriz.

Ankara 1 Mart 2003 tezkeresine rağmen, Irak konusunda elinden gelen desteği sağladı. Suriye’de Batı’nın politikalarına uydu.

Ancak İran meselesinde Ankara çekingen davranmak zorunda kalıyor. ABD ve AB de Ankara’yı fazla sıkıştırmak istemiyor. Çünkü ona ihtiyaçları var.

Bu da Ankara’nın elindeki joker değilse bile önemli bir karttır. Bu arada Ankara, üzerindeki bölgesel riskleri düşürmek için Rusya ile de flörtünü sürdürüyor.

Bir bakıma Ankara, Berlin’in yaptığını yapmaya çalışıyor.

EROL MANİSALI, 
Cumhuriyet, 
18 Haziran 2012

http://www.guncelmeydan.com/pano/ortadogu-nun-yarinini-kurt-meselesi-belirleyecek-gibi-erol-manisali-t31907.html



.

Acaba Hangi A. Gül Cumhurbaşkanı olacak ?






Acaba Hangi A. Gül Cumhurbaşkanı olacak ?



Erol MANİSALI 
17 Ağustos, 2007



- 1997 yılına kadar Batı sömürgeciliğine karşı çıkarak ABD ve AB'nin Türkiye'ye karşı izledikleri dayatmacı politikalarını suratlarına vuran Gül mü?

Yoksa Rand Corporation'ın raporlarında yer aldığı gibi, "2002 - 2007 döneminde ABD'nin sömürgeci ve işgalci politikalarının destekçisi olarak Arap ülkelerine karşı işbirliği yapan kişi mi?"...

- Mart 1995'te TBMM'de, benim görüşlerimi savunmakla yetinmeyerek, "AB bizi arka bahçedeki köpek kulübesinin içine sokuyor, buna müsaade edemeyiz" diyen siyasetçi mi?

Yoksa 17 Aralık 2004 ve 5 Ekim 2005'te AB ile yaptığı sömürgeci anlaşmalarla, köpek kulübesine Avrupa (ve Batı) ile birlikte bir çivi daha çakan "yeni yüzlü kişi mi" ?..

- Başbakan Necmettin Erbakan'ı benim ricam üzerine 20 Temmuz 1996'da Rauf Denktaş 'a destek vermek üzere KKTC'ye ite kaka getiren Gül mü?

Yoksa Denktaş'ı indirerek yerine Amerikancı M. Ali Talat 'ı getiren Dışişleri Bakanı mı?

- 1997'ye kadar ABD ve AB'nin Türkiye ve Ortadoğu'daki emperyalist eylemlerine şiddetle karşı çıkan A. Gül mü?

Yoksa dün TBMM kürsüsünde hiç korkmadan, söylediklerinin bugün 180 derece tersini uygulayan işbirlikçi insan mı?
Önceden planlanan A. Gül!..

Aydınlık dergisinin 20 Ekim 1996 tarihli yayınının başlığı şöyle: " Morton Abromowitz, Tayyip 'i Erbakan 'ın yerine hazırlıyor". Haberin kaynağı CIA'nın yan kuruluşu Rand Corporation 'ın raporu.

Raporda Tayyip Erdoğan - Abdullah Gül ikilisi birlikte boy gösteriyorlar. Rapor, "Tayyip Erdoğan'ın başbakan, Abdullah Gül'ün de dışişleri bakanı yapılacaklarını" yazıyor. Rapordaki ifade işin, 2002 - 2007 döneminin ABD örgütü tarafından "daha 1996 yılında öngörüldüğünü" gösteriyor.

Ancak A. Gül'ün cumhurbaşkanlığı "henüz öngörülememiş"! Benim de çok iyi tanıdığım "eski asistanım Abdullah'ın" kendisinin de bunu rüyasında bile görmediğini tahmin edebilirim (*).

Sermaye - Köktendinci - Emperyalizm koalisyonu

Meselenin odak noktasında Batı emperyalizmi ile işbirliği yatar. Bu işbirliğine yalnızca köktendincilerin bir kısmı soyunmadılar. Eski solcular, yazarlar, sendikacılar, bürokratlar ve akademisyenlerden de sömürgecilerin cephesine geçenler oldu.

ABD ve AB emperyalizmini arkalarına alan bu çevreler kendi halkına, kendi insanına ve coğrafyasına karşı oligarşinin ve faşizmin bir parçası olmuşlardır.

Önce kendilerini satıp özelleştirmişler, daha sonra ülkenin halkını, kaynaklarını, güvenliğini, kültürünü satmaya koyulmuşlardır.
Emin Çölaşan'a gelince...

Emin Çölaşan "Son yıllarda Batı sömürgeciliğine karşı" yazanlar arasında başı çekenlerdendir. Yazdıkları, emperyalizmi ve içerdeki ortaklarını rahatsız etmekteydi.

Emperyalizme ve onların içimizdeki işbirlikçilerine karşı yazanları sindirme ve tasfiye politikasının özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra artmasını bekleyenlerden biriyim.

Sermaye ve işbirlikçi köktendincilerin Batı emperyalizmi ile olan koalisyonlarında "medya" en önemli silahtır.

Şimdi şunu merak ediyorum; kimler Emin Çölaşan'ın arkasında duracak? Kimler susup görmezlikten gelecek?

İşte bütün mesele bu... Olmak ya da olmamak... Kendini satanlarla, insan gibi ayakta duranlar arasındaki hat... Gerçek kırmızı çizgi... Susanları iyi izleyelim; bunlar işbirlikçilerdir, Türkiye'yi satan örtülü faşistlerdir...



(*) "Abdullah Gül'ün Kimliğinde AKP" Avrupa'yla Derin Bağlar İçinde, sayfa 50-75, Truva, 2007.

Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.

Gazi Mustafa Kemâl Atatürk

YAZIYI GÖNDEREN,
Erkan Güçiz,

erkanguciz@gmail.com

http://www.guncelmeydan.com/pano/2000-li-yillarin-basbakanini-nasil-hazirladilar-arslan-bulut-t33147.html#p154402


..

KKTC Yaşayacak mı?






KKTC Yaşayacak mı? 


Erol MANİSALI
Pzt Tem 19, 2010 


KKTC Yaşayacak mı?


Bir 20 Temmuz’a daha geldik, KKTC’nin kuruluşuna yol açacak müdahale ve sonrasında 15 Kasım 1983’te onun kuruluşu;

- 1963 ile 1974 arasında Kıbrıs Türkleri, 1960’ta elde ettikleri hakları kullanamıyorlar, baskı altındalar. Oysa İngiltere, Yunanistan ve Türkiye imzaladıkları uluslararası anlaşma ile garantör ülke statüsündeler ve üçü de Kıbrıs’ta asker bulunduruyor.

- 1967’de Atina’da askeri darbe olmuş ve demokratik seçimlerle işbaşına gelen sol iktidardan memnun olmayan kimi küresel odaklar Albaylar Cuntası’nı işbaşına getirmişler. Bizim daha sonra yaşadığımız 12 Eylül 1980 generaller darbesine benzer bir durum.

- Kıbrıs’taki Makaryos yönetimi (ve rejimi) adayı yavaş yavaş bir Helen adası yapmak istiyor. Ama kendisi üçüncü dünyaya çok yakın. Bu stratejik bölgede (ve adada) üçüncü dünyacı bir yönetim istemeyenler Makaryos’u devirmeye karar veriyorlar.

- 1990’lı yıllarda açıklanan Amerikan ve Yunan belgelerine göre Washington ve Atina, Nikos Samson adında terörist, katil ve Türk düşmanı biri üzerinde anlaşıyorlar. Nikos Samson’a, üçüncü dünyacı Makaryos’u devirip iktidara darbe yoluyla geçtiğinde, “devlet başkanı olarak tanınacağı güvencesi”, Atina’daki Albaylar Cuntası tarafından veriliyor.

- 15 Temmuz 1974’te Samson darbeyi başlatıyor ancak sonuç alamıyor ve adada bir iç savaş bütün şiddeti ile yürüyor.

- Türkiye garantör ülke, tek başına da müdahale edebilir. Ama Başbakan Ecevit Londra’ya, “birlikte müdahaleyi öneriyor”. Atina ile konuşamaz çünkü hem faşist bir askeri cunta var, hem zaten Samson’u tezgâhlayıp adaya gönderenler onlar.

Ama Londra, Ecevit’in önerisini geri çeviriyor.Türklerle Rumlar kapışırsa, her zaman olduğu gibi işlerine geliyor, ikisi de Londra’ya, “gel benim tarafımda ol” diye talepte bulunacaklardır. Zaten İngiltere’nin adanın her tarafına yayılmış askeri üsleri var; 1960 anlaşmasına göre bu üsler onun tapulu malı; Ankara ve Atina 1960’ta bunu kabul etmişler.

- Ecevit’in başında bulunduğu koalisyon hükümeti,1960 Anlaşması’nda Türkiye’nin sahip olduğu garantörlük hakkına dayanarak 20 Temmuz’da Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunuyor.

Birkaç yıl sonra Kıbrıs Türk Federe Devleti, 15 Kasım 1983’te de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulur. Türkiye’nin müdahalesi başlangıçta Batı’da ve diğer ülkelerde oldukça destek görür.

Desteğin nedenleri?

1) Önce Atina’daki Albaylar Cuntası’nın faşist ve işgalci girişimi ile ada işgal edilmek istenmiş, Türklere saldırılar başlamış ve Ankara uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak müdahale etmiştir.

Siyasi, hukuki ve reel gelişmeler açısından Türkiye’nin konumu sağlam.

2) Üçüncü dünyacı Makaryos devre dışı kaldığı ve ABD ve Avrupa’ya el açmak durumuna düştüğü için Washington ve Londra çevreleri de mutludurlar. Artık Moskova, Yeni Delhi, Belgrad üçgeninde at oynatan Papaz, Washington ve Londra’dan yardım bekler hale gelmiştir.

3) Ezilmiş İslam âlemi de, adadaki Müslüman (ve Türk) oluşumuna sempati ile bakmaktadır.

4) 20 Temmuz müdahalesinden sonra Atina’daki faşist Albaylar Cuntası devrilmiş ve demokrasi Yunanistan’a gelmeye başlamıştır.

Bu konjonktür dalgalanarak, yavaş yavaş Türkiye aleyhine değişmeye başladı. 1990 sonrasında ise ABD ve AB’nin Türkiye ve bölge için yeni öngörüleri Türkiye’yi Kıbrıs’ta sıkıştırma yönünde gelişti.

Başlangıçta KKTC’ye oldukça ılımlı bakan çevreler 1994’te ülkeye ambargo uygulamaya başladılar. AB bu ambargonun öncüsü oldu.

- Türkiye ile AB arasında tek yanlı bağlar kurulurken KKTC, Türkiye-AB ilişkilerine endekslendi. 6 Mart 1995’teki Gümrük Birliği’nin imzasından birkaç gün önce 24 Şubat’ta AB’nin başkanlık bildirgesi açıklandı ve “Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’ye alınacakları” ilan edildi. (*)

Yani AB, 1960’taki Londra ve Zürih anlaşmalarını tek yanlı olarak rafa kaldırmaya başlamıştı.

1990 sonrasının Türkiye ve Ortadoğu politikaları yeniden çizilirken, Kıbrıs gibi stratejik bir adada Türkiye’nin ve Türklerin varlığı kabul edilemezdi.

- AB, gırtlağına kadar KKTC’deki iç politikanın içine daldı.

- Kimin iktidara geleceği artık dışardan belirleniyordu. Günter Verheugen ve Karen Fogg, “seçimlerde şöyle şöyle bir sonuç alınmaz ise sonuçları geçerli saymayacaklarını” kamuoyu önünde açıklıyorlardı.

Mayıs 2004’te Kıbrıs Rumları, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak, “uluslararası anlaşmalara aykırı bir biçimde AB üyesi yapıldılar”.

Artık Türkiye üzerindeki kedi-fare oyununa, Yunanlılardan sonra Rumlar da dahil edildiler. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde KKTC, sürece endekslenen bir parça oldu.

“Türkiye’nin AB üyeliğindeki en önemli engel Kıbrıs sorunudur” diyecek kadar akıldan, hukuktan ve ahlaktan yoksun görüşler bile yazılıp söylenmeye başlandı.

2010 yılındaki 20 Temmuz kutlamalarını bu acı tarihi süreç içinde görmemiz gerekiyor. Bugün geldiğimiz noktadaki sorun şudur; Türkiye, KKTC’nin varlığını sürdürmesi için gerekli olan siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel iradeye sahip midir, değil midir? 


Erol MANİSALI
19.07.2010

http://www.guncelmeydan.com/pano/kktc-yasayacak-mi-erol-manisali-t25858.html


..

Kurumlarımıza ne Söyleyeceğiz.., Türkiye’nin İktisadi Sınırları Ortadan Kaldırılmıştır.


















Soylesi: Oktay Güney 
USIAD Bildiren Dergisi, 2007 
USİAD Danışmanlarımızdan Prof. Dr. Erol Manisalı ile Gümrük Birliği üzerine söyleştik. Evinde gerçekleştirdiğimiz söyleşide Manisalı Gümrük Birliği üzerinde değerlendirme yapan köşe yazarlarının sadece AB ile Türkiye arasındaki ticari ilişkileri ele aldıklarını, bunun büyük bir yanıldı olduğunun altını çizdi. Prof. Dr. Manisalı Gümrük Birliği’nin esas itibariyle AB ile Türkiye arasındaki ticaretten çok Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ticari ve iktisadi ilişkilerini Türkiye aleyhine olumsuz etkilediğini bu nedenle konuyu değerlendirirken özellikle üçüncü ülkelerle olan ticari ilişkilerimizin üzerinde durulması gerektiğini işaret etti. 

AB-Türkiye ilişkilerinde Gümrük Birliği’nin yeri nedir?

Türkiye’de Türkiye AB ilişkileri ve Gümrük Birliği içimizdeki oligarşi tarafından araç olarak kullanılıyor. 1989 yılında AB bizim tam üyelik başvurumuzu reddettiğinde, Özal, “AB bizi almasa da Gümrük Birliği’ne gireceğiz” dedi. Bu çabanın iktisadi bir mantığı yoktu; çünkü tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne girilemezdi. Biz konuyu bilen akademisyenler ve hatta devletin içinde DPT gibi kurumlar, Türkiye egemenlik hakkını tek yanlı devretmiş olur, Türkiye sömürge olur, diyorduk. Hatta bugünkü cumhurbaşkanı Abdullah Gül 8 Mart 1995’te TBMM’de yaptığı konuşmada “Bizi arka bahçede bir köpek kulübesinin içine oturtmuş oluyorlar.” diyecek kadar olayı net bir şekilde vurguluyordu. O zamanlar Abdullah Gül, RP milletvekili idi. Şimdiki görüşlerini burada tekrarlamaya gerek yok. Konuyla ilgili kitaplarımı okuyanlar da, süreci takip edenler de biliyorlar zaten.

Türkiye’de Gümrük Birliği’ni imzalamanın akıl dışı olduğunu bilen önemli çevrelere rağmen Gümrük Birliği göz göre göre neden imzalandı?

















Bu durumu iyi görmezsek sorunu anlayamayız. Buradaki sorun, Özalcılık ve Özal çevresindekilerin Gümrük Birliği üzerinden Türkiye’yi Batı kapitalizmine bağlamak istemeleriydi. Yani Türkiye AB’nin yönetimine sokuluyordu. Soğuk Savaş bitmiş, Sovyetler Birliği dağılmıştı. Türkiye’nin macera aramaması, Avrasya ülkeleriyle ilişkiye girmemesi, Batı kampında bağımlı tutulması için Gümrük Birliği bir araç olarak öngörülmüştür. Dolayısıyla Gümrük Birliği, bir gümrük birliği değildir. Bu içimizdeki oligarşi ve siyasiler açısından Türkiye’yi tek yanlı bağımlılık içinde tutarak Batı kampı içinde bloke etmek için bir maşa, bir araçtır. Bu oligarşi Soğuk Savaş Sonrası Batı’nın bize biçtiği elbiseye “evet” demiştir.

Gümrük Birliği, egemenliğimizin devri anlamına mı geliyor?


















Gümrükler tarihten bu güne stratejik unsurlardır. Ulusal, iktisadi sınırlar ve gümrük düzenlemeleri konusundaki yetkiler, devlet olmanın temel unsurunu oluşturur. ABD, İngiltere’ye karşı bağımsızlığını, İngilizlerin koyduğu gümrüğü tanımayarak simgeleştirdi. İngiliz çayını denize döktüler. “Senin çayın gümrüksüz giremez; burada benim egemenliğim geçerli” dediler. Almanya küçük devletçikleri arasında gümrükleri kaldırarak devletin egemenlik hakkını ve bütünlüğünü sağladı. İtalyan birliği de gümrükler birleştirilerek sağlanmış oldu. Osmanlı’ya baktığımızda ise 1838’de Baltalimanı Antlaşması ile Avrupa devletlerine yeni gümrük imtiyazları vererek kendi çöküşünü hızlandırmış oldu. Kısacası, gümrüğüne hakim olmak, iktisadi sınırlardan mal hizmet çıkışına egemen olmak bir ülkenin egemenliğinin simgesidir. Oysa artık Türkiye’nin ulusal iktisadi sınırları yoktur. Bu nedenle aslında Türkiye tek yanlı olarak AB’nin Gümrük Birliği yükümlülüğü altına sokularak devşirilmiş oluyor. Bu, yanlışlıkla değil, biline biline yapıldı, yapılmaya devam ediliyor.

İş çevreleri bu zararı biliyorlardı ise Gümrük Birliği’ne neden itiraz etmediler?

İş çevreleri ikiye ayrılmıştı. Bazı büyük gruplar Gümrük Birliği’nin haksız rekabet yüzünden kendisini ezeceğini biliyorlardı. Bunlar el altından itiraz etmeye çalıştılar; ancak başta Özalcılık olmak üzere, öyle bir siyasi ve stratejik ortam vardı ki bunlar Batı kampına bağlanmayı, kimi iş çevrelerinin zararına rağmen, hatta piyasanın Batı’ya kaptırılmasına rağmen bu tercihi yapmak zorunda kaldılar. Oligarşinin çelişkisiydi bu.

İş çevrelerinden Koç grubunun yakın zamanlarda Gümrük Birliği’ni eleştiren açıklaması oldu. Koç grubu da sözünü ettiğiniz iş çevrelerinden miydi?













Evet. Koç grubu da Gümrük Birliği’ne örtülü itiraz eden iş çevrelerinden di. Gümrük Birliği’nin tek yanlı haksız rekabetiyle karşı karşıya kalarak bu olumsuzlukları fiilen yaşadılar. Türkiye’nin egemenliğini Gümrük Birliği yüzünden kaybetmesi sadece siyasi bir olgu değil. İktisadi olarak piyasaya yansımaları nedeniyle büyük küçük tüm iş çevrelerini etkileyen bir olgu. Bir yazımda da belirttiğim gibi büyük dalgalar gibi önce alt katlar bu dalgalardan etkilenir, ondan sonra dalgalar üst katlara ulaşmaya başlayınca büyük şirketler de bundan etkilenir. Gümrük Birliği’ni TÜSİAD başta olmak üzere, büyük iş çevreleri destekliyordu. İşin ilginç yanı o zamanki Abdullah Gül gibi o zamanki MÜSİAD da karşıydı Gümrük Birliği’ne. Ama bugünkü Abdullah Gül de, bugünkü MÜSİAD da Gümrük Birliği’ne karşı değil.

Batı’nın büyük sermaye çevrelerinden İslamcı çevrelerle işbirliğine yönelmelerini neye bağlıyorsunuz?
Türkiye’nin fotoğrafına baktığımızda Batı İslamcılarla stratejik ortaklığa gittiği için bugün Türkiye’de kaos yaşandığını görebiliriz. Batı neden dincilerle ortaklığa gitti? Birincisi Amerikancı generaller ve büyük sermaye Batı’ya istediklerini dinciler kadar veremediler. Batı ne diyor? Türkiye’de cumhuriyet döneminde en iyi çalıştığımız hükümet AKP hükümeti. Yani bize Amerikancı generallerin veremediğini verdi, bürokrasi emrimizdeyken, onların veremediğini verdi diyorlar. Büyük sermaye egemenken onların veremediğini verdi diyorlar. Bütün bunları emperyalist sözcüğü içine oturttuğumuz zaman durum daha rahat anlaşılır. Büyük iş çevreleri kendi çıkarlarına ters düşmesine rağmen Batı’yla olan stratejik ortaklıkları nedeniyle, bugün işbirlikçi dincilerin yaptığını 1995’te yaptılar. O zaman onların stratejik ortağı büyük sermayeydi. Türkiye’yi tek yanlı bağlamasına rağmen Gümrük Birliği’ni bile bile imzalanmasına destek verdiler. Bugün Batı’nın stratejik ortağı olan İslamcılar da bile bile Gümrük Birliği’ne ses çıkarmıyorlar. Bunun yanı sıra bu çevre 1995’te Gümrük Birliği ile Batı’ya verilmeyen şeyleri de teker teker devrediyorlar.
İslamcı kesimdeki özellikle AB ve Gümrük Birliği konularındaki tavır değişikliğini nasıl açıklıyorsunuz?
İslamcıların bir kısmı Batı kapitalizmiyle işbirliğine giriştiler. Bu işbirlikçiler Türkiye’nin Batı kapitalizmine bağlanmasına göz yumdular. Refah Partisi Amerikancı olmadığı için tasfiye edildi, onun yerine antiemperyalist olmayanlar tercih edildi, üretildi, sahneye çıkarıldı. Abdullah Gül’ün izini sürdüğümüz zaman şunu görüyoruz. Abdullah Gül değişti, Necmettin Erbakan değişmedi. Kayıp trilyon davasının iki isminden biri olan Abdullah Gül bugün köşkte otururken bir diğer isim olan Necmettin Erbakan hapiste. Bu da İslamcıların Batı’yla olan ilişkilerinde onların geldiği farklı noktaları ortaya koymaktadır. Bu durum Gümrük Birliği’nin fotoğrafının anlaşılması bakımından önem taşıyor.
İslamcı kesimin Batı’yla ilişkilerinin onları getirdiği farklı noktaları işaret ettiniz. Ancak siyasal İslam’ın her rengini yaratan ‘yeşil kuşak’ bir emperyalist proje değil miydi?










Bugün Ortadoğu’da HAMAS antiemperyalisttir. HAMAS’ın yeşil kuşak olup olmadığı bugün çok önemli değil. Robotek gibi yarattığınız her şey düğmesine bastığınız anda size bağlı olacak anlamına gelmez. Bu anlamda Batı karşıtı tüm kesimleri geniş anlamıyla antiemperyalist olarak değerlendirebiliriz.

Kapitalizmi reddedip reddetmiyor olmak antiemperyalizm açısından ölçü değil midir?
Ben antikapitalistten çok antiemperyalist kavramını tercih ediyorum. Elbette antiemperyalist olmak, belli dönemler içinde antikapitalist olmayı da gerektirir. Bazen antiemperyalist olan kimi gruplar kapital üzerinden, kimi gruplar petrol grupları üzerinden kapitalizmi kullanabiliyorlar. Bunlar kapitalizmi antiemperyalizme karşı kullandıkları için antiemperyalist sayılabilirler. O zaman tanımı genişletmek gerekiyor. Duruma Çin örneğinden yaklaşabiliriz. Çin’e gittiğimde sordum, içeride sosyalizmi, dışarıda ise piyasa ekonomisini yürütüyoruz dediler. Çin antikapitalist değil ama sosyalist bir ülke. Piyasa bir araç, sosyalizm ise amaç olarak görülüyor Çin’de. Aslında serbest piyasa Batı için de bir araçtır. En liberal Batı ülkeleri dahi işine geldiğinde pek çok sektörde müdahaleci olabiliyor. Tarımsal destekler ve sektörel müdahaleler bunun en belirgin örneği.
Gümrük Birliği’nin imzalanmasında büyük sermayenin rolü neydi?
Büyük sermaye Gümrük Birliği’nin imzalanmasında katalizör görevi görmüştü. Özalcılık temelinde Türkiye’de sisteme büyük sermaye egemen olsun, siyasete, bürokrasiye, eğitim kurumlarına, medyaya, kültüre büyük sermaye egemen olsun, dolayısıyla tüm bu kurumlar büyük sermayenin eline geçsin büyük sermaye de zaten Batının doğal bir müttefiki olduğu için saydığımız tüm bu kurumlar Batının taşeronu müttefiki haline gelir, düşüncesi egemendir.
Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne eklenmesinde ABD’nin doğrudan çıkarı neydi?
















O dönemde, Richard Holbrooke Tansu Çiller’e Türkiye’nin Gümrük Birliği’ni imzalaması için özel mesaj göndermişti.Gümrük Birliği BOP’ta Türkiye’ye görev yükleyen bir anlaşma oldu. Amerikan şirketleri Avrupa Birliği şirketlerinden daha fazla yararlanıyor. Nasıl mı? Türkiye’den sen bir mal satıyorsun ABD’ye, o mal ABD’ye girerken 3. ülke gibi mütalaa ediliyor. Çünkü Türkiye AB’nin üyesi değil, biz tanımıyoruz diyor. Türkiye’nin bana sattığı mala Fransız gibi gümrük uygulamam, o mal benim için AB malı değil diyor. Türkiye’ye en yüksek vergiyi uyguluyor. Aynı mal ABD’den Türkiye’ye girerken Türkiye Gümrük Birliği sahasının içinde, öyleyse Türkiye bana düşük vergi uygulayacak diyor.

Gümrük Birliği’nin Türkiye için sonuçlarını hangi esaslar üzerinden değerlendirmek gerekiyor?
Gümrük Birliği üzerinde değerlendirme yapan köşe yazarları sadece AB ile Türkiye arasındaki ticari ilişkileri ele alıyorlar. Bunlar ya Gümrük Birliği’nin ne olduğunu bilmiyorlar ya da bilinçli olarak böyle değerlendiriyorlar. Gümrük Birliği esas itibariyle AB ile Türkiye arasındaki ticaretten çok Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ticari ve iktisadi ilişkilerini Türkiye aleyhine olumsuz etkilemektedir. Bugün dış ticaret açığımız 60 milyar dolar dolayına çıkmışsa Gümrük Birliğinin bunda büyük etkisi vardır. Üçüncü ülkelerde Türk ihracatçısı haksız rekabetle karşı karşıyadır. İskenderun’a gittim, demir-çelikçiler AB’den yassı demiri sıfır gümrükle aldığımız için Gümrük Birliği dolayısıyla AB’den alıyoruz. Oysa yassı demiri sıfır gümrükle Ukrayna’dan alsak yüzde on karımız olacak. Ukrayna’ya, üçüncü ülke oldukları için yassı demirde gümrük uygulamak zorundayız, Almanya’dan sıfır gümrükle giriyor ama bu yüzden zarar ediyoruz.
AB’nin özel ikilli anlaşma yaptığı ülkeler ve bu anlaşmaların Türkiye’ye etkisi nedir?
AB bütün büyük ülkelerle ikili anlaşma yapmış. ABD ve Çin’le yapmış, Meksika’yla, Kuzey Afrika ülkeleriyle vs yapmış olduğu anlaşmalardan Türkiye tek yanlı olarak zarar görüyor. Oysa Türkiye bu ülkelerle ikili ticaret anlaşması yapmış olsa karşılığını alabilirdi. Türkiye malı satarken üçüncü ülke, malı alırken Gümrük Birliği dolayısıyla birden bire AB ülkesi gibi muamele görüyor. Çin’den gelen mallar Türkiye’yi Gümrük Birliği yüzünden dolduruyor. Tüm bunlar yaşanırken hükümet kanadı AB ile stratejik bağları nedeniyle sessiz kalıyor.
Gümrük Birliği Çin ile aramızdaki ticari ilişkiyi ne yönde etkiliyor?
AB ile Çin arasında bir ikili ticaret anlaşması yapılmış. AB’nin Fransa, Almanya, İngiltere gibi büyük ülkeleri Çin’deki büyük yatırımları karşılığında örneğin tekstilde ve oyuncak sektöründe taviz vermişler. Türkiye de Gümrük Birliği yükümlülüğü altında olduğu için AB’nin verdiği ödünden zarar görüyor. Onlar zarar görmüyor çünkü karşılığında Çin pazarından başka avantajlar sağlıyorlar. Bizim böyle bir avantajımız yok. Biz tek yanlı Çin tekstiline örneğin avantaj sağlamış oluyoruz. Dolayısıyla üçüncü ülkelerle olan ilişkilerimizde AB, o ülkelerle ikili ticaret anlaşması yaptıysa Türk iş çevreleri bundan doğrudan doğruya zarar görüyor. Nasıl zarar görüyor, haksız rekabetle karşı karşıya kalıyor. Çünkü düşük gümrükle ithalat ediyor. Örneğin Brezilya’nın imalat sanayinde koruma oranı, yani ithalattan aldığı vergi yüzde 15–17 dolayında. Bizde bu yüzde 5 dolayına iniyor. Ayrıca Avrupa’nın ihracatında Türkiye 5. ülke. Avrupa’nın ithalatında Türkiye 7. ülke. Bu fark bile Türkiye’nin nasıl kazıklandığını gösteriyor.
AB Rusya ilişkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sarkozy son günlerde Rusya’ya gitti, AB ile Rusya arasında geniş kapsamlı bir iktisadi stratejik anlaşma yapılacak. Ticari olarak da Rusya’ya bazı ödünler verilmesi söz konusu. Çünkü onlar gaza bağımlılar, bir avantajları var. İhracat da yapıyorlar, özel ilişkileri dolayısıyla Rusya’nın bazı ürünlerine imtiyaz verecekler. Onların verdiği ayrıcalıktan Türkiye zarar görecek. Onların elde ettiği yarardan ise AB üyesi olmadığı için faydalanamayacak.
Bugün Türkiye Avrasya’ya açılmak istese Gümrük Birliği engel oluşturmaz mı?
















O zaman ne yaparsın, sen açılıyorsun ama AB’ye ben Gümrük Birliği yüzünden Avrasya’ya açılamıyorum dersin. Gümrük Birliği AB hukukunda olmayan bir şeydir. Tam üyelerin dışında kimseyle gerçekleştirilemez. AB içinde Gümrük Birliği diye ayrı bir kurum yok. Tam üye otomatikman Gümrük Birliği yükümlülüğü altına da girmiş oluyor. 

Burada Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne tek yanlı bağlanması söz konusu. Diğer hiçbir aday ülke tam üye olmadan Gümrük Birliği yükümlülüğü altına girmemiştir. Yunanistan tam üyeliğinin 7 yıl ardından Gümrük Birliği yükümlülüğü altına girdi. İspanya 4–5 yıl sonra girdi. Türkiye’nin, dış ekonomik ve dış stratejik ilişkilerinde denge politikasına ihtiyaç var. Ortada bir Türkiye olmadığı için Türkiye Oligarşisi kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor ve akılcı politikalar uygulanamıyor. Yapılması gereken şeyler bu nedenle yapılmıyor.




..

Avrupa Kıbrıs’ı Türkiye’den Koparmak İstiyor



Avrupa Kıbrıs’ı Türkiye’den Koparmak İstiyor 



Prof. Dr. Erol Manisalı


Avrupa Birliği ve Kıbrıs konusunda uzman olan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erol Manisalı’yla İleri Dergisi adına arkadaşımız Ali Özsoy görüştü.



İleri: Avrupa Birliği (AB) Kıbrıs sorununda "çözüm olmadan, üyelik olmaz" noktasından "Rum Kesimi üye olur, çözüm de böylelikle gelir" noktasına geldi. Türkiye ve KKTC'nin tepkilerine rağmen AB bu yolda yürüyor. 2002 yılının sonuna kadar zaman tanındı ve Türkiye ile KKTC'ye "tren kaçıyor" deniyor. AB'nin bu yeni stratejisinin temel nedeni nedir? 

Manisalı:  Türkiye-Avrupa arasındaki Kıbrıs uyuşmazlığı bir sorun değildir. Sorun AB'nin yarın da Türkiye'yi almayacak olmasından, Kıbrıs'ı kurtarmak istemesinden, Türkiye'nin elinden almak istemesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten AB, sayın Mesut Yılmaz'ın geçtiğimiz günlerde belirttiği 2007-2010 yılları arasında Türkiye'yi tam üye yapacak olsa, beklerdi Kıbrıs meselesi için. O zaman mesele kendiliğinden çözülmüş olurdu. Adadaki iki devlet AB'ye alınır, Türkiye de girmiş olur, dolayısıyla sınır kalmazdı AB üyeleri arasında. Ne Kıbrıs uyuşmazlığı ne Ege uyuşmazlığı diye uyuşmazlıklar kalırdı. 

AB'nin böyle davranmayıp da, 'ben 2002 yılında çözüm olarak Kıbrıs Rum Kesimi'ni içime alacağım' demesi, kesinlikle AB'nin 2007-2010 yılında Türkiye'yi içine almayacağını gösterir. Bu açıklama, 2020 yılında da, 2030 yılında da, 2050 yılında da, yani hiçbir zaman Türkiye'nin üyeliğinin AB'nin gündeminde olmadığını ortaya koymaktadır. Bir başbakan yardımcısı olarak sayın Mesut Yılmaz ya çok bilgi eksikliğinden dolayı bunları bilemiyor ya da bile bile Türk kamuoyunu yanlış bilgilendiriyor. Başka bir olasılık olduğunu düşünmüyorum. 

İleri:  Türkiye'de medya ve bazı çevreler, AB'yi azınlık hakları ve demokrasi açısından tam anlamıyla bir cennet olarak tarif ediyorlar. Dolayısıyla Rumlarla beraber Kıbrıs Türklerinin AB'ye girmesi en kolay ve kazançlı çözüm olarak gösteriliyor. Oysa İngiltere ve İspanya gibi AB ülkelerinin yaşadığı etnik sorunlar da ortada. Yunanistan'ın Batı Trakya'daki Türk azınlığa uyguladığı asimilasyon ve baskı politikaları hâlâ devam ediyor. AB'nin bunu engelleyici hiçbir tavrı yok. Balkanlar'da ABD ve AB'nin emperyalist politikalar doğrultusunda tezgahladığı etnik çatışmalar ve katliamlar da ortada. Eğer Kıbrıs bir bütün olarak Türkiye'den önce AB'ye girerse, Kıbrıs Türkleri demokratik bir ortamda egemen, eşit kimliklerini koruyabilirler mi? 

 Manisalı:  Kesinlikle hayır. Kıbrıslı Türkler bugün Batı Trakya'daki Türklerin, Rodos Adası'nda kalmış birkaç Türk'ün, Girit'te yüzyıla yakın bir süredir kalıp da sonradan Anadolu'ya göçmek zorunda kalan Türklerin durumuna düşerler. Türkiye AB dışında olduğu için, adanın AB'ye tam üye olarak katılması demek AB marifetiyle adanın Yunanistan'a ilhakı demektir. Çünkü Yunanistan ile Kıbrıs arasındaki bütün sınırlar kalkacak, yani Kıbrıs; Yunanistan ve AB açısından bir Midilli, bir Rodos, bir Girit Adası'ndan farklı olmayacaktır. Ve Kıbrıs meselesi de, AB içine alındığı için AB'nin bir ev meselesi, bir iç meselesi haline gelecektir. Türkiye'nin ne bir garantörlük hakkı, ne bir müdahale hakkı, ne Kıbrıs Türkleri hakkında söyleyebileceği siyasi, hukuki, fiili bir yaklaşımı söz konusu olabilecektir. Bu da Batıya yakın ve Türkiye'de Batıyla birlikte iş yapan, Türkiye'nin ulusal çıkarları aleyhinde hareket eden dar bir çevrenin, bunun içinde bazı büyük sermaye çevreleri de vardır; işine gelmektedir. Bunlar 1995 yılında 6 Mart belgesini de tezgahlamışlardır. Bu belge bildiğiniz gibi Türkiye'yi iktisadi ve siyasi olarak AB'ye tek yanlı bağımlı hale getirmiş ve Türkiye'nin adeta örtülü bir sömürge konumuna düşmesine neden olmuştur. Aynı çevreler bugün de Kıbrıs'ı AB'nin talepleri doğrultusunda Yunanistan'a ilhak ettirerek, AB'nin ve Batının taleplerini sağlamak istiyorlar. Batının Türkiye'deki uzantısı bir kesim olarak, Batı ve AB'yle ilişkilerini de, Türkiye için değil ama kendileri için güvence altına almış duruma gelecekler. Bunların başında belirli bir büyük sermaye çevresi ve bunların iktidarda tuttuğu hatta iktidara getirdiği bazı siyasi çevreler bulunmaktadır. 

İleri:  ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz AGSP, insan hakları, Kıbrıs, Güneydoğu gibi konularda AB'yle Türkiye'nin arasını açıyor diyerek, üstü kapalı olarak orduyu suçladı ve tüm AB dayatmalarını çözüm olarak savundu. Son olarak TÜSİAD başkanının Kıbrıs konusunda yaptığı "ver kurtulcu" açıklamalar tartışma yarattı. Medya ise çeşitli haber ve yorumlarla bu tezleri destekliyor. Kıbrıs hep bir "milli dava" olarak görüldü. Şimdi ise bu açıklamalar fazla tepki çekmiyor. Batıya hangi ekonomik ve siyasi bağımlılık tablosu Türk sermayesini ve siyasetini ulusal çıkarlara bu kadar zıt bir konuma sürükleyebildi? 

 Manisalı:  Sorun, temelde Türkiye'de toplumsal demokrasinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Aslında Türkiye'de dar bir çevre iktidardadır. Yani 65-70 milyonu değil, dar bir çevreyi temsil eden ve genellikle büyük sermaye çevrelerinin güdümündeki iktidar ve iktidarlar zinciri söz konusudur. Böyle olduğu içindir ki hem bu dar çevre, hem de bunlarla beraber iktidarda bulunan çevreler, Batının talepleri karşısında ulusal çıkarları korumayan, aynen 1918-1919'da İngiliz, Amerikan mandası isteyen çevrelerin konumundadır. Onlardan hiçbir farkları yoktur. Olaya Türkiye üzerinde Batının istediği koşullarla yakın işbirliği sağlanabilir, onun için de Batının taleplerinin yerine getirilmesi gerekir şeklinde, kendi çıkarları açısından bakmaktadırlar. Ben bunları Türkiye olarak görmüyorum. Bu dar çevre işin özünde, Batının Türkiye'deki uzantısı konumundadır. Bunlar içinde bazı büyük sermaye çevreleri vardır, bunlar içinde bazı bürokrasi çevreleri vardır, bunlar içinde bazı siyasi çevreler vardır, bunlar içinde Türk entelijensiyasının, aydınlarının bir kısmı bulunmaktadır. Dolayısıyla bu dar çevre Türkiye değildir. Batının Türkiye'deki uzantısı olduğu için de, Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan Batı taleplerinin kabul edilmesi konusunda bir eylem içerisindedirler. Ege konusuna, Kıbrıs konusuna, Güneydoğu, Türkiye-Ermenistan konusuna, AGSP konusuna, bütün bu beş altı temel meseleye baktığımızda çok ilginçtir, bu çevrelerin tutumunun hep aynı olduğu, Batının tek yanlı dayatmalarının ve taleplerinin karşılanması yönünde olduğu ortaya çıkar. 

 Buna karşılık Türkiye'de toplumsal demokrasi işlemediği için bu boşluğu TSK doldurmaya çalışmaktadır. En azından iç dengelerde değil, dış dengelerde, kritik dış politika konularında TSK devreye girmektedir. Türkiye'nin alması gereken tutumu sivil yönetimler, toplumsal demokrasinin eksikliğinden dolayı ulusal çıkarlar doğrultusunda ortaya koyamadığı için, ulusal çıkarları TSK korur konumda bulunmaktadır. Genelkurmay Başkanı, net bir şekilde Amerika'nın Irak'a müdahale edemeyeceğini, bunun Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla hiçbir şekilde bağdaşmadığını, bölgesel barışı bozacağını açıkladı. Bu hükümet tarafından değil, meclis tarafından değil, diğer kurumlar tarafından değil Genelkurmay Başkanı tarafından söylenmiştir. Bu örnek bile Türkiye'nin biraz önce açıklamaya çalıştığım dayatmalara evet diyen çevrelerin niçin evet dediğini açıklamaktadır. 

İleri: Türkiye'nin dış ticareti ve ekonomisi tek yanlı olarak Avrupa'ya aşırı bağımlı. Gümrük Birliği süreci bu bağımlılığı daha da artırdı. Bu ekonomik tablo Türkiye'de "ver kurtulcu" tezlerin güçlenmesi için daha uygun bir zemin mi yarattı? 20, 25 yıl önce Türkiye'de bu tür tezleri savunmanın olanağı yoktu. 

 Manisalı:  Türkiye yavaş yavaş bağımlı hale getirilince Batının Türkiye'de uzantısı olan dar çevre, yönetim olarak, iktidar gücü olarak, iktidarı etkileme gücü olarak, Türkiye'nin dış politikasını belirleme gücü olarak güçlenmeye başladı. Etkinliğini artırdı, sesini yükseltti. Soğuk Savaş sonrasında zaten Avrupa ve ABD'nin Türkiye'ye bakış açısı o yöndedir. Yani Türkiye eşit bir Batılı ülke gibi mütalaa edilmemektedir onların açısından. Türkiye'ye, tek yanlı olarak Avrupa ve Amerika'ya bağımlı hale getirilmiş, onların sözünü dinleyen uslu çocuk gözüyle bakılmaktadır. 

 Batının uzantısı olan dar çevre ise Türkiye'nin Batının istediği uslu çocuk formuna sokulması için elinden geleni yapmaktadır. Bunlar için Türk işçisinin, Türk çiftçisinin, memurunun, ulusal sanayicisinin bir önemi bulunmamaktadır. Onlar için önemli olan Avrupa'nın, ABD'nin ve çokuluslu şirketlerin Türkiye üzerindeki taleplerini yerine getirmektir. 

 Çokuluslu şirketler büyük önem taşımaktadır. Çünkü çokuluslu şirketler Avrupa, Brüksel ve Washington merkezlerinde de egemendirler. Zaten bizim büyük firmalarımızın çok önemli bir kısmı bu çokuluslu şirketlerin içerdeki bağlı bir değişkeni konumuna gelmişlerdir. Bunlarla kader birliği içerisindedirler. Kader birliği içerisinde olurken de çokuluslu şirketlerin kâr maksimizasyonlarının bir parçası konumuna gelmişlerdir. Çokuluslu şirketlerin kâr maksimizasyonları, Türkiye'nin ulusal çıkarları aleyhine her türlü operasyonun yapılmasını gerektiriyorsa, bunun da bir parçası olarak faaliyet göstermektedirler. Bunun tipik örneklerini tütün ürünleri endüstrisinde son on yıl içerisinde gördük. Ve mecliste bugün hangi kanunların bu yönde çıkarılmakta olduklarını da görüyoruz. Patent antlaşmalarını kabul ettirerek ilaç sanayiinde tamamen çokuluslu şirketlerin Türk pazarına yüzde yüz egemen hale gelmelerinin kimler tarafından sağlandığını ve önünün açıldığını gördük. Diğer alanlarda, gıda sanayiinde bile yabancılara Türk şirketlerinin nasıl satıldığını gördük. Ve tek ulusal sanayi olan tekstil sanayiinin de son 5-6 yıl içerisinde Gümrük Birliği yüzünden en büyük darbeyi yiyen sektör olarak nasıl ortada durduğunu gördük. 

İleri:  Her şeye rağmen Türkiye'de Kıbrıs konusunda direnen siyasi bir irade var. 1970'lerde de, daha sonra da Batıya en bağımlı olunan dönemlerde, ekonominin en büyük çöküntü içinde olduğu zamanlarda bile özellikle ordu ve devlet bürokrasisinin bazı kesimleri Kıbrıs konusunda Batıyla cepheleşebildi. Türkiye'nin Batı emperyalizmine karşı en net tavır alabildiği konulardan biri oldu Kıbrıs. Kıbrıs'ı Türkiye için bu denli önemli yapan, onu milli bir dava haline getiren nedir? Türkiye Kıbrıs'ı teslim ederse ne kaybeder? 

 Manisalı:  Kıbrıs uyuşmazlığı, Türkiye Batı ilişkilerini bir turnusol kağıdı gibi ortaya çıkaran bir hadisedir. Bu, Türkiye'den kaynaklanmıyor veya Türkiye'nin yanlış, haksız, tek yanlı taleplerinden kaynaklanmıyor. Bu Batının, Avrupa'nın ve ABD'nin Türkiye'ye bakışındaki bozukluktan kaynaklanıyor. Eğer Batı Yunanistan'ı ve Türkiye'yi eşit birer ortak olarak görüp, Ege'nin silahlandırılması konusunda, Patrikhane konusunda tarafsız baksa yahut Yunanistan Türkiye arasındaki ihtilaflara 'ben karışmıyorum, siz iki komşu ülke olarak aranızda oturun sorunları çözün' dese, bugün ne Kıbrıs, ne Patrikhane ne de Ege uyuşmazlığı olurdu. Batı Yunanistan'ın arkasında olduğu için Yunanistan da "Batı benim arkamdadır. Ben megalo idea politikamı, genişleme politikamı, büyük fikir, büyük Yunanistan politikamı sürdürürüm" şeklinde düşünmektedir. Ege'ye de, Kıbrıs'a da, yarın İstanbul'a da sahip olurum düşüncesiyle hareket etmektedir. Bu politikasını yürütürken de Batı desteğinin tek yanlı olarak arkasında olması, Batının Türkiye'ye karşı bir politika içinde olması ve Batının hiçbir zaman bizi kendi içinde bir ülke olarak görmemesi, Batının dışında yabancı Asyalı olarak görmesi bunda etkili olmuştur. 

 Türkiye açısından bakıldığında, Kıbrıs meselesi Kıbrıs üzerinde iki halkın, Türk ve Rum halklarının çıkarlarının dengelenmesidir. Ada üzerinde Türkiye'nin ve Yunanistan'ın çıkarlarının dengelenmesidir. Bu iki denge üzerine oturtulmuştur. Şimdi ne yapılmaya çalışılıyor? Dengesiz bir durum, adil olmayan bir durum, Rum halkı lehine, Türk halkı aleyhine, Türkleri azınlık konumuna getirecek bir yapılanma yaratılmak istenmektedir. İkinci olarak da, ada üzerinde Türkiye'nin bütün haklarını ortadan kaldıran, bütün bu hakları Yunanistan'a devredecek olan ve AB marifetiyle adayı Yunanistan'a ilhak ettirecek olan bir formülün arayışı içindedirler. Türkiye Kıbrıs konusunda gerilerse, Yunanistan'ın, AB'nin ve ABD'nin önümüze koymuş olduğu Ege, Ermeni meselesi, Avrupa Ordusu, Güneydoğu ve PKK gibi konuları içeren listenin birinci talebi tamamlanmış olacaktır. Arkasından iki, üç, dört numaralı talepler gelmeye başlayacaktır. Bu domino teorisi gibi. Bir domino taşı devrildiği zaman diğerlerini de devirir hale gelecektir. Kıbrıs'ta adanın Yunanistan'a ilhakı konusunda verilecek bir ödün bütün diğer konularda ardarda ödünlerin verilmesini kaçınılmaz olarak doğuracaktır Türkiye açısından. Dolayısıyla bu Türk dış politikasının iflası anlamına gelir. Sadece Kıbrıs'ın değil, Ege'nin de Yunanistan'a gitmesi anlamına gelir. Güneydoğu'nun Türkiye'den kopmasını, Patrikhane'nin yarın Vatikan gibi bağımsız bir devlet haline gelmesini, Avrupa Ordusu konusunda tek yanlı bağımlılığı, Ermeni tasarısı konusunda yeni taleplerin ortaya çıkmasını meydana getirecektir. 

İleri:  AB, Avrupa Ordusu'ndan Türkiye'yi ısrarla dışlıyor. Bu AB'nin Türkiye'yi uzun vadede stratejik bir müttefik olarak görmediğini hatta hedef olarak dahi gördüğünü gösteriyor. Özellikle eğer Kıbrıs AB'ye alınırsa, Türkiye'nin AB toprağını işgal eden bir ülke olarak bile tanımlanabileceği açıklanıyor. En son alınan kararda ise AB Türkiye'nin terör örgütü olarak nitelediği örgütleri bu kapsama almadı. Önümüzdeki yıllarda Kıbrıs, Ege veya Güneydoğu sorunlarından dolayı Türkiye'ye emperyalist bir müdahale, askeri bir müdahale tehlikesi söz konusu olabilir mi? 

 Manisalı:  Bu tamamen bize bağlı. Eğer bugün "ver kurtulcular", dışarının Türkiye'deki uzantısı konumunda bulunan dar bir çevre, Ankara'daki yönetimler üzerinde etkili olursa, bunu da Batı ve AB görürse, anlarsa; o zaman pekala ödün alma ve karşımıza dikilme söz konusu olabilir. Şöyle düşüneceklerdir: 'Bizim Türkiye içinde sağlam Truva atımız var. Kendi uzantımız var. Dolayısıyla biz askerimiz ve kendi taleplerimizle karşı çıkarsak, hayır diyecek bir güç zaten bulunmamaktadır. Türkiye içinde gerçekte iktidarda olan biziz' diye bakabiliyorsa eğer Brüksel ve diğer çevreler, o zaman her türlü faaliyeti yapabilirler. 

 Ama biz şimdi ülkemizdeki "ver kurtulcu" çevrenin medyadaki ve diğer alanlardaki egemenliğini kırarak, gerçekten ulusal bir siyasi irade ortaya koyabilirsek ya da bugün TSK'nın bazı meselelerde ortaya koymakta olduğu tavrın arkasına geniş bir sivil platformu, kesimi, sivil siyasi desteği koyabilirsek o zaman Batı ve Avrupa şunu görecektir: 'Türkiye ulusal çıkarlarını korumak konusunda kararlıdır. Bizim taleplerimiz ve bunları dayatmamız bir sonuç getirmez' deyip duracaktır. Atatürk döneminde yani 1923-1938 döneminde nasıl Türkiye Batıyla ilişkilerinde karşılıklı çıkarları koruyan bir ilişki düzeni içerisinde bulunmuşsa, Ankara'nın, Kemalizmin ve Atatürk'ün o zaman belirlemiş olduğu ulusalcı politika çizgisi uygulanırsa, yine karşılıklı çıkarları gözeten, eşit ilişki kurmak zorunda bulacaktır kendini Batı. Yoksa Batının Türkiye'deki kendi adamları olan, Truva atı gibi içimizde bulunan "ver kurtulcular", bana göre Türkiye'ye ihanet eden bu dar çevreler egemen olduğu sürece Batı taleplerini sürekli olarak artırmaya devam edecektir. 

İleri:  Türkiye "Ben Kıbrıs'la beraber AB'ye girerim, sorun otomatik olarak çözülür" diyor. Kıbrıs davası bugün bu tür diplomatik manevralarla savunulmaya çalışılıyor ancak Batı emperyalizminin bu tür bir çözüme izin vermeyeceği de açık. Türkiye Gümrük Birliği'yle birlikte artarak devam eden siyasi, askeri ve ekonomik Batı bağımlılığı ve emperyalizmin güdümündeki borçlu ekonomisiyle ulusal çıkarlarını daha ne kadar savunabilir? Türkiye'nin Kıbrıs ve diğer konularda kendi ulusal politikalarını savunması için Batı kampından kopması bir zorunluluk değil mi? 

 Manisalı:  Kıbrıs politikamız Türkiye'nin Batıyla olan ilişkilerinde bir turnusol kağıdıdır demiştim. Olay şudur. Türkiye Batıyla olan ilişkilerini dengeleyemediği sürece yani Batıya tek yanlı olan bağımlılığı siyasi ve ekonomik olarak sürdüğü sürece, Kıbrıs, Patrikhane, Ege, Güneydoğu, AGSP gibi konularda hatta Irak meselesinde dahi kendi çıkarlarını koruma inisiyatifine sahip olamaz. Türkiye'nin Asya'da yeni gelişmekte olan Asya platformu ile Batıyı dengelemesi gerekir. Yani Türkiye'nin yumurtaların bir kısmını Batı sepetinden alıp Asya sepetine koyması gerekir. Ulusal, bölgesel işbirliği içine girmesi gerekir. Zaten TSK da bu konuda önemli girişimler içerisindedir. Karadeniz için bir askeri güç, donanma gücü TSK'nın inisiyatifiyle ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Rusya'yla bir nevi stratejik bir anlaşma TSK'nın öncülüğüyle imzalanmıştır birkaç hafta önce. Türkiye'yle Çin arasında bazı askeri işbirliği anlaşmaları, yine Türkiye ile Pakistan arasında bazı anlaşmalar geçtiğimiz dönemlerde yine TSK'nın inisiyatifiyle ortaya çıkmıştır. TSK Türkiye'nin yakın çevreyle ilişkilerinin yumuşatılması, Ortadoğu'nun bir barış bölgesi haline gelmesi konusunda inisiyatifi ele almaktadır. Ben Genelkurmay Başkanı'nın son çıkışını da bu şekilde görüyorum. Yani Amerika'nın Irak'a müdahalesi Ortadoğu'yu yine bir kan gölüne dönüştürür, tüm dengeler bozulur, barış umutları ortadan kalkar ve bütün bölge ülkeleri zarar görür. Bu sadece Türkiye'nin ve Irak'ın aleyhine değildir. Bunu Rusya da istemez, İran da istemez, Arap dünyası da istemez şeklinde net olarak ortaya koydu. Yani Amerika'dan başka bunu kimse istemez diyor. O zaman bunu niye yapıyorsun? Sen Amerika olarak belli çıkarları ortaya koyuyorsun, öbür tarafa da bütün dünyanın çıkarlarını koyuyorsun, 'sana bunu yaptırmayız' demeye getiriyor. Demek ki Batıdan üzerimize ve bölgeye tek yanlı gelindiği zaman Türkiye'nin artık Batıyla olan bu tek yanlı bağımlılığını masanın üzerine yatırması ve dengelemesi gerekir. Bu Batı düşmanlığı değildir. Batının Türkiye'ye düşmanlığını engellemek için Batının karşısına veya yanına Asya platformunu veya bölge platformunu koyarak Türkiye'nin Batıyla ilişkilerinin dengelenmesi gerekir. Aynen Atatürk döneminde olduğu gibi. Atatürk de zaten böyle yapmıştı. Batıyla ilişkilerini karşılıklı çıkarlarla dengeleyebilmesi, Asya'yı ve Sovyetler Birliği'ni arkasına almasıyla olmuştur. Başka türlü olmamıştır. Bugün de Türkiye'nin yapması gereken budur. Atatürk dönemine dönmek zorundadır.  

İleri:  Bazı çevreler AB'nin Türkiye'ye olan dayatmalarından yola çıkarak, ABD'nin Türkiye'nin daha iyi bir müttefiki olduğunu, AB'ye karşı hem Kıbrıs, hem Avrupa Ordusu konusunda bizi koruyacağını savunuyorlar. Sizce böyle bir şey mümkün olabilir mi? AB'yle ABD arasında böyle bir çelişki var mı? 

Manisalı:  Böyle bir şey yok. Şu var. Esasta ikisi de Batı kampındadır. Batı kampının içinde kapitalizm vardır, gelişmiş dünyanın çıkarları vardır ve Hıristiyanlık vardır. Kapitalizm, gelişmiş Batı, Hıristiyanlık, Batı kültürü, bunlar ortak değerlerdir. Ve biz ne kadar kendimizi onun içinde görsek bile Batı Avrupa ve ABD Türkiye'yi kendinden görmemektedir. Zaten görmüş olsaydı bugün Kıbrıs sorunu olmazdı, Ege sorunumuz da olmazdı, Ermeni sorunumuz da olmazdı, AGSP sorunumuz da olmazdı, PKK sorunumuz da olmazdı. PKK sorununu onlar yaratmıştır. Terör örgütleri AB içinde beslenmektedir. Daha önceden Amerika'nın da Türkiye'deki terörü desteklediği bilinmektedir. Ermeni meselesinin bugün beslenme kaynağı Amerika ve Fransa'dır. Rumların Türkiye karşıtı politikalarının beslenme kaynağı yine Amerika ve Avrupa'dır. Dolayısıyla eğer bize böyle bakmamış olsalardı biz bu bölgesel sorunları yaşamazdık. Türkiye ile Yunanistan arasında bu tür sorunlar yaşanmazdı.  

İleri:  AB'de ve Türkiye'de bazı çevreler Denktaş'ı Türkiye'nin kuklası, halkı tarafından sevilmeyen adam olarak lanse ediyor. Denktaş gitse sorunlar çözülür deniliyor. Denktaş'a bu denli karşı olmanın nedeni ne? Denktaş gitse Türkiye'nin adadaki siyasi varlığı gerçekten zayıflar mı?  

Manisalı:  Aslında Denktaş Ankara'dan ve Türkiye'den bağımsız hareket eden biri değildir. Ankara'yı ve TSK'yı karşılarına alıp hakaret edemeyenler, Denktaş'ı karşılarına almaktadırlar. Dolayısıyla Türk ordusuna, Türkiye Cumhuriyeti'ne laf söylemek istemeyenler dolaylı olarak Denktaş'a laf söylemektedirler. Denktaş, KKTC'de Türkiye'ye yakın Türkiyeci olarak tanımlanan bir siyasi liderdir. Türkiye karşıtı, Türkiye'yi dışlayan, hatta Türkiye düşmanı çevreler dahi KKTC içinde bulunmaktadır. Bunlar da Batı tarafından desteklenen, zaten Batı tarafından desteklendikleri için Türkiye'ye karşı hale gelen çevrelerdir. 

 Dolayısıyla burada bir çelişki vardır. Denktaş'ın varlığıyla, yokluğuyla, politikasıyla ilgili bir şey değildir. Denktaş zaten Ankara'yla ayrı düşemez. Türkiyeci olarak tanımlanan bir kişidir. Denktaş'ın gitmesi, yani Türkiyeci politikanın ortadan kalkması, adanın Anadolu'dan Türkiye'den kopması sonucunu doğurur. Bu bir çözüm ise Rum çözümü, Yunan çözümü, AB'nin çözümüdür. Onlar açısından doğrudur. Onlar açısından bir çözümdür. Denktaş'ın da belirttiği gibi Kıbrıs'ı Girit'e çevirmek istiyorlar. Kıbrıs'ı Girit'e çevirmek çözümdür. Kimler açısından? AB, Atina, Rumlar ve Türkiye'deki bazı büyük sermaye çevreleri açısından çözümdür ama Türkiye'nin gerçek halkı, Türkiye Cumhuriyeti açısından çözüm değildir. Hangi açıdan ve kimler için çözüm ona bakmak gerekir. 

İleri:  Hem Türkiye hem Kıbrıs'ta bazı " sol " çevreler " Kıbrıs, Kıbrıslılarındır ", " Türkiye işgale son versin ", " Sorunu Kıbrıslılar kendi aralarında çözsün " gibi AB, Yunan ve Türk büyük sermayesinin tezlerine paralel çözümler savunmakta. Tarihte gerçekten hiç Kıbrıslı diye bir millet var oldu mu? Olmadıysa ve bu şimdi kurgulanıyor sa bu Türklerin asimilasyonuna ve bölgede AB egemenliğine yol açar mı? 

Manisalı:  Tarihsel olarak baktığımız zaman, Kıbrıs, Rodos, Girit, Sicilya, Malta, Cebelitarık gibi bölgeler kozmopolit bölgelerdir. Zaten 1571'de Osmanlı Kıbrıs'ı Rumlardan almamıştır. Korsan adasıydı. Korsanlardan kurtarmıştır. Kıbrıs, Venediklerin, Cenevizlerin egemen olduğu bir korsan adasıydı. Hatta adadaki Ortodoks papazları bile Osmanlı padişahlarına 'aman bizi korsanlardan kurtar. Osmanlı'nın adaleti bizi kurtarır' diye talepte bulunmuşlardır. Dolayısıyla Osmanlı kimsenin topraklarını almamıştır. Osmanlı bir korsan adasını, kendisini de rahatsız eden bir korsan adasını korsanlardan kurtarmış ve ondan sonra burası Türkleşmiştir. Aslında adanın Türkleşmesi Osmanlı'dan çok önceye 11-12. yüzyıla kadar gider. Bunu bilen pek yoktur. Anadolu beyliklerinin aralarındaki savaşlarda kaybeden tarafın kaçan mensupları, taraftarları civardaki adalara ve Kıbrıs adasına göç etmişlerdir. Bunlara Türkopan denmiştir. Bir kısmı paralı asker olmuştur. Bir kısmı yerleşmiştir. Dolayısıyla bizden de o korsan adasına Osmanlı gitmeden önce Anadolu'dan giden Türkler bulunmuştur. O kozmopolit yapı içerisinde Türkler de vardır. Herkes vardır. Afrika'dan, Suriye, Lübnan tarafından gelenler vardır. Venedik, Ceneviz, Ege adaları, Rum tarafından gelenler vardır. Osmanlı döneminde esas nüfusu Türkler ve Rumlar oluşturmuştur. İngiliz döneminde de esas unsuru Türkler ve Rumlar oluşturmuşlardır. Türkler ve Rumlar egemendir yani Kıbrıs ulusu diye bir şey yoktur adada. 

 Türkiye'de Adanalılık, İzmirlilik, Samsunlu luk ne kadar varsa, o kadar Kıbrıslılık vardır orada. Ben orada bir iki düğünde bulundum. Oradaki eğlenceler Anadolu'dakinden daha Türk eğlenceleri dir. Müzik olarak, yapılan espiriler, geleneksel motifler olarak daha Türk'tür. 

 Kıbrıslılık kavramı bir aldatmaca dır. Türkiye'nin ve Anadolu'nun Kıbrıs'tan uzaklaştırılması için bir argüman olarak kullanılmaktadır. Atatürk'e karşı da aynı argümanı İstanbul'daki bazı Osmanlı çevreleri kullanmışlardır. Onlar da İngiliz'e Türk'ten daha yakındılar. O yüzden de Atatürk'e karşı çıkmışlardır. Bugün de İngilizlerle, Rum'a yakın bazı bedbahtlar bulunabilir KKTC'de. Onların belli çıkarları doğrultusunda bu şekilde konuşmalarını aynen bazı büyük sermaye çevrelerinin bazı garip açıklamaları gibi değerlendirmek gerekir. 

İleri:1960 ve 1970'lerde emperyalizmin Kıbrıs konusundaki dayatmaları Türk halkının Batıya karşı uyanışını sağladı. Antiemperyalist ve Batı karşıtı milliyetçi hareketler gelişti. Türkiye'deki devrimciler, ilericiler ve örgütleri de bu uyanışa ön ayak olup, halkın hareketine antiemperyalist bir mecrada önderlik ettiler. Ama şu anda hem sendikaların hem demokratik kitle örgütlerini hem de ilerici solcu olarak bilinen siyasi çevrelerin, Kıbrıs konusunda duyarsız olduğunu hatta AB'nin ve Batı emperyalistlerinin tezlerini desteklediğini görüyoruz. Dolayısıyla halkı aydınlatacak, emperyalizme karşı örgütleyecek çevreler bu görevlerini yerine getirmiyor. Türkiye'de büyük sermayenin Batının uzantısı gibi davranmasını açıklayabiliyoruz ama emperyalizme karşı mücadele etmesi gerekenler niçin emperyalizme teslimiyet çizgisinde ısrar ediyorlar? 

 Manisalı:  Bu şundan dolayı. Özellikle 90 sonrası dönemde, Türkiye'de bazı sol çevrelerin girdiği yönelimdir bu. Bu aslında gerçek anlamda bir sol değildir. Türkiye az gelişmiş bir ülkedir. Türkiye'de sol olmak için az gelişmiş bir toplumun kapitalizm karşısındaki çıkarlarını koruyan argümanlar ortaya koymanız gerekir. Yani Türk işçisinin kapitalizme karşı çıkarları nedir? Türk çiftçisinin, Türk memurunun, hatta Türkiye'deki ulusal sanayicinin kapitalizm karşısındaki argümanları nedir? 

 Bizdeki eski bazı sol çevreler ve bugün onların uzantısı olanlar, Soğuk Savaş sonrası Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla tamamen sudan çıkmış balık gibi ortada kalan bazı sol çevreler, Batı solu dedikleri akıma yani kapitalist sola dahil olmuşlardır. Türkiye'de solun temel argümanının Batı kapitalizmine karşıt olması gerekir. Çünkü Türkiye ezilen, sömürülen bir azgelişmiş ülke olarak algılandığı zaman buradaki bir sol aydının, sol entelijensiyanın, sol oluşumun temel misyonunun anti kapitalist, dolayısıyla anti Batı bir çizgide olması gerekir. Eğer söylediğiniz bazı sol çevreler Türkiye'de ve KKTC'de emperyalist kapitalizmle işbirliği içerisinde bulunuyorlarsa o zaman bunlar naylon soldur. Veya sol adı altında Batı kapitalizminin uzantısı olan unsurlardır. KKTC içerisinde de kendisine sol diyen bazı çevrelerin en yakın oldukları çevrelerin Brüksel ve Washington olduğunu görüyoruz. Ankara karşıtlıkları Brüksel'e ve Washington'a yakınlıklarındandır. Kapitalizme ve emperyalizme yakın olarak ve onlardan menfaat sağlayarak kendilerini sol etiketle lanse eden, pazarlayan konuma gelmişlerdir. Ben bunlara naylon sol demeyi yeğliyorum. 

İleri: AB Kıbrıs Rum kesimi şahsında Kıbrıs'ı içine alır, Türkiye'yi AGSP'den dışlarsa, Türkiye'yi askeri bir hedef haline getirir. Böyle bir durumda Türkiye AB'yle ilişkilerini koparabilir mi? Nasıl bir çözüme başvurur? 

 Manisalı:  Türkiye'de en azından bazı çevreler gerçekleri görüp daha gerçekçi ifadeler kullanmaya başlarlar. Siyasi, bir Mesut Yılmaz kalkıp 'Hiçbir mesele yok. Türkiye gerekeni yapıp ödünleri verirse AB 2010 yılında bizi içine alacaktır' gibi TV'de TRT'de konuşamaz. Yine bazı sermaye çevreleri Kıbrıs'ı, Ege'yi feda edelim AB bizi alacaktır diyemez. Geniş kesimler gerçekleri görmeye başlar. 

 Zaten uyanma şimdiden başladı. Örneğin Türk-İş'in hazırlamış olduğu minik bir broşürde, AB bizden ne istiyor, biz bunları verirsek Türkiye diye bir şey ortada kalmaz, zaten bizi almayacak, bizi oyalayacak gibi ilk defa bir işçi sendikasının çok net çok düzgün bir yaklaşımını ortaya koymuş oldu. Bu tip yaklaşımlar diğer işçi sendikaları tarafından ve diğer kurumlar, meslek kuruluşları, örgütler tarafından sergilenebilirse, Türkiye-AB ilişkilerinde karşılıklı çıkarları dengeleyen ve tek yanlılığı değil, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını da korumaya başlayan yeni bir ilişki düzeni kurulabilir diye düşünüyorum. Ben bu konuda umutsuz değilim. En azından şimdilik TSK kritik konularda Türkiye'nin ulusal çıkarları konusunda kesin tutumunu ortaya koyabilmektedir. 

İleri:  Türkiye ve İngiltere'nin garantörlük haklarından dolayı Kıbrıs'ın kendi başına AB'ye girmesi hukuki değil. İsmail Cem, buna rağmen Kıbrıs konusunda ağır bir bedel ödemekten bahsetti. Gerçekten çok ağır bir bedel söz konusu mu?  

 Manisalı:  İsmail Cem'in Dışişleri Bakanı olarak böyle bir ifadede bulunmasını ben eleştirdim. Dışişleri Bakanı böyle bir konuşma yapamaz. Neden? Çünkü bedel ödenir, ödenmez o ayrı mesele ama bu afişe edildiği zaman iş yanlış noktaya gider. Zaten İsmail Cem'in 'bedel büyüktür' şeklindeki açıklamasının hemen ardından bazı büyük sermaye çevreleri 'Vay demek bu bedel büyük, biz bunu niye ödeyeceğiz, Kıbrıs'ı verip kurtaralım' diyebildi. İsmail Cem'in açıklamaları "ver kurtulculara" meydan açmış oldu. Bunu İsmail Cem'e sormak lazım: Dışişleri Bakanı olarak ne hakla, Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan çevrelerin bazı açıklamalar yapmalarını sağlayacak bir altyapıyı hazırladın? Ben de çok merak ediyorum nasıl bir cevap vereceğini? 

İleri:  Bazı Müslüman ülkeler son dönemde KKTC'yi tanıyabileceklerine dair sinyaller verdiler. Daha öncede Pakistan gibi ülkeler tarafından bu tür girişimler olmuştu ama ABD bunu engellemişti. Türkiye'nin Batıya sırt çevirip, haklı tezlerini daha geniş, uluslararası çapta savunmasıyla, destekçi bulma olasılığı yok mu? 

 Manisalı:  Sırt çevirmekten vazgeçtim, Batıyla ilişkilerinde tek yanlı bağımlılığını ortadan kaldırıp, dengeleyebilirse, sırt çevirmeden zaten meseleler hallolur. Atatürk dönemi politikalarına dönüşle ben onu kastediyorum. Batının üzerimize gelişini engellemek, tek yanlı dayatmalarını dengelemek için Asya platformundan yararlanmak tek çıkış yoludur. Başka çözüm yolu yoktur. Türkiye Batının kendi üzerindeki Kıbrıs, Ege, PKK, AGSP, Patrikhane ve diğer tek yanlı dayatmalarını, tek yanlı bağımlılıkla değil ancak Doğuyu, Asya platformunu ve bölgesini içine alarak daha bölgesel bir güç haline gelerek kendi ulusal çıkarlarını koruyabilir. Yoksa Batı bizi sever, biz evet deriz o da yapar diyerek hangi ülke ayakta durup ilerleyebilir dünyada? 

İleri:  Sizce, uzun vadede Türkiye'nin bağımsızlığı ve ulusal çıkarları doğrultusunda, Kıbrıs'ta gerçekleşebilecek en gerçekçi çözüm nedir? Adanın Yunanistan ve Türkiye arasında taksim edilmesi tarihin dayattığı bir çözüm olarak ortaya çıkmıyor mu?  

 Manisalı:  Aslında Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur. Kıbrıs sorunu çözülmüştür. Kıbrıs adası, ihtilaflı tek barışçıl bölgedir. Bugün Lübnan'da yıllardır iç savaş var. Makedonya, Kafkasya, Ortadoğu halen sorunlu. Baktığımız zaman ihtilaflı bölgeler içinde kan akmayan tek barışçıl bölge Kıbrıs adasıdır. Niye? Çünkü ortada bir sınır var. İki taraf da kendi bölgesinde. Türk tarafı Türkiye Cumhuriyeti'nin güvencesi altında, Rum tarafı Yunanistan'ın güvencesi altında. Bu ideal bir çözüm.

 Kıbrıs sorunu diye bir sorun yok ortada. Sorun adanın tamamının AB marifetiyle Yunanistan'a mal edilme meselesi ve adada İngiliz üslerinin yanında Fransızların ve Almanların, Avrupa Ordusu'nun büyükleri olarak orada üs elde etme istemeleridir. Yoksa ne Kıbrıs Rum halkı ne de Kıbrıs Türk halkı onların umrunda. Yunanistan AB'nin içerisinde olduğu için onu da hoşnut etmek zorundalar, taleplerini karşılamak zorundalar. Diğer konularda ambargo koymasın, taş koymasın diye. Yani hem Yunanistan'ın hem de Kıta Avrupası'nın yarattığı sorundur bu. Kıbrıs'ta İngilizlerin üssü var. O zaten Amerika'nın stratejik ortağı ama Almanya ve Fransa için Doğu Akdeniz daha stratejik bir hale geldi. Soğuk Savaş sona erdi, ne oldu? Burası Asya'nın Batı kapısı üzerindedir, petrol bölgesine enerji bölgesine bakan bir seyyar üs konumundadır. 'İngilizlerin üssü var, orayı Amerikalılar da kullanıyor ama bizim yok. Fransa ve Almanya'nın yok. Adayı AB'ye alarak orada Avrupa ordusu olarak boy gösterelim' diye düşündükleri için Kıbrıs'ın üzerine o kadar gidiyorlar. Yoksa ne Kıbrıs Türk halkı, ne Kıbrıs Rum halkı, ne de ada halkı onların umurunda. Onlar adaya stratejik olarak bakıyorlar. Yani var olan statüko aslında şimdi en gerçekçi çözüm.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/08/manisali8.htm


http://www.turksolu.com.tr/ileri/08/manisali8_2.htm


..